17 Nisan 2017 Pazartesi

SINIFTA YOKLAMA


                                                 SINIFTA YOKLAMA  (*)     


                                                                                                            recepnas@uludag.edu.tr

     Yoklama oldum olası benim için bir yük, bir bela olmuştur, zıddıma gider. İlkokul öğretmeniyken sorun değildi. Belli bir sınıfım vardı, her derse giriyordum, bir bakışta bile yoklama yapmak olanaklıydı. Müfettişlik yaparken tanık olurdum, birçok ilkokul öğretmeni her sabah çocukların tek tek adlarını okuyor, yoklamayı böyle yapıyor. Bu boşa zaman harcama gibi gelirdi bana. Ama çocuklara adlarıyla seslenmek için bir fırsat oluyor, denebilir. İyi de, çocuklara adlarıyla seslenmenin tek yolu yoklama mı? Dahası, öğretmen çocuğun adını söylerken sesinin sevecenlik taşıyan tonu, tınısı, sımsıcak, sevgi dolu bakışı çok önemli. Bir gardiyan tavrı takınılıyorsa, göz teması kurulmuyorsa, çocuğa sınıfta varlığının önemli olduğu duyumsatılmıyorsa yoklama giderek sıkıntı yaratabilir.

     Bakın Daniel Pennac (2010:131-132)yoklamayı nasıl neşeli dakikalara dönüştürmüş.

     “Bir de sabah yoklaması var. Öğretmen tarafından adınızın telaffuz edildiğini duymak ikinci bir uyandırma oluyor. Sabahın sekizinde adınızın çıkarttığı ses diyapazon titreşimlere sahip.
     “Acelem bile olsa, yoklamaları, özellikle de sabah yoklamasını hiçbir zaman atlamam”,diyor bir başka –bu defa matematik- öğretmen. “Koyun sayar gibi isim listesi okumak imkânsız. Yumurcaklarıma bakarak yoklama yapıyorum, onları ağırlıyorum, tek  tek söylüyorum ve verdikleri yanıtı dinliyorum. Nereden baksanız, soyadını söyleyerek bile olsa bir öğretmenin her bir öğrencisiyle tek tek muhatap olması için yoklama günün tek ânıdır. Öğrencinin, bir başkasının değil sadece kendisinin benim gözümde bir değeri olduğunu anlayabilmesi için küçücük bir saniye”. Bana gelince, ben elimden geldiğince onu “Buradayım”, deyişinden o anki ruh halini çözmeye çalışıyorum. Eğer sesi çatlak çıkıyorsa, bunu dikkate almak gerekir.

     Yoklamanın önemi…

     Öğrencilerimle ben küçük bir oyun oynardık. Yoklama yapar, adlarını söylerdim, yanıt verirlerdi, ben de onların “buradayım “larını kısık sesle aynı tonda tıpkı uzaktan gelen bir yankı gibi tekrarlardım.

     “Manuel?”

     “Burada!”

     “Burada! Laetitia?”

     “Burada!”

     “Burada! Victor?”

     “Burada!”

      “Burada! Carole?”

     “Burada!”

     “Burada! Remi?”

     Manuel’in tutuk, Laetitia’nın anlaşılır, Victor’un gür, Carlos’un billursu ‘burada’larını taklit ederdim, onların sabah yankılarıydım. Bazıları seslerini mümkün olduğunca kalınlaştırmaya çalışır, bazıları da beni şaşırtmak için vurguları değiştirerek eğlenirdi. Veya “Evet” ya da “Buradayım” ya da “Evet, o benim” diye yanıtlarlardı. Hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermeden, cevap ne olursa olsun kısık sesle aynen tekrarlardım. Bu bizim suç ortaklığı yaptığımız bir zaman dilimiydi, işe koyulacak bir ekibin sabah selamlaşmasıydı.(…)”

     San Francisco’daki Nueva Öğrenme Merkezi’nin ‘Öz Bilim’ sınıfında yoklama şöyle yapılıyormuş (Goleman,1998: 326):

     Kızılderililer gibi çember şeklinde yere bağdaş kurmuş on beş sınıf öğrencisiyle yapılan tuhaf bir yoklamaydı. Öğretmenin isimlerini söylediği öğrenciler okullarda standart yanıt olan boş bir “Burada” demek yerine, kendilerini nasıl hissettiklerini belirten bir sayı söylüyorlardı; ‘bir’ morali bozuk, ‘on’ ise enerji dolu anlamına geliyordu.

     Bugün moraller yüksekti:

     “Jessica”

     “On: Uçuyorum, bugün cuma”

     “Patrick”

     “Dokuz: Heyecanlı, biraz da sinirli”

     “Nicole”

     “On: Huzurlu, mutlu…”

      ‘Walton Okulu’nda da yoklama şarkıyla yapılıyor, sırası gelen öğrenci istediği şarkıdan bir bölümü seslendiriyor ( Hüseyin Kotaman http://efdergi.yyu.edu.tr).



     Üniversitede yoklama yapmayı sevmezdim. Bir kez, öğrencileri karşıma zorla getiriyormuşum gibi bir duyguya kapılırdım, bu da beni rahatsız ederdi. Yoklama yapmayacaksın, ama öğrenciler koşa koşa gelecek dersine, doğru olan bu. Doğru, ama zor olan. Zor, kendini sevdireceksin. Zor, dersini ilginç, çekici kılarak sevdireceksin. Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde bir öğretmenimiz vardı(1972-1973), Şükrü Selçikoğlu. Dersine, değil o sınıfın öğrencileri, öbür sınıflardan, dahası öbür bölümlerden öğrenciler gelirdi. Bu öğretmenin yoklama yapmasına gerek var mı, yapmazdı zaten.

     Yoklama zorlamadır, dıştan denetimdir.

     Öğrencilerime derim, anlaşıyoruz, yoklamadan siz de hoşlanmıyorsunuz, ben de… Ama bakış açılarımız farklı, siz serbest olmak istiyorsunuz, bense dışdenetime, zorlamaya başvurmak istemiyorum.

     Dış disiplinin eğitsel değeri yok. Korku, şiddet, ceza, ödül bu disiplinin araçlarıdır. İç disiplinse, ruhsal temelli yapıcı bir disiplindir. İçsel denetimli kişi daha fazla kişisel sorumluluk üstlenir, işbirliğine yatkın, uyumlu olur (Yeşilyaprak,1990:6).  

     İç disiplinde ceza ve ödül araç olarak kullanılmaz, bunlara gerek de duyulmaz. İnsan cezalandırılacağı korkusuyla ya da ödül beklentisiyle değil, doğru olduğu için öyle davranmalıdır, doğru olanı baskıyla, korkuyla değil, içinden gelen bir istekle yapmalıdır. Bunun içinse kendi kendini denetlemeli, yönetmelidir.

     Benim elimde iki güç var: Ceza ve ödül. (Bunu derken iki elimi yumruk yapıp yukarı kaldırırım, He-man. gibi yaparım: Gölgelerin gücü adına güç bende artık!) Sol elimde cezalar var. En ufak bir davranışınızda disipline veririm, canınızı yakarım. Devamsızlıktan bırakırım, tersini nasıl kanıtlayacaksınız, kimi kime şikâyet edeceksiniz… Düşük not veririm, 90 beklersiniz, ben 40 veririm, ne yaparsınız, ateş olsanız cirminiz kadar yer yakarsınız. Dilekçe verip ‘maddi hata’ var mı diye kâğıdınızın incelenmesini isteyebilirsiniz. Sınav kâğıdınıza bakmam bile, baktım derim, bir şey değişmez. Nasıl güçlüyüm ama, güçlerime bakın…

     Sağ elimde ödüller var, bol bol not veririm örneğin, istediğime tabii.

     Hayır, ne ceza, ne ödül… Ben ikisini de kullanmayacağım, der, açarım ellerimi, üfürürüm. Ne ceza kaldı, ne de ödül… Hadi çıkın tepeme!

     Ceza da, ödül de bağımlılık yapar. İkisine de alışılır, zamanla ikisi de etkisini yitirir. Zaten ödülle ceza özünde aynıdır (Bolat, 2016: 62). 

     Ben çobanım da, siz koyun musunuz, sizi sayacağım. Ben gardiyanım da, siz mahkûm musunuz, sağdan say, diyeceğim. Zorla olur mu, zorla güzellik olur mu? Sokma akıldan akıl olmaz. Nasıl yemek için iştah gerekiyorsa öğrenmek için de istek gerekir. Zorla yemek yenilmeyeceği gibi zorla öğrenme de olmaz. Öğrenmek istemeyene kimse zorla hiçbir şey öğretemez. Kimse bana briç oynamayı öğretemez, öğrenmek istemiyorum çünkü.

     Atı zorla, kırbacı şaklatarak, ite kaka dereye götürürsünüz, ama ona zorla su içiremezsiniz. Sizi de yoklama zoruyla sınıfa getirir, sıraya oturturum, ama zorla öğretemem. Gelirsiniz, kös dinlersiniz, derse katılmazsınız. Sıkılır başka şeylerle ilgilenirsiniz. Bundan rahatsız olurum, benim de öğretme coşkum yiter, dersin de tadı kaçar.

     Ama iş bende başlıyor, bende bitiyor. Dersimi sevmeniz gerekiyor, seveceksiniz ki yoklama aklınızın ucundan bile geçmeden koşa koşa geleceksiniz. Dersimi sevmeniz içinse beni sevmeniz gerekir, beni sevmeniz için de benim sizi sevmem gerekir. Görüyorsunuz, iş dönüp dolaşıp öğretmende bitiyor. Sevgi, Suna Tanaltay’ın dediği gibi alışveriş değil, veriş alıştır.

     Severim, sayarım öğrencilerimi, ilkin insan oldukları için. Sağ olsunlar, onlar da beni severler, sayarlar. İşte bir öğrencimin yazdıkları:”Üniversiteye gelince öğretmenlik bizim için bir araçtı, hayatımızı kurtarmak adına bir araç, fakat siz bize öğretmenliğin bir amaç olduğunu öğrettiniz. Öğretmenlik mesleğini sizinle sevdim, sizinle tattım. Bana öğretmenlik mesleğini sevdiren hocam Recep Nas’ a teşekkür ederim. Sizi çok seviyoruz.”(Z.İ. , 2003)

     Başka bir öğrencim de mektubunda şöyle demiş: ”Sınıfta devamsızlıkla ün yaptım. Övünülecek bir şey değil, biliyorum ama gerekliliğine inandığım dersler vardır, bir de hiçbir şey öğrenemediğim dersler… Siz bana, o saatte gelemem, Recep Bey’in dersi var, dedirttiniz. Ne zevktir, severek bir derse koşmak, böyle dersler için teşekkürler…(…)” (Ö.S.M. 27.10.2000)

     Çocuğu insan oluşu nedeniyle başlı başına bir değer olarak görmek gerekir. Bu, çocuğu davranışlarından ötürü değerli görmekten çok, sadece onu bir insan olarak değerli görmek demektir. Hiçbir koşula bağlı olmadan, sadece insana özgü nitelikleriyle saygı duyarak, incitmeden, zarar vermeden, kişilik bütünlüğünü bozmadan olduğu gibi kabul etmek… Saygı duyan, saydığı insanın davranışlarını yönlendirmez, ona kendisi olma, kendi kendini yaşama hakkı tanır. Malı gibi görmez, ona sahip olmaya kalkışmaz. Bu, koşulsuz saygı ve sevgidir (Kılıççı, 1999: 41-42)

     Saygılı olmak ‘kabul etme’yi gerektirir. ”Kabul, küçücük tohumları bile en güzel çiçeğe dönüştürecek verimli bir toprak gibidir.(…) Başkalarını olduğu gibi kabul etmek, ilişkileri kuvvetlendirmede önemli bir etkendir. Böyle bir ilişkide diğer kişi büyüyebilir, gelişebilir, olumlu yönde değişebilir, sorunlarını çözmeyi öğrenebilir, daha üretici, daha yaratıcı olabilir ve gizilgücünü tümüyle kullanabilir.(…) Olduğu gibi, içtenlikle kabul edildiğini anlayan kişi kendini özgür hisseder ve nasıl değişeceğini düşünmeye başlar” (Gordon,2001: 51-52) .

     Ben derse girince her şeyi unuturum, kendimi de. Bazen-pek de önem vermediğim için-yoklamayı da unuturum, öğrencilerim anımsatır. Hoş, bazen onlar da unutur.

     Kaç öğrencim var, bilmeliyim. Kaç sınav kâğıdı bastıracağım, çıksın ortaya. En azından bunun için yoklama yaparım, daha doğrusu yapmaya çalışırım. Şu da var, tek tük de olsa fazlaca devamsızlık yapanlara hoşgörülü olursam, dersime hiç aksatmadan gelen öğrencilerimin adalet duygularını zedeleyebilirim, bunu istemem. Testiyi kıran da bir, suyu getiren de bir olmasın.

     Bir öğrencimin devamsızlığı giderek artıyordu, sınırı aştı aşacak. Gelse konuşacağım, daha doğrusu onu dinleyeceğim, eşduyumsal (empati) olarak… Konuşa dinleşe bir çözüm yolu buluruz elbet, devamsızlıktan bırakmak istemiyorum çünkü.

     Bir derste konumuz gereği dedim ki, öğretmen kendine güvenecek, öğrenciye güvenecek, bitmedi, öğrenci de öğretmene güvenecek.

     Öğretmenin özgüvenli olmasının koşullarından biri de derse hazırlıklı girmesidir. Araştırmalara göre, öğrenciler, öğretmenin derse hazırlıklı girip girmediğini beden dilinden anlıyorlar.

     Öğretmen öğrenciye de güvenecek. Öğrencilerim bazen beni eleştirirler, çok iyi niyetlisiniz, insanlara çok güveniyorsunuz, derler. Öyleyim, kişiyi nasıl bilirsin, diye sorulunca, kendim gibi, denirmiş ya… Bilirim ki, güven, güven doğurur.

     Öğrenci de öğretmene güvenecek. Tutarlıysa, özü sözü birse, yansızsa, içtenlikliyse, önyargılı davranmıyorsa, kin tutmuyorsa, bu öğretmene güvenir öğrenci.

     Bunları söyledikten sonra Tevfik Fikret’ten (1867-1915) bir öykücük (anekdot) anlattım. Galatasaray Sultanisi’nde müdürken bir gün Tevfik Fikret’in odasının kapısı çalınıyor. Mubassır(disiplin görevlisi), iki öğrenciyi yakalarından tutmuş, içeri sokuyor.

     “Müdür Bey, bunları duvara yazı yazarken yakaladım”.

     Tevfik Fikret,

     “Peki, sen çık”, diyor. Öğrencilere dönüyor, ”Doğru mu bu?” diye soruyor.

     “Değil hocam, biz yapmadık, bir yanlışlık var”.

     “Peki”, diyor Tevfik Fikret. ”Size güveniyorum, madem siz yapmadınız, çıkabilirsiniz”.

     Aradan on dakika geçmiş geçmemiş, Tevfik Fikret’in odasının kapısı gene çalınıyor, gelenler deminki çocuklar.

     “Buyurun çocuklar”

     “Hocam siz bize güvendiniz, biz çok utandık. Çünkü o yazıyı biz yazmıştık. Özür dilemeye geldik”.

     Güvenmek ne güzel bir sonuç doğurmuş, ne kadar eğitici olmuş, çocukların vicdanlarına seslenilmiş.

     Şimdi tersinden bakalım, çocuklar “Biz yapmadık” dediklerinde, ”Ya öyle mi, ben de inandım!” denip sağlı sollu girişilseydi, ”Defolun şimdi, gözüm görmesin sizi!” denseydi, bu çocuklar o onur kırıklığı içinde, dövülmenin iç dünyalarında yarattığı fırtınayla şunu demezler miydi ve yapmazlar mıydı, ”Yazacağım, inadına yazacağım, bugün duvara yazdım, yarın tavana yazacağım. El mi yaman, bey mi yaman!”

     Bunu anlattıktan sonra ders bitti. Öğrencilerimi her zaman olduğu gibi kapıda uğurladım, şakalaşarak vedalaştık. Masaya yöneldiğimde baktım, devamsızlığı git gide artan öğrencim beni bekliyordu.

     “Hocam”.dedi,”ben çok kötü bir şey yaptım. Siz Tevfik Fikret’i anlatınca da çok utandım. Lütfen şimdi, gözümün önünde yanlışımı düzeltin”.

     Ben imza atılmayınca o boşluğa kırmızı kalemle çarpı işareti koyarım. Ama nasılsa onun çarpılarını mavi kalemle yazmışım, yoklama kâğıdı onun önüne gelince o da tutmuş çarpıların üzerine bastıra bastıra imza atmış. Onun isteğiyle kırmızı kalemle-bu kez ben bastıra bastıra- yeniden çarpı koydum.

     Bir daha devamsızlık yapmadı. Kazandım öğrencimi, eğitsel olmayan yollara başvurmadan… O da kazandı. ’Kazan-kazan’ oynadık.

     Hep söylerim öğrencilerime, bir insanı yitirmek kolay, kazanmak zordur. Size zor olanı yapmak yakışır.

     Yoklama dışdenetim aracıdır, önemli olan özdenetimli insan yetiştirmektir. Değişimin kapısı içerden açılır çünkü.



                                                          KAYNAKÇA

Bolat, Özgür (2016) Beni Ödülle Cezalandırma 33. baskı İstanbul: Doğan Egmont Yay. 

Goleman, Daniel (1998) Duygusal Zekâ (Çev. Banu Seçkin Yüksel) İstanbul: Varlık Yay.

Gordon, Thomas,(2001) Etkili Öğretmenlik Eğitimi (Çev. Emel Aksay)

     10.baskı İstanbul: Sistem Yay.

Kılıççı, Yadigâr (1999)”6-15 Yaş Öğrencilerinin Gelişimsel Güçleri ve Kişilik Gelişimi-

     ni  Kolaylaştırma” İlköğretimde Rehberlik (Ed. Yıldız Kuzgun) Ankara: Nobel Yay.

Nas, Recep (2009) “Çocuk Okula Başlarken” Eleştirel Pedagoji dergisi, Eylül-Ekim

     2009, Sayı:4-5 (20-26)

Pennac, Daniel (2010) Okul Sıkıntısı (Çev. Barış Behramoğlu) İstanbul: Can Yay.

Yeşilyaprak, Binnur (1990) “Davranışlarımızın Belirleyicileri” Cumhuriyet Bilim Teknik

     Sayı: 149





(*) Bu yazı Öğretmen Dünyası dergisinde (Nisan 2017 Sayı: 448) yayımlanmıştır. (39-41)




RECEP NAS’LA RÖPORTAJ


RECEP NAS’LA RÖPORTAJ (*)





     İnsan Olmak Öğretmen Olmak’ adlı kitabınızı neden, nasıl yazdınız?



     Bu, yedinci kitabım. İlk dört kitabım öğretmen adayları için ders kitabı. Öbür ikisi de ana-babalar için, çocuk eğitimine ilişkin.

     Bu kitabım hep aklımdaydı, yazmalıydım. Öncelikle öğretmen olan öğrencilerimin mektuplarını gün yüzüne çıkarmalıydım. Ama bu mektuplar tek başına ilgi çekmeyebilirdi, bunun önü ardı olmalıydı. Yer yer anılarımı yazdım, ama bu anı kitabı sayılmaz. Kimileyin bir anımdan yola çıkarak eğitim sorunlarını irdeledim, kimileyin de eğitim sorunlarına değinirken yeri geldi anılarımı yazdım. Yalnız kendi anılarımı değil, çeşitli kitaplardan aldığım öğretmen anılarını da koydum kitabıma, hele ‘unutulmayan öğretmenler’ e ilişkin anılar çok çarpıcı, ders verici…

     Kırk dört yılın yaşanmışlıklarından, deneyimlerinden, okumalarından damıtılmış bir kitap bu. Ben eğitimin mutfağında çalıştım, ilkokul öğretmenliğinden geliyorum. Deneyimliyim, ama bu yetmez. Deneyim tek başına pek anlamlı değil. Okumayan otuz yıllık bir öğretmen otuz yıl öncesinin öğretmenidir. Ben kendimi okuyarak sürekli geliştirmeye çalıştım, hele öğretmen yetiştiren öğretmen olunca… Kaynak çeşmeden yukarda olmalı.  Derslerimde çok örnek verirdim, acaba doğru mu yapıyorum diye de öğrencilerime sorardım. Örnekleriniz canlı, çarpıcı, akılda kalıcı, sakın vazgeçmeyin derlerdi. Konferanslarımdan sonra da sorarlar bana, bu kadar örneği nerden buluyorsunuz diye, benim işim bu. Kitapta da ‘kıssadan hisse’ çıkarılacak çok örnek var.

     Dedim ya, öğrencilerimin mektuplarını koydum kitaba. Okulu bitirmek üzere olan öğrencilerime bana yazın dedim, yazdı onlar da… Öğrencilerim bana yazarak yalnızlıklarını gideriyorlardı, kimsesiydim ben onların. Kimisini gülümseyerek, kimisini mutlulukla dolarak, kimisini de gözyaşı akıtarak okurdum. O gözyaşları sevinçten de akardı, üzüntüden de…  Elle yazılmış mektuplar bunlar, bu mektupların son örnekleri. Sevinci de, gözyaşını da bu mektuplar da duyumsarsınız. Doğudaki köylerin, köy okullarının resmini çiziyor bu mektuplar, birer belge niteliğinde. Bir dönemin (1985-1999) eğitim tarihi gibi… Öğretmen adayları, genç öğretmenler bu mektuplardan çok şey öğrenirler, okurlarsa…  

      Kitabımdan, öğretmenlerin, hele öğretmen adaylarının, iyi öğretmen nasıl olunur, öğretmenlik nasıl yapılır, bunu öğreneceklerini umuyorum.



    Peki ‘iyi öğretmen’ nasıl olunur?



Kitabımın adından anlaşılacağı gibi ilkin insan olunmalı, sonra öğretmen. İyi insan, öğretmenlik kişiliği de taşıyor, kendini sürekli yetiştiriyorsa iyi öğretmen olur.

     Öğretmenlik bir meslekten öte bir yaşam biçimidir. Öğretmenlik dersle başlayıp ders bitince bitmez. Ders de giriş ziliyle başlamaz. Öğretmenlik yirmi dört saat… Bunu söylerdim öğretmen adaylarına, onlar adına da kendime itiraz ederdim. “İnsaf be Hocam, uyku da mı uyumayacağız .” Uyuyacaksınız, hem de nitelikli bir uyku olmalı bu. Ama düşünüzde yarınki dersi göreceksiniz. Ben böyle çok düş gördüm. İnanır mısınız, ders vermeyi bırakalı üç buçuk yıl olmuşken, daha geçenlerde böyle bir düş gördüm. Dersteyim, öğrenciler dönemin bitmesine üç hafta kaldığını söylediler, benimse kazandıracağım davranışlar var daha, sıkıntı bastı beni, kan ter içinde uyandım.

     Öğretmen olunmaz, öğretmen doğulur, sözü çok söylenir. Ben katılmam buna, öğretmenlik    öğrenilir. Tabii öğretmenliğe yatkın olunacak, öğretmenlik kişiliği taşınacak. Bir kez duygusal zekâsı yüksek olacak. Duygularını yönetip denetleyebilecek, kendi kendini güdüleyebilecek, duyguları okuyabilecek, yani eşduyum (empati) kurabilecek.  Hele iletişim, sağlıklı iletişim kurabilecek. Öğretme- öğrenme ortamı iletişim ortamıdır çünkü.

     Elbette çocukları sevecek, çocukları sevmeyen öğretmenlik yapmasın. Sevgi de yetmez, saygı duyacak öncelikle. Bana öğretmenin özelliklerinden sadece birini söyleyin deseniz, hepsi birbirinden önemli ama, ben öğretmen güler yüzlü, tatlı dilli, şakacı olmalı derim. Derste gülmeceyi (mizah) kullanmak çok önemli. Gülüş cümbüş yapılan bir derste öğrenme kolayca gerçekleşiyor, kalıcı oluyor. Gülmek, güldürmek dersin ciddiyetini bozmaz, tersine renk katar, ilgi uyandırır, coşku yaratır. Bana sorarlardı, Hocam sizi hep güler yüzlü görüyoruz, sizin hiç derdiniz yok mu? Olmaz mı, ama ben derse girince kendimi bile unuturum. Araç-gereç, fiziksel ortam önemli tabii, ama en önemlisi öğretmenin sınıfta yaratacağı saygı-sevgi, ilgi, anlayış, güven temeline dayalı olumlu ruhsal ortamdır. Öğrencinin söz hakkı, dahası itiraz hakkı olacak. Öğrencilerime hep söylerdim, en iyi öğrencim düşüncelerime katılmayandır.

     Öğretmen kin tutmaz, Yunus Emre öğretti bunu bize. Öğretmen, ayrıca, önyargılı olmaz, sabıka kaydı tutmaz.



     Anmadan olmaz, Atatürk’ün öğretmene, eğitime bakışı nasıldı?



     Atatürk, M. C. Anday’ın deyişiyle, savaşçı değil, aydınlanma öncüsüydü. Ümmetten millet yaratmak istedi. Genç Türkiye Cumhuriyeti yeni, çağdaş insana gereksinme duyuyordu, bu da bilimsel, laik eğitimle gerçekleşecekti. ‘Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür’ bireyler yetiştirilecekti.

     Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın en sıcak günlerinde  (1921) ‘Maarif Kongresi’ni açmış, bir de önemli bir konuşma yapmıştır. Böylesine önem veriyordu eğitime. 1924’te de eğitim birliği sağlanmıştır. Asıl savaş şimdi başlıyordu, cehaletle savaş… Öğretmenlere ”irfan ordusu’ diye sesleniyordu. Bursa’da yaptığı konuşmada (1922) , öğretmenlerden, yapıcı, etkili, verimli insanlar yetiştirmelerini istedi.     

     Öğretmenler Atatürk döneminde el üstünde tutuluyordu. Sınıfta, Cumhurbaşkanı da öğretmenden sonra gelir demiştir.



     Kitabınızda köy enstitülerine de değinmişsiniz…



     Değindim, oradan yurtsever, üretken, emekten yana, aydın ve aydınlatan öğretmenler yetişti. Onlar da soran, sorgulayan, eleştirel düşünen insanlar yetiştiriyorlardı. Kapattılar köy enstitülerini, Türkiye’nin şah damarını kestiler, ışığını söndürdüler. Köylüye efendiliği çok gördüler. Köy enstitüleri kapatılmasaydı eğitilmiş, nitelikli insanıyla Türkiye aydınlık, uygar, çağdaş, gelişmiş, saygın bir ülke olacaktı.



     Teşekkür ederim.



     Ben teşekkür ederim, kitabıma verdiğiniz değer için…

_______________________________________________________



(*) Bu röportaj Olay gazetesinde yayımlanmıştır. Bursa, 08. 10. 2012  

OKULDA DİSİPLİN


                                                                  OKULDA DİSİPLİN (*)

                                                                                   

     Disiplin Kavramı



     Disiplin, Latince kökenli bir sözcüktür. Yardım etmek anlamına gelmekte, çocuğun kişilik gelişimi için önem taşıyan sağlıklı tutum ve kuralları içermektedir (Tuncer, 1980: 20)

     Disiplin yalnızca uyulması gereken kurallar listesi olmadığı gibi (Küçükahmet, 1986: 78), yalnızca emir verme, cezalandırma ya da ödüllendirmeyle belirli bir davranışı sağlama yolu da değildir (Onur, 1979: 25). Disiplinden, çocuğun yalnızca büyüklere itaat etmesi anlaşılmamalıdır. “Disiplin, doğal dürtüleri doyumsuz bırakmak, engellemek, bastırmak değildir” (Onur, 1979: 26). Günümüzde disiplinli öğretmen, eli sopalı; disiplinli sınıfsa suspus sınıf anlamına gelmemektedir.

     Disiplinle otorite, disiplinle özgürlük birbirine karşıt kavramlar değildir. Disiplinin özünde otorite de vardır, özgürlük de. Bir başka deyişle, çocuğun sağlıkla gelişimi için otorite de gereklidir, özgürlük de. Demek ki disiplinin özgürlük sağlayıcı özelliği de vardır. Otorite ya da özgürlükten birisi dışlanırsa, gerçek niteliğini yitirir disiplin. Bu nedenle disiplinin içinde otoriteyle özgürlüğün dengelenmesi, uzlaştırılması gerekir. Sorun, bunlardan birinin seçilmesi değil, hangi tip otorite ve özgürlüğün seçileceğidir (Avanzini, 1965 Akt. Onur, 1979: 30-32)

     Disiplin, çocuğun sağlıklı gelişimi için gereklidir. Bunun içinse çocuğu merkez alan bir disiplin anlayışı benimsenip uygulanmalıdır. Yetişkin, disiplin uygulamasında baskı aracı olmamalı; çocuğun ve ergenin kendi kendisini yönetmesine, kendi başına karar vermesine, bağımsızlığını kazanmasına yardımcı ve destek olmalıdır.

     Ruh sağlığı eğitimin ayrılmaz bir parçasıdır (Yörükoğlu, 1978: 58). Onun için kişilik ve duygu eğitimi göz ardı edilmemelidir. Öğretmen, öğrencilerinin uyumlu, dengeli, sağlam kişilikli, kendine güvenen bireyler olarak yetişmeleri için bütün eğitsel önlemleri almalı, yakın çevreyi çocuğa ve ergene göre düzenlemelidir.



     Disipline İlişkin Öğretmen Tutumları



     Disiplin anlayışı, bir bakıma, eğitim anlayışından kaynaklanmaktadır. Başka bir deyişle, farklı eğitim anlayışları, farklı disiplin uygulamalarını doğurmaktadır. Öğretmenin görevi yalnızca ‘bilgi aktarma’ olarak görüldüğünde, ‘öğretmen merkezli eğitim’ uygulanmakta, otoriter tutum takınılmaktadır. Öğrenci yaşam için eğitilecek, sevgi-saygı duyulacak; etkin, yaratıcı ve güvenilir bir birey olarak algılandığında ise ‘öğrenci merkezli eğitim’ uygulanmakta, demokratik tutum takınılmaktadır.

     Disiplin sorunları, genellikle okullardaki öğretmen-öğrenci, yönetici-öğrenci ilişkilerinin sağlık oluşundan kaynaklanmaktadır. Yöneticilerin öğrencilere bakış açıları çoğunlukla olumsuzdur. Okullarda hep sonuçlarla ilgilenilmekte, davranışların nedenleri araştırılıp çözüm yolları getirilmemektedir (Koç ve diğerleri, 1975).

     Özellikle ortaöğretimde öğrencilerle diyalog kopuk, ilişkiler zayıftır. Öğrencilerle etkili,  sağlıklı bir iletişim ve etkileşim kurulamamaktadır.

     Ortaöğretimde disipline aykırı davranışlar genellikle uyum sorunlarından kaynaklanmaktadır. Disiplin sorunlarının ortaya çıkışında, ergenlik döneminin gelişim ve kişilik özelliklerinin yanı sıra uygun olmayan öğretmen tutumları da etkili olmaktadır. Okul, öğrencilerin uyum güçlüklerini gidermesi gerekirken, kimi durumlarda bu güçlükleri artırmaktadır (Yavuzer, 1982: 265). Oysa öğretmen, öğrenciye, bedensel ve psikolojik değişimlerin oluştuğu ergenlik dönemini sarsıntısız atlatması için yeterince yardımcı ve destek olmalıdır. Ergen, anlayışsız ve hoşgörüsüz bir ortamda, geçirdiği dönemin özellikleri nedeniyle kimi sorunları yaşamakta ve yaratabilmektedir. Okullarda ‘disiplin olayı’ sayılabilen kimi öğrenci davranışları, özünde ergenlik döneminin özelliklerinin ürünüdür. Günümüzde okullarımızdaki disiplin uygulamaları ‘biçimsel disiplin’ anlayışıyla yürütülmekte, öğrenciler disiplin yönetmeliğinin koyduğu kurallara uymaya zorlanmakta, uymayanlar cezalandırılmaktadır. Bu da öğrencilerin uyum sorunlarından kaynaklanan disipline ters düşen davranışlarının düzeltilmesine yardımcı olmaktan çok, sorunları artırıcı, hatta yaratıcı bir nitelik göstermektedir (Eripek, 1980: 375)

     Otoriter olmak başka, otorite sahibi olmak başka şeydir. Ne otoriter olmalı, ne de otorite boşluğu yaratmalıdır öğreten, otorite sahibi olmalı, demokratik tutum takınmalıdır. Baskıcı tutum da, izinci (yumuşak, umursamaz) tutum da yanlıştır.

     Buna göre disipline ilişkin üç öğretmen tutumundan söz edilebilir.



1.      Otoriter (baskıcı) Tutum



Otoriter öğretmen gerçekte güçsüzdür, güçlü görünmeye çalışmaktadır. Kendine güveni yoktur, dolayısıyla karşısındakine de güvenmez. Otoritesini yitirme korkusu içindedir. Çocuğa saygı duymaz, onu önemsemez, küçümser; onunla alay eder. Hep itaat bekler. Öğrencileriyle işbirliği yapmaz, tartışma ortamı yaratmaz. Esnek değildir, katıdır, dediğim dediktir. Söylediklerinin tartışmasız kabul edilmesini, buyruklarının hemen yerine getirilmesini ister. Yalnız o buyurur, yalnız o sorumludur. Hakça davranmaz. Ona göre öğrenci sessiz, uysal, edilgin olmalıdır. Bu, baskı aracı olan otorite anlayışıdır. Otoriter öğretmen öğrencisine gözdağı verir. Düşük not vereceğini, sınıfta bırakacağını söyleyerek korkutur. Ceza verir, döver. Öğrencileriyle arasında sevgi-saygı bağı yoktur. Böylesi bir öğretmene, öğrenciler çeşitli tepki biçimleri geliştirirler, başkaldırabilirler ya da aşırı ölçüde uysallaşabilirler.

     Otoriter tutumun öğrenci üzerinde aşağıdaki gibi olumsuz etkileri olur (Tezcan, 1987: 56):

-          Öğretmenin baskıcı tutumuna koşullandığından özdenetim mekanizması geliştiremez.      Öğretmenin baskısı kalktığında istediği gibi davranabilir.

-          Öğretme-öğrenme sürecine etkin olarak katılmaz.

-          Sorumluluk duygusu geliştiremez.

-          İçten gelen bir öğrenme isteği duymaz.

-          Anlayarak öğrenme yerine ezberler.

-          Birlikte çalışma, işbirliği yapma yeteneği körelir.



2.      İzinci umursamaz) Tutum



İzinci öğretmen, öğrencinin gereksinme duyduğu ‘olumlu otorite’yi kuramaz, otorite boşluğu yaratır. İlgisizdir, ‘ne halleri varsa görsünler’ anlayışı içindedir, umursamaz. Öğrencilerini, belirlenen amaçlar doğrultusunda yönlendiremez. Öğrencilerin etkisi altında kalır.

İzinci tutumun öğrenci üzerinde aşağıdaki gibi olumsuz etkileri olur (Tezcan, 1987: 57):

a)      Çocuğun ve ergenin, güvenliği için ‘olumlu otorite’ye gereksinmesi vardır, bu tip otoriteyi bulamayınca kendini boşlukta hisseder.

b)      Kendini denetleyip yönetemez.

c)      Belirli amaçlar doğrultusunda disiplinli çalışma alışkanlığı kazanamaz.



3.      Demokratik Tutum



Demokratik tutum takınan öğretmen otorite sahibidir. ‘Öğrenci merkezli’ eğitim anlayışını benimser, uygular. Öğrencisine sevgi-saygı duyar, onunla diyalog kurar. Tartışmaya açıktır. Kendine güvenir. Hakça davranır. Gözde öğrencisi yoktur, öğrenciler arasında ayırım yapmaz. Anlayışlıdır, hoşgörülüdür. Kararları öğrencileriyle birlikte alır, kuralları da birlikte belirler. Öğrencisinden körü körüne itaat beklemez; mesleki bilgisiyle, davranışlarıyla, kişiliğiyle kendiliğinden saygı yaratır. Sınıfının karşısında değil, yanındadır.

Demokratik tutumun öğrenci üzerinde aşağıdaki gibi olumlu etkileri olur (Tezcan, 1987: 56)

a)      Öğrenme isteği duyar, inceler, araştırır. Öğrenme yollarını öğrenir.

b)      Anlayarak öğrenir, ezberlemez.

c)      Özdenetim yeteneği gelişir; kendini yönetir, denetler.

d)     Öğretme-öğrenme sürecine etkin katılır, sorumluluk üstlenir.

e)      Öğretmenle öğrenci, öğrenciyle öğrenci arasında sağlıklı ve etkili iletişim kurulur.

f)       Öğrenciler öğretmene sevgi, saygı, güven duyar.

g)      Kendisinin katkısıyla alınan kararlara, belirlenen kurallara uyar.



Kurallar, Sınırlamalar



Otoriteyle özgürlüğün kaynaştırıldığı bir disiplin uygulamasında, çocuğun yararına yönelik, ona yol gösterici nitelikte olan kurallar konacak, sınırlamalar getirilecektir kuşkusuz. Bu kurallar, çocuğun sağlıklı gelişmesi, kendini güven içinde hissetmesi için konulur. Öğretmenin otoritesi, eğitsel niteliklerden kaynaklanmalı, öğrencilerin gereksinmelerini karşılamak için işe koşulmalıdır. Çocuk ve ergen bu anlamdaki otoriteyi benimser, kabullenir. Kurallar ve sınırlamalar gerekli, kaçınılmaz ve akla uygun olmalıdır.

     Daha küçük yaştayken, çocuğa, istenmeyen davranışın yerini hangi davranışın alabileceği anlaşılır bir dille belirtilmelidir. Öfkeye kapılmadan, gereksiz sözlerle çocuğun kişiliğine saldırmadan… Öfkeli konuşmalar arasına sıkıştırılmamalı yasaklar, sınırlamalar… Çocuğun kişiliğine yönelik olumsuz, aşağılayıcı sözler söylemek yerine; neyin, neden, nasıl yapılması gerektiği söylenmelidir, neyin yapılmaması gerektiği değil.

     Emirler, uyarılar olumlu ve hedef gösterici olmalıdır. Yasak, demek yetmez. Yasağın, kuralın inandırıcı nedenleri, gerekçeleri belirtilmelidir. Sokaklardaki çöp kutularının üzerine yazılan “Çöpü bana at” sözü hedef göstericilik bakımından iyi bir örnektir. Bir kuruluşta duvarlara “Sigara izmaritlerini yerlere atmayınız” yazısı asılır. Muzip biri de bu yazının altına şöyle yazar: “Ya nereye atalım?”

Birey, üzerinde çok durulan olumsuz davranışı yineleme eğilimi gösterir. Bir yüksekokul öğrencisi şöyle demiştir: “Lisede okurken sigara içme yasağı üzerinde öylesine çok duruldu ki, merak edip bir iki sigara içtim, derken alıştım, şimdi içiyorum.”  Olumsuz emir tepki doğurur, yapılmaması gerekeni yapma eğilimi yaratır. Bilindiği gibi, kimi reklamlarda insanın bu eğiliminden yararlanılmaktadır. Olumsuz emir vermekle, olumsuz davranışa davetiye çıkarılmaktadır. Bir okulun duvarlarına şöyle yazılar asılmıştı: “Koridorların duvarlarını, ayaklarınızı dayayarak kirletmeyiniz.” Bu söz, bir bakıma, onu okuyan kişiye ayak dayayarak duvarların kirletilebileceğini öğretiyordu.



     Çocuğu Anlamak

     Davranışlara sınır konulmalı, duygulara değil. Çocuk söz hakkına sahip olmalı, konuşmalı, duygularını dile getirmelidir. Yoksa bastırılan duygular olumsuz davranışlar olarak dışa yansır. Baskı, çocukta öğretmene karşı nefret yaratır, bu nefretini dile de getiremez. O da nefretini gücü yettiğine yöneltir (Neill, 1978: 54)

     Çocuğun duygularını anlamak, anladığımızı da sözlerle, jest ve mimiklerle ona hissettirmek gerekir. Çocukla konuşmanın en önemli yanı onu dinlemektir. Çocuk yoğun duygular içindeyken eleştiri, öğüt işe yaramaz, üstelik ters teper. Oysa duygularının anlayışla karşılandığını gören çocukla yetişkin arasında sevgi-saygı bağı güçlenir.



     En Güçlü Öğretme Yolu iyi Örnek Olmaktır



     Öğrenci, öğretmenin yalnızca sözlerinden değil, davranışlarından, tutumlarından, bütünüyle kişiliğinden etkilenir. Çocuğun davranışlarını, tutumlarını büyük ölçüde yetişkinlerin davranışları, tutumları belirler. Öğretme ortamının bir parçası olarak, öğretmen, öğrencilerine örnek olmalı, olumlu davranış örnekleri sunmalıdır. Çocuğun başkalarının haklarına, duygularına saygı göstermesi isteniyorsa; yetişkinin, çocuğun haklarına, duygularına saygı göstermesi gerekir önce. Çocuğu sevmenin yanı sıra ona saygı da duyulmalıdır. Saygıyı içermeyen sevgi yeterli değildir, eksiktir.



     Özdenetim



     En etkili disiplin aracı özdenetimdir (Yörükoğlu, 1978: 162). Onun için küçük yaştan başlamak üzere çocuğun özdenetim yeteneğinin geliştirilmesi gerekir. Ne yazık ki, çocuk, neden yapmaması gerektiği belirtilmeden, başka bir seçenek sunulmadan, “Yapma, baban kızar”, “Yapma dayın döver” denilerek dışdenetime koşullandırılmaktadır. Oysa çocuk kendi kendini denetleyip yönetebilmeli, yetişkinlerin zorlaması olmadan yaşına göre doğru olanı yapmalıdır. Cezalanacağı korkusuyla ya da ödül beklentisiyle değil, doğru o olduğu için öyle davranmalıdır. Doğru olan davranışı baskıyla değil, içten gelen bir istekle yapmalıdır. Birey baskı altında doğru davranır da baskı kalkınca doğru ve uygun davranmazsa; dürüst olmayı değil, yakalanmamayı öğrenir, yalancı ve ikiyüzlü olur.

     Bir ilkokul çocuğuna,

     -Tırnaklarını neden kesiyorsun, diye soruldu.

     Çocuk,

     -Kesmezsem öğretmen kızar, dedi.

     Dışdenetime ilişkin ilginç bir örnek bu.

     Sürekli dışdenetim altında tutulan çocuk kendini yönetemez, özdenetim yeteneği kazanamaz, kendi kendine karar vermekte güçlük çeker. Bir halk sözü vardır, şöyle: “Yığmaca çakıl yedi gün, koymaca akıl yedi adım.”



     Ceza



     Aslında ceza vermekten kaçınmak, ceza vermeyi gerektirmeyecek bir eğitsel ortam yaratmak gerekir. Çünkü ceza, cezalandırmaya neden olan davranışı bir süre bastırsa da yeni bir davranış öğretmez (Hovardaoğlu, 1988: 37). Olumsuz davranışı yapma eğilimi çocuğun içindedir yine. Üstelik bu eğilim cezayla daha da şiddetlenebilir. Cezanın baskıcı etkisi geçince aynı davranışı yineleyebilir çocuk. Cezalandırmak ateşi külle örtmeye benzer. Sonucu düşünülmeden, o anki öfkenin şiddetine göre verilen ceza çocuğu ya pısırık ya da başkaldırıcı, saldırgan yapar. Çocuk her cezalandırılışında kedini korumaya çalışır, yalana başvurur, korkar, kaygı duyar. Böylece istenmedik yan ürünler ortaya çıkar. Oysa istendik davranışlar öne çıkarılıp pekiştirilse, cezaya gerek duyulmadan davranışları denetlemek olanaklıdır (Hovardaoğlu, 1988: 37).

     Yapılması gereken, istenmedik davranışın altında yatan nedenlerin araştırılması, bu nedenlerin giderilmesine ilişkin eğitsel önlemlerin alınması, çocuğa ve ergene bu yönde yardımcı olunmasıdır. İlkokul Yönetmeliği’nin 26. , Ortaöğretim Disiplin Yönetmeliği’nin 22. Maddesi de bunu öngörmektedir. Değilse, gerekli eğitsel önlemler alınmadan, yalnızca ceza vermekle okulda düzen ve disiplin sağlamak çoğu kez olanaksızdır (Eripek, 1980: 366). İlkokul Yönetmeliği’nin sözü edilen maddesinde, “İlkokul öğrencilerine maddi veya manevi ceza verilmemesi esastır” denilmektedir.



     Okulda Disiplin Sağlamaya İlişkin Etkenler



     Okulda disiplin sağlamaya yardımcı olan başlıca etkenler şunlardır: Öğretim programı, rehberlik hizmeti, okul-aile işbirliği, okul binasının ve bahçesinin kullanımı (Küçükahmet, 1986: 78-79.   Bu etkenler aşağıda açıklanmıştır.



Öğretim Programı

 

     Öğretim Programı, bir dersteki öğretme-öğrenme sürecinde nelerin, neden, nasıl yer alacağını gösteren kılavuzdur. Öğrencilerde istendik davranışların oluşabilmesi için, öğretim programının işlevsel olması ve öğrencilerin gereksinmelerini karşılamaya yönelik bir öğretim hizmetiyle uygulanması gerekir (Özçelik, 1987: 4-118)

     Öğrenmenin başlangıcında, öğrencilerin eğitim gereksinmeleri belirlenmeli, eksik olan önkoşul öğrenmeler gerçekleştirilmelidir. Eğitim durumları, amaca ve öğrenciye göre düzenlenmelidir. Böylece öğrenciler amaca yönelik doyurucu yaşantılar geçirirler, çalışmaktan tat alırlar; öğretmeni, okulu benimseyip severler.



Etkili Bir rehberlik Hizmeti



     Önemli olan, disiplin sorunu çıktıktan sonra önlem almak, çözüm aramak değil; baştan disiplin sorunlarını en aza indirecek eğitim ortamını yaratabilmektir. İşte, etkili bir rehberlik hizmetiyle sorunların ortaya çıkması belirli ölçüde önlenebilecektir. Şunu da belirtelim: Ortaöğretim kurumlarında disiplin kurullarıyla rehberlik servislerinin işbirliği yapması gerekir (Disiplin Yönetmeliği, 22. Madde)



Okul-Aile İşbirliği



     Çocuk ev koşullarını okula getirir. Tek çocuk oluşunu, çok kardeşli oluşunu, anasızlığını, babasızlığını… Çocuğun davranışlarının kökeninde aile içi ilişkiler yatar. Bu nedenle çocuğu tanımak için ailesini tanımak gerekir. Dahası, planlı eğitimin sınırlarını genişletmek, çevre koşullarını olabildiğince denetim altına almak için okul-aile işbirliğine işlerlik kazandırılmalıdır.

     Plansız eğitimin çocuğun üzerindeki olumsuz etkileri, etkili bir okul-aile işbirliğiyle azaltılabilir.



Okul Binasının ve Bahçesinin Kullanımı



     Çevrenin çocuğa göre düzenlenmesi gerekir. Çocuk hareket varlığıdır. Çocuğun bu hareket gereksinmesinin karşılaması için okul bahçesinde yeterince oyun alanı ve oyun aracı bulunmalıdır. Değilse, çocuklar daracık koridorlarda itişip kakışırlar, merdiven korkuluklarından kayarlar. Bu da disiplin sorunu yaratır. Parker’e göre, çocuklar istenilen biçimde davranmıyorlarsa, bunun nedeni, istenilen biçimde davranmalarını sağlayacak koşulların olmamasıdır.

     Sınıfların kalabalık oluşu da disiplin sorunlarını hazırlayıcı bir etkendir.

     Çocuk, okulun ve sınıfın ‘havası’nı  içine sindirir. Temiz, bakımlı, pırıl pırıl bir okul ve sınıfta o da bu ‘hava’ya uyacak, temiz olma gereğini uyarılmadan, kendiliğinden uyacaktır. Ama her yer kirli, bakımsız olursa, nasıl olsa kirli diye o da duvarları, yerleri daha da kirletmekten çekinmeyecektir.



Öğretim Hizmeti



     Öğretim hizmetinin etkili ve yeterli olması, disiplin sağlamayı da kolaylaştırır. Böylece öğretmen, zamanını öğrencilerin yönetimine, disiplin sağlamaya değil, öğretme-öğrenme sürecinin yönetimine harcar.

     Öğretim hizmetinin sağlıklı işletilebilmesi için onun öğelerine işlerlik kazandırılması gerekir. Aşağıda öğretim hizmetinin başlıca öğelerine kısaca değinilmiştir.



1.      İpucu ve Açıklamalar



      İpucu ve açıklamalar, öğrenciye, öğretme-öğrenme sürecinde neyi, neden, nasıl yapacağını gösterir. Neyi, neden, nasıl yapacağını bilen öğrenci güdülenir, öğrenme çabası gösterir, bu durumda öğrenme düzeyi de yükselir. Bu da öğrencinin okula, okul ve sınıf çalışmalarına olumlu yaklaşımını sağlar.

     Bilişsel giriş davranışlarının sağlanmasına karşın, okulda öğrenme çabası göstermeyen, öğrenemeyen öğrencilerin bu tutumu neyi, neden, nasıl öğreneceklerini bilmemelerinden kaynaklanmaktadır (Özçelik, 1987: 119)



2.      Pekiştirme



Pekiştirme, istendik davranışın yinelenme sıklığını artırıcı uyarıcıların verilmesi işledir (Fidan, 1986: 155). Pekiştireç de pekiştirme işlemindeki uyarıcıdır.

     Öğrencinin öğrenme çabası, istendik yönde değişmeyi yansıtan davranışları pekiştirilmelidir. Pekiştireç, sınıftaki her öğrenci için kullanılmalıdır. Öğrenciler arasında bireysel ayrılıklar gözetilerek yavaş öğrenen öğrencilere de uygun pekiştireçler sunulmalı, onların da başarı tadı tatmaları sağlanmalıdır. Böylece onlar da istekle öğrenme çabası gösterirler. Pekiştireçler yansız, ölçülü ve dengeli olarak, öğrencilerin kişiliğine, yaşına, cinsiyetine göre, yeri ve zamanı gelince sunulmalıdır.

     Olumlu pekiştireç olarak maddesel olanlardan çok, maddesel olmayan ‘gülümseme, onaylama, teşekkür etme vb. ) pekiştireçler verilmelidir.

     Yersiz, yanlış yapılan övgüler de olumsuz sonuçlar doğurur. Kendine göre güçsüz, eksik yanlarına ilişkin övgüler çocukta suçluluk duygusuna yol açabilir.



3.      Katılım



Öğrenme bireyseldir. Birey kendi yaşantısı yoluyla öğrenir. Bu nedenle öğrencinin öğretme-öğrenme sürecine etkin olarak katılması, kendisinden istenen davranışı yapması gerekir. Katılma, öğretme-öğrenme sürecinin verimliliğini artırmaktadır. Öyleyse öğretme-öğrenme süreci, öğrencinin etkin katılımını özendirecek, kolaylaştıracak biçimde planlanıp işletilmelidir. Bunun için aşağıdaki noktaların göz önünde bulundurulması gerekir.

    3.1.Öğrencilere bilişsel giriş davranışları (anlayarak okuma, doğru ve etkili anlatma,

sayısal yetenek, çözümleme ve bireşim gücü…) ve duyuşsal giriş özelikleri (ilgi, tutum, güdülenme, özgüven… ) kazandırılmalıdır.

     Ayrıca, yeni bir öğrenme için bir önceki öğrenmeler, bilişsel giriş davranışlarının bir başka boyutu olan önkoşul öğrenmeler (önöğrenme) niteliğinde ise bu önkoşul öğrenmelerinde gerçekleştirilmesi gerekir. Böyle yapılmazsa önkoşul öğrenmelerin eksikliği ve bunların giderek birikmesi sonucu, öğrenci daha üst düzeydeki öğrenmeleri gerçekleştiremeyecek, dolayısıyla sınıf çalışmalarına ilgisiz kalacaktır. Bu da sınıfta disiplin sorunlarına neden olabilecektir.

      3.2.Öğrencilerin ilgileri hedef-davranışlar üzerine çekilmelidir.

      3.3.Dış koşullar (eğitim durumları), öğrencinin iç koşullarına (bilgi, beceri, alışkanlık…) göre düzenlenmelidir.

      3.4.Bireysel ayrılıklara göre öğretim olabildiğince bireyselleştirilmelidir.

       3.5.Öğretmen her öğrencisiyle sevgi bağı kurmalı; sevecen, saygılı, hoşgörülü, anlayışlı, sabırlı, nazik, güler yüzlü olmalıdır. Hoşgörü, disiplinsizlik değildir (Yörükoğlu, 1988: 177).

       3.6.Öğretmen, öğrenciler arasında ayırım yapmamalıdır. Yalnızca bir ya da birkaç öğrenci değil, bütün öğrenciler ‘gözde’ öğrenci konumunda olmalıdır.

       3.7.Öğretmen, öğrencilerine adlarıyla seslenmelidir. Bu, öğrenciye güven verir, öğrenciyi öğretmene bağlar.

       3.8.Kazandırılacak davranışlarla ilgili olarak yerinde ve zamanında şaka, espri yapılmalı; olay, anı, fıkra anlatılmalıdır (Sönmez, 1985: 180-181). Bu, dersin ciddiyetini bozmaz, derse renk katar ve öğrenciyi rahatlatır.

       Öğrencilerin kimi davranışları büyütülmeden şakayla karşılanabilir. Öğrenciyle kesinlikle alay edilmemelidir. Bir duruma bütün sınıf gülüyorsa, buna öğretmen de katılmalıdır.

       3.9.Dersliğin fiziksel koşulları, öğrencinin öğretme-öğrenme sürecine etkin katılımını sağlayacak biçimde ayarlanmalıdır (Düzen, aydınlanma, sıcaklık, öğrenci sayısı vb.).

      3.10.Öğretmen, konuşurken öğrencileriyle ‘göz iletişimi’ kurmalıdır. Bu, öğretmenin sınıfı denetlemesine, öğrencinin tepkisini görmesine yardım eder.

      3.11.Yalnızca düz anlatım yöntemiyle yetinilmemeli, yöntemler çeşitlendirilmeli, öğrencilerin yaparak yaşayarak öğrenmelerine olanak tanınmalıdır. Öğrencilerin ilgileri canlı tutulmalıdır. “Arkanıza yaslanın, dik durun, kıpırdamayın, beni dinleyin” diyerek öğretmenin sıkıcı, yavan, kuru, tekdüze anlatımını ders boyunca sürdürmesi olacak şey değildir, yanlıştır. “Zayıf öğretim, ölü, renksiz bir sınıf yaratır. Böyle sınıfta ise kötü ilişkiler beslenir, gelişir” (Alıcıgüzel, 1979: 317). Kırk dakikalık bir derste bile yöntemler, teknikler, etkinlikler çeşitlendirilmeli, ‘oyun içinde eğitim’ anlayışı benimsenip uygulanmalıdır. Çocukların hareket varlığı oldukları, somut düşündükleri, dikkat sürelerinin kısalığı unutulmamalı, göz önünde bulundurulmalıdır.

      3.12.Öğretmen, öğretme coşkusu içinde olmalı, bu coşkuyu öğrencilerine öğrenme coşkusu olarak yansıtabilmelidir. Düzgün, etkili konuşmalı; ses tonunu sözün anlamına göre ayarlamalıdır. Sesi pürüzsüz olmalı, kulağa hoş gelmelidir. Kullandığı dil, öğrencilerin anlama düzeylerine uygun olmalıdır. Yine, öğretmen, dersin işlenişini ilginçleştirerek öğrenmeyi zevkli duruma getirmelidir.

      3.13.Öğrencilerin öğretme-öğrenme sürecine etkin katılımları sonucu sınıfta yapılan çalışmaların gerektiği kadar-çalışan bir makinenin sesi gibi-ses olması doğaldır, hatta gereklidir. Sessizlik içinde hiçbir yetenek gelişmez çünkü.



4.      Dönüt ve Düzeltme



     Öğretim hizmetinin önceki öğelerine ilişkin önlemler alınmış olsa da, grupla öğretimde ipucu ve açıklamalardan gerektiği kadar yararlanamayan, yeterince pekiştirilmeyen, etkin katılım içine giremeyen öğrenciler olabilir, özellikle kalabalık sınıflarda. Ortaya çıkabilen böyle aksaklıkların, öğrenme eksikliklerinin, güçlüklerinin ve bunların nedenlerinin belirlenmesi, giderilmesi gerekir. Bunun için dönüt (geribildirim) ve düzeltme işlemlerine yer verilmelidir.



                                                KAYNAKÇA



Alıcıgüzel, İzzettin (1979) ilk ve Orta Dereceli Okullarda Öğretim İstanbul: İnkılâp ve

     Aka Yay.

Eripek, Süleyman (1980) “Ortaöğretim Kurumlarında Disiplin Uygulamaları” AÜ Eğitim

     Bilimleri Fakültesi Dergisi Cilt: 15 Sayı:1 (365-376)

Fidan, Nurettin (1986) Okulda Öğrenme ve Öğretme Ankara: Kendi yayını

Hovardaoğlu, Selim (1988) “Cezanın Davranışlar Üzerindeki Etkisi” Ankara: TED’in Eğitim     

     Ve Bilim dergisi Cilt: 12 Sayı:68 (32-37)

Koç, Mustafa vd. (1975) “Konya Liselerinde Disiplin” (Teksir edilmiş araştırma)

Küçükahmet, Leyla (1986) Öğretim ilke ve Yöntemleri Ankara: AÜ Eğitim Bilimleri Fak.

     Yay.

Neill, A. S. (1978) Bir Eğitim Mucizesi (Çev. Güler Dikmen) İstanbul: Hürriyet Yay.

Onur, Bekir (1979) “Disiplin Kavramı” TED’in Eğitim ve Bilim dergisi Cilt: 3 Sayı: 17

     (25-33)

Özçelik, D. Ali (1987) Eğitim Programları ve Öğretim (Genel Öğretim Yöntemi)

     Ankara: ÖSYM Eğitim Yay.

Sönmez, Veysel (1985) Program Geliştirmede Öğretmen El Kitabı Ankara: Öğretmen

     Yay.

Tezcan, Mahmut (1987) Eğitim Sosyolojisi Eskişehir: AÜ Açıköğretim Fak. Yay.

Tuncer, oya (1980) “Çocuk Aile ve Çevresi” Çocuk ve Eğitim Ankara: TED Yay. (3-33)

Yavuzer, Haluk (1982) Çocuk ve Suç İstanbul: Altın Kitaplar Yay.

Yörükoğlu, Atalay (1978) Çocuk Ruh Sağlığı Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yay.

______________  ( 1988) Gençlik Çağı Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yay.





 (*) Bu yazı Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakülteleri Dergisi’nde (1989, Cilt: 4 Sayı: 1) yayımlanmıştır.