15 Ocak 2019 Salı

VERİMLİ DERS ÇALIŞMA TEKNİKLERİ


                                  VERİMLİ DERS ÇALIŞMA TEKNİKLERİ  (*) 


                                                                                          Recep Nas

                                                                                
          Giriş

       Okullarda ne öğretilir, öğrenilenlerden geriye ne kalır, ya öğretemediklerimiz… Ağrı Dağı’nın yüksekliğini öğrettik de, yere çöp atmamayı öğretebildik mi, Kızılırmak’ın uzunluğunu öğrettik de, yere tükürmemeyi öğretebildik mi, dört işlemi öğrettik de kırmızı ışıkta geçmemeyi öğretebildik mi?

        Okullarımızda duygu ve kişilik eğitimi verilebiliyor mu yeterince, gönül rahatlığıyla veriliyor diyebilir miyiz? Okullarda en çok savsaklanan, göz ardı edilen, duyuşsal alan. Zaten bu alana ilişkin özeliklerin kazandırılması zor, ölçülmesi daha da zor, bu zoru başarmaktan kaçındık hep.

       Roosevelt ne güzel demiş,”Bir insanı ahlaklı olarak yetiştirmeden, yalnızca bilişsel (zihinsel) eğitim vermek topluma bir bela yetiştirmektir.” 

      Peki, ders çalışmayı, ama verimli ders çalışmayı öğretebildik mi, bunu öğreniyor mu çocuklar? Dahası, öğrenmeyi öğretebildik mi, öğrenmeyi öğrendi mi çocuklar? Çocukların ilk öğrenebileceklerinden biri bu oysa. Ama bundan da önce öğrenme isteği, okuma alışkanlığı aşılamak gerekir elbette. Horace Mann’ in dediği gibi,”Öğrenme isteği uyandırmayan öğretmen soğuk demiri dövmektedir.”

        Çocuklar ‘duvar yazıları’nı severler ya, bir ilkokul öğrencisinden duydum, şöyle diyordu: Canın ders çalışmak isterse, panikleme, sakin ol, geçer. Nasıl da ince ince dalgasını geçiyor derslerle, çalışmakla…



       Neden Öğrenmeyi Öğrenmek Gerekir?



1.      Günümüzde bilgi patlaması yaşanıyor, bilgilerin sekiz-on yılda bir katlandığı kabul ediliyor (Barth ve Demirtaş,1997). Bu koşullarda bunca bilginin hangisi çocuğa verilecek?

2.      Öyleyse, bu bilgilerin çocuk için gerekli olanları seçilecek. İyi de, neye göre seçilecek, bunun ölçüsü ne olacak? Bunun yanıtı, çocuğun ilgi ve gereksinmeleridir. Olabilir, ama bir on-on beş yıl sonra çocuğun hangi bilgi ve becerilere gereksinme duyacağını şimdiden kestirmek olanaklı mıdır?

3.      Diyelim, çocuğun ilgi ve gereksinmelerine göre bilgileri seçtik, ama bu seçilenlerin çocuğun belleğine yığılması gerekmiyor. Çocuğun kafası bilgi deposu değil, olmamalı. Günümüzde bilgileri saklayacak kaynaklar pek çok, Yazılı kaynaklardan, diskete, CD’ye, bilgisunara(internet) kadar…

         ‘Ayaklı kütüphane’ olmasın çocuk, ama kütüphanesi olsun. Okusun, incelesin, sorgulasın, bilgi kendiliğinden gelir. ’Bilgi kumkuması’ olmasın çocuk, bilgi hamalı hiç olmasın.

         Emin Özdemir’ in dediği gibi, bugün çocukların kafalarının içi, çarçabuk, ani bir kararla yolculuğa çıkmış bir kişinin bavulunun içi gibidir. Sokuşturulmuş, yığılmış ezberlenmiş, birbirinden kopuk bilgiler… Aralarında bağ kurulmamış, bir bireşime (sentez) varılmamış… Oysa bilmek, ilişkileri bilmektir (Nas,2006: 70-72).

4.      Kaldı ki bilgiler de eskir, değişir. Atom parçalanmaz sanılıyordu, parçalandı. İnsanda kromozom 48 tane sanılıyordu, yapılan araştırmalar sonucu 46 (23 çift)  olduğu anlaşıldı.

          Tıp doktoru adaylarına eğiticileri şöyle derlermiş: Öğrettiklerimizin yarısı bir süre sonra yanlışlanacak, ama hangi yarısı, bunu biz de bilmiyoruz. Bilgi bir yana, meslekler bile eskiyor, gereksizleşiyor.

5.      Öyleyse en doğrusu, yarın değişebilecek olan bilgiden çok, bilgi edinme yöntemlerinin, bilgiye ulaşma yollarının öğretilmesidir. Ne öğrenildiğinden daha çok, nasıl öğrenildiğidir önemli olan. Dahası kuru bilgi değil, bilgiyi kullanma bilgisini öğrensin çocuk, öğrenmeyi öğrensin. Ürün olarak bilim, süreç olarak bilimden daha çok değişime uğruyor. Onun için bilimin içeriğinden çok, yöntemine önem vermek gerekir (Ertürk,1984: 37).

         Zaten yeteneği, zekâyı geliştiren bilginin kendisi değil, bilgi edinme sürecidir (Enç,1981:206). Carl Rogers’a (1966)  göre, eğitim görmüş insan, nasıl öğreneceğini bilen; hiçbir bilginin güvenli olmadığını, güvenli olanın bilgiyi araştırma süreci olduğunu anlayan, değişime açık olan insandır ( Varış, 1978: 24-25). 

        Halkımızın beşikten mezara kadar dediği gibi, öğrenmenin yaşam boyu sürmesi gerekir. Onun içindir ki günümüzde ‘yaşam boyu’ öğrenme çok önemli bir ilkedir.



     Verimli Ders Çalışabilmek İçin Dikkat Edilecek Noktalar



     Öğrenmek için ille de çok çalışmak, çok zaman harcamak gerekmiyor. Çok çalışmak tek başına işe yaramıyor. Önemli olan yoğunlaşmak, etkili, verimli çalışmak, tabii ki zamanı iyi kullanarak… Peki ders çalışmanın daha da çok verimli olması için sabah saatleri mi uygundur, yoksa akşam saatleri mi? Bunların ille de birinden birini yeğlemek, birinden yana kesin bir şey söylemek zor.

     Sabahleyin beden dinlenmiş, zihin açık olur, bu doğru. Kişi yeterince uyumuş, fizyolojik olarak dinlenmiş olabilir, ama beden tümüyle uyanmamış olabilir. Yine de sabahları kısa bir tekrar yararlı olabilir.

     Öğrenme gerçekleştikten sonraki her etkinlik unutmaya neden olur. Ama uyku, edinilen bilgi üzerinde en az bozucu etkiyi yapar, en az unutturur. Yatınca, uyku öncesi-film şeridi gibi- öğrenilenleri gözden geçirmek yarar sağlar, araya uyaran girmediği için öğrenme daha çok kalıcı olur. Uyku, gün boyunca hipokampuste, kısa süreli bellekte biriktirdiğimiz bilgilerin uzun sürede saklanmak üzere kortekse geçişini sağlıyor (1)

      Uyku beyni canlandırır, beynin gücünü artırır. Uyku sırasında beyinde oluşan, uyku iğcikleri adı verilen beyin dalgalarındaki artış öğrenmenin yolunu açıyor. Bu işaretler (sinyal) bilgiyi beynin kalıcı belleği olarak bilinen kortekse aktaran hipokampusteki etkinliği gösteriyor. Bilgiler hipokampusten kortekse ne denli iyi aktarılırsa, istendiğinde ulaşılan bilgilerin miktarı da o denli çok oluyor. (2)

      Uyurken öğrenilenler düzenlenir, sindirilir. İyi bir uyku beyinde ‘temizlik’ yapar, nörokimyasal çöplüğü temizler. Gereksiz bilgiler, günlük kaygılar silinir, yok olur.

     Amerikalı bilim insanları, yeni bilgiler edinmek isteyenlere çalışmadan sonra uyumalarını öneriyorlar. Bir dizi araştırma sonucunda yeni bilgilerin kalıcı olabilmesi için  beynin mutlaka uykuya ihtiyaç duyduğu ortaya çıktı. Berkeley Üniversitesi Psikoloğu Matthew Walker’a göre beynimiz, alınan bilgilerin dört saat sonra uykuyla ‘pekiştirilmesi’ halinde en iyi şekilde çalışıyor.(…) Hipokampusteki  ‘posta kutusu’ dolduğunda yeni bilgiler girmiyor. Hipokampus uyku sırasında derleyip toplandıktan sonra bilgiler daha fazla bellek kapasitesine sahip prefrontal  kortekse aktarıldığında beynimizde  yeni bilgileri alacak yer açılıyor. Walker’la çalışan ekip kısa bir süre önce de beynimizin ikinci uyku evresinde yenilendiğini kanıtlamıştı. İkinci  uyku evresi derin uykudan sonra başlıyor ve rüya evresine (Rapit Eye Movement/REM) kadar devam ediyor.”(3)

      Vurgulayalım, tüm bunları yeterli, düzenli uyku sağlar. Yetersiz uykuysa yeni öğrenmeleri bozar, zayıflatır. Uykusuz olunca proteinler sinapslarda (hücre kapısı) birikiyor, bu da yeni şeyler öğrenmeyi zorlaştırıyor. Bu durumda, akşamları çalışmak daha verimli gibi görünüyor, ne ki bu kez de uyku bastırabilir.

      Kısacası, uygun olan, akşamları çalışmak, sabahları da kısa bir tekrar yapmaktır.

      Çalışma odasının duvarlarında fotoğraf, poster vb. olmamalı, bunlar insanı kolaylıkla düş dünyasına götürür, çalışmaktan uzaklaştırır, işe yoğunlaşmayı engeller. Fotoğraf çalışma masasında da olmamalı, bu, insanı, anılarını çağrıştırıp çalışmaktan alıkoyar çünkü. Masa düzenli, fazlalıktan arınmış ve pencereden uzakta olmalı. Masa lambası kullanmak yararlı olur.

       Sandalyede dimdik oturulmalı, yayılırsanız gevşersiniz, bu da uyku getirir. Ayrıca belirtelim, yere uzanarak, koltukta yayılarak çalışmak yanlıştır.

       Çalışırken müzik dinlenilmeli mi? Beyin aynı anda birçok uyarıcı alabilir, ama bunlardan birinde odaklanır. Uyaran fazlalığı öğrenmeyi engeller (Gruen,2006:111). Müzik, fon olarak gerginlik, yorgunluk yaratabilir. Diyelim, bir genç ders çalışırken, radyosu açık, bir yandan da şarkı dinliyor. Çalınan şarkı da “O ağacın altını şimdi anıyor musun?” Bu genç geçen yaz  karşı cins arkadaşıyla bir ağacın altında oturduysa, çağrışımlar çağırır, gitti gider, ders dursun bir kenarda… Gerisi, öf ülen öf! Bir şarkı var ya, ”Şimdi İstanbul’da olmak vardı, anasını satayım.” İşte, ders çalışan bir şarkıya biner, gider bir yerlere.

        Ataol Behramoğlu’nun ‘Sonbahar Ezgisi” başlıklı şiiri şöyle başlıyor:



                                      Caddeden liseli kızlar geçiyordu

                                      ‘Medeni Hukuk’ u usulca kapattım.

                                       İmtihanmış, paraymış, etiketmiş

                                       İnadına bir sigara yaktım.



        Gerçekte hem müzik dinlemek, hem ders çalışmak olanaksız. Tam burada  öğretmen adayı öğrencilerim itiraz ederler, derler ki, ”Ben ders çalışırken radyom açık oluyor, ama müziği duymuyorum bile”. İyi işte, duymuyorsan demek ki gereksiz, neden açıyorsun radyoyu? Öğrencilerin bu sözü, dikkatin bir noktada odaklandığını kanıtlıyor aslında.

          Çalışan işine odaklanmalı, ‘akış’a geçmeli. Akış, kişinin sevdiği işi yaparken kendini aşma duygusudur, kişinin kendini bile unuttuğu ruhsal bir durumdur. Akış durumuna geçmek duygusal zekânın en üst noktasıdır. Akış, kişiye kendini çok iyi duyumsattığından içsel bir ödüldür de… (Goleman, 1998: 119-124) Dikkat öğrenmenin olmazsa olmazıdır.  Ne yapıyorsa onunla ilgilenmeli insan. Değilse, ilgilenmediğini, ilgisi dışında kalanı aklında tutamaz, anımsayamaz. Çok kişiden duydum, fıkra dinlerim, okurum ama aklımda tutamam, unutuveririm derler. Neden? Çünkü ilgilenmiyor, ona odaklanmıyor. Yinelemiyor, fırsat yaratıp anlatmıyor. Böyle olunca da o bilgi beyinde tutunamıyor, çağrışımı olmuyor.

          Ne ki harita, şekil, grafik vb. çizerken müzik dinlenebilir tabii, burada sorun olmaz.

          Yorgunken, açken, tokken(yemekten hemen sonra) ders çalışılmaz. Beyin hücresi(nöron), kas hücresinden farklıdır.   Onun için ders çalışırken bedensel yorgunluk olmaz, ders çalışırkenki yorgunluk, atletin, hamalın yorgunluğu gibi değil. Gerçi çalışırken, yanlış oturmaktan bel ağrıyabilir, boyun tutulabilir, o başka.

         Duygusal yorgunluk olabilir ama, ders çalışmaktan hoşlanılmıyorsa, başka bir şey yapılmak isteniyorsa… Demek ki kişi ders çalışmayı sevmiyorsa duygusal yönden yorulabilir  elbette. Oysa sevilen iş yormaz,  zor gelmez.

         Bir daha belirtelim, zaman iyi kullanılmalıdır. Zaman durdurulamaz, biriktirilemez, uzatılamaz, üretilemez, geri getirilemez.



                                                   KAYNAKÇA



Barth,James;Demirtaş Abdullah(1997) İlköğretim Sosyal Bilgiler Öğretimi,(Kaynak

     Üniteler)Ankara:YÖK Yayını

Enç,Mitat (1981) Eğitim Ruhbilimi,İstanbul:İnkılâp ve Aka Kitabevleri

Ertürk,Selahattin (1984) Eğitimde “Program” Geliştirme, 5.baskı,Ankara:Yelkentepe Yay.

Goleman, Daniel (1998) Duygusal Zekâ (Çev. B. Seçkin Yüksel) 2. Baskı İstanbul:

     Varlık Yay. 

Gruen,Arno (2006)Empatinin Yitimi (Çev. İlknur İgan) İstanbul: Çitlembik Yay.

Nas ,Recep(2006) Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi,3.baskı  Bursa:Ezgi Kitabevi

Varış,Fatma     (1988)Eğitimde Program Geliştirme:Teori ve Teknikler, 4. baskı,Ankara:

     A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayını No:157



(1)Sevil Duvarcı, Kaynak: New Scientist,25 Eylül l999, Cumhuriyet Bilim Teknik 01.01.2000 Sayı:667  

(2)Matthew Walker vd. Akt. Rita Urgan, Kaynak: Newsweek 9-16 Ocak 2012 Cumhuriyet Bilim Teknoloji, 02.03.2012, Sayı: 1302

(3)Cumhuriyet Bilim Teknoloji, 05.03.2010,sayı: 1198)



(*) Bu yazı Öğretmen Dünyası dergisinde (Ocak 2019  Sayı: 469 yayımlanmıştır.

AYDINLANMACI: HASAN ÂLİ YÜCEL


                                AYDINLANMACI: HASAN ÂLİ YÜCEL (*)

                                                                                 Recep Nas
       


     Hasan Âli Yücel bir dünya aydını, bir aydınlanmacı. Ondan ki UNESCO, doğumunun yüzüncü yılı olan 1997’yi ‘Hasan Âli Yücel Yılı’ ilan etti. Onun yaptıklarını, yapıtlarını kısa bir yazıyla anlatmak olanaksız. Hasan Âli Yücel şair, yazar, denemeci, öğretmen, eğitimci, felsefeci, edebiyat araştırmacısı, dilci, gazeteci, dahası bir düşünür, -sıradan bir siyasetçi değil- bir devlet adamı, insancı (hümanist), yurtsever, bir de gönül insanı. Bunların hangisinden, ne kadar söz etsek eksik kalır gene de… Ya yaptıkları, say say bitmez. Birine değinsek, öbürünün boynu bükük kalır. İlk kez Milli Eğitim Şûrası’nı düzenlemesinden, Tercüme Bürosu’nu açmasından tutun da –İsmail Hakkı Tonguç’la birlikte-Köy Enstitülerini kurmasına, üniversiteleri özerkleştirmesine kadar… O bakanken Milli Eğitim Bakanlığı dokuz dergi, üç ansiklopedi yayımlıyor. Zaten ona göre, sözlükler bilimsel zenginliğin, ansiklopediler de kültür düzeyinin simgeleridir (Turan, 1997: 48)

     Tercüme Bürosu ilk dört yılda (1940-1944) 105 kitap çeviriyor, dünya klasiklerini… Homeros’tan Sofokles’e, Dante’den Shakespeare’ e kadar… Bozkurt Güvenç’in bir anısı: “Ruslarla konuşuyordum, onlar Atatürk’ü, bir de Nâzım Hikmet’i biliyorlar. Ben onlara Rus yazarlarını, kitaplarını sayıverdim. Şaşıp kaldılar, nerden bildiğimi sordular. Ben tüm Rus klasiklerini okudum, dedim. İşte beni Ruslara karşı güçlü kılan Hasan Âli Yücel’di.”        

     1940’ların ilk yarısında, kızı Canan Eronat’ın deyişiyle, dünya savaşıyor, Türkiye’de çiçekler açıyordu. Ya yapıtları, 57 kitap yazmıştır. ‘Goethe: Bir Dâhinin Romanı’ adlı kitabıyla 1932’de ‘Goethe Nişanı’ alıyor.

     Çok okumuş, çok da yazmıştır. Şöyle diyor: “Okumak, yaşamak demektir. Okuyan adam durmayan adamdır. Fikri ve manevi varlığı katılaşmamış, kemikleşmemiş taze ve dinç adamdır” (Angı, 2004).

     Hasan Âli Yücel 17 Aralık 1897’de doğmuş. Babası, dedesinin kurduğu Posta Telgraf Nezareti’nde müfettiş olan Âli Rıza Bey, annesi Neyyire Hanım. 17 odalı bir konakta doğmuş, ailenin tek çocuğu. Baba çok sert, bazen dövüyor da. Annesi oğluna âşık, ama ‘çocuğunun iyiliği için’ dövme yanlısı (Yücel, 1990: 7). Yücel, çalışkan, okulda çok başarılı. Okulları hep –‘pekiyi’nin de üzerinde- adına yakışır biçimde ‘Âliyyülâlâ’yla bitiriyor.

     En iyisi Hasan Âli Yücel’i çocuklarından dinleyelim. Kızı Canan Eronat (1993: 1) anlatıyor: “Babam yaptığı işten çok keyiflenen biriydi. Babam için yaşamak keyifti. Kafası, yüreği ve bütün benliğiyle ânını yaşamak… Acısıyla, tatlısıyla duya duya, doya doya yaşamak… Neşesi tetikte, nüktesi kınında, sevgisi yürekte gürül gürül yaşardı babam. Dost canlısı, vefalı babam… Hasım bilmez, kin tutmaz, düşman tanımaz. Her insanda bir güzellik, sevilesi bir özellik bulan babam… Kendi kişiliğine ve onuruna, başkalarınınkine de saygısı sonsuzdu. Kendine ters düşmeden, ülküsünden caymadan, şaşmadan doğru bildiği yolda yaşadı”

     Oğlu Can Yücel (1990: 9) anlatıyor: “[S]on dönemlerinde bile şen şatır, insan canlısı, sevecen, açık sözlü, açık gönüllü, kendine inançlı, dolayısıyla insanoğlunun yeteneklerine imanlı bir insan olarak yaşadı. Güleç yüzüyle, patlayan kahkahasıyla, ayıplı konuşmasıyla bir diyonizyak  kişiydi”

     Dionysos (Diyonisos), Yunan mitolojisinde bağcılık, şarap ve coşku tanrısı. Diyonizyak insan, duygularının, sevinçlerinin, coşkularının ardı sıra giden insan, özcesi gönül insanı... Hasan Âli Yücel, Yaşar Nabi Nayır’ın deyişiyle, aklıyla Batıda, gönlüyle Doğuda bir düşün insanı.  Onun içindir ki sadece Batıdan değil, Sadi’nin Gülistan’ı gibi Doğudan da çeviriler yaptırmıştır. Uygarlık bir bütündür ona göre.

     Unutmadan değinelim, Hasan Âli Yücel bir de şarkı sözü yazarı ve besteci… Aşağıya bir örnek yazalım (Gier, 2011: 46):

      Sen bezmimize geldiğin akşam seher olmaz

      Aşkın beni sermest ediyorken keder olmaz

      Ölsem de senin uğruna canım heder olmaz

      Sen saçlarını çözdüğün akşam neler olmaz (Makam: Suzinak)



     ‘Yeni Hayat’ başlıklı şiirinden iki dörtlük (TED, 1993: 74-75):



     Biz Hakka âşıkız, dileğimiz hak                         

     Doyurmaz ahrette saadet ummak                      

     Dileriz dünyada kurulsun uçmak [cennet]           

     Bu yolun ümmetsiz peygamberiyiz                      



     Yaşayıp yaşatmak işimiz bizim

     Haram lokma kesmez dişimiz bizim

     Her yerde bulunmaz eşimiz bizim

     Biz yeni hayatın erenleriyiz



         Yıl 1930, Atatürk dört ay sürecek olan yurt gezisine çıkacak. Atatürk’e eşlik etmek üzere her bakanlıktan bir kişi isteniyor, Milli Eğitim Bakanlığı adına da o zaman müfettiş olan Hasan Âli Yücel katılıyor. Yücel’in mantık ve felsefe kitapları o yıllarda liselerde okutuluyor. Bu kitaplarını inceleyen Atatürk, Yücel’e,

     “Çok Arapça var, bunları Türkçeleştirmeyi düşünmedin mi?” diye soruyor.

     “Düşündüm, denedim de… Ama bu tek tek insanların işi değil, karışıklık olur. Kurum işi bu” (Uluköse, 2008: 39)

     Ve çok sürmüyor, 1932’de Türk Dil Kurumu kuruluyor.

     Atatürk’ün sofrası bilim sofrası, orda tartışılıyor, düşünce üretiliyor. Bu yurt gezisinde de bir akşam Atatürk ortaya bir soru atıyor,

     “Türk ulusu kendini ne zaman kurtulmuş sayabilir?”

     Herkes dili döndüğünce bir şeyler söylemeye çalışıyor. Sıra Yücel’e gelince,

     “Türk ulusu ne zaman kurtarıcı aramayacak duruma gelirse o zaman kurtulur” diyor.

     Atatürk,

     “Hepiniz güzel fikirler söylediniz. Ama bu çocuğun düşünceleri üzerinde derin derin düşünmeye değer” diyor (Çıkar,1997 Akt. Uluköse,2008: 40)

     Yücel daha 26 yaşında genç bir öğretmenken (2 Şubat 1923) İzmir’deki bir toplantıda Mustafa Kemal’e “Gelecekteki irfan hayatımızda medresenin yeri ne olacak?” diye soruyor (Coşkun, 2007: 29). Belli ki başta laiklik olmak üzere yapılacak devrimlere açık, hazır ve istekli. Bakan olunca laiklikle ilgili şunu diyor: “Cumhuriyet, laiklik ilkesiyle milletimizin ana meselelerini tabiat üstü görüşten alıp tabiat içi anlayışa getirerek cemiyet hayatımızda kesin, verimli bir değişme yaptı. Bugün artık ne biliyorsak müspet bilgiden, ne istiyorsak deneyli teknikten öğreniyoruz (…)” ( Şengör, 2005: 129)

     Atatürk’ün ölümünden sonra yazdığı yazıda,” (…) Türk Milletine doğru yolu göstermek, ancak senin inandıklarına inanarak mümkün. Sen mezarında uyuyan bir ölü olamazsın. Sen fikirsin, cansın, imansın. (…) Biz, senin başucunda yaptığın inkılâpların bekçisi olarak duruyoruz” (Yücel, 1990: 197) O Atatürk devrimlerinin, ilkelerinin yılmaz koruyucusu, savunucusu olmuştur. Kâzım Eke (TED,1993: 61-62), Mustafa Necati’yi mezarı başında anarlarken bir konuşma yapıyor, konuşması bitince birisi kulağını çekiyor, diyor ki, “Sevgili genç, güzel konuştun, beğendim. Ama Arapça yazmışsın. Bu Atatürk’ü de üzer, Mustafa Necati’yi de…” O kişi Hasan Âli Yücel’dir.        

     Geldi 1946, Canan Eronat’ın deyişiyle keyifler kaçtı. “Çağın en güzel gözlü maarif Müfettişi” Hasan Âli Yücel kendi isteğiyle (5 Ağustos 1946) 7 yıl, 7 ay, 7 gün sürdürdüğü bakanlıktan ayrıldı. Gitti halkçılar, geldi popülistler…

      Kenan Öner’i iftiralarından ötürü mahkemeye (17 Şubat 1947) veriyor, kendisini-hep gündemde tutup- yıpratmak için özellikle uzatıldığına inandığı dava iki yıl sürüyor, sonunda kazanıyor.

     Bir gün dolmuşa biniyor. Dolmuştakiler dereden tepeden konuşurken–o günlerin boy hedefi ya-söz dönüp dolaşıp Hasan Âli Yücel’e geliyor. Ne komünistliği kalıyor, ne vatan hainliği… Kulaktan dolma duyduklarını söyleyip duruyorlar, sürücü durur mu, o da veryansın ediyor. Yücel ne yapsın, o da onlara katılıyor, onlarla birlikte kendini kötülüyor. İneceği zaman sürücüye soruyor,

     “Sen Hasan Âli Yücel’i tanır mısın?”

     “Hayır, tanımam.”

     “Peki sen Müslümanlıktan, dinden imandan söz ettin. Tanımadığın, bilmediğin bir insanın arkasından nasıl konuşursun! Bu insanlığa, Müslümanlığa sığar mı?”

     “İyi ama beyim, sen de kötüledin. Peki sen Hasan Âli Yücel’i tanır mısın?

     “Tanırım, iyi tanırım, Hasan Âli Yücel benim…

     Şoför donup kalıyor bir an. Sonra,

     “Sen adammışsın be ağabey, ver elini öpeyim.”( Yücel, 1990: 8)

      Kendisine en büyük mutluluk nedir, diye sorulduğunda, namuslu bir hayat sonunda onurla ölmek, diyor. 26 Şubat 1961’de yitirdik onu. Can Yücel (1990: 12), “Ölüm elbette bir kayıptır” diyor. “Ama kazancı da vardır. Hasan Âli’nin ölümünün kazancı ise, gitgide kalpsizleşen bu toplumda hâlâ kalbi olup da o kalbin sektesinden ölen insanların bulunduğunu göstermesidir.”



                                                           KAYNAKÇA



Angı, Hacı (2004) “Hasan Âli Yücel ve Yükseliş Dönemi” Çağdaş Türk Dili dergisi Mayıs

     2004 Sayı: 195)

Coşkun, Alev (2007)Hasan Âli Yücel Aydınlanma Devrimcisi 2. Baskı İstanbul:

     Cumhuriyet Kitaplar

Eronat, Canan (1993) “Canan Eronat’ın Konuşması” abece dergisi Sayı: 79 (1-3)

Gier, Güzel Yücel (2011) “Dedem Hasan Âli Yücel’e…” Aramızdan Ayrılışının 50.   Yılında Hasan-Âli Yücel’den Günümüze Eğitim Bilim Kültür Politikaları Sempozyumu

     Yay. Haz. Kemal Kocabaş İzmir: YKKED Yay. (44-48)

Şengör, A. M. C. (2005) Hasan Âli Yücel ve Türk Aydınlanması 3. Baskı Ankara:

     TÜBİTAK Yay.

TED (1993) Hasan Âli Yücel Anma Toplantısı  Ankara: TED Yay

Turan, Şerafettin(2001) “Hasan Âli Yücel ve Kültür Politikası” Doğumunun 100. Yılında

     Hasan Âli Yücel İstanbul: MEB Yay. (44-54)

Uluköse, Güven (2008) Hasan Âli Yücel İstanbul: Kastaş Yay.

Yücel, Hasan Âli (1990) Geçtiğim Günlerden  (Önsöz: Can Yücel) İstanbul: İletişim Yay.





(*) Bu yazı Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin Çağdaş Bakış adlı e-dergisinde (Aralık 2018 Sayı: 29) yayımlanmıştır. (112-114)   

14 Ocak 2019 Pazartesi

ÇOCUĞA SAYGI


                                                             ÇOCUĞA SAYGI

                                          Çocuklara Kıymayın Efendiler  (*)

                                                           Recep Nas

                                                                  





     “Kuran’la birlikte olmayan çocuklar şeytanla veya şeytani insanlarla birlikte olur.” Böyle buyurdu Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş. Çocukların yüzünü ‘öbür dünya’ya çevirmek istiyorlar. Oysa çocukta ölüm bilinci yoktur, inanma gereksinmesi de duymaz. Somut düşünür, soyut olanı anlayamaz, anlamlandıramaz. Ama onlar çocukların minicik yüreklerine şeytanla, cehennemle korku salacaklar ille de.

     Doğan Cüceloğlu’nun bir anısı bu: “Yedi yaşındaydım, (…) kendimi ‘acaba Allah’ı yaratan var mı’ diye düşünürken buldum. Beş saniye sonra korkudan titriyor ve ağlıyordum. Çünkü biliyordum ki, şeytan içime girmişti ve beni, bu tür sorular sordurarak doğru yoldan caydırıyordu, cehennemde cayır cayır yanacaktım.”

     Orhan Öztürk’ün deyişiyle, çocuğun böyle korkutulması, onda benlik özerkliğine dayanan, bireye özgü içsel yargılama dizgesi olan bir vicdan yapısı yerine dışardan gelecek cezaya, korkuya dayanan bağımlı bir vicdan oluşmasına neden olur. Sorgulamadan kul olma duygusunu aşılayan dini eğitim uygulamaları bilme dürtüsünü köreltir, özgür, eleştirel düşüncenin oluşmasını da engeller.    

      Ama bu onların derdi değil, istiyorlar ki çocuk sormasın, sorgulamasın, düşünmesin, sadece boyun eğsin, anlamadan kabullensin, itaatkâr olsun, biat etsin. Dünya Sağlık Örgütü, çocuğun sağlığını, bedensel, ruhsal, toplumsal gelişimini olumsuz etkileyen tüm yapılanları çocuk sömürüsü sayıyor.

     Elbette dinler, inançlar üzerine bilgi verilebilir, inanç eğitimi yapılamaz ama… Laik devletin, çocukların neye inanacağını belirleme diye bir görevi yok.

      Türkiye’de çalışan çocuk sayısı 2 milyona yakın. 2017’de 60 çocuk çalışırken yaşamını yitirdi. Ya sokakta yaşayan çocuklar ve gençler, 2009’da 25-30 bin dolayında, ya bugün? Bu acı gerçekler, belli ki, Sayın Erbaş’ın derdi değil, umurunda da değil.

      Çocuğa düşünmeyi öğretmek gerekir, ne düşüneceğini değil. Ne düşüneceğine, ne olacağına,  neye nasıl inanacağına eleştirel düşünce gücüyle çocuk karar verir. Çocuk Hakları Sözleşmesine göre ( md. 14) “Taraf devletler, çocuğun düşünce, vicdan ve din özgürlükleri hakkına saygı gösterirler.”

     Laiklik,  akılcılıktır. Bilimsel ve laik eğitim gören çocuk laik ahlakı edindiği için aklını kullanır. Merak etmeyin, ‘şeytan’a değil, aklına uyar. Laik eğitim, dolayısıyla demokrasi kültürü, toplumun ahlaklı oluşunun en önemli koşuludur.

     Çekin çocukların üzerinden ellerinizi, oyun çağındaki çocuklarla oynamayın. Çocuklar nesne değil, öznedir, onları araçsallaştırmayın. Halil Cibran size sesleniyor: Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil, gerçekte/ hayatın kendine karşı duyduğu özlemin oğulları ve kızları// (…)  sevginizi verebilirsiniz onlara/ ama düşüncelerinizi değil/ kendi düşünceleri var çünkü onların// (…) onlara benzemeye çalışabilirsiniz/ ama sakın benzetmenin yollarını/ aramayın kendinize/çünkü hayat ne geri geri yürür/ ne de oyalanır dünle, bugünle (Çev. Cahit Koytak)

     Çocuk hamur değil, yoğurmamalısın. Çocuk hayvan değil, koşullandırmamalısın. Çocuk bilgisayar değil, programlamamalısın. Çocuk insandır, çocuğa saygı, lütfen… Nâzım Hikmet’in dizesiyle, “Çocuklara kıymayın efendiler.”
(*) Bu yazı Cumhuriyet gazetesinde (13.01.2019) yayımlanmıştır.