5 Nisan 2024 Cuma

MÜFETTİŞİM RECEP NAS İLE SÖYLEŞİ


                MÜFETTİŞİM RECEP NAS İLE SÖYLEŞİ (*)



SÖYLEŞİ: AHMET KOÇAK

     

     Eğitimin her kademesinde görev yapmış, öğretmenlere yol gösteren kitaplar yazmış bir akademisyen olarak eğitimin bugünkü durumunu değerlendirir misiniz?

     Bugün dünden, çok da önceden başladı. 1946'dan bu ana adım adım Atatürk ilkelerinden, devrimlerinden birkaç oy uğruna ödün verile verile bugünlere geldik. 1946'da halkçılar gitti, popülistler geldi iş başına. Halkçı halk yararına çalışır, popülistse halka yaranır. Halkçı halkın gereksinmelerini önemser, popülistse cahil bıraktığı halkın isteklerini öne çıkarır. Cahil bırak beyninden sana bağlansın, yoksul bırak karnından sana bağlansın, istedikleri bu. Hele 12 Eylül (1980) Aydınlanmacıları, ilericileri, sosyalistleri ezdi geçti, gericilere, tarikatlara alan açıldı.
     Demokrasinin olmazsa olmaz önkoşulları var. Güçlü bir ekonomi, bu da yetmez, hakça, dengeli bir gelir dağılımı... Laiklik de demokrasinin önkoşuludur. İşte Atatürk devrimlerle demokrasiye giden yolu düzlüyordu, altyapısını hazırlıyordu. Laiklik içsel yönelimli, içtenlikli dindarların da güvencesidir.  Laiklik din ve vicdan özgürlüğünü sağlar çünkü. Ama dinin siyasetin, eğitimin, devlet işlerinin, hukukun dışında kalması koşuluyla...
     Eğitimin bugünkü durumuysa içler acısı.  Neredeyse bütün okullar İmam Hatipleştirildi. Seçmeli dersler adıyla din içerikli dersler artırıldı. Aslında kapalı olan, yasak olan tarikatlar, cemaatlar ellerini kolların sallaya sallaya okullara giriyorlar. Öğretmenlik meslek bilgisi olmayanlara, çocuk psikolojisinden anlamayanlara okulların kapıları ardına kadar açıldı. Oysa Milli eğitim Temel Yasasına göre öğretmenlik özel uzmanlığı gerektiren bir meslektir. Ne yasa dinliyorlar, ne anayasa...Bütün bunlar neden yapılıyor, insanların yaşamlarını yitirince mekânları cennet olsun diye mi? Yoo, hayır. Tek amaçları, yurttaşlar yeniden tebaa olsun, onlara biat etsin, oy deposu olsun. Saltanatları da sürsün gitsin. Einstein'ın deyişiyle, bir ülkenin geleceği, o ülke insanlarının göreceği eğitime bağlıdır. Harf devrimini, Millet Mekteplerini düşünün, Atatürk'ün önderliğindeki genç Türkiye Cumhuriyeti okuyan, eleştirel düşünen, soran, sorgulayan insanlar yetiştirmek istiyordu. Aydınlanma süreciydi bu. Aydınlanma, Kant'ın deyişiyle, bir kılavuza gereksinme duymadan aklını  kullanma yürekliliğidir.  Ümmetten ulus, tebaadan yurttaş, kuldan birey yaratılmak isteniyordu. Bu da bilimin ve aklın kılavuzluğuyla olacaktı. Şimdi bu tersine çevrilmek isteniyor. Atatürk uyarmıştı bizi (1923): “(...) Tarihimizi okuyun, göreceksiniz, milleti mahveden, tutsak eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.”

     Son yıllarda yaşananlar sizi endişelendiriyor mu? Bu konudaki görüşlerinizi belirtir misiniz...
      
      Hem de nasıl... Atatürkçü olup da, çağcıl, demokrat olup da, emekten yana, Aydınlanmacı  olup da kaygılanmamak olası mı? 21. yy.ın ilk çeyreği bitmek üzere, şu yapılanlara, olup bitenlere bakın. Anayasa yok, hukuk yok. Anayasa Mahkemesi dinlenmiyor.
     Bir öğretmen olarak beni en çok kaygılandıransa 4-6 yaş arası çocuklar için Kuran Kursu açılması... Bu çocuklar somut düşünüyorlar, soyut düşünce henüz yok. Sorgulama yetileri gelişmiş değil, söylenene inanırlar. Ölüm bilinci yok. Hayalle gerçeği ayıramaz. İnanma gereksinmesi duymaz. Oyun çağı çocukları bunlar. Bu çocuklara cennetten, cehennemden, şeytandan, melekten, cinden söz ederseniz, sadece korkutursunuz. Korku da beyni dondurur. Korku kültürüyle çocukların beyinlerini tutsak ediyorlar. Çok yönlü, eleştirel düşünmesin, neden-sonuç ilişkilerini doğru değerlendiremesin, aklını kullanmasın, sadece inansın. Zihin paraşüt gibidir, açılmazsa işe yaramaz. On beş yaşından önce din eğitimi verilmez, çocuklara yapılan aslında insanlık suçudur. Okula aç giden çocuklara bir öğün parasız yemeği çok görenler, camilere götürüp onların dinlenmeleri, eğlenip oynamaları gereken haftasonlarını da çalmaya hazırlanıyorlar.
     Gelişmiş ülkeler çocuklarına 21.yy. becerileri kazandırıyorlar, etkili iletişim, bağımsız karar verme, ilişki yönetimi, öğrenmeyi öğrenme, eleştirel düşünme, hesap verebilirlik, yaratıcılık gibi. Şimdi de değil, yıllar önce eğitim fakültesinde bir öğretim üyesi derste 'çocuklarda yaratıcılık' deyince, birkaç öğrenci itiraz etmiş, “Yaratıcılık sadece Allaha mahsustur” diye. Bu becerileri geliştiren en uygun iki ders, felsefe ve mantık dışlanıyor, neredeyse okutulmayacak.
     Birçok ülkede Bilim, Teknoloji, Yenilik (inovasyon) Bakanlıkları var. Yapay Zekânın ne getirip ne götüreceğini, nasıl verimli kullanılabileceğini tartışıyorlar. Yapa zekâ kendi kendine öğrenmeye başlamış, 300 milyon kişinin tam zamanlı işini ellerinden alacak, deniyor. Demek ki gençlerimiz sadece dünya gençleriyle değil, yapay zekâyla da yarışacak. Hangi donanımla, ÇEDES'le mi? Kulağa ne hoş geliyor değil mi, çevreye duyarlılık... Oysa ormanlar elden çıkarılıyor, orman özelliğin yitirmiş diye yapılaşmaya açılıyor. Uzmanlara göre yıldırım düşse bile orman kendini yenileyebiliyor. Çocuklara şarkı söyletirdik: Dağlar taşlar ağaç olacak, diye. Tersine, ormanlar dağ taş oldu. Değerler dedikleri de 1400 yıl öncesinin 'nas'ları.

    Uzun yıllar çalışan insanlar emekli olduktan sonra da çalışmaya, topluma ışık tutmaya devam ederler. Emeklilik yıllarınızı nasıl değerlendirdiniz, değerlendiriyorsunuz?

     Bir zamanlar çok tartışıldı, insanın boş zamanı var mıdır, yok mudur? Bence yoktur. Dinlenme, dostlarla söyleşme zaman öldürücü değil, tabii kararınca yapılırsa... Hani denir ya, tiyatro oyuncusu sahne tozunu yuttu mu iflah olmaz, diye. Ben de tebeşir tozu yuttum yıllar yılı. Vazgeçebilir miyim?      Ben okuyorum, yazıyorum. Çağırırlarsa konuşmalar yapıyorum. Dergilerde çıkan yazılarımı, 'blog'um var benim, orda biriktiriyorum. Dedim ya, daha çok okuyorum. İnsanın, okudukça okuyası gelir. Okumadıkça da okumaz. Auguste Blanqui'ın sözünü severim: Mide açlığı alışamaz, ama beyin açlığa çabucak alışır. Yarın derse girecekmişim gibi çalışıyorum ben, öğrenmeyi sürdürüyorum. 21. yy. becerilerinden biri de bu zaten, yaşam boyu öğrenme...
     Öğretmen adaylarına derdim, öğretmenlik 24 saat. Ders zille değil, derse hazırlanırken başlar. Sonra da onlar adına kendime itiraz ederdim. İnsaf be hocam, uyumayacak mıyız? Uyuyacaksınız, hem de derin, deliksiz uyuyacaksınız ki o gün enerjiniz yüksek olsun. Uyuyacaksınız da, düşünüzde dersi göreceksiniz. İnanır mısınız, emekli olduktan sonra değişik zamanlarda belki on kez derse ilişkin düş gördüm. Her düşte de derse geç kalıyormuşum ya da içeriği yetiştiremiyormuşum,  kan ter içinde uyanırdım. Oh! Çok şükür düşmüş.

     Sinema ve dizi oyuncusu Devrim Nas'ın oğlunuz olduğunu ortak dostumuz Zeki Baştürk'ten öğrendim. Hayranlıkla izlediğim Devrim Bey'in öğrenim ve oyuncu olma sürecinden kısaca bahseder misiniz?

     Devrim liseyi bitirince Boğaziçi Üniversitesi İngilizce Bölümü'nü kazandı. Ama gönlünde tiyatro vardı. Annesi de ben de tiyatroya düşkündük. Köylerde öğretmenken büyüklerle de oyunlar sahnelerdik. Zaten 1960'lı yıllar tiyatronun altın yıllarıydı.  Devrim'i daha ilkokuldayken Edirne'ye, İstanbul'a çocuk oyunlarına götürürdük. Yine ilkokuldayken Aziz Nesin'in Pırtlatan Bal oyununda rol aldı. Daha 12 yaşındayken sorulduğunda oyuncu olacağım, derdi.
     Lisedeyken Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu'nda açılan kursa katılmasını önerdim. Çevresi genişlesin, yeni yeni arkadaşlar edinsin istiyordum. Orda da tiyatro sevgisi pekişti iyice. Boğaziçi için kayıt yaptırmaya gidince tiyatro sınavlarına da girmiş, orayı da kazanmış. Hangisine gidecek? Kimi dostlar tiyatro diyordu, İngilizceyi kurslara giderek de öğrenirsin. Kimisi de Boğaziçi bırakılır  mı, tiyatroyu hobi olarak yaparsın diyordu. Ben en son sordum: Boğaziçi'ne gittin, dersler başladı, aklın nerede?? Tiyatro, dedi. Bitti. Tek istekte bulundum. İngilizce bilen bir oyuncu ol, öyle de oldu.   

     Devrim Bey'le yaşadığınız bir anınızı anlatmanız çok ilgi çekecektir. Hayranları için anlatır mısınız...

     Kırklareli-Babaeski'de ilköğretim müfettişiydim. Öğretmenlerle ayda bir seminer düzenliyordum. O ayki konu çocuk yazını (edebiyat) idi. Hazırlık yapıyordum. 1970'li yıllarda çocuklarca en çok okunan yazar Kemalettin Tuğcu'ydu.  Teftişlerde en çok hangi yazarı seviyorsunuz, diye sorduğumda onun adı söyleniyordu. 5. sınıftaki bir kız öğrenciye sordum,
     ^Neden seviyorsun Kemalettin Tuğcu'nun kitaplarını?
      “ Beni ağlatıyor.
       “Canım”, dedim. “Sana ağlamak mı yakışır, gülmek mi?
       “Gülmek ama...”
    Bu yazarın bir kitabını okuyordum, notlar alıyordum. Canımı sıkan sözler geçtikce de söyleniyordum. Devrim'in gözünden kaçar mı,
     “Baba kitabı sevmedin de neden okuyorsun?
      “Eleştirmek için” dedim.
     Aradan aylar geçti, yaz geldi. Annesiyle Şarköy'e gittiler. Ben sonradan gittim. Baktım, elinde kıytırık bir kitap var, gazeteciden almış.
     “Neden bu kitabı okuyorsun?
      Taşı gediğine koydu.
      “Eleştirmek için.”

     Okuyucularımız sizi merak etmiştir; nerede, nasıl bir ailede dünyaya geldiğinizi; unutamadığınız bir çocukluk, gençlik anınızı ister okuyucularımız. Lütfeden misiniz...

      Köy çocuğuyum. Annem, babam iki ağabeyim Romanya'dan gelmişler. 1934, Atatürk dönemi. Ev, kişi başı da onar dönüm tarla verilmiş. Annem, babam 'dini bütün' insanlardı. Dindardılar, dinci, dinbaz değildiler. Annemin tembihidir bana, sakın 'desinler' diye, gösteriş için yapma. Kul bilmesin, Allah bilir, derdi. Mevlitlerde ilkin Atatürk ve silah arkadaşları için dua edilirdi. İçtenlikli,    inancını siyasetle kirletmeyen Müslüman laik olur, onlar da laik insanlardı.
     Beş kardeştik ben en küçükleri, halk deyimiyle tekne kazıntısı. Okuyorum diye, küçüğüm diye kayırıldım, zor işlere koşulmadım. Annem de babam da dövmek ne, bağırmadılar bile bana. Annem Romanya'da mahalle mektebinde okumuş, babam okul yüzü görmemiş. Demek ki çocuk eğitiminde ilkin gerekli olan sevgi, sağduyu. İkisi de yetim kalmış. İki taraftan da ne ninem oldu ne dedem.
     Annem akça pakçaydı. Babamla ablamların biri esmerdi, bir de ben. Ama onlar benim kadar esmer değildi. Onun için – tabii sevdiklerinden - takılırlardı bana, seni sepetçilerden aldık diye. Onlara göre 'kara kuru'ydum. Annem sırtımı sıvazlar, kemiklerin elime geçiyor, derdi. Etin yağlı yerlerini bana yedirirdi.
     Ama ben 'kara kuru'luktan olumsuz etkilenmiştim. Bir yaz günü, nasıl olduysa, evde yalnız kalmışım. Ben anımsamıyorum, babam anlatırdı. Babam yedek parça almak için tarladan eve gelmiş. Beni bahçedeki fıçının suyuyla sabunu süre süre yüzümü yıkarken görmüş, yüzümü bembeyaz etmişim.
     “N'apıyorsun sen?
     “Beyazlıyorum be, beyazlıyorum” demişim.

     Öğrenim ve mesleki yaşamınızdan kısaca bahseder misiniz?

     Öğretmen okulunu bitirince dokuz yıl köy öğretmenliği yaptım. Çocukları, öğretmenliği seviyordum, mutluydum. Çevrem, özellikle Köy Enstitülü yazar Hasan( Kıyafet) Ağabey etkiledi beni. Örneği ilginçti. Okuyorsun, kendini yetiştiriyorsun ama şimdi koyaktaki bir avcısın sen, tarama alanın dar. Okursan tepeye çıkarsın, daha çok kişiye ulaşırsın, dokunursun. İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü'nde okudum.  Sekiz yıl ilköğretim müfettişliği yaptım. Ama sevmedim bu işi. Ben öğretmen okullarına öğretmen olmak istiyordum... 1981'de MEB yükseköğretmen okulu öğretmenliği için sınav açtı. O sınavı kazandım, Necatibey Yükseköğretmen Okulu'na atandım. YÖK kurulunca üniversitede öğretim görevlisi olarak çalıştım. Emekli olduktan sonra da ders vermeyi sürdürdüm, böylece 44 yıl öğretmenlik yaptım.

     Mesleki anılarınızı yazdığınız kitaplarda yeri geldikçe yazdığınızı söylemiştiniz. Öğretmenlik, müfettişlik ve akademisyenlikte yaşadığınız ilginç olaylar ve anılar olmuştur, desem anlatacak çok yaşanmışlıklarınız vardır. Paylaşmak ister misiniz?    

     'Er öğretmen' sanıyla öğretmenliğimin üçüncü yılında Ordu-Ulubey-Dikenlice Köyü'ne atanmıştım Önceki köyüm Bursa-Gemlik- Narlı Köyü'ydü, yıl 1962. Bursalıların bildiği gibi deniz kıyısında şirin bir köy. Ulaşımı kolay, gazetem her gün geliyordu. Şimdi burda köylülerin 'depebaşı' dedikleri yerde ben nasıl duracaktım... Ben silah altındayken babam yaşamını yitirmiş, üzülmeyeyim diye bana bildirmemişler, buraya gelmeden köyüme uğrayınca öğrendim. Üzülüyorum, bunalıyorum. Birden öğretmenimizin salık verdiği kitap geldi aklıma: Üzüntüyü Bırak, Yaşamaya Bak, Dale Carnegie'nin. İstanbul'dan getirttim. Okuyorum, kitaptaki bir şiir aklımı başıma getirdi. Üç dizesini söyleyeyim: Eğer dorukta çam olamazsan / Koyakta bir çalı ol, ama ol / Derenin kenarındaki en güzel çalı sen olmalısın. Kapattım kitabı, neyim ben? Köy öğretmeni, öyleyse bugünden tezi yok en iyi köy öğretmeni olmak için çalışacağım. Okuyordum ama, keyfe keder, roman, öykü, şiir... Eğitim kitaplarını da okumaya başladım. Meğer ben hiçbir şey bilmiyormuşum, bilmediğimi de bilmiyormuşum. Okumak, kendini yetiştirmek akıntıya karşı yüzmeye benzer, durursan gerilersin. İşte o anda başladım ben öğretmenliğe.
     Müfettişken, kasım ortalarıydı, 2. sınıfı teftiş ettim. Sınıf zayıf, ikirciksiz yetersiz verebilirim. İyi ama ben sadece ölçtüm, işin bir de değerlendirme yönü var. Öğretmenle konuştum, eşinden ayrılmış 'terk-i diyar 'eylemiş, bu sınıfı da alalı iki ay olmuş olmamış. Baktım iyi niyetli, 'iyi' rapor gönderdim. Aradan üç dört ay geçti, milli eğitim müdürlüğündeyken ,bir öğretmen sizi görmek istiyor dediler. O öğretmen. “Hocam” dedi. “Verdiğiniz o 'iyi'yi hak etmek için ben çok çalıştım, gelip beni bir daha teftiş etmenizi istiyorum.” Kazandım, insan yitirmek çok kolay, kazanmak zordur. Ben zoru seçtim, kazandım. Güven, güveni doğurur.
     Atanan, doğuya giden öğrencilerimle yazıştım. Neler eksik kalmış, hangi sorunlarla karşılaştınız, yazın bana, demiştim. Mektup yağdı bana, özellikle 1985-1992 arası. Hepsine de yanıt veriyordum. Bir öğrencim ailesiyle gitmiş. Diyor ki, ben eğitimle ilgi bir söz söylesem, nerden biliyorum bunu, Recep  Hocam söylemiştir, dermişim, farkında değilim. Bir gün gene babama bir söz söyledim, Recep Hocam anlatmıştır, dedim. Babam bıyık altından güldü. “Kızım, tutturmuşun Recep Hocam söylemiştir, Recep Hocam anlatmıştır. Kızım, bu sözü geen hafta ben söyledim sana.”
     Öğretmen iz bırakacak, ama yanakta değil, yürekte.

     Kırk yıl önce sınıfımda beni denetlediniz. Müfettişim, amirim olarak söyleşi yapma önerimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Güzel bir söyleşi oldu. Son olarak söyleyeceklerinizle söyleşiye siz son verin lütfen.

     Asıl ben teşekkür ederim, onurlandırdınız beni. Eli öpülesi, eğitim emekçisi öğretmenlere sesleneyim. Koşullar ağır, geçim zor.Ama bu çocukların suçu değil. Öğretmen adayları bana sorarlardı, Hocam siz hep gülümsüyorsunuz, sizin hiç mi derdiniz yok. Ben de derdim ki, hani bir türkü var   ya, bir offf çeksem karşı dağlar yıkılır, bir oofff çeksem Uludağ yıkılır, ama ben bunları sınıfa getirmem. Sınıfa güler yüzle girsinler. Yapmacıkda olsa bir gülüş insanı rahatlatırmış, Sonraki  neşeli bir kahkahaya kapı aralır bu gülüş .Neşeli, gülümseyen insan girdiği yere ışık saçar. Öğretme coşkusu öğrenciye öğrenme coşkusu olarak yansır. Gülmek, güldürmek dersin ciddiyetini bozmaz, tersine renk katar, ilgiyi toplar, coşku yaratır. Gülüş cümbüş işlenen deste öğrenme kolaylaşıyor, öğrenilenler kalıcı oluyor. Korku ve baskı altında öğrenilenlerse kalıcı olmaz.
     Günümüzde iyi bir öğretmenlik için bilgili olmak yetmiyor. Öğretme-öğrenme sürecinin verimli olması için öğretmenle öğrenci arasında çok özel bir sevgi bağının kurulması gerekir. Sevin ki sevilesiniz. Dersi iyi düzenlemek gerekli de yetmez, etkili öğretmen sevecen, cana yakın, şakacı, neşeli, sevilen, halden anlayan öğretmendir. Bir de okuyup kendilerini geliştirsinler. Kendilerini yenilemezlerse yinelerler. Altan Erbulak tiyatrocular için 'oldum' demek, 'öldüm' demektir dermiş. Bu öğretmenler için de geçerli.


(*) Bu söyleşi HABERDE BURSA gazetesinde (3-4-5 Şubat 2024) yayımlanmıştır.


20 Ocak 2024 Cumartesi

VERİMLİ DERS ÇALIŞMA TEKNİKLERİ 2

                             VERİMLİ DERS ÇALIŞMA TEKNİKLERİ 2 (*)

 

                                                                                                                Recep Nas

                                                                          

      Nasıl Öğreniyoruz?

 

     Bilgi, elektriksel sinyaldir. Beyinse bilgi işleme merkezidir, kimyasal bir bilgisayardır. İnsanın her ediminde (konuşmak, düşünmek, devinmek…) nöronlar arasında elektriksel, kimyasal iletişim oluşur. Bu sinirsel ağlar birbiriyle iletişim kurduğunda öğrenme gerçekleşir. Bağlantılar ne kadar çoksa öğrenme de o kadar anlamlı olur.

     Beynin gereksinmeleri oksijen, glikoz ve sudur. Glikoz (kan şekeri) gözelerin (hücre) yakıt kaynağıdır.  Kan beyne oksijen taşır. Su da oksijen taşımayı kolaylaştırır. Susuz kalan insanın öğrenme gücü düşer (Eyüboğlu, 2004 ).

     Nöronlar, öbür nöronlardan aldıkları sinyalleri işleyerek başka nöronlara – sinapsların (çok ince boşluk) aracılığıyla – iletirler.  Bir sinir gözesi öbür gözelerden ileti aldığında – iletideki elektrik yükünün miktarına göre – bu iletiyi başka gözelere geçirip geçirmeyeceğine karar verir. Elektrik yükü güçlüyse, yani merak, yoğun bir ilgi, dikkat varsa iletir. Gelen bilginin anlamı açık değilse ya da bağlanacak yer, yani önceki öğrenmeler yoksa bilgi (elektriksel sinyal) sonraki gözelere geçirilmez (Eyüboğlu, 2004).  Bakar, ama görmez. İşitir, ama dinlemez. Çünkü bilişsel dikkatini yoğunlaştıramamış, kafası başka yerde. İşte bu durumda ileti öbür gözelere geçmez. Bilişsel dikkat, ilgisiz noktalardan uzaklaşıp amaçlanan noktayla yalnız kalmaktır.  Böylece zihin amaçlanan noktadan gelen uyarıyı daha kolay, uzun süre işleyebilir (Ceylan, 2010).                                    

     Diyelim, öğretmen öğrencilere,

     “Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar” dedi. Bu söz anlamlıdır, ama öğrencilerce anlamı bilinmiyorsa, anlamaları için anlamlı tümce söylemek yetmez. Bu sözü, öğrenciler, anlamadıkları, zihinlerinde tutunacak, bağlanacak önöğrenmeler olmadığı için yineleye yineleye ezberleyebilirler sadece. Ezber, anlamadan bellemedir zaten, unutulmaya da yazgılıdır. Öğrenilenler anlamlandırılmazsa, önceki bilgilere bağlanmazsa kopuk kopuk bilgiler halinde kalır, bir süre sonra da uçar gider. Bir kulağından girer, öbür kulağından çıkar.

     Birçok öğrenme bir öncekine dayalı, bir sonrakini hazırlayıcıdır. Önöğrenmeler olmadan yeni öğrenmeler oluşmaz. Örneğin çocuk sayı kavramı edinmeden dört işlemi yapamaz, dört işlem becerisi kazanmadan dört işlemi gerektiren problemi çözemez. Onun için yeni bilgileri öncekilerle bağdaştır, kaynaştır. Bilgiler birbirine tutunsun. Gözeler arasındaki bağlantılar öğrenme yoluyla oluşturulur. Bağlantıların kalıcı olması için yeni bilgilerin eklenmesi gerekir. Beyne tanıdık gelsin, anlamlaşsın. Anladıklarımızı, anlamlandırdıklarımızı daha kolay anımsarız (Robertson, 2002: 36). Mide kendisi için zararlı olan bayat, bozulmuş besini nasıl kusma yoluyla dışarı atarsa, beyin de kendine yabancı gelen, anlamlandırılamayan bilgiyi- bağlantılar sağlanamadığından - tutmaz, bu kopuk kopuk bilgiler bir süre sonra yok olur (Eyüboğlu, 2004) Bunu önlemek için bilgiyi kitabilikten kurtar, kendi sözcüklerinle yeniden üret.

     Bilgi özümsenecek, kişinin malı olacak. Nasıl yiyecek yendikten sonra sindirilip özümsendiğinde o artık vitaminse, proteinse; bilgi de beyinde dışardan alınmış yabancı bir bilgi değildir artık, öğrenenin malıdır.    

      Kişi ilgi duyduğu, meraklı olduğu konuyu kolayca öğrenir. Aklı hep ona çalışır, sürekli ona kafa yorar. Albert Einstein “Benim özel yeteneklerim yok. Ben tutkulu bir bilme meraklısıyım” diyor.

     Yemek yemek için birincil koşul aç olmak değil, iştahlı olmaktır. Açsın, ama hastasın, iştahın yok, yiyemezsin. Öğrenmek için de birincil koşul bilmemek değil, istekli, meraklı olmaktır. Gençlerin en iyi bildikleri spor (özellikle futbol), müzik, araba, sevdikleri ünlüler… Neden? Çünkü onlara zaman ayırıyor, kafa yoruyor, onları ilgiyle izliyor. Tuttuğu takımın oyuncularını sayıveriyor, kaç gol attığını, kaç puanı olduğunu biliyor.

     Bir zamanlar Abbas Güçlü’nün televizyonda bir izlencesi vardı: Pozitif Eğitim. Sokaktaki gençlere sorular soruluyordu. İşte birkaç örnek:

     “BM genel sekteri kim?”

     Bilen olmadı, iki kişi ABD büyük elçisi, dedi.

     “19 Mayıs 1919 size neyi anımsatıyor?”

     Bilmeyenler de oldu. Birisi Samsun’un kurtuluşu, dedi.

     “Tanesi 50 kuruştan 14 simit aldım. Kaç lira ödeyeceğim?”

     Biri,” Ooohoo! Buna hesap makinesi lazım” dedi. Biri de “Ne ona kafa yorayım, simitçiye sorarım” dedi.

     “Dünya Futbol karşılaşmaları kaç yılda bir yapılır?”

      Hepsi bildi.

     

      Akış

 

     Ders çalışırken akışa geçin. Akış, kendini aşma duygusudur, Kişinin kendini bile unuttuğu ruhsal durumdur. Akış, özgüdülünmeyi sağlayan en uygun yöntemdir. Akışa geçen kişi dalar, kendini kaptırır, işine odaklanır, dikkati dağılmaz. Harcanan enerji en aza iner. Zaman, uzam (mekân) kavramı yiter. Nerde?  Vakit ne, sabah mı, akşam mı? Yüksek bir yoğunlaşma bu. Kulağının dibinde davul çalınsa duymaz denir ya, öyle işte. Yaptığı işe gömülür, tat alır. Algı yapılan işle sınırlıdır. Kendinden geçme duygusu neşeyi de kendiliğinden getirir. Neşe içinde öğrenilenler de kalıcı olur (Goleman, 1998: 119-124).    

     Bir doktor uzun süren zor bir ameliyattan sonra köşedeki molozu görüp ne olduğunu sormuş, meğer ameliyat sırasında tavanın bir bölümü çökmüş, ama doktor öylesine akış içindeymiş ki bunun ayırdına varmamış (Nas, 2015: 68).

     Mihaly Csikszentmihalyi, ressam tuvalin önünde bu resmi kaça satacağını, eleştirmenlerin ne söyleyeceğini, ünlenip ünlenmeyeceğini düşünmemeli, sadece resim yapmayı istemeli, resim yapmaktan tat almalıdır, diyor. Öğrenci de öğrenmek için ders çalışmalı, bu dersten geçip geçemeyeceğini, notu, sınavı düşünerek değil. Bir öğretim üyesi, üniversite sınavlarına hazırlanan bir tanışının oğluna hatır için ders veriyormuş. Öğrenci ilerleyen dakikalarda sıkılmış, “Hocam boş ver bunları” diyor, ”bu soruya ben nasıl yamuk yaparım, onu söyle bana”

     Akışa geçmek, duygularımızın katıldığı daha insanca, daha doğal öğrenmenin etkili bir yoludur. Kişi kendini çok iyi duyumsar, bu bir en gerçek ödül olan, içsel ödüldür (Goleman, 1998:119-124).  

 

     Anımsama- Belleme

 

     Öğrendiniz, anımsamanız için bu yeterli değil, unutmamalısınız. Öğrendikten sonra bu bilgileri kendi haline bırakamazsınız, işleyeceksiniz. Ne demiş atalarımız, işleyen demir pas tutmaz. Zihin bu bilgilerle hiçbir işlem yapmazsa – hiç değilse – bir bölümü unutulur. Öğrenilenler arada bir gözden geçirilecek, yeni öğrenilenlerle ilişkilendirilecek. Anlatılacak, tartışılacak. Kullanılacak, kullanılmayan bilgi unutulur. En iyi, gerçek sorunları çözerken öğreniriz. Yinelenecek, ama bu yineleme mekanik, tekdüze olmayacak, yeni durumlarda kullanılacak. Örneğin aritmetik işlemleri oyunların içinde yapılabilir.

     Bir daha vurgulayalım, anlamak, kalıcı olmasını sağlamak için ilgili bilgileri birbirine bağlamak gerekir. Öncekilerle ilişkilendir, birbirlerine tutunsunlar, yoksa yiter gider. Beyin, anlamlandıramadığı, bağlantı bulamadığı bilgileri yok sayma, atma eğilimdedir (Eyüboğlu, 2004). Sonrası, ay Allah, unutmuşum…

     Kimi bilim insanlarınca kuşkulu karşılansa da bellek çağrışımlarla çalışır. Anahtar sözcükler bilginin kapısını aralar. Bilgiyi ilgili olaya, örneğe, anıya, öykücüğe (anekdot), fıkraya bağla. Bunlar canlı, ilginç, akılda kalıcıdır, yanı sıra bilgiyi çağrıştırır, akla getirir. Beyin ilginç, gülünç olayları çabucak kaydeder.

     Danny Boyle’ın yönettiği (2009) Slumdog Millionaire  (Çaylak Milyoner) filminin kahramanı bilgi yarışmasında sorulan soruların tümünü bildi. Nasıl bilir, diye kuşkulanıldı, sorguya bile çekildi. Oysa o sorularla ilgili yaşantılar geçirmiş, serencamlar (Başa gelen bir durum ya da olay) atlatmış. Onda derin, silinmez izler bırakan olaylara dayalı sorular çıktı karşısına. Sorulan kavramları, zorlu hayatında kendisi deneyimlemiştir. Sorunun yanıtını düşünürken yaşadıklarını anımsar, yanıtı, deneyimleri üzerinden bulur. Bir örnek vereyim: Bir soruda tabancanın markasını bildi. Çünkü çocukluk arkadaşı ona bir tabanca doğrultmuş, o arada tabancanın markasını, özelliklerini de etkileyici biçimde söylemişti: Samuel Colt (Nas, 2012:162) Atalarımız boşuna dememiş, bir musibet (Sıkıntı veren şey) bin nasihatten (öğüt) yeğdir, diye,

     Bilgiler birkaç anafikir çevresinde kümelendiğinde uzun süreli belleğe kolay geçer, kalıcı olur. Birkaç anafikir az sayıda olduğu, anlam taşıdığı, önceki bilgilerle bağlantılı olduğu için kolayca anımsanır. Anafikir anımsanınca ona mantıksal bağlarla bağlı olan ek bilgiler, ayrıntılar da anımsanır (Özakpınar, 2005: 117) Bazen tek bir anahtar sözcük yetebilir, iletişimin tanımı için ‘paylaşım’ sözcüğü gibi.

     Anlamsız olan bile kodlanarak anlamlaştırılabilir, bilgiyi çağrıştıracak anlamlı bağlar kurulabilir. İki türlü kolesterol var: HDL, LDL Biri iyi, biri kötü, ama hangisi iyi, hangisi kötü? Kalp Damar ve Cerrahisi Uzmanı Bingür Sönmez (Prof. Dr.), ilk harflerine göre birine ‘Hayırlı’, öbürüne de ‘Lanetli’ deyiverdi, şimdi hiç karıştırmıyorum, unutmuyorum.  

     Öğretmen adaylarına, yeri gelir, paratoneri kim buldu, diye sorardım, pek yanıt alamazdım. Çok önemli bilgi değil tabii, gerekirse Google’a sorulur. Ama ben örnek olsun diye sorardım. Ben biliyorum, hiç de unutmuyorum. Paratoner sözcüğünün başında ‘para’ var, bulan kişinin adında da Fransa’nın eski para birimi ‘frank’ var: Franklin

     İngilizcede olmayan harflerimiz var, neler onlar, anımsamakta zorlanırdım. Kodladım, şimdi anımsayıveriyorum: ÇÖĞÜŞ-I  ( Bir de büyük İ var.)

     Sokrates, Platon (Eflatun), Aristo… Bunlar birbirinin öğrencisi, bunu biliyorum, ama hangisi hangisinin öğrencisi, karıştırırdım hep. Kodladım, anlamlı bir sözcük oluşturdum, artık işim kolay: SOPA

     Herkesin bildiği sert ünsüzleri akılda tutma yolu: HOŞAFI İÇ TASI KAPA.

                                                                      * * *

     Erik H. Erikson’un sözüyle bitirelim: “Çalışma deliliği, çocuğun kendinin ya da başkalarının gözünde değer kazanması için tek ölçüt olarak işi ve çalışmayı görmesidir; oyundan, çevreyle ilişkilerinden ya da sevdiği her şeyden vazgeçerek sadece ve sadece çalışmadan doyum sağlar hale gelmesidir. Bu tek yönlü çalışma, bir anlamda, çalışmanın kölesi olmaktır” (Ekşi, 1990: 63).

     Çalışın, ama çalışma delisi olmayın. Okuyun, ama kitap kurdu olmayın. Yaşam, eleştirel bakarsanız, iyi bir öğreticidir, tiyatrosuyla, sinemasıyla, konferansıyla, paneliyle, sergisiyle…      

 

                                                                                                                                          

                                                           KAYNAKÇA

 

Ceylan M. Tahir “Dikkat” Cumhuriyet Bilim Teknik dergisi 12.11. 2010 Sayı: 1234

Ekşi, Aysel (1990) Çocuk, Genç, Ana Babalar Ankara: Bilgi Yayınevi

Eyüboğlu, Filiz (2004) “Beyne Dalı Öğrenme Üzerine Dünyadaki Yeni Gelişmeler”

     Cumhuriyet Bilim Teknik dergisi 6.11.2004 Sayı:920

____________ (2004) “Beyne Dayalı Öğrenmeyi Yönlendiren 12 Ana Madde”

      Cumhuriyet Bilim Teknik dergisi 27.11. 2004 Sayı: 923

Goleman, Daniel (1998) Duygusal Zekâ (Çev. Banu Seçkin Yüksel) İstanbul: Varlık Yay.

Nas, Recep (2012) İnsan Olmak Öğretmen Olmak Bursa: Ezgi Kitabevi Yay.

_________ (2015) Sağlıklı Öğretmen - Öğrenci İlişkileri Bursa: Ezgi Kitabevi Yay.

Özakpınar, Yılmaz (1989) Ders Çalışma Tekniği İstanbul: Milliyet Eğitim Yay.

Robertson, Arthur K. (2002) Etkili Dinleme (Çev. E. Sabri Yarmalı) İstanbul: Hayat Yay.

 

(*) Bu yazı ÇEK’in e- dergisi olan ÇAĞDAŞ BAKIŞ dergisinde (Aralık 2023 Sayı:49)  yayımlanmıştır. (71-75)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                         

15 Ocak 2024 Pazartesi

UBUNTU: Afrika'nın Yaşam Felsefesi

                    UBUNTU: Afrika'nın Yaşam Felsefesi (*)

                                                                                                                      Recep Nas
                                                                                    

     İlköğretim okullarının ayaktopu karşılaşmalarında son maç oynanırken, çocuğun biri son dakikada penaltıyı kaçırmış. Beden eğitimi öğretmeni bu çocuğun önünde diz çöküp “Benim hayatımı bitirdin” diyor. Breh! Breh! Breh!
     Muzaffer İzgü'yü dinleyelim (1): “Yazdığım 'Anneannespor' adlı romanımda antrenör anneannenin gözetiminde antrenman yapmaya başlayan çocuklarda ilk gelişen duygu, hoşgörü duygusudur. Çocuk romanın sonuna dek hem başarma duygusunu tadar hem de yenilme duygusunu, yani başaramama... Başaramamazlık bile gülme olgusu içinde verilince çocuğu fanatiklikten kurtarmış oluruz. Çocuğun fanatik olmaması, şu maçların bolluğunda ve sürükleyiciliğinde o denli önemli ki... Salt kazanınca gülecek... Ya kazanamayınca? İnsanın kendi kendisiyle alay etmesi denli bir büyük hoşgörünün olacağına inanmıyorum.”
     Çok oldu, Bursa'da yerel bir televizyonda çocuk izlencesi vardı. Her hafta değişik okullardan çocuklar konuk ediliyor, onlarla değişik konular tartışılıyordu. İzlerdim, günün çocukları ne düşünüyor, ne duyumsuyor, öğrenirdim. O haftanın konusu: hobilerimiz, fobilerimiz... Çocuklara hobileri, fobileri soruldu. Birkaç çocuktan sonra biri hobim kazanmak, fobim kaybetmek, dedi. Sonraki çocuklar da – belki söyleyecek yeni bir şey bulamadıklarından- onun sözünü yinelediler. Eyvah! dedim, içim acıdı, üzüldüm, nasıl yetişiyor çocuklar diye. İlle de kazanmak... Sonuncu çocuk, ben arkadaşlarım gibi düşünmüyorum, kaybetmek benim fobim değil, dedi. Oh be, diyecektim, dememe kalmadı, arkadan ekledi, çünkü ben hiç kaybetmem! Bu kez eyvah ki eyvah, dedim, bu daha da beter.
        Bir de ilkel denilen, aslında 'ilksel' olan topluluklara bakalım: Yalan nedir bilmeyen kabileler varmış, insanbilimciler (antropolog) anlatmaya çalışsalar da anlayamazlarmış. Dillerinde yok, kültürlerinde yok. Yeni Gine'deki yerli topluluklar ayaktopunu (futbol) bir takımın öbürünü yenene kadar değil, gol sayısı eşit  olana kadar oynarlarmış. Yenen yok, yenilen yok. Amaç oynamak, oynamaktan tat almak, hoşça vakit geçirmek...
    Ubuntu nedir, bilmezdim. Çok değil, altı yıl önce öğrendim ve çok sevdim. Bütün Dünya dergisinde (Ocak 2018) bir öykücük okudum ve çarpıldım. Öykücük şöyle: Bir insanbilimcisi Afrika'da bir kabilenin çocuklarıyla birlikteyken , hadi bir oyun oynayalım, diyor. Yan yana dizilin. Şimdi şu ağaca koşacaksınız, birinci olan ağacın altındaki meyveleri yiyecek. Başla! Ama o ne, çocuklar el ele tutuşup birlikte koşuyorlar, ağaca birlikte varıyorlar, meyveleri de gülüş cümbüş birlikte yemeye başlıyorlar. İnsanbilimci şaşırıyor, neden böyle yaptıklarını soruyor. ”Ubuntu yaptık” diyorlar. “Nasıl olur, öbürleri mutsuzken sadece biri mutlu olabilir.”
     Ubuntu, Afrika/Bantu dilindeki bir kavram. Bantu, insan demek. Ubuntu da aynı kökten geliyor, 'insanlık bağı' demek. Yakın bağlar kurup birlikte yaşamak... Özü şu: “Ben, ben olduğum için sen, sensin” ya da “Ben, biz olduğumuz zaman benim”.
     Üç yıl oluyor, sahaflarda (İstanbul) gezinirken Ubuntu adlı bir kitap gördüm. Özlediğim bir dostla karşılaşmışım gibi yüreğimde çiçekler açtı. Durur muyum, sanki başka bir el uzanmış da benden önce kapacakmış ürküntüsüyle çabucak aldım.Yazarı Mungi Ngomane, Nobel barış ödülü sahibi (1984) Desmond Tutu'nun torunu, insan hakları eylemcisi.  Ders ders anlatmış, 14 ders var. Tadımlık birkaç ders başlığı yazayım:
      *Küçük Şeyler Büyük Fark Yaratır.
      *Herkesin İçindeki İyiyi Gör.
      *Kendini Başkalarında Gör.
      *Affetmenin Gücünü Keşfet.
      *Farklılığımızı Kucakla.
      *Dinlemeyi Öğren ki Duyabilesin
     Ders diyorsa da sıkıcı, kuru, yavan değil. Okura tepeden bakmıyor, parmak sallamıyor. Tümceler çakıl çukul değil. Akıcı, konuşur, söyleşir gibi yazmış. Sürükleyici, okumaya başlayınca bırakamıyor insan.  Görüşlerini deneylerle, araştırmalarla destekliyor. Bunda Türkçeleştiren Misbah Şengül Erbaş'ın da payı büyük. Sözcük sözcük çevirmemiş, Türkçeleştirmiş. Dilimizin tadı, güzelliği duru bir su gibi şırıl şırıl akıyor tümceden tümceye.
     Allan Boesak'ın deyişiyle, Ubuntu kutsal bir kavram değil, eski bir Afrika kavramı. İnsanlar birliktelik için yaratılmıştır. Bizi bölense açgözlülük, güç tutkusu, bizden değil diye insanları dışlama anlayışıdır (s. 168)
     Ben seninle varım. İnsan, başkaları olmadan bir hiçtir. İnsan, insanla insandır. Ubuntu herkesi kapsar. Irk, inanç, renk ayırımı yapmadan, herkesi... Farklılığımız, varsıllığımızdır (s. 14) “İnsanın insanla insan olduğuna inanıyoruz” diyor (s.75) Desmond Tutu. Şunu da ekliyor: “Birini överken 'ubuntu sahibi' deriz. O insan gönlü varsıl, konuksever, dost, duyarlı, sevecen, merhametlidir.” (s.12) Ubuntunun özünde saygı var, hem kendine hem de başkalarına. İnsandan insana, insan olduğu için.
       Ayırımcılık (apartheid) karşıtı eylemci, 27 yıl (1963-1990) Robben Adası'nda hapis yatan, Nobel barış ödülü sahibi (1993), Güney Afrika Cumhuriyeti'nin ilk siyahi devlet başkanı (1994) olan Nelson Mandela'nın hapisteki şu tutumu ubuntuyu pek de güzel açıklıyor: Gardiyan Christo Brand 18 yaşında ve ırkçı. Mandela ona içtenlikle, dürüstçe, saygıyla davranıp insan olarak değer verince, önceleri öteki yargılılara (mahkûm) nasıl davranıyorsa ona da öyle davranan gardiyan giderek tutumunu değiştirir ve dost olurlar. Neden? Mandela onun içindeki insanı gördü, sessizce, beden diliyle su yüzüne çıkardı, içindeki insanı kendisinin de görmesini sağladı. Gardiyan ırkçı değildi artık (s. 101). Mandela yaşam felsefesi sorulduğunda, tek sözcükle yanıtlıyor: “ubuntu”
     İşitince dinlemiş olmuyorsun. Dinlemeyi öğrenirsen duyabilirsin, işitmek başka, dinlemek başka çünkü. “Can kulağıyla, yüreğimizi açarak, göz teması kurarak dinlersek, bundan çıkan enerji çatışmaları, savaşları bile önler.” Barış eylemcisi Thich Nhat Hanh'ın sözü bu (s. 218). Bizim de Yunus Emre'miz var: Söz ola kese savaşı /söz ola kestire başı / söz ola ağulu aşı/ balıla yağ ede bir söz
     Dinlediğimizde yakınlaşırız, bağ kurarız. Onun baktığı açıdan bakmak, kendini onun yerine koymak, onun gördüğü gibi görmek, kısacası empati kurmak gerekir.
      Bir katı anlayış var, bir  de gelişen anlayış var. Gelişen anlayışta olan çabalayarak, deneyerek kişilik özelliklerini değiştirebilir. Öğrenme sevgisi olan, esnek olabilen – hangi yaşta olursa olsun – anlayışını, becerilerini geliştirebilir (s. 69).    Önyargı ise körleştirir, sevecenlik, merhamet yetisini öldürür. Bir senaryo yazarız kafamızda, dayanağı, temeli yok. Anlamadan, dinlemeden yargılarız.
    Gülmece bir tutumdur, yaşamı daha hoş, daha zevkli, daha çekici hale getirir. Sıkıntılara, zorluklara inat, gülebilme becerisi her insanda var olan gizil bir güçtür (s. 226). Gülünce kendimizi daha iyi duyumsarız. Kalp sağlığına da iyi gelir. Güldürdüğünüzde savunma düzeneği ortadan kalkar. Gülümseme, seninle dostça bağ kurmak istiyorum, iletisini verir (s.105). Gülümsemek karşındaki insanın içindeki iyiyi aramaktır. İnsanın içindeki iyiyi görünce kendi içindeki iyiyi de bulursun (s. 80, 95) Gülümseme bulaşıcıdır. Desmond Tutu bunu çok iyi biliyor, uyguluyor.  Şakalar, espriler yapıyor. Konuşmalarında, taşı gediğine koyup fıkralar da anlatıyor. Ubuntu bunu gerektiriyor zaten. Bu fıkrayı da sık sık anlatırmış, böylece insanlığın yüz karası ırkçılığı gülmeceyle yerle bir ediyormuş: Tanrı insanları topraktan yaratmış. İlk yaptıklarını fırına atıp başka bir işe başlayınca fırındakileri unutmuş. Aklına gelip fırını telaşla açıyor, ama olan olmuş, fırındakiler kapkara olmuşlar. Sonrakileri fırına attıktan sonra sık sık kapağını açıp bakıyormuş. Öncekiler gibi yanmasınlar diye çok geçmeden fırından çıkarmış. Ama bunlar da az pişmiş. İşte beyaz insan da böyle yaratılmış (s. 187).
    Tabii dinleyenler kahkahayı basıyorlar, ırkçılığı da canevinden vuruyorlar
    Siyahi Şair Dumi Senda, Saraybosna Barış Konferansı'na çağırılıyor. Bir ara kasabada  dolaşmak, gezinmek istiyor. Uyarıyorlar, aman dikkatli ol, buranın insanları siyahi birine alışık değildir, bir olumsuzluk yaşanmasın. Dedikleri oluyor, bütün gözler üzerinde. Özçekim (selfi) çektirenler mi istersin, onu rapçi Jay Z sananlar mı... Dumi Senda ne yapsın, ağız dolusu gülüyormuş. Çevresini saranlar soru sormaya başlamışlar:
     “ Afrikalıların ağaçlarda yaşadığı doğru mu?”
     Senda kızmamış, öfkelenmemiş, savunmaya geçmemiş, gülmecenin gücünü kullanmış.
     “Evet”, diyor gülerek. “Afrikalılar bazen ağaçlarda yaşıyor, tıpkı bazı Avrupalıların ağaç evlerde yaşadığı  gibi”
      “Afrikalılar gerçekten çıplak mı dolaşıyor?”
      “Doğru, Afrikalılar çıplak dolaşıyor, ama banyoda. Tıpkı Avrupalılar gibi.” (s. 190)  

       (1) İzgü, Muzaffer (2007) “Çocuk Yapıtlarımdaki Gülmecenin Kaynağı” II. Ulusal Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Sempozyumu Yay. Haz. Sedat Sever  AÜ EBF Yayını (879-882)


     (*) Ubuntu: Afrika'nın Yaşam Felsefesi / 2021 / Mungi Ngomane / 239 s. / Türkçeleştiren: Misbah Şengül Erbaş / Kuraldışı Yayıncılık

       NOT: Kitaptan alıntılamak için yayınevinden yazılı izin alınmıştır.

   ** Bu yazı ÇİNİ KİTAP dergisinde (Ocak-Şubat 2024 Sayı: 82) yayımlanmıştır (31-32)


3 Kasım 2023 Cuma

KARMA EĞİTİM HAKKI


                                 KARMA EĞİTİM HAKKI (*)

                                        

        RECEP NAS

                                                                                
     Bir baklayı daha çıkardılar ağızlarından, kızlar için ayrı okullar... Kızı da oğlanı da, çocuk bunlar. Ama onlar kız çocuğuna bakınca cinsel nesne görüyorlar. Halk istiyormuş, hep böyle derler. Dedikleri gibi olsaydı, imam hatip liseleri dolar taşardı.Tersine yıl yıl öğrenci sayısı azalıyor. Baktılar olmuyor, zorunlu seçmeli adı altında din derslerini çoğaltarak tüm liseleri imam hatipleştiriyorlar. Gidiş, adım adım din devletine...  Tarikat şeyhleri kız çocukları okumasın, diyorlar da, resmi ağızdan denmiyor henüz. Oysa özlemini duydukları Osmanlı son yıllarında kör topal da, ağır aksak da olsa, yansılamadan öte gitmese de Batı'ya ayak uydurmaya çalışıyordu.
     Bugünü anlamak için düne bakmak gerekir ya, geçmişe bir göz atalım. Maarif-i Umumiye Nizamnamesi'ne (1869) göre, bir yerde iki Sıbyan (küçük çocuklar) mektebi varsa biri kızlara, biri oğlanlara ayrılacak. Tek okul varsa kızlarla oğlanlar karışık oturtulmayacak (Md. 15).
     Darülmuallimat (Kız Öğretmen Okulu) 1870'te açıldı. İyi de bu okulda kim ders verecek? Kız okulunda kadın öğretmen olmalı, ama yok. Kadını çarşafa sokmuşsun, cumbaya kapatmışsın, olmayacak tabii. İster istmez erkek öğretmen olacak. Olacak da kaçgöç var. Çaresi, öğretmen yaşlı olsun. Ama yaşlı olur da gene de çekici, gönülçelen olabilir. Öyleyse yaşlının da çirkini olsun. Bu garip önleme karşın erkek öğretmen mubassıra (kadın gözetici) eşliğinde girip çıkıyor derse. Yönetici odası da dersliklerin bulunduğu ana binanın dışında. O günlerde yayımlanan Türk Kadını adlı dergide bu durum ince ince alaya alınıyor: Kadın öğretmen bulunana kadar erkek öğretmenler kız öğrencilere ders verirken peçe takacaklar.
     İnas (kadın) Darülfünunu (1914) açılınca erkek öğrencilerle aynı binada öğrenim görüyorlar, ama ayrı saatlerde. İzmir işgal edilince bunu protesto etmek için erkek öğrenciler derslere girmeyip   Darülfünun'un konferans salonunda toplanıyorlar, öğleden sonra gelen kadın öğrenciler de onlara katılıyorlar. İlerleyen günlerde de kadın öğrenciler oldubittiye getirip erkek öğrencilerin sınıflarına girmeye başlıyorlar. Bunu duyan dinbazlar – başta Darülfünun yöneticisi Naim Bey -, kadın-erkek zanu be zanu (diz dize) oturuyorlar, diye tepki gösteriyorlar. Böyle işte, yaşam  akıyor, bu akışın önünde durulmaz. Kadın öğrencilerin eylemiyle oluşan karma eğitim sonra resmileşiyor, İnas Darülfünunu kapatılıyor. Zaten karma eğitim II. Meşrutiyetle birlikte dillendirilmeye başlanmıştı.
     Kadın erkek birlikteliği yaşamın en doğal hali. Bunu  gene en özlü biçimde Atatürk açıklamış (1925, Kastamonu):  “Bir toplum, bir ulus kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur. Mümkün müdür ki bir toplumun yarısı toprağa zincirle bağlı kaldıkça öbür yarısı göklere yükselebilsin. (...) Kuşku yoktur ki, iki cinsin – ilerleme ve yenilik alanında – yükselme adımlarını birlikte atması gerekir. Böyle olursa devrim başarılı olur”.  Bundan iki yıl önce de (1923) şunu diyor: “[K]adınlarımız da okuyacaklar, bilgi sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtiği bütün öğrenim aşamalarından geçeceklerdir. Kadınlar toplumsal yaşamda erkeklerle birlikte yürüyerek birbirinin yardımcısı ve koruyucusu olacaklardır.”
     Öyle de olmuştur. Cumhuriyetin 10. yılında lise öğrencisi olan Prof. Dr. Hamide Topçuoğlu anlatıyor: “Biz gerçekten ayrıcalıklı idik. Yani o küçük dünyamızda 'kız öğrenci' olmak gibi bir saygınlığımız vardı. Bütün büyük erkeklere göstermedikleri bir takdir fazlasını bize ayırıyorlardı. Kadınların kamu yaşamına, toplumsal ilişkilere tam bir yetki ve kişilik özgürlüğü içinde katılmasını amaç edinen Cumhuriyetin öncüleriydik biz.”
     Okul yalnızca akademik alan değildir. Orada çocuklar gözlemlerler, etkileşirler, iletişim kurarlar. Karma eğitim ruhsal, toplumsal, cinsel gelişim için önem taşır. Çocuk karşı cinsi tanır, farklılıklara, ayırdına varıp saygı duyar.  Karma eğitim toplumsal cinsiyet eşitliğinin, laikliğin solunduğu bir alandır.
     Şemsettin Sami'nin benzetmesi hoş: Erkekleri eğitmek yalnızca gölge veren bir ağaç dikmek, kadınları eğitmekse hem gölge  hem de meyve veren ağaç dikmektir.”
     Tek cinsiyetli okul isteği eğitsel değil, siyasaldır. İki cinsi uzak tutacaksın, birbirine 'yabancı' kılacaksın, kadına yalnızca çok çocuklu annelik görevini vererek - hem de küçük yaşta – evlenmelerini isteyeceksin. Tabii kadına düşen 'itaat et, rahat et' olacak, öyle mi?

 (*) Bu yazı CUMHURİYET gazetesinde (18 Ekim 2023) yayımlanmıştır.

    

16 Ekim 2023 Pazartesi

ÖNYARGI

                                                                ÖNYARGI (*)

                                                                                                          Recep Nas

 

     Önyargı cehaletin çocuğudur, diyor William Hazlitt. Anlamadan, dinlemeden, tanımadan, araştırıp irdelemeden önceden bir yargıda bulunuyorsun. Dış görünüşüne ya da bir tek sözüne, bir tek davranışına bakıp karşındakine ilişkin fikir yürütüyorsun, karar veriyorsun. 1950’li yıllarda ne güzel bir ‘Türkçe Kitabı’mız vardı, çok eğitici, etkileyici iletiler sunan ‘okuma parçaları’ vardı içinde. Birinin başlığını hiç unutmam: Görünüşe Aldanmamalı…

     Önyargılı davranıp da sonra gerçeği öğrenince utandığı oluyor insanın. İşte çarpıcı bir örnek: Kadın, havaalanında uçağın kalkış saatini beklerken, bir erkeğin oturduğu bankın bir yanına izin isteyip oturuyor, çantasından çıkardığı kitabı okurken bir yandan da az önce aldığı kese kâğıdındaki kurabiyelerini atıştırmaya başlıyor. Ama o ne, yanındaki erkek de kurabiyelerinden yiyor. 

     “Terbiyesize bak, izin almadı, utanmıyor da…”

     Bir o daldırıyor elini kese kâğıdına, bir öbürü… Kadının, kese kâğıdına bir kez daha elini attığında eli boş kalıyor, kurabiyeler bitmiş. Son kurabiye erkeğin elinde, henüz yememiş. Kadına gülümseyerek uzatıyor, buyurun.

     “Adama bak, terbiyesiz… Kurabiyemi bir de bana ikram ediyor.”

     Uçağının kalkış saati gelince kadın aceleyle kalkıyor, kitabını koymak için çantasını açınca, ne görsün, içinde kurabiyesinin bulunduğu kese kâğıdı çantasında boylu boyunca yatıyor.

     Bu da hoş bir örnek: Ablası, kardeşinin iki elinde birer elma görünce birini istiyor. Çocuk hemen iki elmadan da birer ısırık alıyor. Ablası bozuluyor, murdarladı, vermeye niyeti yok diye. Ama çocuk elmanın birini ablasına sevgiyle uzatıyor,

     “Bu daha tatlı, bunu al” 

     Müfettişliğim süresince öğretmenlere, öğretmenliğim süresince öğretmen adaylarına çok söylemişimdir, çocuğun bir davranışından, bir sözünden yola çıkıp kişiliği üzerine genelleme yapmayın diye. Çocuk derste başka, teneffüste başka davranabilir. Okulda başka, evde başka olabilir. Çok örnekleri var bunun. Öğretmen, bu çocuk ağzını açıp iki sözcük konuşmuyor diyor, ana-babasıysa siz onu bir de evde görün, ağzı kapanmıyor, diyor. Tersi de olabiliyor.

     Bilişsel önyargılar, algısal yetenekleri köreltiyor. İnsanlar yerleşik görüşlerine ters düşen yeni bilgileri - genelde- hafife alma eğiliminde oluyorlar (Herkese Bilim Teknoloji 29.06.2018 Sayı: 118).

     Öğretmen bilim insanı değilse de bilimsel tutum içinde olmalıdır. Önyargılı olmak bilimsel tutumla bağdaşmaz. Önyargılı olmak kimseye yakışmaz, hele öğretmene, hiç… Öğretmen önyargılı olmaz, kin gütmez, sabıka kaydı tutmaz. Yunus Emre ne güzel demiş: Adımız miskindir bizim/Düşmanımız kindir bizim/Biz kimseye kin tutmayız/Kamu âlem birdir bize. Çocuğu bedensel, bilişsel, toplumsal, duygusal yönleriyle bir bütün olarak tanımak gerekir. Çocuğun belli bir ortamdaki bir davranışına bakıp bunu da genelleyip önyargılı davranmak, bu davranışını da ikide bir çocuğun yüzüne vurmak çağdaş eğitim anlayışıyla bağdaşmaz (Nas, 2010: 28)

     “Ben yapmadım öğretmenim” diyor öğrenci.

     “Yok, dedem yaptı… Ben bilmez miyim malımı, sen yapmışsındır” diyor öğretmen.

     Okuduğu yatılı okulun müdürü, Honoré de Balzac için bakın ne demiş: “Bundan hayır gelmez, ne dersi biliyor ne de ödev yapıyor. Verilen bir işle uğraşmaya karşı öyle bir tiksintisi var ki, ne yapsanız boşuna…”  (1)

     Kadim Akça, Mersinli, 1950 doğumlu. İlkokula başlıyor ama okumayı bir türlü sökemiyor, tabii yazmayı da öyle. Belli ki geç güç öğrenen bir çocuk, bunun da onlarca nedeni olabilir. Belki özel okuma güçlüğü (disleksi), belki yazma güçlüğü (disgrafi), belki de matematiği öğrenme güçlüğü (diskalkuli) vardır, bilemeyiz. Öğretmenin bunlardan haberi yok demek ki. Okul müdürü de “Senden adam olmaz” diyor ikide bir. Kadim Akça ilkokulu zar zor on yılda bitiriyor.19 yaşına gelince İsveç’e gidiyor. İlk günlerde parklarda sabahlıyor. İsveçli bir ailenin yardımıyla bir işyerinde temizlikçi olarak çalışmaya başlıyor. Bu işi kavrayıp girdisini çıktısını öğrenince temizlik şirketi kuruyor. Sonrası yürü ya kulum… Şirketler kuruyor, şirketler holdinge dönüşüyor. Ünlü bir iş insanı oluyor, yaşamı üzerine kitap yazılıyor. Memleketinden bir istekte bulunuyor: Gönderdiği kitaplardan birinin, “Senden adam olmaz” diyen müdürün mezarına bırakılması… (Osman İkiz, Cumhuriyet, 07.07. 2019)  

     Bir de budunsal (etnik) önyargılar var, en yaygın olanı bunlar, aşağılamayı daha yoğun biçimde içeriyorlar. İşte bir örnek (Şemin, 1975: 27):

     Denek 11 yaşında bir erkek çocuktur, orta halli bir aileye mensuptur. Babanın tahsili yoktur, emekli işçidir. Anne tahsilsiz ev kadınıdır. Denek okulda öğretmeni tarafından – Arap olduğu için- ‘Habeş’ tabiriyle çağrılmaktadır. Çocuk bu yüzden pasif, aşağılık duygusu içinde okula karşı soğukluk duymaya başlamıştır.”

     Üstteki iki kötü örneğe inat güzel bir örnek var. Eli öpülesi öğretmen Hatice Sökmen, köy bekçisinin, “(…) O okula gitmek istemez. (…) Getirtsek neye yarar? Bir kere yakışık almaz. Bizim çocuklar da onu istemezler. Aramızda ne işi var derler. Çingeneyle arkadaşlık etmek istemezler”, annesinin de “Kuzum öğretmen hanım, bu artık okumaz. Zaten yaşı da geçti. Hem gitse de köyün çocukları onu döverler. Biz çingeneyiz diye istemezler” dediği, demircinin oğlu Osman’a okulu sevdirmeyi, bütün önyargıları yıkıp köy çocuklarına da Osman’ı sevdirmeyi başarıyor ( Ülkü, 1992: 32-37).

     Bilimle önyargı sözcükleri yan yana gelmez, değil mi? ‘Bilimsel önyargı’ olmaz, ama olmuş. Naziler ilk kez sigaranın insan sağlığına zararlarını bilimsel olarak kanıtlıyorlar, ama insanlığa karşı suç işlemiş Nazilerin insanlığa yararlı, doğru bir iş yapamayacaklarına ilişkin oluşan önyargıdan ötürü Nazilerin bu bulgusu göz ardı ediliyor, uzun yıllar bilimsel dergilerde yer almıyor (Çetiner, 2018).

    Önyargı duygusal bir tepkidir. Erken yaşta öğreniliyor, yerleşiyor. Yetişkin olunca yanlış olduğu duyumsansa bile tam anlamıyla silinmesi zor. Derin duyguları değiştirmek hiç de kolay değil. Örtülü önyargılar belirli bir insan kümesine yönelik olumlu ya da olumsuz çağrışımlardır, belleğin içinde gizlenir. Bu insan kümelerinden biriyle karşılaşıldığında ya da biri düşünüldüğünde çağrışımlar etkinleşir (Oksay, 2020). Goleman bir örnek veriyor (1998: 201): Çevremdeki birçok kişi zihninde siyahilere karşı bir önyargı beslemediğini ama bir siyahi ile tokalaştığında tiksindiğini söylüyor. Bunlar çocukken ailelerinden öğrendiklerinden arta kalan duygular… 

     ‘Kimlikli Bebekler Yaklaşımı’ çocukların daha küçükken önyargılı, ayrımcı olmalarını önlemek, oluşmuşsa, olumsuz davranış biçimlerini kafalarından söküp atmalarına yardımcı olmak için geliştirilmiştir. Amacı, farklı ırk, cinsiyet, ten rengi olanlara, engellilere saygı gösterilmesini sağlamak… Dahası, empati (duygularını dile getirmeleri, başkalarının duygularını anlamaları…), sorun çözme, eleştirel düşünme becerilerini geliştirmek (Figen Atalay, Cumhuriyet, 09.07.2018).

     1950’li, 1960’lı yıllarda çocukların oynarken söyledikleri bir tekerleme vardı: Bir iki üçler yaşasın Türkler/Dört beş altı Polonya battı/Yedi sekiz dokuz Alman (Ruslar) domuz/On onbir oniki İngiliz (İtalya) tilki/Onüç ondört onbeş Amerika kardeş. Mine Söğüt’ün deyişiyle (2), bu tekerleme okulöncesi çocukları için bir sayı alıştırması gibiydi ama aslında dehşet verici bir yakın tarih dersiydi. Birkaç kuşak bu tekerlemeyi sokaklarda bağıra çağıra büyüdü.

     ABD’de Princeton Üniversitesi öğrencilerinin uluslar üzerine kalıplaşmış tutumlarını incelemişler, yıl 1967. On ulus belirliyorlar, biri de Türkler. Denekler 84 kişilik özelliğinden ilgili ulus için uygun gördüklerini işaretliyorlar. Türkler için en belirgin beş özellik şunlar (Kâğıtçıbaşı, 1979: 104-106) : Saldırgan, pis, hain, cahil, çabuk öfkelenen…

     Ruhbilimci Urie Bronfenbrener (1971), Sovyetler Birliği’nde çektiği fotoğrafları Amerikalı ilkokul öğrencilerine gösteriyor. Fotoğraflardan biri, iki yanı ağaçlıklı bir cadde. Bir öğrenci soruyor,

     “Caddenin kenarlarına neden ağaç dikmişler?”

     Soru sınıfa yöneltiliyor. Öğrencilerden iki yanıt,

     “Arka tarafta ne olup bittiği görülmesin diye…”

     “Mahkûmlara iş çıksın diye…”

     Bu kez ruhbilimci soruyor, ama Amerika’da da cadde kenarlarına ağaç dikiliyor, neden?

     İşte iki yanıt,

     “Gölge olsun diye…”

     “Ağaçlar yolun tozunu tutsun diye…”

     Çocuklar iki ülkenin ağaç dikmek için farklı gerekçeleri olabileceğini düşünüyorlar, neden acaba?

     İlk izlenimimiz son izlenimimiz olmasın. Bilimsel olmayan genellemelerden kaçınmak gerekir. Alexandre Dumas fils ne güzel demiş: Tüm genellemeler tehlikelidir. Dikkat edin, bu da bir genellemedir, bu da tehlikelidir.

 

 

 

(*) Bu yazı ÇAĞDAŞ EĞİTİM KOOPERATİFİ'nin e- dergisi olan ÇAĞDAŞ BAKIŞ

dergisinde (Ekim 2023 Sayı: 48)  yayımlanmıştır. (39-43)

 

 

 

 

 

                                                   KAYNAKÇA

 

 Çetiner, Mustafa (2018) “Bilimsel Önyargı veya Taraf Olma” Herkese Bilim Teknoloji

      dergisi 14.12.2018 Sayı:142

Kâğıtçıbaş, Çiğdem (1979) İnsan ve İnsanlar 3. Baskı İstanbul: Kendi Yayını

Nas, Recep (2010) “Öğretmen Sıradan Bir İnsan mıdır?” Ankara: Öğretmen Dünyası

      dergisi Kasım 2010 Sayı:371

Oksay, Reyhan ‘2020)”Bilime Göre Polis Şiddeti Nasıl Durdurulur?” Herkese Bilim

Teknoloji dergisi 26.06.2020 Sayı: 222

Şemin, Refia Uğurel (1975) Okulda Başarısızlık: Sosyo-Kültürel Açıdan Şanssız

     Çocuklar İstanbul: İÜEF Yay. 2035

Ülkü, Fethi (1992) Barışta Kahraman Kadınlarımızdan Öğretmen: Hatice Sökmen

     Kendi Yayını

(1) Haylazlar Kitabı’ndan alıntılayan Mavisel Yener, Cumhuriyet Kitap 12. 08. 2010

     Sayı: 1066

(2) http://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/mine-sogut/bir-iki-ücler-yasas HYPERLINK "http://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/mine-sogut/bir-iki-%FCcler-yasasın-turkler-495896"ın-turkler-495896