30 Aralık 2016 Cuma

ÇOCUK İNSANDIR


                                         ÇOCUK İNSANDIR  (*)

                                                                                      

                                                                               Recep Nas

                                                                          recepnas@uludag.edu.tr

                                                                                     





       Saygı ve sevgi, sağlıklı insan ilişkilerinin temelini oluşturan, sağlamlaştıran iki büyülü sözcük… Ana-baba-çocuk ilişkilerinde de böyle, amir-memur, öğretmen-öğrenci ilişkilerinde de, tüm insan ilişkilerinde de böyle. Yalnız insan ilişkilerinde mi? Değil elbet, bütün insanlarla öbür canlıların ilişkilerinde de söz konusu bu. İnsan-ağaç, insan-çiçek, insan-hayvan ilişkilerinde de geçerli, gerekli saygı ve sevgi.

        Öyle de,’ötekilerle’ ilişkilerimizde saygı mı ağır basıyor, sevgi mi? Sevdiğimiz bir insana saygılı da olabiliyor muyuz? İşte bu tartışma götürür bir olgu.

        Çocuk sevgisi açısından bakarsak soruna,’Çocuk sevgisi’ neredeyse kalıplaşmış bir söz, içeriği boşaltılıp söylenir olmuş, tuzak da burada başlıyor işte. Dilimize dolamışız, ’çocuk sevgisi’ diyoruz hep. Çocuğa saygıysa, dilimize de, davranışlarımıza da yansımış değil pek. Bu durum, sevgi nasıl olsa saygıyı da içeriyordur diye düşündüğümüzden mi; yoğun, içten, sıcak bir sevginin saygıyı aratmayacağını sandığımızdan mı; yoksa saygıyı dışlayıp  ‘saygı-sevgi’ sözcüklerini yan yana ‘araç-gereç’ der gibi öylesine, laf olsun diye kullandığımızdan mı kaynaklanıyor?

        İşin bir başka boyutu da şu: Saygıdan, saygının gerekliliğinden söz etsek bile, onu büyükler için düşünüyoruz, büyüklerin hak ettiği bir kavram olarak algılıyoruz gibi geliyor bana. Atasözümüz var ya, “Su küçüğün söz büyüğün”. “Sus küçüğün, söz büyüğün” de deniliyor. Küçüklere saygı duyulmaz. Küçükler korunur, sevilir, saygı büyükler içindir. Yıllar önce bir öğretim görevlisi arkadaşım bana şöyle demişti,

     “Öğrencilerimin kutlamalarına yanıt verebilmem için ayrı bir kartvizit bastırmam gerekecek.”

Bu ne demek şimdi? Bastırdığı kartvizitlerde son söz “Saygılarımı sunarım”dı. Ama öğretmen öğrenciye saygı duymaz ki, sevgi besler. Anlayış bu…

       Oysa saygısız sevgi, saygıyla beslenmeyen sevgi tek başına yeterli değildir.’Salt sevgi’ zamanla nefrete bile dönüşebilir kolayca. Çokça tanık olunur, rastlanır; iki genç birbirlerini ‘deli gibi’ severler, sonra evlenirler, ama ‘üç gün’ sonra aralarında çatışmalar, sürtüşmeler, kavgalar başlayıverir. Çünkü birbirlerini olduğu gibi kabullenmezler, birbirlerini kendilerinin ‘mal’ı gibi görmeye başlarlar, birbirlerinin ‘özel alan’larına saldırırlar. Bunları da sevdikleri için, sevgi uğruna yaptıklarını düşünürler. Çünkü aralarında olmayan bir şey vardır: saygı…

       Şu sahneler yaşanabiliyor: Karısını öldürmüş kişiye sorar yargıç,

        “Karını neden öldürdün?”

        Yanıt:

         “ Çok seviyordum efendim.”

        Bu nasıl sevgi ah, bu nasıl sevmek…

        Bu örneği abartılı buluyorsanız, sorayım: Neden bebeklerin önlüklerinde “Beni öpme” diye yazıyor? Kim akıl etmişse müthiş bir buluş bu. Bebek konuşamadığına göre önlüğündeki bu yazıyla şu iletiyi iletiyor: Beni seviyorsun, anladım. Sevgini göstermek için de şimdi beni, öksürüyor musun, hapşırıyor musun, nezle misin, bunu düşünmeden, benim isteyip istemediğimi de aklının ucundan geçirmeden şapur şupur öpeceksin. Dur, ilkin bana saygı duy ve öpme…

        Ayı yavrusunu severken öldürürmüş, tabak (sepici) da sevdiği deriyi yerden yere çalarmış, bunlar atalarımızın sözleri.

        Bakın, şu sözlerin söylendiğine tanık olmuşsunuzdur, belki size de söylenmiştir.

        “Çocuk mu kandırıyorsun, karşında çocuk mu var senin?”

         Demek ki çocuk kandırılabilir.

         “Bana çocuk muamelesi yapma!”

         Demek ki çocuğa her türlü kötü ‘muamele’ yapılabilir.

         “Beni çocukmuşum gibi azarlama”

          Demek ki çocuk azarlanabilir.

         “Öyle sinirlendim ki, çocuk olsa iki tokat vuruverecektim”

          Demek ki çocuk dövülebilir.

          Bu bakışın, yaklaşımın neresinde çocuğa saygı? Saygı yok.

          Erdal Atabek şöyle diyor:”Küçük bir çocuğa saygı duymak, onu ciddiye almaktır. Küçük bir çocuğa saygı duymak, onun kendi kişiliği olduğunu kabul etmektir. Ama bir bebeği-elbette sevdiğimiz için –kucaklıyoruz, kollarımızın arasında sıkıyoruz, canını yemek istiyoruz, öpücüklere boğuyoruz. Buna birimiz bırakıyor, ötekimiz başlıyor. Böylece onu ne çok sevdiğimizi anlatıyoruz. Ama bu arada bebeğe saygısızlık ediyoruz. Onun bunu isteyip istemediğini düşünmüyoruz. İşte bu saygısızlıktır.”**

        Bir de Bekir Yıldız’ı dinleyelim: “Sevgiden başlayarak sevgiyi bulamazsınız, bulmuş olsanız bile koruyamazsınız. Çünkü gerçek sevgi, karşılıklı güven ve saygı oluşmadan yaratılamaz. Sevginin yarattığı saygı gelip geçicidir, ama saygı ve güvenin yarattığı sevgi kalıcıdır.”

           Şimdi düşünelim, biz çocuklarımıza saygı duyuyor muyuz, yoksa sadece seviyor muyuz? Kendinize sorun:

·         Çocuğumla konuşurken eğilip göz hizasına geliyor muyum?

·         Öpmek için izin istiyor muyum?

·         Odasına, kapıyı çalıp izin isteyerek mi giriyorum?

           Bir şey daha, Yaşar Kemal’in deyişiyle, çocuk insandır. Arada ‘da’ yok. Çocuk da insandır, denmez. Denirse daha baştan çocuğa saygısızlık edilmiş olur.



(*) Bu yazı Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin ÇAĞDAŞ BAKIŞ dergisinde (Aralık 2016 Sayı: 21) yayımlanmıştır

 ** Atabek, Erdal(1994) Çocuklar, Büyükler ve Tavşanlar İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi

GÜNAYDIN ÇOCUKLAR VE HOŞÇA KALIN

ÖYKÜ



             

                GÜNAYDIN ÇOCUKLAR VE HOŞÇA KALIN  (*)





                                                                                                      Recep Nas





     Yatağındaydı, üşüyordu. Yüreğinden göğsüne doğru bir ağrı saplanıyordu ikide bir. Yeni değil bu ağrı, tanıdık, bildik. Epey geç yatmıştı. Bahar gecikti bu yıl. Çok severdi baharı, her ilkbaharda gençleşir, yenilenirdi. Baharın ılık rüzgârı, yaşama sevincini ta içine, iliklerine kadar üfürürdü. Öğretmen okulunda ezberlediği şiirlerden belleğinde iz bırakanlar, baharla ilgili olanlardı. Esti nesim-i nevbahar, açıldı güller subh-dem/Açsın bizim de gönlümüz saki medet, sun cam-ı cem. Kimindi, düşündü, çıkaramadı. Ya Tevfik Fikret’in şiiri, Bahar olsun da seyredin/Nasıl süsler bayırları/Zümrüt gibi çayırları… Bu kadarını anımsayabildi. Bu da yetiyordu ona, Baharı güzelliğini, tazeliğini içinde yeşertmek için. Ama gelmiyordu işte bahar, gecikmişti. “Bahar gelmeyecek mi, bahar gelmeyecek mi?” demiş bir şair, “Vay, sen neyi bekliyorsun bakalım?” diye içeri atmışlar adamcağızı. Özlemişti gökyüzünü, yıldızları. Neyse bu akşam açıktı hava, bulutsuzdu. Yıldızlar serpilmişti gökyüzüne, uyumlu, şirin, kıpır kıpır. Hava soğuktu ya, olsun.  Yıldızları seyretmeliydi, balkona çıktı. Üç yıldızı vardı onun, çocukluğundan bu yana. Önce o üçü görünür, göz kırparlardı ona. Köyde çocukken bostan beklediği günlerde, ağabeyi, bu üç yıldızı görünce bostan ayrılıp köye, eve gidebileceğini söylemişti. O günden sonra Güneş batınca hep o üç yıldızın çıkışını, görünmesini, kendisine göz kırpmasını bekler; onları görünce de başı göğe dönük, gözleri yıldızlarında, onlarla konuşa konuşa yola koyulurdu. Herkesin bir yıldızı varmış, onun üç yıldızı vardı işte. Yıldızların ışıltılı çekiciliğine dayanamadı, uzun süre kaldı balkonda. Dalmış gitmişti, üşüdüğünü epey sonra ayrımsadı. Oldum olası severdi gökyüzünü seyretmeyi, dalıp dalıp uzayın boşluklarında dolaşmayı. Hele ay varsa, hele dolunaysa, dolup dolup taşardı yüreği, bakar kalırdı saatlerce, her gece, unuturdu kendini. Çocukluğunda da öyleydi, gençliğinde de, şimdi de. Köyde doğmuş, köyde büyümüş, köylerde öğretmenlik yapmıştı. Köy demek, en önce yıldızlı gökyüzü demekti onun için. Gençliğinde, geceleri buluştuysa arkadaşlarıyla, gidiyorlarsa istasyona, dere boyuna, o, arkadaşları gibi Ay’a arkasını dönüp yürümezdi, geri geri yürür, yürürken yine seyrederdi Ay’ı. Arkadaşları gülüyorlardı, gülsünlerdi, öylesine bir tutkundu o işte.

     Yatağındaydı, üşüyordu. Göğsünde bir ağrı, dayanılmaz, bir bıçak gibi saplanan… Yalnızdı, emekli olmuştu. Aklının ucundan geçmiyordu emekli olmak, düşünmemişti, hazırlıksızdı. Seviyordu öğretmenliği, öğrencilerini. Ama şimdi emekliydi işte, bunu sindiremiyordu içine. Emekliyim, demekte bile zorlanıyordu. Düne kadar öylesine yabancıydı ona emeklilik, uzaktaydı. Alıştıra alıştıra olmamıştı, isteyerek olmamıştı. Ama olmuştu işte, istemeye istemeye.

     Uyusa şimdi, mışıl mışıl uyusa… Düşünde gökyüzünde dolaşsa, yıldızlarına kavuşsa, ama şimdi göğsünde bir ağrı, yüreğinden gelen. Zaman zaman yollardı ya, böylesi ilk kez oluyor. Sol kolu da ağrıyor, yüreği sıkışıyordu. Yıldızlar mı düştü odaya, yıldızlardan bir yorgan mı bu, ağır. Kimi aydınlık, kimi kapkara. Öğrencilerim mi orda, ötede, uzakta birer yıldız gibi sıcak gülümseyişleriyle, yüreğime akan yıldızlar… Yüreğimde sancı, acı. Öğrencileri, çiçek kokan, hepsi yıldız mı şimdi, akan, gezen, aydınlatan. Ya bu ağrı ne, neden? Yoksa sevgisiz mi kaldı, unutuldu mu? Bitti mi gökyüzü, sonu mu burası, karanlık… Geri dönmeliyim, yıldızlarıma, aydınlığa. Bu Hayriye olmalı, bu Servet, bu Nilüfer… Üç yıl okutmuştu onları, yüreklerine sevgi damıtarak, sevecenlikle. Minicikken, birdeyken, teneffüs olunca her biri bir parmağından tutardı, kimisi omzuna, kimisi kollarına dokunurdu. Dokunmak, sevginin en dolaysız, en yalın anlatımı değil miydi? Üç yıl sonra başka bir köye atandı, gitti. Sonrası pişmanlık, hüzün… Daha fazla sabredemedi, dayanamadı, Cumhuriyet Bayramı tatilinde döndü geldi. Hayriye gördü onu uzaktan ilkin. Bir koştu, öylesine koştu düşe kalka. Geldi, sarıldı. Başını göğsüne dayadı, ağladı ağladı. Göğsü ıslandı. Göğsü ağrıyor şimdi. Göğsünden giriyor, yüreğine vuruyor, dolanıyor ağrı. Yıldızlar uzak mı, yoksa yorgan mı oldular üstünde?

     Oğlu üniversiteye başladı bu yıl. Tek varlığı, tek dayanağı. Yüzlerce çocuk okutmuştu o, şimdi oğlunu okutacaktı. Ayda nerden baksan on beş milyon gerekiyordu. Aylığıysa, ücreti, şusu busu yirmi üç milyon. Oğlunun harçlığı, harcı derken yetiremiyordu. Köydeyken doğmuştu oğlu, yıldızlı bir gecede. Ebe, “Hastaneye, çabuk!” demişti gözleri korku dolu. Şimdiki gibi vızır vızır minibüs yoktu köylerde, köyde topu topu üç traktör vardı. Hastaneye yetişilmişti ama, bu yetmemişti, öldü karısı. Bir can geldi, bir can gitti. Okutacaktı oğlunu ya, nasıl? Çekine çekine borç istedi eşten dosttan, aldığı yanıtlar birbirinin aynısıydı. Faize yatırılmıştı para, günü dolun, o zaman. Üniversite harçları, enflasyon hızını da aşarak beş yılda doksan kat artmış. Anlayamıyordu, kendisi yatılı okumuştu devlet okutmuştu onu. Devlet, değil ondan harç istemek, yediriyor, içiriyor, yatırıyor, giydiriyor, cebine de harçlık koyuyordu. Ne olmuştu, ne değişmişti, devlet, baba değil miydi artık?

     Göğsünde bir ağırlık, ağrıtan. Güneşten bir bıçak, yüreğine girip çıkan. Emekli miydi şimdi, ama istememişti bunu. Ama çocukları özlüyordu, yıldızları özlüyordu. Bir karanlık boşluğa düşerken, yıldızlar akıyor tersine. Günaydın çocuklar… Parıldıyor gözleriniz, kamaştırıyorsunuz gözlerimi. Yıldızlar uçuşuyor, düşüyor muyum ben? Yok, bir şeyim yok, özledim sizi. Kayan bir yıldız mı göğsüme saplanan. Yok bir şeyim, iyiyim. Günaydın çocuklar…

     Direndi uzun bir süre, emekli olmak istemedi. Öğretmenler odasında şimdilerde konuşulan hep para para para… Dönüp dolaşıp parayla başlıyor konuşmalar, parayla bitiyor. Faiz, repo, hazine bonosu… Şu banka şunu veriyormuş, yok bu banka bunu veriyormuş. Okulundan bir öğretmen emekli olmuştu, şu kadar emekli ikramiyesi almışmış, şu kadar da emekli aylığı alacakmış…

     “Hocam kaçıncı yılın senin?”

     “Otuz”

     “Emekli olmayı düşünmüyor musun?”

     “Yok, hayır. Seviyorum mesleğimi, öğrencilerimi…”

     “Aman be hocam, sevecek nesi kaldı bu mesleğin, Alla’sen…”

     “Çalışmak varken yan gelip yatayım mı?”

     “Bak oğlun üniversitede, yetiremiyorum diyorsun.”

     “Öyle, ama…”

     “Aması maması yok bu işin, bak, hesap ortada. Sen ne alıyorsun şimdi, aylığıydı, ücretiydi, yirmi üç milyon. Emekli olunca ne alacaksın, on dokuz milyon, değer mi dört milyon için?” Hocam, değer mi? İkramiyesi de cabası… Yatır faize, oh, bak rahatına… Millet faizle köşe dönüyor.”

     “Para her şey mi?”

     “Hocam sen de bir başka dinozorsun ha!”

     Sonra her kafadan bir ses çıkmaya başlıyordu.

     “Bizim Ahmet Bey yatırmış ikramiyesini birleşik faize, ayda altmış milyon faiz getiriyormuş.”

     “Vallahi günüm gelsin, bir gün durmam.”

     “Çalışıyorsun da kadir kıymet bilen mi var?”

     “Eğitim bitti arkadaş, öğretmenlik bitti!”

      Ve pes etti sonundu, eli titreye titreye yazdı emeklilik dilekçesini. Günü geldi, bankaya gitti, ikramiyesini alacaktı. Öyle güler yüzle, tatlı dille karşılandı ki, şaşırdı. Buyur ettiler, oturttular. Kahveler, çaylar geldi gitti. Memur anlamadığı, anlamak da istemediği bir sürü şeyler söylüyor, dil döküyordu. Yok A tipi fonmuş, yok B tipi fonmuş, yok faizmiş, hazine bonosuymuş, repoymuş. Bunun getirisi buymuş, şunun getirisi şuymuş. Parası, bankadan çekmezse, üç ay sonra bu kadar, altı ay sonra şu kadar, bir yıl sonra bilmem ne kadar olacakmış. Hele birleşik faiz varmış ki, müthiş! Faiz olarak bildiği, öğrencilerine çözdürdüğü faiz hesaplarıydı. Aklı almıyordu, mantıklı bulmuyordu, dahası insancıl bulmuyordu ya, programda vardı, o da faiz hesapları yaptırıyordu. Faiz problemleri çözdürürken bir gün bir öğrencisi,

     “Öğretmenim”, demişti, “Siz ‘çalışan kazanır’ diyorsunuz, ama para, para kazanıyor, para çalışıyor mu?”

     Gülüşmüştü çocuklar, o da gülmüştü onlarla birlikte.

     Faize yatırdı parasını. Ayda kırk beş milyon faiz alıyordu, çalışmadan. Çalışırken ayda yirmi üç milyon, çalışmazken emekli aylığıyla birlikte ayda altmış dört milyon. İşte bunu hem

çözemiyor, hem de içine sindiremiyordu, ters geliyordu ona. Ağrısı azalır gibi olmuştu, ama yatakta öbür yana dönmek istediğinden mi ne şiddetlendi yine. Hapı vardı, ama kullanmıyordu epeydir, onu bulup kullansa iyi olacaktı. Kalkmaya çalıştı, olmadı, gücünü yitirmişti.

     Emek en yüce değerdir diye bellemişti, öyle biliyordu, öyle de öğretiyordu öğrencilerine. Çalışmadan kazanmak ayıptı, yanlıştı, insanca değildi. İlköğretim Programı’ndaki bir hedefti, en çok önemsediği, öğrencilerine kazandırmak istediği… “Bir kazancın bir emek karşılığı olması gerektiğine inanabilme…” Bir kazanç elde ediliyorsa, bu emek karşılığı olmalıydı. Göz nuruyla, alın teriyle kazanılmalıydı. Çocuklar ne demişti Atatürk: “Türk övün, çalış, güven.” Çalışın, çalışan kazanır. Çalış, kazan. Ne değiştiyse, şimdi “Kazı, kazan” diyorlar. Çalışmak bitti mi?

     Neden karanlık, neden boşluk böyle, yıldızlar düştü mü, ben düşüyor muyum, nerden nereye? Hayriye başımı göğsüme koydun ya, ağladın ya, karıncaydın sen, çalışkandın. Ben de, çocuklarım, çalışkandım, karıncaydım. Karınca, ağustosböceği olur mu hiç, olmaz. Ben şimdi ağustosböceği mi oldum yoksa, hayır hayır, olmam. Ben hep ağustosböceğini yerdim, karıncayı övdüm. Para, faiz, repo… Ama oğlum okuyacak, ayda on beş milyon gerekli, okumak parayla şimdi. Parayı sevmezdim ben, hiç sevmezdim. Para, insanı insanlıktan çıkarıyordu, pisti. Yıldızlar nerde, ya öğrencilerim? Kör bir kuyuda mıyım, karanlık… Üstüme para yağıyor, göğsümün üstüne yığılıyor. Altta kalıyorum, soluksuz…

     Ve dindi göğüs ağrısı, yüreğinde bir yıldız çiçeği açtı. Yıldızlardan kopup gelen öğrencileri çiçeği öptüler, kokladılar.

     Günaydın çocuklar ve hoşça kalın…



(*)     Bu öykü YENİ BİÇEM  (Bursa, Ağustos 1996  Sayı: 40) dergisinde yayımlanmıştır. (26-28)


3 Ekim 2016 Pazartesi

ZEKÂMIZ, ZEKÂYI ANLAMAYA YETİYOR MU?


  ZEKÂMIZ, ZEKÂYI ANLAMAYA YETİYOR MU? (*)



                                                                                             Recep Nas

                                                                                             

                                                                                    recepnas@uludag.edu.tr



     Prof. Dr. Aziz Sancar, kimya dalında Nobel ödüllü bilim insanımız. Bu ödülüyle bizi kıvandırdı, övünç kaynağımız oldu.  Karanlığa boğulmuşken, güzel şeyler de olabiliyormuş dedik, bilimin varlığını anımsadık.  “En çok memleketim için sevindim, Çünkü Türkiye için bilim gerekli, bu güç durumdan çıkması, kalkınması için… “ dedi, anlayana tabii. Bir de “ Zekâ (IQ) testi neyi ölçüyor bilmiyorum. Ben orta zekâlı bir insanım. Ben çok çalışarak başarılı oldum. Zekâ öznel bir şey bana göre” dedi (Cumhuriyet, 23.05.2016). Dedi ve 1900’lerin başlarından bu yana süregelen “Zekâ nedir ne değildir, tartışmasını yeniden alevlendirdi

     Aziz Sancar, kestirmeden, ben zeki değilim, çalışkanım, diyor. Aslında bunu Albert Einstein da çok önceleri söylemişti: “ Benim olağanüstü özelliklerim yok. Başarılı olduysam, bunun temelinde, çaba, merak, özveri, tutku, sabır var, tabii bir de bir dolu özeleştiri”

     ‘Evrim Kuramı’nın kurucusu Charles Darwin’i de dinleyelim. Kuzeni Francis Galton’a yazdığı mektupta, “Ben hep –aptallar dışında- insanların zekâlarının pek farklı olmadığını, aralarındaki farkın gösterdikleri çaba ve sıkı çalışma olduğunu savundum” diyor (Willingham, 2011: 154)

     İnsanların hep ilgisini çeken konuya bu, Edison’a da sormuşlar: Başarılarımı %5 zekâma, %95 çalışmama borçluyum, demiş.

     Bu bilim insanlarının, buluş insanlarının sözlerinden, zekâyı iteleyip çalışmayı, çabayı öne çıkarmalarından sonra zekâ üzerinde durmanın pek anlamı kalmıyor ya, yine de biz iz sürelim. Zekânın tanımı pek çok, zekâ üzerinde çalışanların sayısı kadar zekâ tanımı var. Sofi’nin Dünyası’nın yazarı Jostein Gaarder (1994: 378), “Beynimiz, onu anlayacağımız kadar basit olsaydı, onu anlayamayacağımız kadar aptal olurduk” diyor ya, demek ki beynimizin nasıl çalıştığını, zekânın ne olduğunu daha anlayabilmiş değiliz. Zaten “Çok kesin olarak bildiğimiz bir şey varsa, o da zekânın ne olduğunu bilmediğimizdir” (Vassaf: 1977: 9).

   Zekânın tanımlarından biri de şu: Zekâ, zekâ testlerinin ölçtüğü şeydir (Vassaf, 1977: 14). İyi de, zekâ testleri neyi ölçüyor?  Soruyu tersyüz edelim, zekâ testleri neyi ölçemiyor? Bir kez, soyut bir zekâ enerjisini, işletilmemiş (ham) zihinsel gücü ölçemiyor (Vassaf, 1977: 11 Şemin, 1975: 59). Zekâ testi, çocuğun çabasını, sabrını, dürtülerini, isteklerini, özgüvenini, benlik bilincini ölçmez. Oysa bunlar okul başarısını büyük ölçüde etkiler. Dahası, zekâ testi, bize öbür zekâlara ilişkin bilgi vermiyor, diyor ‘Çoklu Zekâ Kuramı’nın yaratıcısı Howard Gardner. Örneğin yaratıcılığa, çevreye duyarlılığa, bireyin ahlaklı olup olmadığına bakmıyor.(1)

     Belli bir toplumun kültür birikimine göre hazırlanmış zekâ testi, başka bir toplumda, dahası aynı toplumun başka bir SED’inde (sosyo-ekonomik düzey) güvenilir sonuçlar vermiyor, yanıltıcı olabiliyor (Spatar, 1995: 9). Batı Afrika’da uygulanan Kpelle Testi, Batı ölçülerine göre hazırlanmış IQ (zekâ katsayısı) testlerinin değişik kültürlerde yetersiz kaldığını göstermiştir.(2)

     ANKA’nın haberi bu: 1990’ların başında Almanya’da uygulanan zekâ testi sonuçlarına göre Türk çocuklarının önemli bir bölümünün ‘geri zekâlı’ olarak fişlendiği ileri sürüldü. Dönemin Eğitim Ataşesi Mustafa Özkan, Almanya’da özel eğitim okullarında (onderschule) yabancı çocukların konuşmasız test edildiğini, bu testlerde kullanılan oyunlara, oyuncaklara yabancı oldukları için de başarı oranlarının düşük olduğunu belirtmiştir. Bu kez bir Alman profesör (CNNTÜRK, 27 Mart 2006), Türklerin zekâ katsayısı 90 demiş.

     Fıkra mı, gerçeklik payı var mı, bilmiyorum. Köylü çocuğuna vesikalık bir erkek fotoğrafı gösterilip soruluyor,

     “Bu adamın nesi eksik?”

     Çocuk “Kravatı eksik” derse puan alacak.

     Çocuk yanıtlıyor,

     “Bıyığı eksik”

      Geçen mayıs ayında Başbakan adayları boşuna mı bıyık bıraktı? Hani Atatürk’ün bir çobanla konuşması vardır.

     “ Sen Atatürk’ü bilir misin?

     “Kim bilmez ki!”

     “Görsen tanır mısın?”

     “Yok!”

     “Bana iyi bak, ben ona benzerim”

     “Hadi ordan, senin bıyığın bile yok.”

     Değişik zekâ tanımları, hangi açıdan bakıldığıyla ilgili. Öyle ki, zekâ, zamandan zamana, toplumdan topluma değişik anlamlara bürünebiliyor. Bir balıkçı köyünde en zeki insan, en çok balık tutandır. Bizde eskiden öğretmenlik ‘kafalı insan’ işi sayılırdı. Kafası çalışıyor bu çocuğun, okuyacak, öğretmen olacak denirdi, şimdiyse bari öğretmen olsun deniyor. Ama ille de ‘matematik kafası’ olacak. Toplumsal bilimlere ilgi duyuyorsa, sanata yatkınsa, olmaz, bunlar ‘dandik’ işler…

     Birçok işimi yapan bir marangozla söyleşirken,

     “Ben öğretmen okulu sınavını kazanamadım, ben de kafa yok ki…” dedi.

     Oysa ben bir çiviyi bile doğru dürüst çakamazken, o ölçüp biçiyor, ona göre tahtaları birbirine tutturuyor, öylesine güzel iş çıkarıyor, bir de bana karmakarışık gelen hesapları bir çırpıda yapıveriyor.

     Isaac Asimov’un (1920-1992) da oto onarımcısı varmış, hoşsohbet bir adam… Asimov’un arabası bir gün gene tekleyince bu onarımcıya götürmüş. Onarımcı bir yandan arabayla uğraşırken bir yandan da laflıyor,

     “Doktor, sana bir soru… Bir sağır-dilsiz nalbura gitmiş, işaret parmağıyla orta parmağını masanın üzerine dikine koyup çekiçle vuruyormuş gibi yapmış. Nalbur gidip çekiç getirmiş. Sağır-dilsiz başını sallayıp iki parmağını bir daha göstermiş. Nalbur bu kez anlamış, gidip çivileri getirmiş. Peki, doktor, kör bir alıcı nalburdan makası nasıl ister?

     Asimov, iki parmağıyla bir şeyi keser gibi yapmış. Bu yanıtı gören onarımcı gülmekten yerlere yatmış,

     “ Doktor, adam sadece kör, konuşuyor.”

      Verdiği yanıta Asimov’un kendisi de şaşırmış.

     “Şaşırma doktor, senin bu soruyu bilemeyeceğini ben biliyordum”

     “Nasıl bildin?”

     “Fazla eğitimlisin, doktor.”

    Askerdeyken zekâ testinden 160 puan alan Asimov düşünmüş, o testi bu onarımcı,

bir çiftçi ya da bir marangoz hazırlasaydı, halim nice olurdu?

     Aslında ne kadar insan varsa o kadar zekâ, o kadar yetenek var. Biri bir alanda yeteneklidir, öbürü de başka alanda, diyor Gündüz Vassaf (Cumhuriyet, 27.06. 1983).

     Bilişsel işlevleri, yalnızca bazı soruları yanıtlama yetisine indirgeyip kazananı da dünyanın en akıllı insanı saydıkları için zekâ testlerini zararlı bulanlar da az değil.(3)

     Bitirirken, buyurun, size ‘Süper Zekâ Soruları’ndan biri:

     Aşağıdakilerden hangisi doğrudur?

a)      Aşağıdakilerin hepsi doğrudur.

b)      Tüm seçenekler yanlıştır.

c)      h seçeneği doğrudur.

d)     b seçeneği doğrudur

e)      Aşağıdakilerin hepsi doğrudur.

f)       Yukardakilerin hepsi doğrudur.

g)      h seçeneği yanlıştır.

h)      Yukardakilerin hepsi yanlıştır. (Doğru yanıt, g imiş)



                                   KAYNAKÇA



Gaarder, Jostein (1994) Sofi’nin Dünyası İstanbul: Pan Yay.

Spatar, M. Halim (1995) “Zekâ Testlerinin Serüveni” Bilim ve Ütopya dergisi Ekim 1995 Sayı: 16    

Şemin, Refia (1975) Okulda Başarısızlık İstanbul: İÜ Edebiyat Fak. Yay: 2035

Vassaf, Gündüz (1977) Zekâ ve Zekâ Testleri Nedir? Ne Değildir? Ankara: AÜ Mediko-Sosyal Merkezi Yay: 1

Willingham, Daniel T. (2011) Çocuklar Okulu Neden Sevmez? (Çev. İnci Katırcı) İst: İthaki Yay.

(1)Howard Gardner’la Söyleşi Yaşadıkça Eğitim dergisi 2000 Sayı:65

(2)Scientific American  Çev.Anahid Hazaryan Cumhuriyet Bilim Teknik 16.01.1999 Sayı:617)

(3) Scientific Vie Eylül 1996 Çev. Anahid Hazaryan Cumhuriyet Bilim Teknik  02.11.1996 Sayı: 502



(*) Bu yazı Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin Çağdaş Bakış (Eylül 2016 Sayı:20) dergisinde yayımlanmıştır. (32-33)


EĞİTİM TEKNOLOJİSİ HER DERDE DEVA MI?


   EĞİTİM TEKNOLOJİSİ HER DERDE DEVA MI? (*)

                                                                                        Recep Nas
recepnas@uludag.edu.tr 





     Araçlar, bilgilerin duyular yoluyla özümsenmesine, kolay, doğru, kalıcı öğrenilmesine yardım eder, etkin öğretimi olanaklı kılar. Böylece çalışmalar ezberci, hazırcı, can sıkıcı olmaz. Konular çekici, heyecanlı bir biçimde işlenir, derinleştirilir. (Dengiz, 1965:3) Olabildiğince fazla duyu organına seslenilmesi ilgi çekici olur, anlayarak öğrenmeyi sağlar.

     Özcesi, araç, öğretimi destekler, anlamayı kolaylaştırır. Öğretmenin öğretme gücünü artırır, ama öğretmenin yerini tutamaz. (Okan, 1983: 57)

     Teknoloji eni sonu araçtır, amaç durumuna getirilemez. Ama bakın bir MEB yetkilisi ne diyor: “Biz eğitim için belirlenen hedeflere en iyi uyan teknoloji nedir diye bakmıyoruz, Eğitimi verilen teknolojiye uydurmaya çalışıyoruz.” (Bursalı, 2014: 2) Böylece teknoloji amaç yapılıyor, FATİH (Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi) tasarısı da bu anlayışın ürünü işte.

     Bilgisayar da her eğitim aracı gibi önemli, ama her derde deva değil. Bilgisayar, öğretme-öğrenme ortamını zenginleştirecek araçlardan birisi yalnızca, o da uygun yazılımların hazırlanması, etkili kullanılması koşuluyla… (Akkoyunlu, 1992: 321)

     Petek Aşkar’ın dediği gibi, Teknoloji kendiliğinden daha iyi eğitim yapmamızı sağlamıyor, daha iyi bir eğitim için bize olanak yaratıyor. Onu nasıl kullanacağımız, nasıl bir eğitim düşündüğümüzle ilgili.

     Giray Berberoğlu’na göre de, teknolojinin kullanılması kendi başına öğrenmeyi geliştirici bir etki yaratmıyor. Önemli olan içerik açısından öğrencilerin doğru, etkin çalışmalar yapması… Kaldı ki içeriği doğru olan çalışmalar her türlü ortamda yapılabilir, bilgisayar

kullanmak da şart değil. (1)

     Yeni bir teknolojik yenilik ortaya çıktığında, bunun öğretme-öğrenme ortamında etkilice kullanılabileceği düşünülmüştür hep. ‘Okul Radyosu’ndan çok şey umuldu, sonra ‘Okul Televizyonu’ndan… Öyle ya, işitsel-görsel bir araçtı, uzaklık ve zaman kavramından bağımsız olarak her eve girebilecekti. Daha sonra da VCR’ye (video kayıt) umut bağlandı. Dersler videoya kaydedilir, herkes istediğinde kullanabilir. Ama olmadı, bunlar eğitimde devrimsel bir dönüşüm yaratmadı ( Şimşek, 2014). Video, kitabın eğitimdeki saltanatını yıkmaya kalkışmıştır, ama kitabın egemenliği altında hizmet vermekle yetinmiştir (Baykal, 1988).

     Bir ara BDÖ (Bilgisayar Destekli Öğretim) baş tacı edildi. BDÖ’den verim alınabilmesi için ilkin öğretmenlerin eğitilmesi gerekirdi, bu yapılmadı. Önemli olan belli araçların sınıfta bulunması değil, bunların nasıl kullanılacağı… (Açıkgöz, 1996: 27) Bizdeyse-  meraktan, biraz da gösteriş için-, okullar bilgisayarlarla donatıldı, ama tozlanmasın diye üstleri örtüldü.

     Amerikalı Astrofizikçi Clifford Stoll (2000: 15)anlatıyor: “Yeni bir buluş keşfeden herkes eğitimde devrim yaratacağına inanıyor. Thomas Alva Edison 1922 yılında sesli filmin beş yıl içinde ders kitaplarının yerini alabileceğini öne sürmüştü. Bazı insanlar okullara radyoyu getirmeye çalıştılar, ama olmadı. Tabii daha sonra da okul televizyonunu… Ama bununla hiçbir şey öğrenilmiyor. Karşısında oturanlar, ‘Aaa, bak ne kadar ilginç!’ demekten başka bir şey yapmıyorlar. Aynı şey internet için de geçerli.”

     Gelişmiş ülkeler teknolojiyi yaratıp geliştirir, azgelişmiş ülkelerse bu teknolojiyi alır kullanır. İkisinin arasındaki fark yalnızca bu değil ama. Gelişmiş ülkeler yarattıkları teknolojinin insana etkilerini araştırıyor, kullanımı için düzenleyici kurallar üzerinde çalışıyor. Azgelişmiş ülkelerse yeni teknolojiyi denetimsizce kullanmayı gelişmişlik ölçüsü, saygınlık öğesi olarak algılıyor (Nakajima, 2014: 14).

     Silikon Vadisi (San Jose), bilişim teknolojisi devlerinin merkezi, Google’dan tutun da Apple’a kadar… Buradaki şirket yöneticilerinin çocukları bilgisayardan, tabletlerden, akıllı telefonlardan oluşan bir ‘teknoloji cenneti’nde yaşamıyorlar ama. Bu çocuklar için yeğlenen, yoğun fiziksel ve kültürel etkinlik yaptıran, yaşamın içinden örneklerle deneysel eğitim veren, teknoloji girmeyen bir okul… Yaratıcı yazma, müzik, dans, spor, tiyatro, öne çıkan çalışmalar. Böylesi etkinlikler, duygu ve düşünce eğitimi için yaşamsal önem taşıyor. Bilgisayarın bu becerilerin, yetilerin gelişmesine katkısı olmadığına, çocuğun devinişsel (psikomotor) gelişmesini duraklattığına inanılıyor (Nakajima, 2014: 14). Bu okulda bilgisayar, akıllı telefon yerine karatahta, tebeşir, kâğıt, kalem var, bir de çamur… Örgü örülüyor, dikiş dikiliyor. Bolca da oyun odaklı öğrenme, öykü anlatma var. (2)

     Zaten ‘Waldorf Okulu’nda da, çocukların yaratıcılıklarına ket vurmasın, onları cama kilitleyip masa başında oturtmasın diye teknolojik araçların kullanılması öğretilmiyor. (3)

     Stoll’a (2000: 14), “Öğrencilerin çoğu Shakespeare’ i sadece kitaptan okumak zorunda kalıyor” dendiğinde, “ Evet, böylesi daha iyi” diyor. “Bu onların düş güçlerini artırmakta. Hazır bilgiyi yutmak yerine düşünüyorlar, düşlem (fantezi) üretiyorlar. Bilgisayarda bir resme bakıp ‘Ha, demek Julia böyle biriymiş’ demekle yetiniyorlar, ama oyunu okuyan onu kendi düşlüyor. Multimedya düş gücünü köreltiyor. (…) Ses ve görüntü belki bilgileri çoğaltıyor,  ama verilmek istenen asıl ileti yitip gidiyor.”

     Doğan Hızlan da aynı görüşte: “Görsellik edebiyat için tehlikeli mi? Evet. Çünkü görsellik insanın çabasını en aza indirgiyor, edilgin bir duruma getiriyor. (…) Görsellik, kitap üstüne kafa patlatmak yerine uçuculuğu aşılıyor.” (Radikal Kitap,07.06.2002 Sayı: 64)

     Bir okur, Aysel Köksal “Okuduğum bazı masalların filmlerini izlemek hiç de keyifli gelmedi bana” diyor, “Çünkü okurken kostümleri, oyuncuların fiziki görünümlerini, mekânları ben belirliyorum.” (abece dergisi, Kasım 2002 Sayı: 195)

     New York Times’da yayımlanan bir araştırmada, lise öğrencilerinin yazdıkları metinlerin giderek sığlaştığı, derinliğini yitirdiği belirtiliyor. Öğretmenler de bilgisayar, akıllı telefon, tablet, video gibi araçların camlarında sürekli devinen görsellerin, çocukların ve gençlerin dikkat süresini çok kısalttığını, bilgisunardan olduğu gibi alınan bilgilerle yapılan ödevlerin de araştırmayı, anlayarak öğrenmeyi engellediğini söylüyorlar. (Nakajima, 2014: 14)

     Gene “Eylül 2011’de New York Times gazetesinin yayımlamaya başladığı, ABD’deki okullarda uygulamaları inceleyen bir yazı dizisinde (www.nytimes.com/2011/09/04/technology-inschools-faces-questions-on-value.html?ref=technology), yoğun teknoloji kullanılan okullarda öğrencilerin öğrenme düzeylerinin iyileşmediği, hatta kötüleşebildiği açıkça gösteriliyor. (Coşkunoğlu, 2012)

     Bizde de giderek yaygınlaşan, derslerde, konferanslarda kullanılan ‘PowerPoint’ (görsel sunum) de eleştirilerden nasibini alıyor. Smith (2015) eleştirenlerden biri: “[D]inlediğim dersler Microsoft’un müthiş başarılı ‘sunum’ programının derin düşüncenin sadece düşmanı değil, aynı zamanda onu yok edici bir şey olduğuna ve en hevesli dinleyiciyi bile uyutmak için bilimsel olarak tasarlanmış olabileceğine dair içimde şüpheye yer bırakmamıştı.” Öyle ya, görsel sunum yapan kişi bir yandan da anlatıyor ya da yazıları okuyor. İnsan onu mu dinlesin, yazıları mı okusun, görsellere mi odaklansın, arada kalıyor. Oysa, öğrenmek için, dikkatin tek bir şeye odaklanması gerekir. Adair soruyor (2006: 70), insanlar iletiyi alıyorlar mı, yoksa albenili görsel desteklere, resimli örneklere dalıp gidiyorlar mı?

     Bir deneyden söz edelim. Deneklere kırk anımsanabilir tümce söyleniyor. Örneğin, devekuşunun gözü beyninden büyüktür. Denekler bu tümceleri bilgisayara kopyalıyorlar. Sonra deneklerin yarısına, bilgiler bilgisayara kaydedildi, öbür yarısına da kaydedilmedi deniyor. Bilgilerin bilgisayara kaydedildiğini düşünenler tümceleri anımsamakta çok daha kötü başarım gösteriyorlar. Demek ki bilgisayar belleğimizin bir parçası olarak görülüyor, bu da zihnimizi daha az kullanmaya yol açıyor. (4)

     Stoll’a (2000: 15) göre, esin, özveri, sorumluluk gibi özelikler hiçbir multimedya aracıyla edinilemez. Bunları ancak, çocuklara, insan insana iletişim kuran insanlar sağlayabilir. Gene Stoll, “Bana öyle bir multimedya aracı söyleyin ki, bir öğretmenin heyecanlı anlatımını yansıtan gerçek bir Shakespeare sunabilsin” diyor.

     Vurgulayalım, zaten öğrenmeyi etkileyen etkenler içinde teknoloji gerilerde kalıyor. (Şimşek, 2014: 13)

     “Bir insanı ahlaklı yetiştirmeden yalnızca bilişsel eğitim vermek topluma bir bela yetiştirmektir” diyor Franklin D. Roosevelt. Öyledir, yalnızca bilgili olanın kafasındaki bilgi, hırsızın elindeki fener gibidir, bilgisini kötüye kullanabilir. (Kaptan, 1981: 7) Öyle ki, teknolojik bilgiyle, beceriyle donanımlı üstün zekâlı biri AIDS’i önleyici bir ilacı bulabileceği gibi, bir salgına yol açacak virüsü de açığa çıkarabilir (Cumhuriyet,15.10.1995). ‘I. Körfez Savaşı’nda (1991) Amerikalı bir asker attığı topun üzerine ‘With love’ yazmıştı.

     Nazi toplama kampından nasılsa kurtulmuş bir okul müdürü, Haim Ginott’nun eline bir pusula tutuşturuyor, şunları yazmış: “Bir toplama kampından sağ kurtulmuş bir insanım. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. Bilgili mühendisler tarafından yapılan gaz odaları, iyi öğrenim görmüş doktorlar tarafından zehirlenen çocuklar, eğitilmiş hemşireler tarafından öldürülen bebekler… (…) Öğrencilerinize insan olmayı öğretin. Çabalarınız bilgili canavarlar, yetenekli ruh hastaları ya da eğitilmiş Eichmann’lar yaratmamalı. (…)” (Buscaglia, 1994: 126).

     Demek ki duygu ve kişilik eğitimini öncelemek gerekir. Öncelikle ruhsal yönden de sağlıklı, sağlam kişilikli, özgüvenli, sağlıklı ve etkili iletişim kurabilen, empatik davranabilen insansever insanı yetiştirelim.

     Çocuğun aklından önce kalbini eğitelim, duygusal zekâsını geliştirelim. Duygusal zekânın bir öğesi de empatidir, yani duyguları okuma… Ahlakın kökleri empatide yatar. Bireyin empati düzeyi ahlaksal yargılarını biçimlendirir. Bu da bireyin başkalarıyla ilgilenmesine, yardımseverliğine, sevecenliğine yol açar (Goleman, 1998: 128,137, 138).

     ‘Waldorf Okulu’nda duygu ve istenç eğitimi önemseniyor, önceleniyor. Çocuk bedensel, zihinsel, duygusal, toplumsal yönleriyle bir bütün olarak tanınıyor, bir bütün olarak da eğitiliyor.(3)

     Öğrenmenin birincil koşulu, öğrenme isteği duymaktır. Ama Henry Van Dyke’ın dediği gibi, bilgi aşkı kişisel temasla geçer. İkinci koşul, nitelikli, öğrencilerin gereksinmelerini, ilgilerini karşılayan bir program… Çocuğa göre bir okul, çevre düzenlemesi, öğrenmeye uygun fiziksel ortam, bu da üçüncü koşul. Bozkurt Güvenç’in deyişiyle, iyi bir mekân ilkin insanın davranışını değiştirir. Ama ille de ruhsal ortam, bu da dördüncü koşul. Çünkü çocuk kendini iyi duyumsadığı bir ortamda iyi, özgürce davranır, iyi düşünür, kendini geliştirir (Faber ve Mazlish, 1992: 17) Ne ki öğretmen-öğrenci ilişkileri kötüyse, öğretmen asık suratlıysa, öğrencilerini sevmiyor da azarlıyor, tersliyor, aşağılıyor, alaya alıyorsa, böyle olumsuz bir ruhsal ortam ilk üç koşulu olumsuzluğa çevirebilir. Öğrencinin öğrenme isteği söner, program sağlıklı işlemez, olumlu fiziksel ortamın da önemi kalmaz, istendiği kadar teknolojik donanımlı bir okul olsa da… Demek ki bir sonraki olumsuzluk, önceki olumluluğu olumsuzluğa çevirebilir. Tersi de doğru, bir sonraki olumluluk, önceki olumsuzluğu olumluluğa çevirebilir. Dolayısıyla bu dört koşulda baskın olan, asıl belirleyici olan son kertede dördüncü koşuldur, ruhsal ortamdır (Nas, 2012: 254).

     Öğretmenle öğrenci arasındaki duygusal bağ, öyle ya da böyle, öğrencilerin dersi öğrenip öğrenemeyeceğini belirler. Dersi ustalıkla düzenlese de öğrencilerince sevilmeyen bir öğretmen pek de etkili olamaz (Willingham, 2011: 61).

     “Eğer bir okulda çatışmaların çözümünde hâlâ ‘Yöntem I’ (Öğretmen kazanır, öğrenci yitirir) kullanılıyorsa, çocuklar yıkıcı ‘sen dili’nin hedefi oluyorlarsa, o okulun merdivenlerinin halı döşeli olmasının, bilgisayarlarla donatılmasının önemi yoktur” (Gordon, 2001: 288).    

     ERG’nin (Eğitimde Reform Girişimi), ‘FATİH Projesi Eğitimde Donanım İçin Bir Fırsat Olabilir mi? Politika Analizi ve Önerileri’ başlıklı raporunda belirtildiği gibi, teknoloji tek başına okul düzeyinde çıktıları iyileştirmiyor, gerekli tüm desteklerin sağlandığı bir yapıda etkili olabiliyor (Bursalı, 2014: 2). Eğitim teknolojisinin kullanılması, sınıfiçi ortam, okul kültürü, öğretmen ve aile değerlerinden bağımsız düşünülemez. Teknolojinin değerini kullanma amacı belirler. İyi planlanmamış teknolojinin kullanılması olumsuz sonuçlar doğurabilir (Şimşek, 2014).

     34 bin 356 okulda kütüphane yokken, 34 bin 741 öğrenciye bir spor salonu düşerken, 8 bin 317 ilkokul, 5 bin 368 ortaokul ve bin 537 lisede ikili öğretim yapılırken (Atalay, 2015), erken çocukluk eğitimi, öğretmen eğitimi savsaklanmışken, okullardan felsefe kovulmuşken,  neden öncelikle tablet, neden ‘FATİH’, siyasal getirisi mi var? Zorlamayla oluşturulan adına bakınca bile, var mı yok mu, belli.

     Öğretmen, insan yetiştirmede en önemli, temel öğedir. Eğitimin niteliği, öğretmenin niteliğinden ayrı düşünülemez. Üstün insani, mesleki nitelikleri olan öğretmen, kötü bir eğitim dizgesinde bile çok yararlı sonuçlara ulaşabilir (Akyüz, 1998: 16). Teknoloji, doğal olarak daha nitelikli öğretmen gerektirir elbette. Ama teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, öğretmenin yerini tutamaz. Bilgisayar sabırlıdır, benzersiz bir ezbercidir, usta bir taklitçidir, ama öğretmenin yaratıcılığı olmadan sahneye çıkamaz, ders senaryosu yazamaz. Öğretme-öğrenme sürecinin yöneticisi öğretmendir (Baykal, 1988)    

     “Öğretmenin desteğini almayan bir yenilik başarıya ulaşamaz. (…) Öğretmenin anladığı, inandığı, desteklediği yenilikler yapılabilir. (…) İyi bir öğretmen sistemin bütün eksiklerini dolduracak kadar yaratıcıdır. (…) Öğretmenin yerine bir şey koyamıyorsunuz. Teknoloji, bilgisayar, hepsi doğru, hepsi öğretim işi, hepsi öğretmenin işi” (Güvenç, 1998: 12-13).

     Önceden de belirtildiği gibi, öğrenmeyi etkileyen öğeler sıralandığında teknoloji gerilerde yer alırken, öğretmenin tek başına etkisi  % 10-20 aralığında (Şimşek, 2014). Öyleyse birincil iş nitelikli öğretmen yetiştirmektir. PİSA’da (The Programme for İnternational Student Assessment) hep başlarda yer alan Finlandiya’da öğretmenler özerk, toplumsal statüleri de çok yüksek düzeyde. En az eğitimlisi yüksek lisanslı, % 96’sı sendikalı. Her yıl hizmetiçi eğitime alınıyorlar (Aksarı, 2015: 30). Finlandiya’nın bu başarısının temelinde öğretmene verilen değer yatıyor. Demek ki eğitimde bir yenilik yapılacaksa, bu, teknolojiden önce öğretmene yönelik olmalıdır (Şirin, 2015: 165).

     Enis Batur’a kulak verelim: “[T]eknolojilerin doğurduğu sözde ‘özgürlük’lerle  avunuluyor, onların yeni tutuculuk araçları olarak bireyi tutsaklaştırdığı algılanmıyor. Kafası özgürleştirilmeyen, bireysel gelişme damarları yetke(ler) tarafından tıkanmış kişinin hiçbir teknoloji, araç, aygıt varoluş kilidini çözemez” (Cumhuriyet Kitap, 24.04.2014 Sayı: 1262). Çözseydi, ‘FATİH’e bunca önem verilir miydi?



                                              KAYNAKÇA



Açıkgöz, Kamile Ün(1996) Etkili Öğrenme ve Öğretme İzmir: Kendi Yayını

Adair, John(2006) Etkili İletişim 3. baskı (Çev. Ömer Çolakoğlu) İstanbul: Babıâli Kültür Yay.

Akkoyunlu, Buket(1992) “İlköğretimin Niteliğinin Artırılmasında Bilgisayarın Yeri ve Önemi”   Ankara: HÜ Eğitim Fakültesi Dergisi Sayı: 8 (321-324)

Aksarı, Mutahhar(Çeviren/2015) “Değişik Ülkelerde Öğretmen Eğitimi” Ankara: Öğretmen Dünyası dergisi Sayı: 424 (30)

Akyüz, Yahya(1998) “Öğretmen Okulu Dışında İlk Kez Öğretmen Atanmasına İlişkin Orijinal Belgeler (1860-1861) ve Tarihi Gelişim” Ankara: Milli Eğitim Dergisi Sayı: 137)

Atalay, Figen(2015) “Tuvalet Kâğıdı Yok, Tablet Verelim!” Cumhuriyet, 27.09.2015

Baykal, Ali(1988) “Çağdaş Eğitim Teknolojisine Geçiş Zorunlu” Cumhuriyet, Temmuz-1988)

Bursalı, Orhan(2014) “FATİH Projesi Üzerine Rapor” Cumhuriyet Bilim Teknoloji 25.04.2014 Sayı: 1414

Buscaglia, Leo(1994) Yaşama, Sevmek ve Öğrenmek (Çev. Nesrin Kasap) 11.baskı İstanbul: İnkılâp Kitabevi

Coşkunoğlu, Osman(2012) “FATİH Projesi(!)” Cumhuriyet, 07.02.2012

Dengiz, Orhan(1965) Coğrafya Öğretiminde araçlardan Yararlanma Ankara: MEB Öğretmeni İşbaşında Yetiştirme Bürosu

Faber, Adele ve Mazlish, Elaine(1992) “Nasıl Konuşalım ki Öğrenci Dinlesin, Nasıl Dinleyelim ki Öğrenci Konuşsun?” (American Educator 1987’den çev. Süheyla Bilgin) İstanbul: Yaşadıkça Eğitim dergisi Sayı: 20  

Goleman, Daniel(1998) Duygusal Zekâ (Çev. B. Seçkin Yüksel) 2. Baskı İstanbul: Varlık Yay.

Gordon, Thomas(2001)Etkili Öğretmenlik Eğitimi 10. Baskı (Çev. Emel Aksay) İstanbul: Sistem Yay.

Güvenç, Bozkurt(1998) Nasıl Bir Öğretmen ve Nasıl Bir Eğitim? Bursa: UÜ Yay.

Nakajima, Şafak(2014) “Çocuklar Erken Yaşta Bilgisayarla Tanışıyor Ama Yaratıcı Düşünce ve Odaklanma Azalıyor” Cumhuriyet Bilim Teknoloji 06.06.2014 Sayı: 1420 (14)

Nas, Recep(2012) İnsan Olmak Öğretmen Olmak Bursa: Ezgi Kitabevi

Okan, Kenan(1983) Fen Bilgisi Öğretimi Ankara: Okan Yay.

 Smith, Andrew(2015) “PowerPoint eleştirel Düşünceyi Nasıl Öldürüyor?” (Çev. Didem Gamze Dinç) The Guardian gazetesi Bulunduğu kaynak: Eleştirel Pedagoji dergisi Sayı:42 (7-9)

Stoll, Clifford(2000) “Öğreniyorum, Düşünüyorum, Tuşluyorum, Bakıyorum, Geçiyorum” Cumhuriyet Bilim Teknik 08.09.2000 Sayı:703 (14-15)

Şimşek, Hasan(2014) “Dijital Çağda Teknoloji, Eğitim ve İnsan” Cumhuriyet Bilim Teknoloji 28.02.2014 Sayı: 1406 (13)

Şirin, Selçuk R.(2016) Yol Ayrımındaki Türkiye 8. Baskı İstanbul: Doğan Kitap

Willingham, Daniel T. (2011) Çocuklar Okulu Neden Sevmez? (Çev. İnci Katırcı) İstanbul: İthaki Yay.



(1)   myfikirler.org/egitimde-teknoloji-yararlimi.html  (Erişim: 09.05.2016)

(2)    Demet Sunar Caferzat:  egitimpedia.com  (Erişim: 14.01.2016)

(3)   Hüseyin Kotaman: http://efdergi.yyu.edu.tr/makaleler/cilt_VI/haziran/2009_h_kotaman.pdf  (Erişim: 05.05.2016)

(4)   Bütün Dünya dergisi Haziran 2014 Scientific American Aralık 2013’ten Çev. Deniz Bener



(*) Bu yazı Öğretmen Dünyası  (Eylül 2016 Sayı: 441) dergisinde yayımlanmıştır.




21 Ağustos 2016 Pazar

AYDINLANMACI EĞİTKEN FUAT GÜNDÜZALP




                                   AYDINLANMACI EĞİTKEN
                              FUAT GÜNDÜZALP (*)



                                                  RECEP  NAS
                                                 recepnas@uludag.edu.tr

                             





                                                     YAŞAMI

   Selanik  



     Selanik kadim bir şehir. İÖ 315’te kurulmuş. Kuran, Makedonya Kralı Kassandros. Yunanlar ona Thessaloniki  diyorlar. Thessaloniki, İskender’in kız kardeşinin adı.

     I.Murat döneminde Osmanlıların eline geçiyor, yıl 1387. 1430’da Türkler yerleşmeye başlıyorlar. Giderek Hıristiyanlarla Müslümanlar birlikte, iç içe yaşıyorlar, bunlara 1492’de Yahudiler (Musevi) de katılıyor.     

Böylece halklar kardeş kardeş, barış içinde yaşıyorlar. Birbirlerinin inançlarına, geleneklerine, göreneklerine saygı duyarak, dayanışma içinde. Ama Yayılmacıların eli boş durmuyor, ne yapıp edip halkları birbirine düşürüyor. Selanik de ilerleyen yıllarda bundan nasibini alacak.

     Selanik, çevresinin ekonomi ve kültür merkezi. Daha 16.yy.ın başında kitaplar basılmaya başlanıyor. 1839 Tanzimat Fermanı’ndan sonra kültür, ticaret yaşamı iyice ivme kazanıyor. Zaten Selanik Rönesans’tan, Aydınlanma sürecinden, Fransız İhtilali’nden, bunların yarattığı düşünce akımlarından ilk etkilenen Osmanlı kenti.  

     1907’de elektrikli tramvay işlemeye başlıyor, İstanbul’dan da önce. İstanbul bu tramvaya 1914’te kavuşuyor. (1)

     Özcesi Selanik Osmanlı çağdaşlaşmasının merkezi, ‘Jöntürk Hareketi’nin geliştiği yer. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin de merkezi. II. Abdülhamit’in istibdatından (baskıcı yönetim) görece uzak kaldığından özgürlükçü düşünceler yayılmış, kök salmıştır.

     Yıl 1897, Vardar Yenicesi’nde bir bebek doğuyor, adını Mehmet Fuat koyuyorlar. Ana adı Enise, baba adı Ahmet, ikisi de okuryazar. Babasının mesleği nalbantlık…  Nâzım Hikmet gibi “Hoş geldin bebek” diyelim.

    Hoş geldin bebek

    Yaşama sırası sende

    Senin yolunu gözlüyor kuşpalazı boğmaca kara çiçek sıtma

    İnce hastalık yürek enfarktı kanser filan

    İşsizlik açlık filan

     (…)

     Senin yolunu gözlüyor atom bombası falan

     Atom bombası daha bulunmadı da, savaşlar, dolayısıyla işsizlik, açlık gözlüyordu Mehmet Fuat’ın yolunu. Balkan Savaşına daha var ama, Mehmet Fuat’ın doğduğu yıl (1897) Osmanlı askerleriyle Yunanlar arasında yer yer, zaman zaman çarpışmalar başlamıştı bile. Yunanlar Selanik’i ele geçirmek istiyorlardı.

     Mehmet Fuat, Vardar Yenicesi’nde Rüştiye’yi (ortaokul) birincilikle bitirince (1912) Selanik Sultanisi’ne (lise) sınavla parasız yatılı olarak giriyor. Ama bu okulda ancak bir ay okuyabiliyor. (3) Oradan oraya savrulmalarının ilki bu. I. Balkan Savaşı başlayınca (8 Ekim 1912) okul kapanıyor. O da Vardar Yenicesi’ne, baba evine dönüyor. Ama orada da çok kalamıyor. Yenice’yi Yunanlar ele geçirince bu kez ailesiyle birlikte Selanik’e geri dönüyor. Bu dönüş hiç de kolay olmuyor. Çamurlu yollardan bata çıka, aç bilaç, top mermileri altında, askerlerle iç içe Selanik’e ulaşıyorlar.

     Bu savaş Osmanlı için tam bir bozgun oluyor. Osmanlı birliklerinde düzen yok oluyor, buyruklar dinlenmiyor, askerler kaçıyor. Tam bir ana-baba günü, karışıklık ve kargaşa… Birlikler Selanik’e geri çekiliyorlar. (2)

     Vardar Yenicesi’nden kaçan Türkler, çoluk çocuk perişan, yüzlercesi donuyor, yollara, hendeklere yığılıp kalıyorlar. Mehmet Fuat da ailesiyle birlikte bu kaçan insanların arasında. O kargaşa içinde, ana-baba gününde Mehmet Fuat ailesinden ayrı yere savruluyor, neyse, sonunda Selanik’te bir akraba evinde buluşuyorlar. (3)

       Selanik kargaşa içinde. Gün gün artan kaçak askerler, 50 bin dolayında göçmen… Sokaklara doluşmuşlar, açlıkla, soğukla boğuşuyorlar. Yiyecek yok, ama dondurucu soğuk var.

     9 Kasım1912’de Tahsin Paşa Selanik’i Yunan ordusuna – direnmeden- teslim ediyor. 30 Mayıs 1913’te de I. Balkan Savaşı bitiyor.(2)

     Savaş bitip de ortalık az da olsa durulunca Mehmet Fuat ailesiyle Vardar Yenicesi’ne, evlerine dönüyorlar. Kasabanın yarıdan fazlası yakılmış, yıkılmış, geride kalanlar yağma edilmiş. Kendi evleri – bahçe içinde olduğu için- yanmamış, yerli yerinde duruyor, ama kullanılacak tek bir eşya kalmamış. Belli ki Yenice yurt olmaktan çıkmış, öyleyse ver elini – taşı toprağı altın olan- İstanbul… (3)



     Savrulmalar

     

     Savaş, yıkım, oradan araya savrulmalar içinde Mehmet Fuat iki yılını yitiriyor. Yıl 1914, artık 17 yaşında. Çok kalmadan İstanbul’dan da İzmir’e göç ediyorlar. Ailesi Bergama’yı yurt ediniyor.

     Yarım kalan öğrenimini tamamlamak istiyor. İzmir Sultanisi’nde okumak için –bugünkü adıyla-  Milli Eğitim Müdürlüğüne dilekçe veriyor, sonuç alamayınca bir daha, bir daha, dilekçe üstüne dilekçe veriyor. Öylesine okuma isteğiyle dopdolu, ısrarlı. Sık sık gidip de durumunu soruyor. Yok, bir türlü sonuç alamıyor. Bir gidişinde o dönem İzmir Darülmuallimini müdürü olan Ethem Nejat’la  (1882-1921) karşılaşıyor.

      Ethem Nejat, 1911’de Manastır Darülmuallimini müdürüydü. Çağdaş düşünceli bir eğitimciydi. Aynı okulun öğretmeni Osman Ferit’le (Uyguç) çıkardığı derginin adı bile ‘Yeni Fikir’di. Ethem Nejat ‘köy için eğitim’e, ‘tarım eğitimi’ne çok önem veriyordu. Köylerin kalkınmasını sağlayacak bir eğitimi ilk kez savunan, bu görüşlerini ayrıntılı olarak işleyen bir eğitimcidir. Köy enstitülerinin de fikir öncülerinden sayılır. (Akyüz, 1997: 266)

     Ethem Nejat, Mektepçilik adlı kitabında (1916) Balkanlardaki yenilginin nedenlerini şöyle açıklıyor: “Biz aheste ve mazlum biçimde yürürken memleketimizde neler oldu! Rumeli’de Makedonya muallimleri ne inkılâplar yaptılar. (…) O mekteplerin hocaları bir yandan fikrî ve sosyal inkılâbı yaparken, öte yandan dağlarda gezen çetelerin akıl yoldaşı idi. Rumeli’de bizim köylerde ismini yazmasını bilemeyen, elle yazılmış yazıları okuyamayan köy hocaları görev yaparken, kasabalarda milliyetten, Türklükten bahsi ayıp ve günah sayan daha yüksek derecede seciyesiz, miskin muallimler yüksek tabakanın çocuklarını terbiye ederken, Makedonya muallimleri daha kaba ve cahil olan Gayrimüslim köylüleri insan yaptılar. Onlara seciye, fikir, emel verdiler. Sonuç ne oldu? Bizim hocalar mağlup, onlarınki galip! Savaşı onlara kazandıran mektepleri, terbiyeleridir. Bizi de mağlup eden yine mektebimiz, medresemiz, terbiyemizdir. Balkanlıların askerî orduları değil, muallim orduları galiptir”(abç). (Akt. Akyüz, 1997: 253)     

     İşte böyle yetkin ve yetke olan bir eğitimciyle karşılaşması Mehmet Fuat’ın yazgısını değiştiriyor, o an, yıldızının parladığı bir an oluyor. Kısa bir söyleşiden sonra Ethem Nejat bu delikanlının okumak için yanıp tutuştuğunu görür, ondaki cevheri keşfeder ve bir öneri de bulunur,

     “Bizim okula gel, seni öğretmen yapalım, ne dersin?”

     Mehmet Fuat ikirciklenmiyor,  duraksamıyor bile, öneriyi sevinerek kabul ediyor. Babası da olur deyince, sınavı kazanarak İzmir Darülmuallimini’nin yatılı öğrencisi oluyor. (3) Bir başka deyişle, öğretmen adayı oluyor. Oluyor da, savaş Mehmet Fuat’ın peşini bırakmıyor ki… Bu kez de I. Paylaşım (Dünya) Savaşı başlıyor.

Bergama’ya yerleşen ailesi geçim sıkıntısı içinde. İzmir Darülmuallimini’nin yatılı öğrencileri de

zor durumdalar, yarı aç yarı tok yaşıyorlar. Mehmet Fuat burada da fazla kalamıyor, ona gene yol görünüyor. 1916- 1917 öğretim yılının ortasında İstanbul Darülmuallimini’ye geçiyor. Bu okulda nitelikli, alanında yetke öğretmenler var. İbrahim Alâaddin’ (Gövsa)den tutun da, Ruşen Eşref (Ünaydın), Selim Sırrı (Tarcan), Faik Sabri (Duran), İhsan (Sungu), Ali Canip (Yöntem), Fazıl Ahmet (Aykaç), Ressam Şevket’ (Dağ)e kadar… (3)

     Bunca yetkin, saygın insanın öğretmenlik yaptığı bu okulda öyle bir iklim, öyle bir hava var ki, bu sağlıklı, doyurucu öğretme-öğrenme ortamı, oradan oraya savrulan Mehmet Fuat’ın acılarını, sızılarını birazcık da olsa dindiriyor.

     Eğitimde fiziksel koşullar önemli, program, yöntemler, araçlar da önemli tabii, ama ille de öğretmen-öğrenci işbirliğiyle oluşturulacak ruhsal ortam, hava… Temel belirleyici olan sınıf ortamıdır (Bloom, 1979). Öğretme-öğrenme sürecindeki en temel etken, öğretmen-öğrenci ilişkisinin niteliğidir çünkü (Gordon, 2001: 4).



      O Artık Öğretmen



     Mehmet Fuat, I.Paylaşım (Dünya) Savaşı sürerken okulu bitirdi, o çiçeği burnunda bir öğretmen artık. Maarif Nezareti’nce öğrenimlerini ilerletsinler, deneyim kazansınlar diye-on dokuz arkadaşıyla birlikte- Almanya’ya gönderiliyorlar. Savaş Mehmet Fuat’ın yakasını bırakmıyor ya, kaderi oldu ya, savaş bitmiş olsa bile, Almanya’nın yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu da yenilince oradaki öğrenimi sadece bir öğretim yılı sürüyor, geri dönüyorlar. Dönenler arasında Öğrenci Müfettişi Hamdullah Suphi Tanrıöver de var. (3)

       Dönünce eski okullarında kalıyorlar birkaç ay. Gelecekleri belirsiz, bekliyorlar, zor yıllar ülke

için. O sıra (1918) Maarif Nezareti Ortatedrisat Umum Müdürü Ismayıl Hakkı (Baltacıoğlu) dır. Ismayıl Hakkı, Mehmet Fuat’ı İstanbul’da bir okula atamak istiyor. Ama Mehmet Fuat İstanbul’a sığmaz, ‘ülkücü’ o, Anadolu’da çalışmak istiyor. İsteği üzerine Bursa’ya, sanat okuluna öğretmen olarak atanıyor. Askeri Rüştiye’de de ders veriyor.

     Yıl 1919, 16 Mayıs. Yunanlar İzmir’e girmişler, sıra Bergama’da. O da ailesini Bursa’ya getiriyor. Aylığı, ailesinin tek geçim kaynağı… Yunanlar Bursa’ya doğru ilerleyince Mehmet Fuat’ın görev yaptığı okulun -başlarında müdür (Ekrem Saraç) olmak üzere- genç öğretmenleri, öğrencileriyle birlikte ilkin Bilecik’e, oradan da Eskişehir’e gidiyorlar. Anası, babası, kardeşi Bursa’da kalıyor.

     Eskişehir’de de tutunamıyorlar, Yunan birlikleri ilerliyor çünkü. Bu kez gene müdür, birkaç öğretmen ve otuz öğrenci Ankara’ya çekiliyor.

     Bu arada hiç aklında yokken, düşleyemezken bile güzel bir rastlantı sonucu Mustafa Kemal’ i tanıyor ve dinliyor. Mustafa Kemal hemşerisi zaten. Maarif Kongresi (15-21 Temmuz 1921)düzenleniyor, Mehmet Fuat da çağrılanlardan biri. Bu kongrede bir yarkurulda (komisyon) çalışmış, sivrilmiş, kendini tanıtmıştır.

     Mustafa Kemal, savaşın ortasında bile-kurtuluşun gerçekleşeceğine öylesine inanıyor ki-, bir yandan da kuruluş sürecinde eğitimin nasıl olacağına kafa yoruyor. Öyle ki düşman Polatlı önlerine kadar gelmişken, sabaha kadar çalıştıktan sonra yorgun, uykusuz olsa da Maarif Kongresi’ne katılmış, açış konuşmasını yapmıştır. Bu kongrede kadın ve erkek öğretmenlerin aynı salonda oturtulması TBMM’deki medreselilerce eleştirilmiştir (Akyüz, 1997: 280) Bakış açılarına bakın, Mustafa Kemal’se o kongrede kadın öğretmenlerin ayrı sıralarda oturtulmasını (harem-selamlık) eleştirmiştir. Bakana,

     “Hamdullah (Suphi Tanrıöver) Bey siz kendinize mi güvenmiyorsunuz, yoksa kadın arkadaşlara mı?” diye sitem etmiştir.

     Aşağıya Mustafa Kemal’in kongredeki konuşmasından(15 Temmuz 1921) kısa bir alıntı yazılmıştır.(Günümüz Türkçesine uyarlayan: Behçet Kemal Çağlar):

      (…) Gelecek için hazırlanan yurt çocuklarına, hiçbir zorluk karşısında baş eğmeyerek, sabırla, güvenle çalışmalarını ve yetişmekte olan çocukların büyüklerine de yavrularının okumalarını sağlamak için hiçbir fedakârlıktan çekinmemelerini salık veririm. Büyük tehlikeler önünde uyanmayı bilen ulusların ne kadar başarı ile direnici oldukları tarihten de bellidir. Silahıyla olduğu gibi kafasıyla da savaşmak durumunda olan ulusumuzun, birincisinde gösterdiği gücü, ikincisinde de göstereceğinden hiçbir zaman kuşkum olmamıştır(…).”(Akt. Binbaşıoğlu, 2014: 417-418)

      Mehmet Fuat’a gene yol göründü, savaş kovalıyordu onu. Bu kez de Eskişehir Darülmualimini’nin Kastamonu’ya gitmesi istendi. Yayan yapıldak-sadece üstlerindeki giysilerle, birer de çantayla-düştüler yollara. Hanlarda yata kalka yol alarak bir hafta sonra Kastamonu’ya vardılar.

      Mehmet Fuat, Kastamonu’da arkadaşlarıyla bekleyiş içinde. Kendileri bir yana, yurdu, yurdun geleceğini düşünürlerken Hamdullah Suphi Tanrıöver kendisini Bartın’da açılacak olan İdadi’ye (lise) müdür olarak atıyor. Atlıyor bir katıra, Bartın’a gidiyor. Orada onu sadece yedi-sekiz öğrenci bekliyordu. Bartın şirin bir kasaba, başka yerler ateş içindeyken burası sakin, dingin. Mehmet Fuat çok uğraştı, çok çabaladı, gecesini gündüzüne kattı, ama istediği, gönlündeki okulu bir türlü kuramadı. Zaman kötüydü, çevre ilgisizdi. (3)

     Bartın’da eğitim görüşüne, anlayışına göre çalışamayınca öğretmen okullarından birinde öğretmen olmak istedi, ders yılı ortasında Kayseri Erkek Öğretmen Okulu’na atandı. Gelgelelim yerleşik olamıyordu bir türlü, göçebe hayatı sürüyordu. Bu okul ertesi öğretim yılı başında kapatıldı, öğrenciler-öğretmenleriyle birlikte-Sivas’a gönderildi.  Sivas’ta çok durdu mu, ne gezer! Orada da bir yarıyıl kalabildi.   

     Sivas’ta ilkokul öğretmenlerinin aylıkları valilikçe (özel idare) on aydır ödenmemişti, bunun üzerine öğretmenler de iş bırakmışlardı. Mehmet Fuat savaşımcı, etkin bir öğretmen, Sivas Muallimler Birliği Başkanı o sıra. Kendisinden dinleyelim: “Bu olayın bir teşvik edicisini arayıp bulmak gerekti. Kabak benim başımda patladı.” (3) Olan şu: Bir öğretmen, özel idare memuruna, aylığının ne zaman ödeneceğini sorar. Memur, öğretmeni tersler, kovar. Mehmet Fuat bunu duyunca, o memuru bulur, bastonuyla kovalar. Şunu da ekliyor: “Mustafa Kemal âşığıydık, o yıllarda baston kullanırdık.” (5)

     Valiliğin yazısı üzerine Bakanlıkça görevinden alındı, ama ortada bir yanlışlık vardı. Mehmet Fuat bir at arabasıyla bir hafta süren yolculuktan sonra Ankara’ya gitti. Maarif Vekili Vasıf Çınar’a olan biteni anlattı. Vasıf Çınar anlayışlı bir insan, dedikodulara bakıp bir insanı, hele Mehmet Fuat gibi Cumhuriyetçi, Aydınlanmacı, çalışkan, ‘eğitken’ bir insanı harcayacak biri değil. Dinliyor, anlıyor ve onu Trabzon Öğretmen Okulu’na atıyor.

     Mehmet Fuat, Trabzon’da da az kaldı. Bu arada kendini kanıtlamış, adı duyulmaya başlamıştı. Önceden tanıdığı Adana Erkek Öğretmen Okulu Müdürü Ali Ulvi Elöve okuluna çağırdı onu. Çağrıya uydu, Adana’ya gitti. Ama orada da suyu çabuk ısındı. O sırada erkek öğretmen okullarının öğrenim süresi bir yıl uzatıldı, beş yıla çıkarıldı. Ne ki 5. Sınıfta da 4. Sınıftaki aynı dersler görülüyordu. Buna tepki gösteren öğrenciler bir dilekçeyle Bakanlığa başvurdular. Dilekçe işleme konmayınca da derslere girmediler. Yalnız Adana’dakiler değil, yurt düzeyinde…

     Sözü edilen dilekçenin karalaması Mehmet Fuat’a gösterilmiş, o da dilekçe üzerinde bir iki düzeltme yapmış. Bu duyulunca, öğrencilerle birlik oldu, onları ayaklanmaya yöneltti diye,  kabak gene Mehmet Fuat’ın başında patlıyor, böylece Adana’ya da veda ediyor.

     Birkaç yıl önce babası ölmüştü. O da, ne yapsın, boşta kalınca annesinin, kardeşinin yanına, Bergama’ya dönüyor.

     Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ikinci kez bakan olunca (1925), bir umut, “Ankara Ankara güzel Ankara/senden yardım umar her düşen dara” deyip Ankara’nın yolunu tutuyor. Bakan onu öğrenciliğinden ve Maarif Kongresi’ndeki konuşmalarından anımsıyor, tanıyor, hemen Balıkesir Kız Öğretmen Okulu’na meslek dersleri öğretmeni olarak atıyor. Eh, belki göçebelik, baş döndürücü dolaşmalar bitmiştir artık.  Balıkesir’de on bir yıl çalışıyor. Yerleşik düzene geçmişken evleniyor da (1928), eşi Hüsniye Hanım. Hüsniye Gündüzalp, onun öğrencisi, eşi, arkadaşı, yazmanı olmuştur. (5) Bir erkek çocukları oluyor, adı Sezen, 1936 doğumlu.

     (Kitaplarında Mehmet adını kullanmadığından, soyadı da aldığından, bundan sonra Fuat Gündüzalp denilecektir.)

     Hoş, dolaşmalar gene başlıyor, ama alışık o. Bir ayağı üzengide sanki. Gündüzalp,1936’da Edirne Erkek Öğretmen Okulu Müdürlüğüne, 1938-1939 öğretim yılı ortasında Konya Kız Öğretmen Okulu meslek dersleri öğretmenliğine, 1947-1948 öğretim yılında da Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü meslek dersleri öğretmenliğine atanıyor. Ne ki bu Enstitü, atanmasından birkaç hafta sonra kapatılıyor.

     Fuat Gündüzalp bu kez Gazi Eğitim Enstitüsü meslek dersleri öğretmenliğine atanıyor. Artık Ankara’da kök salıyor, 1964’e, -yaş sınırından ötürü-emekli olana kadar burada çalışıyor.

     Yazık ki, bunca çileden, eğitime yaptığı kutlanası, alkışlanası katkılarından, hizmetlerinden sonra emekliliğinin tadını çıkaramamış, emekli olduktan birkaç yıl sonra bel kireçlenmesinden ötürü sokağa çıkamamış, evine bağlı kalmıştır.

     Ama onu unutmayanlar, vefalı insanlar vardı. Atatürk’ün öncülüğünde kurulan Türk Eğitim Derneği’nin ‘1984 Eğitim Hizmet Ödülü’ ona verildi. Ne yazık ki-evden çıkamadığı için-bu ödülü kendisi alamadı, onun adına eşi Hüsniye Gündüzalp aldı.

     TED Bilim Kurulu ‘Eğitim Hizmet Ödülü’nü Fuat Gündüzalp’e şu gerekçelerle vermiştir:

·         Devlet okullarında üstün bir başarıyla öğretmenlik ve yöneticilik yapması,

·         Ulusal eğitimimizin, Atatürk devrimleri ve ilkeleri doğrultusunda, çağdaş eğitim ölçütleri içinde gelişmesi için çaba göstermesi,

·         Yetiştirdiği eğitimcilerle ömrünün büyük bir bölümü olan 44 yılını ulusal eğitimimizin gelişmesine adaması,

·         Yayımladığı yapıtlarıyla genç kuşaklara esin kaynağı olması,

·         Meslek çevrelerinde, ilerici düşünce ve görüşleriyle, laiklik ilkesine sıkı bağlılığıyla, tutarlı ve ödün vermez kişiliğiyle, yaşamı boyunca Atatürkçü düşünceyi savunmuş güçlü bir eğitim eri olarak tanınmış olması… (TED Eğitim ve Bilim dergisi, Temmuz 1984, Sayı: 50)

    

     15 Mart 1986’da yitirdik onu, ışıklar içinde yatsın…

   







                                                       KİTAPLARI





1.      Talim ve Terbiye Teşkilatımızda Buhran

    

     İlk kitabı bu. 1924’te yayımlamış, Sivas’tayken… 98 sayfa, eski yazıyla yazılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı okullara gönderdiği bir genelgeyle (1922), öğretmenlerden, eğitim sorunlarına ilişkin görüşlerini, önerilerini bildirmelerini istemiştir. Fuat Gündüzalp o sırada Bartın İdadisi (lise) müdürüdür. Bu kitap, Bakanlığa ilettiği görüşlerini, düşüncelerini iki yıl sonra (1924) - Sivas Öğretmen Okulu öğretmeniyken- gözden geçirip genişletmesiyle oluşmuştur.

     Önsözde şunları söylüyor: “Vehbi Bey’in Maarif Vekilliği zamanında bütün öğretmenlerden, kendi dersleri alanında incelemeyi içeren birer kitapçık istenmişti. O zamanlar idadi müdürü idim. Ülkemiz eğitim ve öğretim örgütündeki bunalıma ve bunun ortadan kaldırılması çarelerine dair söylemek istediklerimi, arz edilmesi ve açıklanması için uygun bir fırsat ortaya çıkmış değildi. İşte bu esercik, o zaman kaleme alınıp Bakanlığa sunulanın, yeni bazı inceleme ve deneyimler eklenmesiyle biraz değiştirilmesi ve genişletilmesinden meydana gelmiştir.

     Bunu yayımlamaktan amacım, yıllardan beri resmi ve gayrı resmi birçok tartışmalara yol açan ve son zamanlarda Heyeti İlmiye kararları ile kesin bir şekle sokulmuş gibi görünen çeşitli eğitim ve öğretim sorunları ve özellikle örgütü hakkında bir Anadolu öğretmeninin nasıl ve neler düşündüğünü milli eğitim ilgililerine iletmektir.” (3)

   



2.      İlk Toplu Tedrisin Temeli Olmak İtibariyle Hayat Bilgisi



     Bu ikinci kitabı, bir çeviri… Kitabın yazarı, Georg Kerschensteiner’in yeğeni olan Hans Bruckl. 1932’de Almancadan çevirmiştir.

     1930’da Almanya’ya gittiğinde – görüşlerini, düşüncelerini kendine çok yakın bulduğu, benimsediği için - Georg Kerschensteiner’le tanışmak istemiş, ama bu mümkün olmamış. Çünkü o günlerde G. Kerschensteiner hastaymış. Yeğeniyle görüşebilmiş, yeğeni de ona kendi kitabını sunmuş.

 (3)



3.      İş Okulu Kavramı



     Gündüzalp, Georg Kerschensteiner’in bu kitabını 1947’de Almancadan çevirmiştir. MEB yayınıdır. Bu kitabın Almanya’daki ilk baskısı 1911’de yapılmıştır.

     Fuat Gündüzalp dilsever bir insan. Dil bilinciyle, güzel dilimizin özleşmesini, arılaşmasını sağlayan yeni sözcükleri yerli yerinde kullanıyor. Önsözde “Türk Dil Kurumu’nun şimdiye kadar kabul etmiş olduğu Türkçe terimleri olduğu gibi kullandım. (…) Bilim terimi değerinde olmayan bayağı kelimelerde de tabii öztürkçelerini her zaman tercih ettim. Fakat bu hususta, henüz hiç kimse tarafından kullanılmayan ve anlaşılmayan veyahut istenilen mana inceliğini vermeyen kelimeleri – sırf Türkçe oldukları için – kullanacak derecede taassuba kapılmaktan kendimi uzak tuttum.” (1947: 5)

     Fuat Gündüzalp’in 1947’de kullandığı sözcüklerden rasgele seçilmiş birkaç örnek: kanıt, özveri, tanık, nitelik, sorumluluk, edim, yoğunluk, ussal, içkin, somut, ölçüt, kılgın, erek, imgelem, bilinç, bireşim, çözümleme, evrim, süreç…

     ‘Eğitimci’ yerine ‘eğitken’ sözcüğünü kullanıyor. Ne ki Fuat Gündüzalp’in ‘eğitken’ dediği kişiler, eğitimde çığır açanlar…  Pestalozzi, Georg Kerschensteiner, John Dewey gibi…

     Önsözden bir alıntı daha: “[Y]üzyılımızın ünlü eğitkenlerinin hepsinde görülen bir vasıf da öğretim ve eğitimde kuru bilgiye değil, çocuğun bütün tensel ve tinsel kuvvetlerini, dıştan bir baskı olmaksızın, kendi kendine işleten ve günlük hayatta faydaları görülen bilgi ve hünerlere, hatta bunlardan da çok, bu kuvvet ve yeteneklerin gelişmesine en büyük önemi vermeleridir.” (1947: 1-2)



4.      Teşkilat ve İdare



     Bu kitabı Muvaffak Uyanık’la birlikte yazmıştır. İlk baskısı 1953’te, 9. Baskısı 1964’te yapılmıştır. MEB’çe yayımlanmış, 1953-1967 arası ilköğretmen okullarında ders kitabı olarak okutulmuştur.



     Aşağıya kitaptan iki alıntı yazılmıştır.



     “Birtakım filozof ve pedagoglar vardır ki çocuk eğitiminin mükâfatsız ve cezasız yürütülmesini isterler. Onlara göre, çocuklar vazifeyi vazife olarak yapmalıdırlar; mükâfat almak veya cezaya çarpılmamak için değil (abç). Eğer insan tabiatı böyle bir eğitime elverişli olsaydı şüphesiz ki bu çok iyi bir eğitim metodu olurdu. Nitekim nadir bazı çocuklar, ideal eğitimcilerin sevk ve idaresi altında, mükâfat ve mücazatın en hafif ve manevi şekilleri olan takdir ve tekdire dahi ihtiyaç duyulmaksızın terbiye edilebilmektedirler (abç). Fakat çocukların büyük bir kısmı için mükâfat ve mücazat – yerinde ve usulüne göre kullanılmak şartiyle – her zaman lüzumlu eğitim vasıtaları olarak kalacaktır. Her gün hayatın gerçekleri ile karşı karşıya bulunan öğretmenler bu hususta bazı nazariyeci pedagoglar gibi düşünemezler.” (1964: 31)

     Fuat Gündüzalp, ‘ne ödül ne ceza’ ilkesinin ‘bazı çocuklar’ için geçerli olduğunu kabul ediyor. Günümüzdeyse bu ilke tüm çocuklar için geçerlidir. Ne ödül ne ceza, ikisi de değil. Ödül de ceza da bağımlılık yapar, yan etkiler taşır. İkisine de alışılır, zamanla ikisi de etkisini yitirir. Etkili öğretmen bu iki gücü de kullanmayandır (Nas, 2015:135).

     “Öğretmen, bütün hayatı boyunca okuyan (abç), seyahatler yapan, kurslara devam ederek, tecrübeli arkadaşlarından faydalanarak bilgisini daima artıran münevver bir insandır (abç). Bu çalışmaların değerleri, yetiştirdiği öğrencilere geçer ve hayatın türlü safhalarında meyvalarını verir. Öğretmenler, hayatları boyunca iyi birer öğrenci gibi çalışmakla iftihar ederler ve böylece değerlenirler.” (1964: 51)

     Ben okumam, okuturum, diyenler olabiliyor. Hayır, okumayan okutamaz. İnsanın okudukça okuyası gelir, okumadıkça da okumaz olur. A. Blanqui ne güzel demiş, mide açlığa alışamaz, ama beyin ‘açlığa’ çabucak alışır.

     Unutulmaz Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati (1894-1929) şunu dermiş: “Okuttuğundan daha çok okumayan öğretmen çabuk yıpranır, ihtiyarlar ve bezginlik getirir. Dikkat ediniz, araştırmaya, irdelemeye düşkün ak saçlı bir öğretmen daima genç ve dinçtir.” (M. Rauf İnan, 1980 Akt. Sarıhan, 2007:83-84)

   

      5. Pestalozzi ve Devrim



     Yazarı, Alfred Rufer. Fuat Gündüzalp bu kitabı İsmail Hakkı Tonguç ve Rauf İnan’la birlikte çevirmiştir.

     Bu kitabı ‘Çevirenlerin Önsözü’nden bir alıntı:

      “Öğretmenliği daha çok eğitkenlik şeklinde gören Pestalozzi, bu görüşü sayesinde modern pedagojinin yolunu aydınlatmış, insanlığın arkasından koşulacak eğitim ülküsünü göstermiştir.

    O, insanda şu esas kuvveti görüyordu: düşünmek, hissetmek, yaşamak… Kafanın, kalbin ve elin kuvvetleri… İnsan eğitiminin amaçları bu üç noktada toplanıyordu. Zihnin, kalbin ve elin eğitilmesi, eğitimin esasını teşkil ediyordu” (abç). (1962: 9-10)

     Bu da kitaptan bir alıntı:“Pestalozzi’nin anladığı manada din ne demektir? O, bu meseleye dair şunları yazar: ‘Kendine inan, insanoğlu! Kendi yaratılışının iç anlamına inan! Eğer bunu yapacak olursan Allaha ve ebediliğe de inanmış olursun. (…) Allah yalnız insanlar vasıtasıyle insanlar içindir. İnsanoğlu yalnız insanı tanıdığı takdirde, yani kendini bildiği takdirde Allahı tanır ve yalnız kendini saydığı takdirde Allaha saygı gösterir (…)’” (1962: 30)



6. Öğretmen Meslek Kitapları Kılavuzu (6 cilt)



      Fuat Gündüzalp’in en önemli, en kapsamlı çalışması bu, Öğretmen Meslek Kitapları Kılavuzu. Belli ki bu kılavuzlar için çok emek, zaman harcamıştır. Eğitime ilişkin (öğretim yöntemleri, eğitim tarihi, çocuk psikolojisi, eğitim sosyolojisi, eğitim psikolojisi, ruh sağlığı… ) yazılmış kitapları eleştirel bir bakış açısıyla tanıtmış, değerlendirmiştir. Açıklamalı, zamandizinsel (kronolojik) bir kaynakçadır bu. Aslında yalnızca kaynakçada değil, kitabı özetliyor, tanıtıyor, önemli bulduğu yerlerden alıntılar yapıyor, eleştiriyor da… Bir önceki cilt yazılırken – az da olsa – ulaşamadığı kitap olunca, onlara da sonraki ciltte ek olarak yer vermiştir.

     Az buz değil, 1840-1963 yılları arasında yayımlanmış tam 1567 kitabı okumuş, tanıtmıştır. (3)



     I.CİLT    (1928-1938) 249 kitap tanıtılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı yayımlamıştır, 1951

     II.CİLT  (1939-1948) 313 kitap tanıtılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı yayımlamıştır, 1951

     III.CİLT (1949-1953) 200 kitap tanıtılmıştır. Maarif Vekâleti yayımlamıştır, 1955

     IV.CİLT (1954-1958) 233 kitap tanıtılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı yayımlamıştır, 1961

     V.CİLT  (1959-1963) 315 kitap tanıtılmıştır. Rehber Yayınevi yayımlamıştır, 1984

     VI.CİLT (1840-1928)  257 kitap tanıtılmıştır. Öğretmen Hüseyin Hüsnü Tekışık Eğitim, Araştırma ve Geliştirme Vakfı yayımlamıştır, 2009  ( Bu cilt – anlaşılacağı üzere -  eski yazıyla yazılmış kitapları kapsıyor.)     

     IV. ve V. ciltlerde -ayrıca- Türkiye’de en çok öğretmen meslek kitabı yazmış yazarların yaşamöyküleri yazılmıştır.



     Bir fikir vermek üzere bu kılavuzlardan aşağıya alıntılar yazılmıştır.

    

                                                           II.CİLT (1939-1948)



                               ÇOCUĞUNUZU FENA TERBİYE EDİYORSUNUZ

                                                    (Yengeç Kitabı)



     Yazarı Salzmann.   Almancadan tercüme: M. Cahit Gündoğdu İst. Türkiye Yayınevi (9x14,5) 149 s. Sonuna 2 sayfalık bir fihrist eklenmiştir. Mukavva ciltli F. 75 kr.  (1942)

 

     Pedagoji tarihinde çok meşhur olan bu kitabın asıl ismi ‘Yengeç kitabı’dır. Tercüme eden, onun konusu hakkında bir fikir vermek için kendiliğinden bu yeni ismi vermiştir. Hatta kapakta üçüncü bir isim daha var: ‘Ana ve babalara terbiye hikâyeleri’ Kapakta bir de resim görüyoruz: Bir büyük yengeç, üç de yavru yengeç. Resmin altında şu yazı var: “Babacığım, senin bunları yaptığını görürsem ben de yaparım.” Bunun manası şudur: Bu kitapta Salzmann, çocuklara fena huylar kazandırmak için ana, baba ve büyüklerin neler yapması lazım geleceğini, aile hayatından alınmış birçok küçük hikâyeciklerle anlatıyor. Bundan maksadı, çocukların bu kötü huyları kazanmasını istemiyen ana babaların bu tarzda muamele yapmamalarını telkin etmektir. En önemli mesele, çocuklara fena örnekler vermemektir. Yengeç yavruları, elbette ana babaları gibi yan yan yürüyeceklerdir. Çocukların dosdoğru yürümelerini istersek onlara doğru yürüme hususunda örnek olmalıyız. (1951:  81-82)

    

            

                     TEMBELLİĞİN GERÇEK SEBEPLERİ VE GİDERİLMESİ ÇARELERİ



     Y. : Halis Özgü; İst. , Kayabal B. (10x15,5) 67 s. F. 100 kr. (1948)



     Mamafih önsöz kitabın bir özeti şeklinde yazılmış olduğu için, zamanımız eğitbiliminin en önemli ve çetin problemlerinden birisi olan tembellik konusunu, yazarın nasıl ileri bir anlayışla ele aldığını da gösterdiği için buradan bazı cümleleri nakletmeyi, eserin mahiyeti ve değeri hakkında bir fikir vermesi bakımından uygun buluyorum.

     “Tembellik; bir noksanlığın, eksikliğin, vücut veya ruh yapısında mevcut veya sonraları baş gösteren bozukluğun, düzensizliğin, hastalığın, nihayet bütün bunlardan hiçbiri yoksa fena eğitim sisteminin hazin bir eseridir. Bundan hiç şüphe etmiyelim. Çalışmıyan çocuk her şeyden önce, çalışamıyan, kendisinde çalışmak için gereken kudreti bulamıyan çocuktur. Öteden beri çocuklarımızın hareketsizlikleri, ödevlerine, derslerine karşı gösterdikleri ilgisizlikleri ve başarısızlıkları karşısında şikâyet ederiz. Fakat ne yazık ki, birçoklarımız bu durumların meydana gelmelerinde rol oynıyan sebepleri araştırmak ve gereken tedbirlere başvurmak zahmetine katlanmayız. Unutmayalım ki, tembellik, yukarıda da dediğimiz gibi tabii bir hal değildir; bir sonuçtur. Verasetin, vücut yapısında baş gösteren anormal durumun ve şuursuz eğitimin yarattığı tehlikeli bir şeydir (abç).Onun için tembellik karşısında hiç zaman kaybetmeden derhal harekete geçmek, işten anlar doktor ve terbiyecilerin yardımlarını istemeğe koşmak lazımdır.” (1951: 200-201)          



                                                                III.CİLT (1949-1953)



                                                               BİZİM KÖY

                                                (Bir Köy Öğretmeninin Notları)



     Y. : Mahmut Makal; İst. , Kader B. (9,5x14), 141 s. F. 100 kr. (1950)



     Kitabın yazarı Konya’nın İvriz Köy Enstitüsü’nü bitirince Aksaray ilçesinin bir köyüne – doğ-                                            duğu köye – öğretmen oluyor. Kendisi okumaya, yazmaya meraklı bir gençtir. Kendi köyündeki hayatı tasvir eden kısa kısa yazılar yazıp İstanbul’da çıkan ‘Varlık’ dergisine gönderiyor. Derginin sahibi Yaşar Nabi bu yazıları beğeniyor ve yayımlıyor.

     ‘Varlık Yayınları’nın 46 numarası olan bu kitaba Yaşar Nabi’nin yazdığı 3 sayfalık önsözden aşağıdaki satırları okuyalım: “Onu teşvik etmekten hiç geri durmadım. Son yazdığı notların köy gerçeklerini dile getirmek bakımından ne büyük bir hizmet olduğunu görünce bu yaz onu daha zor bir işe davet ettim: Köyünü bize tanıtacak bir kitap yazmak. Mahmut Makal, büyük bir memnuniyetle teklifimi kabul etti ve çok sevdiği köy insanlarına bir hizmette bulunmak fırsatını sevinçle karşılıyarak derhal işe girişti. Muntazam fasılalarla kısım kısım postadan gelen yazılardan bu kitap meydana geldi. Evvelce ‘Varlık’ta çıkan notların en kuvvetli parçalarını da mevzularına göre kitabın içine serpiştirmekten kendimi alamadım. Bir orta Anadolu köyünün acı gerçeği, bana öyle geliyor ki bütün çıplaklığiyle ilk defa olarak bu kitapta dile geliyor. (…)” (1955: 57)      

           

                                                                                                                                                               

                  İLKOKUL BİRİNCİ, İKİNCİ, ÜÇÜNCÜ SINIFLARINDA ÇALIŞMALARIM                  

    

     Y. :Huriye Beken (İzmir- Gazi İlkokulu öğretmenlerinden) ; İzmir, Akdeniz B. (10,5x15), 184 s. Baş tarafına 5 sayfalık bir fihrist eklenmiştir. Metinde birçok resimler vardır. F. 150 kr. (1950)



     (…) Kitap o şekilde yazılmıştır ki, yazar, yani sınıf öğretmeni, âdeta arka planda gibi görünüyor. Sanırsınız ki her şeyi yapan, kendi kendilerini yetiştiren çocuklardır. Öğretmen tam manasiyle bir kılavuz, bir yardımcı durumundadır. Arada sırada, onun, sınıfın çalışmalarını planlaştırmak, çok lüzumlu olduğu zaman bu çalışmalara bir istikamet vermek ve çocuklara çalışma yollarını göstermek için sevimli müdahalelerde bulunduğunu görüyoruz. Hakikatte o, sınıfın ruhudur; fakat bedende ruh gibi, âdeta, sınıfın içinde gizlenmiştir. (1955: 69-71)



    

                   KÖY ENSTİTÜLERİ ve KÖY ÖĞRETMENİ ANKET CEVAPLARI                    



    Yayımlayan: Öğretmen dergisi; Ankara, Güney Matbaacılık ve Gazetecilik Türk Anonim Ortaklığı (11x15.5), 128 s. (1950)

    Köy enstitüleri hakkında 30/3/1949 tarihinde Öğretmen dergisi tarafından açılan ankete yurt aydınlarının verdikleri cevaplar bu ciltte toplanmıştır. (…) Ankete cevap veren 25 kişidir. (…) Birkaç isim saymak faydalı olur: Profesör Fındıkoğlu, Ahmet Emin Yalman, Nevzat Ayas, Sait Yada, Ahmet Önertürk, Yunus Kâzım Köni, Osman Ülkümen, Salâhattin Çoruh, Cavit Orhan Tütengil, Mahmut Makal.

     (…) [B]üyük bir çoğunluk, köy enstitülerinin zaruri bir ihtiyaçtan doğduğunu ve bunların ıslah ve ikmal edilmek suretiyle muhafaza edilmeleri lüzumuna kanidir (abç).Yine büyük çoğunluk, kuruluş yıllarında birtakım hatalar işlendiğini ve bu yüzden bu müesseselerin ilk mezunlarının kültürce zayıf kaldıklarını belirtiyor. (…) (1955: 76-77)   

  

                                          YAZI YAZDIĞI DERGİLER



     Fuat Gündüzalp 1948’e kadar dergilere yazı yazmamıştır. (3) Demek ki bu sürede okumuş, incelemiş, kafa yormuş. Hani özenci bir genç ünlü bir yazara roman denemesini götürmüş, görüşünü, düşüncesini almak için… Yazar da, delikanlı dol, dol ki taşasın demiş. Gündüzalp de dolmuş, taşınca da yazmaya başlamış demek ki, doğru olanı yapmış. Ne yazık ki, bu önemli, değerli yazılar dergilerin tozlu sayfalarında kalmış, derlenmeyi bekliyor.

     Aşağıdaki dergilerde- belirtilen yıllar arasında- pek çok yazısı yayımlanmıştır. [(3) ve (4)]



·         İlköğretim / MEB yayını (1948-1958)

·         Mesleki ve Teknik Öğretim/ MEB yayını (1960-1962)

·         Öğretmen (1948-1950))

·         Gayret (1954-1955)

·         Çocuk ve Yuva (1955-1957)

·         Köy ve Eğitim (1954-1959)

·         Tedrisat Mecmuası (1957-1958)

·         Yeni Okul (1952)

·         Eğitim Hareketleri (1959-1960)

·         Birlik (1958-1960)



     Aslında ilk yazısı 1920’de Eskişehir Öğretmen Okulu öğretmeniyken yerel bir gazetede yayımlanmıştır. Yazının başlığı da, ‘Aklı Başında Olanların Nazarı Dikkatine’. Bu yazıyı, o günlerde öğretmen okullarının kapatılacağına ilişkin söylentiler, haberler yayıldığı için yazmış. Yazısında, öğretmen okullarının kapatılmasının yanlış olacağını, bu okullarının önemli, değerli olduğunu belirtmiş. (3) Belli ki, daha gencecik öğretmenken yurt sorunlarına karşı duyarlı, yazmaya da hevesli.





                       

                  EĞİTİM BİLİMİNE İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ

     

      Gündüzalp, Talim ve Terbiye Teşkilatımızda Buhran adlı kitabında (1924: 7) şunları diyor:

     “Bir ulusun eğitim ve öğretim örgütü toplumsal ve ekonomik yaşamıyla sıkı sıkıya ilişkilidir. Toplumsal yaşamı bozuk olan bir ülkenin eğitim ve öğretimi de düzgün olmaz, ekonomik refah içinde bulunan bir ülkeninse eğitim örgütü de mutlaka düzgündür.” (Sadeleştirip aktaran Binbaşıoğlu, 1999: 154) Gündüzalp, Marx’ı okudu mu, bilinmez, ama altyapının üst yapıyı belirlediğini, üstyapının da altyapıyı etkilediğini iyi biliyor.

      Öğretimi daha çok bilgi kazandırma, eğitimiyse, bireyde gizilgüç olarak var olan yetenekleri geliştirme, ona iyi alışkanlıklar edindirme olarak görüyor, öyle ele alıyor. Bir şey öğretilmeden eğitim olmaz diye düşünüyor elbette. Ama, ona göre, eğitmeyen öğretim olabilir. Buna da örnek olarak tarih, coğrafya derslerinde çocuklara belletilmeye çalışılan binlerce özel ad ve tarihi veriyor. (4)

   

     Gündüzalp, ‘eğitimsiz öğretim’ yararsız, hatta zararlı bile olabilir diyor. Öğretimi, eğitim için bir basamak olarak görüyor. Ama amaç eğitim olmalıdır. (4)  

     Bilişsel alan açısından bakarsak, Gündüzalp daha 1950’lerde bilgi düzeyinde kalınmaması, daha üst düzeydeki özeliklerin (Herhangi bir durumu gösterebilme yeteneği)  çocuğa kazandırılması, dahası yalnızca bilişsel alanla yetinilmeyip-aynı sözcüklerle değil tabii-duyuşsal ve devinişsel alanın da önemsenmesi gerektiğini belirtiyor. O zaten bilgiden daha çok uygulamaya önem veriyor.(3)

     Okulda öğretim yapılıyor ama eğitim yapılmıyor denir ya,  Gündüzalp’in dediği de bu işte, bilişsel alana ağırlık verildiği, onun da bilgi basamağında kalındığı…

         Gündüzalp (1924: 18)), “En iyi okullarımız bile çocukları eğitmekten çok, birtakım bilgilerle donatıp yaşama atıyor ve pek çok genç toplum yaşamı ile okul arasındaki çelişkiyi keşfederek fikren ve ahlaken müthiş bunalımlar geçiriyorlar” diyor (abç). (Akt. Binbaşıoğlu, 1999: 154) Gündüzalp burada, belli ki, formal (biçimsel) eğitimle informal (biçimsel olmayan) eğitimin ilişkisinden söz ediyor. Formal eğitim amaçlıdır, önceden hazırlanmış bir program doğrultusunda yürütülür, planlıdır. İnformal eğitimse yaşamın içinde kendiliğinden gerçekleşir, amaçlı, planlı değildir. Belirli zaman ve uzamla da sınırlı değildir, her yerde oluşur. Rasgele, gelişigüzeldir.

     Aslında formal eğitimle informal eğitim kesin çizgilerle birbirinden ayrılamaz. Öyle ki, informal eğitim, formal eğitimin içinde de işler. Bu iki eğitim süreci birlikte, etkileşim içinde gerçekleşir. Formal eğitim, öbür kültürleme çeşitlerinden etkilenir. Onun için informal süreçlerin (bireyin etkileşimde bulunduğu çevre koşullarının) geniş ölçüde denetim altına alınması gerekir (Ertürk, 1984: 13 Fidan, 1986: 5)

     Bozkurt Güvenç  –TED’in düzenlediği ‘Ortaöğretim Kurumlarında Sosyal Bilgiler Öğretimi ve Sorunları’nın tartışıldığı toplantıda(1987: 38)- kabaca bir hesap yapıyor: “(…) [Y]ükseköğrenim yapan Türk vatandaşı ömrünün sadece % 1’ini okulda geçirmektedir. Peki % 99’u nerede geçiyor? Toplumda… Peki % 1’den mi çok şey öğreniyoruz, yoksa % 99’dan mı? Yüzde 99’dan çok şey öğreniyoruz.”

     İşte, Gündüzalp bu sorunsalı daha 1924’te görmüş, üzerinde düşünmüş. Bu da onun ne kadar ileri görüşlü olduğunu, eğitime ilişkin sorunları derinlemesine irdelediğini gösterir.

    Bilimsel bilgi, her zaman tamlığın doğrultusunda ilerleyen eksik ve tamamlanmamış bir süreçtir. Çünkü değişim sürekli ve sonsuzdur. Bilgi de sürekli ve sonsuz olarak gelişecektir. Yeni bilgi eski bilgileri geliştirir. Bilgi sonsuz bir süreçtir. Dolayısıyla bilim duruk, durağan değildir, diriktir. Onun içindir ki, Gündüzalp, ‘eğitbilim’ son sözünü söylememiştir diyor.

                              

                                       OKULA İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ



     Gündüzalp, Öğretmen Meslek Kitapları Kılavuzu (I. Cilt / 1951) adlı kitabının önsözünde şunları yazmış:

     “Okul, toplumsal yaşamın mümkün olduğu kadar küçük bir örneği olmalıdır. Burada öğretmen, çocukların kendi kendilerine bir şeyler öğrenmeleri, kendi kişiliklerini oluşturmaları için kılavuzluk yaparken, konu olarak, mümkün olduğu kadar gerçek yaşamdaki koşullar içinde yaptırmalıdır. Öğretmenin başlıca görevi, bu koşulları sağlamaktır (abç). Çocuk, konuşmayı öğrenirken bir hatip gibi, yazmayı öğrenirken bir gazeteci gibi, tabiat bilgisini öğrenirken bir bahçıvan gibi, bir mühendis gibi, bir hasta bakıcı gibi, resim yapmayı öğrenirken bir ressam gibi, aritmetiği öğrenirken bir muhasip gibi hareket etmelidir. Kuşkusuz o, bu olgun meslek adamları gibi mükemmel iş çıkaramaz ama, hiç olmazsa, onlar gibi olmak için işe başlayabilir. Eğitimin ereği, toplumsal kişiliğin oluşmasıdır. Bunun içinde yapmacık değil, gerçek bir çevreye gereksinim vardır (…).” (Sadeleştiren ve aktaran Binbaşıoğlu, 1999: 85)    

     Gündüzalp, bu yaklaşımıyla, ‘okul-çevre ilişkisi açısından okul tipleri’nden ‘yakın çevrenin bir modeli olan okul’a yakın duruyor. Bu okul tipi, eğitim akımlarından ‘ilerlemecilik’in etkisindedir. Nas,2006: 30) Zaten kendisinin çok benimseyip sevdiği John Dewey ‘ilerlemecilik’in savunucularının başında gelir. İlerlemecilik (progresivizm) ise ’pragmatizm’e (uygulayıcılık) dayanır, pragmatizmin eğitime uygulanmasıdır.

     John Dewey’nin eğitim dizgemizi inceledikten sonra yazdığı ‘Türkiye Maarifi Hakkında Rapor’undaki görüşleriyle, Gündüzalp’in ‘ Talim ve Terbiye Teşkilatımızda Buhran’ adlı kitabındaki görüşleri birçok yönden örtüşüyor. (3) Köy öğretmen okullarının önerilmesi, işbaşında eğitim gibi… İşin hoş yanı, Gündüzalp bu kitabını 1924’te yazmış, John Dewey’nin raporuysa bir yıl sonra –Maarif Vekâleti Mecmuası’nda-, 1925’te yayımlanmıştır.





                           ÖĞRETMENLİĞE İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ



     Fuat Gündüzalp çok çalışkan, açık sözlü, dürüst bir insan. Düşüncelerinin temelinde bilim var. Yurdun koşullarını, gerçeklerini göz ardı etmiyor, önemsiyor. Ayağını yere sağlam basıyor, düşüncelerini, önerilerini yurdun gerçekleri üzerine kuruyor.(Binbaşıoğlu, 2014: 575) 

     En iyi öğretme yolu iyi örnek olmak ya, Gündüzalp bunu çok iyi biliyor besbelli. Binlerce öğrencisine örneklik ediyor. Kitaplarıyla, dergilerdeki yazılarıyla öğretmenleri de etkilemiş, onların işbaşında yetişmelerine katkı sağlamıştır.

     Gündüzalp öğretmenliği seviyordu, severek yapıyordu. Tabii ilkin öğrencilerini seviyordu. Öğrencileriyle ilişkileri sağlıklı, içtenlikliydi. Öyledir, öğrenciler dersi sevecekler, sevecekler ki koşa koşa gelsinler. Ama dersi sevmek için dersin öğretmenini sevmeleri gerekir. Öğretmeni sevmeleri için de ilkin öğretmenin öğrencilerini sevmesi gerekir.

     Öğretmen okullarının açılışının 100. yılı (1948) dolayısıyla İlköğretim dergisine (1948, Sayı: 249)  yazdığı yazıdan bir bölüm okuyalım:

     “(…)Ben her şeyden önce, öğretmen okullarının öğrencilerine meftunum. Onların karşısında ders okutmakla veya aralarında arkadaşça konuşmakla geçirdiğim saatler, benim mesut zamanlarımı teşkil eder. Onlarla birlikte bulunduğum zaman bütün dertlerimi ve üzüntülerimi unuturum. En tuhafı şu ki, hasta halde sınıfa girdiğim zamanlar oldu; fakat, öğrencilerim hasta olduğumu hissetmediler ve ben, sınıftan biraz daha iyileşmiş, kuvvetlenmiş olarak çıktım. Onlardan da her zaman sevgi ve karşılık gördüm, hâlâ da görmekteyim (abç).

     Türkiye’nin neresine gitsem, bazen en küçük ve sapa köylerde bile onlara rastladım, içlerinde lise müdürü, milli eğitim müdürü, Bakanlık teşkilatında şube müdürü, hatta yüksekokul öğretmeni olanlar vardır. Bana karşı, istisnasız olarak, sevgi ve saygılarını gösterirler ve ben vaktiyle onlara karşı vermiş olduğum sıcaklığımı şimdi onlardan fazlasıyla alıyorum; hele üzeri karlarla kaplı bir volkana benzeyen kafamın buzlarını bir parça eritmek için kalbimin ısıtılmaya muhtaç olduğu bu son yıllarımda eski öğrencilerimin bu sevgileri hayatımın en değerli mükâfatını teşkil etmektedir.

     Ben lüks otomobilleri, villaları ve yatları ne yapayım? Ben bu milletin öz evlatlarını yetiştirmek için bütün ömrümü, bütün kalbimi verdim (abç). Bu evlatlar bunu takdir ettiler, millete karşı olan ödevlerini, beni memnun edecek şekilde yapmaktadırlar. Eğer bu memlekette beklediğimiz ve özlediğimiz ilerlemeyi henüz göremiyorsak bunun suçluları onlar değildir.

     Siz, ey eski arkadaşlarım ve ey eski öğrencilerim, tesadüfen bu yazımı okursanız o kutsal yuvalarda geçen güzel günlerimizi hatırlayınız. Bu hatıralar arasında bir gözlüklü Fuat Gündüzalp’in hayalini de bulmaya çalışınız. İçinizde onu kalpaklı, fesli başıyla, simsiyah veya tek tük kır düşmüş saçlarıyla hatırlayanlar da olacaktır; son yıllardaki pamuk saçlarıyla da… Sizler benim en iyi dostlarımsınız. Hepinize selamlar…” (Akt. Binbaşıoğlu, 2014: 575-576)



      Gündüzalp’e göre, öğretmenlerin meslek heyecanlarını diri tutmak, eğitimleri süresince verilen genel ve mesleki bilgilerle donatmaktan daha önemlidir. ‘Meslek Heyecanını Diri Tutmak Meselesi’ başlıklı yazısında (İlköğretim dergisi,1952 Sayı: 326) bunu belirtiyor: “Öğretmenlerin meslek heyecanlarını besleyecek yayınlara, konferanslara, tartışmalı toplantılara bugünkünden çok daha fazla önem verilmelidir. Özellikle meslekte büyük başarılar göstermiş ve meslek heyecanını yıllarca ve her şeye rağmen diri tutabilmiş meslektaşları arayıp bulmalı, bunları-her türlü vasıtaya başvurmak suretiyle-örnek olarak bütün meslektaşlara tanıtmalıdır.” (3)

   

     Elbette eğitimin tüm sorunlarının iyi öğretmenle çözüleceği söylenemez. Gene de, “nasıl bir eğitim?” diye sorulacaksa, ilkin “nasıl bir öğretmen?” diye sorulmalıdır. Başka bir deyişle, eğitimin nitelikli olması isteniyorsa, ilkin nitelikli öğretmenin yetiştirilmesi gerekir. Öğretmenin niteliği neyse eğitimin niteliği de odur çünkü. Bir okul öğretmenleri kadar iyidir. 

   Gene Gündüzalp’e göre öğretmenlik bir meslektir. Doktorluk gibi, mühendislik gibi öğretmenlik de kendine özgü özellikleri olan bir meslektir diyor. Lise, üniversite çıkışlıları, emekli subayları öğretmen olarak çalıştıranların iki yanlış anlayışa dayandığını belirtiyor.  Birincisi, ‘bilen öğretir’ anlayışı… Öğretmekle eğitmeyi aynı şey sayma yanılgısı, bu da ikincisi…  Gündüzalp’e göre, bilmek, öğretmek için gerekli ama yeterli değil. Bir de nasıl öğreteceğini bilmek gerekir. Nasıl öğretileceği de ( öğretmenlik meslek bilgisi/pedagojik formasyon) öğretmen okullarında kazanılır. Bu sürecin de bilimin kılavuzluğunda işlemesi gerekir. Hayatta en gerçek yol göstericinin bilim olduğuna inanan biri o. Gündüzalp bu konudaki düşüncelerini 1960’da yazıya dökmüş. (4)

     Hoş, daha 1851’de İstanbul Darülmualimini Müdürü Ahmet Cevdet Efendi hazırladığı ‘Nizamname’de, öğretmenliği bir meslek olarak belirlemişse de, bu, kâğıt üzerinde kalmıştır. (Akyüz, 1997: 154).

     II. Meşrutiyet döneminin Maarif Nazırı Emrullah Efendi ( üstelik eğitimi çağdaşlaştırma çabası içindeydi) , bir gazeteye verdiği demeçte (1910), yalnızca okuma-yazma bilenlerin bile öğretmen olabileceğini söylemiştir. . Bunlar da kimler olacak, tabii ki -ezici çoğunlukla-medrese kökenliler ve imamlar… (Akyüz, 1997: 245)

     1915 tarihli Darülmuallimin ve Darülmuallimat Nizamnamesi’ne göre (md. 16), sultanilerin parasız öğrencilerinden tembel ve yaşı ilerlemiş olanlar-cezalandırılmak için-zorla İstanbul Darülmuallimini’ne  aktarılacaktır. (Akyüz: 1978: 78) Gündüzalp  bunların tanığı olmuştur. Boşuna değil, öğretmenlik bir meslektir diye çığlık atması…

      İbrahim Alâaddin (Gövsa) -İstanbul Darülmuallimini müdürüyken- şöyle yakınıyor: Okuryazar olan herkes ülkemizde öğretmen adayıdır. Avare ve işsiz gençlerden tutun da emeklilere kadar herkes bu meslek için yetkili oluyor (Akyüz, 1978: 87)

     Gelelim Cumhuriyet dönemine… 439 sayılı yasayla (1924) öğretmenliğin bir meslek olduğu vurgulanmışsa da; 1973 tarihli, 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasası’nda (md. 43), öğretmenlik özel uzmanlığı gerektiren bir meslektir denilmiş olsa da, dışardan öğretmen atana atana 2003’e gelindiğinde ilkokul öğretmenlerinin geldiği kaynak sayısı 433’e çıkmıştır (Akyüz, 2003: 180)





          

            ÖĞRETME-ÖĞRENME SÜRECİNE İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ



     Çocuğu Tanımak



     Gündüzalp, çocuğu tanımak, ama her yönüyle tanımak gerekir diyor. (4) Çocuğu tanımak içinse tanıma tekniklerini kullanmak, sonra da her çocuk için uygun olan eğitsel önlemleri almak gerekir.

     “(…) Eğitim görevini iyice kavramış ülkücü bir öğretmen, her fırsat ve vesileden faydalanarak öğrencilerinin ana baba veya velileri ile temas edecek, onlara okulu ve kendisini tanıtmaya ve sevdirmeye çalışacak, eğitim ve öğretimde takibettiği amaçları ve metotları – samimi ve dostça konuşmalarla – anlatacak, onların da bu amaçlara ve metotlara hiç olmazsa aykırı hareket etmemelerini sağlamağa çalışacaktır. Biliyoruz ki çocukları iyi terbiye edebilmek için onları teker teker bütün özel kabiliyetleriyle ve içinde yaşadıkları çevre şartlariyle birlikte tanımamız lazımdır. Öğretmenin ana babalarla temas etmesi ona, öğrencileri hakkında bu bakımdan da gayet değerli bilgiler kazandırır. Bir öğretmen herhangi bir çocuğun ana veya babasını okula çağırmakla iktifa etmemeli, gerekirse ana babaları evlerinde ziyaret etmelidir (…) “ (Gündüzalp ve Uyanık, 1964, 62)

   

     Sınıftaki Öğrenci Sayısı



     Gündüzalp sınıfların kalabalık oluşundan yakınıyor, 1950’li yıllarda. Bir sınıftaki öğrenci sayısı 30’u geçmemeli diyor. Ne yazık, ne acı ki Gündüzalp’in koyduğu hedefe altmış yıl sonra bile   ulaşabilmiş değiliz. V. Suhomlinski ne güzel demiş: “Bir öğrenci öğretmenin belleğinde bulanık ve şekillenmeyen bir yüz olarak kaldıysa, öğretmen ona hiçbir şey vermemiş demektir.” (Sarıhan, 2007: 48) Sınıftaki öğrenci sayısı azsa o ölçüde sağlıklı, etkili iletişim kurulur, yoğun etkileşim oluşur, öğrencileri tanımak da kolaylaşır, onlara adlarıyla seslenmek de…  Adının bilinmesi, söylenmesi çocuğu çok mutlu eden bir şey, çocuğu okula da öğretmene de sevgiyle bağlar.

     Neill’in (1978: 314) dediği gibi, “Kalabalık sınıfı olan öğretmenin tokatı, rahat birinde görülen bir nefret olayı değildir. Bu yalnızca kolay bir yoldur. Bunu ortadan kaldırmanın en iyi çaresi kalabalık sınıfları ortadan kaldırmaktır.”      



     Kişilik Eğitimi



     Önceden de değinildiği gibi, Gündüzalp öğretime, eğitimden daha çok yer verildiğinden yakınıyor hep. Eğitime önem verdiğini söyleyen öğretmenlerin de aslında sadece zihinsel gelişime ağırlık verdiklerini belirtiyor. (4) Oysa Gündüzalp kişilik eğitiminden söz ediyor. Onun dert ettiği kişilik eğitimi günümüzde de eksikliğini duyumsatıyor.

     Gündüzalp, duygu ve istenç (irade) eğitimini, özcesi kişilik eğitimini önemseyen öğretmen çok az diye yakınıyor. Ne yazık ki bugün de öyle, okulda en çok savsaklanan, göz ardı edilen duyuşsal alan, duygu ve kişilik eğitimi…

   

     Ezber



     Gündüzalp, ezberci eğitime karşı çıkmıştır hep. (3) Uygulamalı eğitimi, çocukların iş başında öğrenmelerini savunmuştur. (4) Her bellenen, her akılda tutma ezber değildir kuşkusuz. Ezber, anlamadan, kavramadan, nedenini nasılını bilmeden, eleştirip sorgulamadan bellemedir.

     “Ezberlenen bilgi doğru yanıtın verilmesine yol açabilir, fakat öğrencinin düşündüğü anlamına gelmez. (…) Derinlikli bilgiye sahip olan bir öğrenci konu hakkında daha fazla şey bilir ve bilgisinin parçaları birbiriyle daha zengin bir şekilde bağlantılıdır. Öğrenci yalnızca parçaları değil, bütünü de anlar.” (Willingham, 2011: 83-84)

     Özünde merakla kuşkuyu barındırmayan bilgi, ezber bilgidir. Ezberci, ilişkileri kurmadan bilgileri tümce tümce dizer. Aslında anlamlı tümce söylemek de yetmez, bunu-sözcük düzeyinde-papağan da yapar. Ezberci bağlantıları kuramaz, bilgileri düzenleyip bütünleştiremez. Bilmek, ilişkileri bilmektir. Oysa ezbercinin kafasındaki bilgiler birbiriyle ilişkisiz, parça parça, kopuk kopuktur. Ezberci bireşim yapamaz (Nas, 2012: 77)



    Demokrasi ve Eğitimi



     Gündüzalp, ‘Demokrasi: Eğitimin Bir Numaralı Aracı’ başlıklı yazısında (İlköğretim dergisi, 1949 Sayı:255-256), “Demokraside yurttaşlar, seçim hak ve özgürlüklerinden başka, tabii kanun çerçevesi içerisinde, istediği dine ve felsefi mesleğe inanmak, düşüncelerini sözle ve yazı ile yaymak, toplantılar yapmak ve cemiyetler kurmak gibi özgürlüklere de maliktir (Erkinlik ilkesi)” diyor (Binbaşıoğlu, 2014:577).      

     Ne ki Gündüzalp’e göre (1957), seçmen olan yurttaşların çoğunun okuma-yazma bilmediği bir ülkede demokrasi tam anlamıyla gerçekleşmez. (4)

    Aslında “sorunumuz, demokrasiden önce eğitimdi. İnsana saygıya bağlı bir eğitim olmadan demokrasi sadece laftır.” (Kuban, 2014) Yurttaşa seçim mührü götürülmeden önce aydınlanmanın ışığı, laik ve bilimsel eğitim götürülmeliydi. Seçim sandıklarından önce okullar kurulmalıydı. Çünkü “bizim ‘sandıksal demokrasi’ diye tanımladığımız, sandıkta başlayan ve sandıkta biten, insan haklarını, özgürlüklerini içermeyen popülist bir rejim… Bu da bir nevi otoriter rejimdir, demokrasi değil.” (Ersin Kalaycıoğlu, Orhan Bursalı’nın yaptığı söyleşi, Cumhuriyet Bilim Teknoloji,02.08.2013 Sayı:1376)

     Halkı aydınlatmak yönetmekten zordur, demiş J.J. Rousseau. Aydınlanmış halkı yönetmek daha da zordur. Başta Atatürk olmak üzere ‘kuruluş dönemi’nin yöneticileri bu zor yolu seçmişlerdi.

     Gündüzalp onun için Türkiye Cumhuriyeti’nin tek partili dönemine ‘intikal devri’ diyor. (4)

     Gündüzalp, ‘Amerikalı Eğitim Uzmanları ve Demokrasi’ (İlköğretim dergisi, 1952 Sayı: 324) başlıklı yazısında şunları söylüyor: Çocuklara demokrasinin gerektirdiği nitelikleri kazandırmak için okulda geniş ölçüde demokrasiyi yaşatmak gerekir. Demokrasiyi içselleştirmiş yurttaşları yetiştirmek için gerekli olan en büyük güç, eğitim ve öğretimdir, en güçlü araçsa okul ve öğretmendir. (3) ‘Okullarımızda Kendi Kendini İdare ve Demokrasi Eğitimi’ başlıklı yazısında da (Tedrisat Mecmuası, 1957 Sayı: 53), öğrencilerin yetenekleri, gizilgüçleri-en güzel-demokratik ortamlarda gelişir, serpilir, diyor. (4)



  



  Disiplin



     Gündüzalp daha 1924’te –‘Talim ve Terbiye Teşkilatımızda Buhran’ adlı kitabında- katı disiplinden yakınıyor, demokratik eğitimin uygulanmasını istiyor. Şöyle diyor: “(…) Çocuklarımızı cesaretsiz yapan, onların girişim ve nefse güven gibi hasletlerini yok eden en önemli etken, okullarımızın disiplin konusundaki hatalarıdır. Biz hâlâ okul hayatını kışla hayatından ayıramadık. Çocukların en ufak davranışlarına varıncaya kadar karışmayı, onların başlarında daima emredici ve hükmedici durumda bulunmayı öğretmenliğin zorunlu gereklerinden sayıyoruz. 7 yaşından 15-20 yaşlarına kadar hep emir, gözetim ve vasilik altında yaşamaya, kendi kendine hiçbir iş yapmamaya alışan gençlerin, hayata atıldıkları zaman, bu alışkanlıklarını ancak hükümet daireleri ve kalem hayatı tatmin ediyor. Bunlar icat ve yaratmaya, etkinliğe, kişisel girişime, cesarete dayanan işlerden nefret eden, kölelik hayatına meftundurlar” (abç). (Akt. Binbaşıoğlu, 2014: 576-577)

     Gelgelelim aradan doksan yıl (2013) geçtikten sonra bir Bakan (Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar) çıkıyor, Türkiye konumu gereği buluşçu (mucit) çıkaramaz, diyor. Gençlere de, bu ülke Müslüman bir ülke, tarihten gelen yapısı var. Öyle düşünmekle, yazmakla, araştırmayla zaman yitirmeyin, pratik olun diye sesleniyor (Gürses, 2013).

      Sözü edilen Bakan bizde buluşçu (mucit) çıkmaz diyor, Gündüzalp’in yakındığı, eleştirdiği çağdışı eğitim uygulanırsa çıkmaz tabii, ne sandınız… Ünlü Bilimci Richard Dawkins hesaplamış, tüm Müslümanların aldığı Nobel ödülü sayısı, Cambridge Üniversitesi’nin Trinity Koleji’ndeki bilimcilerin aldığından daha az (Kongar, 2013)





         KÖY EĞİTİMİNE VE KÖY ENSTİTÜLERİNE İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ



     Gündüzalp, daha 1921’de, Maarif Kongresi’nde, o zamanki öğretmen okullarının köye uygun öğretmen yetiştirmediğini söylemiş, kent öğretmen okullarının yanı sıra köy öğretmen okullarının açılmasını önermiştir. Ama yarkurul (komisyon) üyelerinden destek görmemiş, üstelik Yarkurul Başkanı Nafi Atuf (Kansu) tarafından eleştirilmiştir. (4)

     Ne ki köy öğretmen okullarının açılmasını John Dewey de önerince, Mustafa Necati’nin Maarif Vekili, Nafi Atuf’un (Kansu)  müsteşar olduğu yıllarda üç yıllık köy öğretmen okulları (Kayseri-Zincidere, 1926 Denizli, 1927) açılmıştır. (4) Bu da Gündüzalp’in ne kadar öngörülü olduğunu, ülke gerçeklerini hep göz önünde tuttuğunu gösteriyor. Öyle ki her okulda bir doktorun, hiç değilse büyük okullarda bir psikoloğun bulunmasını istiyor. Her köyde okuma odası açılmasını öneriyor. (4)  Eğitime ilişkin sorunları görüyor, bu sorunların çözülmesi için kafa yorup çareler arıyor.

     Gündüzalp 1920’lerde Anadolu köyünü, köylüsünü nasıl görüyor, ona bir bakalım. “En mutlu ve bereketli yıllarda bile-geleneksel yöntemin etkisi altında-ancak kendi evinin ekmeğini sağlayabilen Türk çiftçisi, asker olan ve sürüp giden harplerde ölen, en işgüzar ve kuvvetli üyelerinden yoksun kaldıktan sonra, bunu da sağlamaktan âciz bir hale gelmiştir.(…)” (Talim ve Terbiye Teşkilatımızda Buhran, 1924  Sadeleştirip aktaran Binbaşıoğlu, 1999: 154)

      Yukarıda acı gerçeğini anlattığı köylere, gene aynı kitabında nasıl bir öğretmenin gerekli olduğunu da belirtiyor. “(…) Şunu mutlaka teslim edelim ki, köy öğretmenliği için yüksek bilgiden çok sağlam ahlak ve karakter gereklidir (abç). (…) Hele bir öğretmen, bildiğini mutlaka uygulayabilmeli, bilgin olmaktan çok, araştırıcı olmalı ve öğretim yöntemlerini iyi kullanmaya çaba harcamalıdır” (abç). (Sadeleştirip aktaran Binbaşıoğlu, 1995: 16)

   Gündüzalp, köy enstitülerinin açılmasını sevinçle karşılamış, kapatılırken de köy enstitülerini savunan yazılar yazmıştır. (3) Zaten o köy enstitüleri için esin kaynağı olanlardan birisidir. Daha 1952’de, köy enstitüleri resmen kapanmamışken, ‘Köy Enstitüleri Tarihe Karışırken’ başlıklı yazısında (Yeni Okul dergisi, Sayı: 12) , köy enstitülerini kent öğretmen okullarına çevirmek büyük bir yanlış olacaktır diyor. Yok, ille de kapatılacaksa, öğrenim süresinin altı yıla çıkarılıp köy öğretmen okulu olarak eğitimi sürdürmelerini öneriyor. (4)

     Yeri gelmişken-az da olsa- köy enstitülerine değinelim.

      Atatürk “Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.” diyor ya (1 Kasım 1937), köy enstitüleri de tarihsel koşulların, toplumsal gerçeklerin ürünüdür, öz be öz bizimdir, özgündür. Tersine, UNESCO önerdi, başka ülkeler bizden örnek aldı. John Dewey, “Son yıllarda düşlediğim okullar Türkiye’de kurulmaktadır. Bu okullar köy enstitüleridir” diyor (Dursun Kut’tan (2000) akt. Pazarlı, 2001:179).

     Köylüye efendiliği çok gördüler. Yurtsever, üreten, aydın ve aydınlatan insanların yetişmesini istemediler. Köy enstitülerini kapattılar, Türkiye’nin ışığını söndürdüler. Kapatanlar, ‘milletin kazancının milletin kesesine’ gitmesini istemeyenler…

     Kendini halkın efendisi sanan kimi vali, kaymakam da, haksızlıklara başkaldıran, sözünü sakınmayan köy enstitülü öğretmenlerden hoşlanmadılar. Nasıl hoşlansınlar, o zamana kadar “evet efendim, sepet efendim”, “buyurduğunuz gibi efendim” denmesine alışmış olan bu yöneticiler, dik duran, eleştiren, kendini ezdirmeyen köy enstitülülere dayanamadılar.  

      Gündüzalp’in bir önerisi de şu: ‘Yöneticiler, memurlar halkın amiri değil, hizmetçisidir’ anlayışını ‘demokrasi dini’ olarak aşılayalım. (3)



      Son söz: Fuat Gündüzalp bir kurum gibi çalışmıştır, zaten ‘kurum kişi’dir, bir bilgi pınarıdır o. II. Meşrutiyet aydınlanmasının Cumhuriyet’e bir güzel armağanıdır. (5)

                                                           

                                                          KAYNAKÇA



Akyüz, Yahya (1978) Türkiye’de Öğretmenlerin Toplumsal Değişmedeki Etkileri Ankara: Kendi Yayını     

___________  (1997) Türk Eğitim Tarihi 6. Baskı İstanbul: Kültür Üniversitesi Yay: 1

____________(2003) “Osmanlıdan Günümüze Öğretmen İstihdamı İlke ve Politikalarına Eleştirel Bir Bakış” Öğretmen Yetiştirme ve İstihdamı Eğitim-Sen Yay. (165-188)

Binbaşıoğlu, Cavit (1995) Türkiye’de Eğitim Bilimleri Tarihi MEB Yay: 2795

_______________(1999) Cumhuriyet Dönemi Eğitim Bilimleri Tarihi Ankara: Öğretmen Hüseyin Hüsnü Tekışık Eğitim Araştırma Geliştirme Vakfı Yay: 2

______________  (2014) Başlangıçtan Günümüze Türk Eğitim Tarihi 2. baskı Ankara: Anı Yay.

 Bloom, Benjamin S. (1979) İnsan Nitelikleri ve Okulda Öğrenme ( Çev. Durmuş Ali Özçelik) Ankara: MEB Yay.

Ertürk, Selahattin (1984) Eğitimde ‘Program’ Geliştirme 5. baskı Ankara: Yelkentepe Yay.

Fidan, Nurettin (1986) Okulda Öğrenme ve Öğretme Ankara: Kendi Yayını

Gordon, Thomas (2001) Etkili Öğretmenlik Eğitimi (Çev. Emel Aksay Ed. Birsen Özkan) İstanbul: Sistem Yay.

Gündüzalp, Fuat (1951) Öğretmen Meslek Kitapları Kılavuzu (1939-1948) Cilt: II MEB Yay.

______________ (1955) Öğretmen Meslek Kitapları Kılavuzu (1949-1953 Cilt: III Maarif Vekâleti Yay.

______________ ve Uyanık, Muvaffak (1964) Teşkilat ve İdare 9. Baskı MEB Yay.

Gürses, Can (2013) “Gereksiz Bilginin Gerekliliği” Cumhuriyet Bilim Teknoloji dergisi 20.09.2013)

Kerschensteiner, Georg (1947) İş Okulu Kavramı (Çev. Fuat Gündüzalp)  Ankara MEB Yay.

Kongar, Emre (2013) “AKP Niçin Çağın Gerisindedir?” Cumhuriyet, 13.08. 2013)

Kuban, Doğan (2014) “Türkiye’de Neden Demokrasi Olsun?” Cumhuriyet Bilim Teknoloji 17.01.2014 Sayı: 1400

Nas, Recep (2006)Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi 3. Baskı Bursa: Ezgi Kitabevi Yay.

_________(2012) İnsan Olmak Öğretmen Olmak Bursa: Ezgi Kitabevi Yay.

_________(2015) Sağlıklı Öğretmen-Öğrenci İlişkileri (Sınıf Yönetimi) Bursa: Ezgi Kitabevi Yay.

Neill, A. S. (1978) Bir Eğitim Mucizesi: Summerhill (Çev. Güler Dikmen) İstanbul: Hürriyet Yay.

Pazarlı, Meral (2001) Demokratik Eğitimde Bir Anıt Kurum Köy Enstitüleri Ankara: Güldikeni Yay.

Rufer, Alfred (1962) Peztalozzi ve Devrim (Çev. İ. Hakkı Tonguç, Fuat Gündüzalp, Rauf İnan) İstanbul: İmece Yay.

Sarıhan, Zeki ( 2007) İyi Öğretmen Olmak Ankara: Öğretmen Dünyası Yay.

Willingham, Daniel T. (2011) Çocuklar Okulu Neden Sevmez? (Çev. İnci Katırcı) İstanbul: İthaki Yay.



1.       https://tr.wikipedia.org/wiki/Selanik (Erişim: 15.02. 2016)

2.       Nuri Yılmaz  www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423881172.pdf  (Erişim: 14.02.2016)

3.       Cavit Binbaşıoğlu   http://cavitbinbasioglu.org/cavitbinbasioglu/yayinlari/makaleleri/  (Erişim: 09.02.2016)                                                                                                                     

4.       Mustafa Güçlü  www.turkishstudies.net/DergiPdfDetay.aspx?ID=6482  (Erişim: 08.02.2016)    

5.       Niyazi Altunya  www.cumhuriyetarsivi.com/katalog/192/sayfa/1984/5/30/2.xhtml  (Erişim: 11.03.2016)

                                                                                                                                                                  

(*) Öğretmen Dünyası Yayınları Tanıtım Dizisi: 5  Bu çalışma, Öğretmen Dünyası dergisinin  (Ağustos 2016 Sayı: 440) parasız eki olarak sunulmuş, Öğretmen Dünyası Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Sayın Nazım Mutlu’nun izniyle de bu ‘blog’a konmuştur.