29 Şubat 2016 Pazartesi

İLK EĞİTİMCİ: ANA-BABA


   İLK EĞİTİMCİ: ANA-BABA (*)





                                                                                            Recep Nas

                                                                                      recepnas@uludag.edu.tr

                                                                                             



         Öğretmen adayı öğrencilerime, nasıl yeri gelmişse(elimin altında her zaman yedek olarak ilginç yazı, fotoğraf, haber vb. bulundururum),bir gün, ana-babalar için hazırlanmış çocuk eğitimine ilişkin bir test uygulayayım dedim, bunu bir gazeteden kesmiştim, yanıtlar ‘evet-hayır’ diye veriliyordu.

          Bir öğrencim itiraz etti bu uygulamama, dedi ki,

          “Hocam, biz ana ya da baba değiliz, onun için bizi ilgilendirmez ki bu sorular…”

           Doğru, ana ya da baba değillerdi, ama öğretmen de değillerdi, hizmetöncesi eğitim görüyorlardı. Sınav soruları da hep öğretmenliğe dönüktü. Okudukları derslere, sınav sorularına “biz öğretmen değiliz” diye itiraz etmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı.

           Bir anne tanımıştım, bir de çocuğunu. Çocuğu üç-dört yaşlarındaydı; tatlı, sevimli, şirin bir kız çocuğu, her çocuk gibi güzel… Ama bir bedensel kusuru vardı, bir eli eksik olarak doğmuştu. Sol kolunun ucu yalnızca bir yumruydu; parmakları yoktu, belli belirsiz olan tırnakları etinin içine gömülmüştü. Çevresindeki yaşıtları ondaki bu değişikliği ayırt ettiklerinde kolunu tutup ‘elini’ incelemek istiyorlardı. O da kolunu arkasına gizliyor, öbür eliyle onları hızla, sinirlenerek itiyordu. Hırçın, huysuz olmaya adaydı. Doğru bir eğitim görmezse, mutsuz olma olasılığı yüksekti.

             Bu çocuğun bir eli neden yoktu? Annesi ona gebeyken doktora danışmadan, reçetesiz aldığı bir ilacı içmiş. ”Bilmiyorum” diyordu,” bilmiyordum, gebeyken reçetesiz ilaç kullanılmayacağını, bilsem bu yanlışı yapar mıydım? ”Bunu söylerken sesi titriyor, gözleri buğulanıyordu. Ve bu anne ilköğretim okulu öğretmeniydi.

              0-6 yaş arası, çocuğun yaşamında eğitimi açısından en önemli bir dönem. Kişiliğinin temellerinin atıldığı, zekânın en hızlı geliştiği bir dönem bu, buradan geliyor önemi. Bir insanın bedensel, ruhsal sağlığı nasıl bir çocukluk geçirdiğiyle yakından ilgili. Ana-babanın yanlışı çocuğun üzerinde silinmez izler bırakır.” Hastalarımın hastalıklarının izini sürdüğümde çocukluklarına varıyorum.” Bu, Freud’un sözü. Evet, altı yaşına kadar öğrenilenler, yaşam boyu öğrenilenlerin büyük bir bölümünü oluşturuyor. Guy Jacquin’in dediği gibi, namuslu, dürüst insan 12 yaşından önce oluşur.

          Ülkemizde okulöncesi okullaşma, ne yazık ki, en iyimser oranla %21 Demek ki beş-altı yaşına kadar çocuklarımız evde, ana-babasının dizi dibinde, sokakta. Öyleyse ana-baba eğitimcidir, ilk ve en önemli eğiticidir. Ama eğitimci olması gereken ana-babanın kendisi eğitilmemişse çocuğu nasıl eğitecek? İlginçtir, verdiğim konferanslarda ana-babalara “Değerli eğitimciler” diye seslendiğimde hiç üzerlerine almıyorlar, birçoğuna göre eğitim kurumu okuldur.

             

              Nasıl öğretmen olmadan hizmetöncesi eğitim yoluyla öğretmenlik; doktor, mühendis olmadan doktorluk, mühendislik öğretiliyorsa, ana-baba olmadan da ‘ana-babalık’ öğretilmelidir, geç kalınmadan, daha ana-baba olunmadan. Ana-baba olduktan sonra da, hizmetiçi eğitim gibi, ana-baba eğitimi sürdürülmelidir. Bu da ‘ana-baba okulları’nın açılmasıyla olanaklı. Bazı kuruluşlar-AÇEV gibi- ana-baba okulları açıyor ama, güçleri nereye kadar, kaç ana-babaya ulaşabilirler? Bu, devlet gücüyle yapılmalı. Okullar hafta sonları boş, neden hafta sonları her okulda ana-babalar eğitilmesin. Ama devlet, çocukların ruhsal yönden de sağlıklı, sağlam kişilikli, zekâsı gelişmiş, eleştirel, bilimsel düşünebilen bireyler olarak yetişmelerini istiyorsa, onları cahil, sorgulama gücünden yoksun kılıp, geleceğin oy deposu olarak görmüyorsa…

        Bırakın alt kademeleri, ana-baba yükseköğrenim görmüş, şu ya da bu mesleği başarıyla yürütüyor olsa da, bakıyorsunuz, çocuk eğitim üzerine hiçbir şey bilmiyor. O zaman da ‘saldım çayıra, mevlam kayıra’ anlayışı egemen oluyor. Çocuk eğitimi üzerine bin bir yanlışlık yapılıyor. Sonra da ilköğretimde ‘cahil’ ana-babaların yalan yanlış eğittikleri çocukları ‘sil baştan’ eğitmeye kalkışıyoruz, bu da, doğrusu olmuyor.  Olmaz, çünkü baştan eğitmek kolay, yeni baştan eğitmek, yerleşmiş yanlış davranışları değiştirmek, düzeltmek zordur. Öyle ya, ağaç yaşken eğilir, demir tavında dövülür.

       Kişi araba kullanmak, sürücü olmak istiyorsa, sürücü belgesi, eski adıyla ‘ehliyet’ isteniyor. Yani “sürücülük eğitiminden geç, sürücülüğü öğren, bu işin ‘ehli’ ol, sonra araba kullan” deniyor. Peki, iki genç evlenmeye karar verince, onların evlenmeleri için ne isteniyor? İki kişinin tanıklığında, nikâh memuruna ikisinin de “evet” demesi yetiyor, onlardan ‘ana-baba ehliyeti’ istenmiyor. Ana-baba olmak, sürücü olmaktan daha az mı önemli?

         Bir ara kimi belediye başkanlarının sürdürdükleri ilginç bir uygulama vardı: Evlenmeye karar verip kendilerine başvuran gençlerden, diyelim onar fidan dikmeleri ya da dikmeyi üstlendiklerine ilişkin bir belgeyi imzalamaları isteniyordu. Acaba, diyorum, bu koşula bir de ‘ana-baba okulu’ nu bitirdiğine ilişkin öğrenim belgesi eklenemez mi? Önceden de değindiğim gibi, bu okullar MEB ve üniversitelerin işbirliğiyle açılabilir. Bunun için okul binaları kullanılabilir. Okullar cumartesi-Pazar boş, yazın öyle. Ayrıca, demokratik kitle örgütlerinin bir işlevi de bu olamaz mı?

         Ne dersiniz, annesi böyle bir eğitimden geçseydi, yukarda sözünü ettiğim o şipşirin çocuk, bir eli eksik mi doğardı?

         Başta sözünü ettiğim testi mi merak ettiniz? Peki, işte size ondan bir soru: ”Ödülün, çocuk üzerindeki etkisi olumludur.”

         Bu soruya ”evet” mi diyorsunuz, ”hayır” mı?                 



(*) Bu yazı Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin Çağdaş Bakış ( Şubat 2010 Sayı: 4) dergisinde yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder