22 Şubat 2016 Pazartesi

3 MART 1924:AYDINLIK BİR GÜN


3 MART 1924:AYDINLIK BİR GÜN  (*)




                                                           Recep Nas
                                                                 recepnas@uludag.edu.tr




     Karakış yaz aydınlığına evrilirken bir bahar günü genç Türkiye Cumhuriyeti’nin aydınlanma yolunu açacak olan üç büyük adım atıldı. TBMM 3 Mart 1924’te üç yasayı kabul etti. Bunlardan biri Tevhid-i Tedrisat (öğretim birliği)Kanunu’ydu. Bu yasa 1982 Anayasasının 174.maddesine göre devrim yasalarından biridir.

     “Tevhid-i Tedrisat Kanunu, ‘yükselen yeni neslin’ gerçekten inkılâpçı, laik ve demokrat, kısacası ulusal ve çağdaş bir aydın nesli olabilmesi için, ‘mevzuat zeminini’ böylece hazırlamış oluyordu.” (İlhan, 1996)

     Cumhuriyetin kuruluşundan sadece dört ay sonra çıkarılıyor bu yasalar. Bu, Türkiye Cumhuriyeti laik olacaktır demektir. Gerçi anayasada “Devletin dini islamdır” yazıyordu ama, bu söz 1928’de anayasadan çıkarıldı, 1937’de de laiklik anayasada yerini aldı.

     Öğretimin birleştirilmesine neden gerek görüldü, bunu yasanın gerekçesinden öğrenelim: “(…) Osmanlı Saltanatı öğretimin birleştirilmesine başlamak istemişse de bunda başarılı olamamıştır, aksine bu hususta bir ikilik meydana gelmiştir. Bu ikilik, eğitim ve öğretim birliği bakımından birçok zararlı sonuçlar doğurdu. Bir milletin bireyleri bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir memlekette iki türlü  insan yetiştirir, bu ise duygu ve düşünce birliğine ve dayanışma amaçlarına tümüyle aykırıdır.

     Bir devletin kültür ve genel maarif siyasetinde, ulusun düşünce ve duygu yönünden birliğini sağlamak için öğretimin birleştirilmesi en doğru, en bilimsel ve en çağdaş ve her yerde yararları ve  iyiliği görülmüş bir ilkedir.” (Turan,1995:69)

     Bu ikilik nedir, bunu yaşamış kişilerden dinleyelim. Ziya Gökalp (1876-1924) 1890’lı yıllarda Diyarbakır İdadisi’nde okuyor. Anılarında bir yandan doğal bilimlerin, bir yandan da kelâm derslerinin zıt elektrik akımları arasında bocaladığını, gerçeklere ulaşma yerine ‘kuşku’ içine düştüğünü belirtiyor. A.Adnan Adıvar (1882-1955) anlatıyor: “ Bu gençler, mektepte bir gün din dersi hocasının kestirip atan, tartışmaya yer bırakmayan anlatımlarla anlattığı derslerden çıkan yargıları düşünürken, ertesi gün açık fikirli fizik ya da kimya hocasından din hocasının sözlerine karşı koyacak gibi gözüken sözler işitiyorlardı. O gençler bilmiyorlardı, din hocasının kestirip atılmış (dogmatik) yargılarına inanmakla mı, yoksa fizik hocasının aklı serbest bırakan ama sonradan gene her şeyi doğa yasalarına bağlayan yargılarına inanmakla mı rahat ve huzura kavuşacaklardı?(…)” (Akyüz, 1997:164)

     Bugünü anlamak için düne, dünkü eğitime-kuşbakışı da olsa- bakalım. Winston Churchill’in dediği gibi, “Ne kadar ilerisini görebileceğin, ne kadar geriye bakmak istediğine bağlıdır.” Osmanlı İmparatorluğunda Tanzimat okullarının açılmasıyla ikilik, -azınlık okulları da düşünüldüğünde üçlülük- oluştu. Görece olarak çağdaş okullar açan devlet medreselere hiç dokunmamıştır. Medreselerse bütün yeniliklere karşı çıkıyor, ‘Tanzimat okulları’nı rakip olarak görüp etkisi altına almaya çalışıyordu. Böylece yenileşme, çağdaşlaşma çabaları verimsiz, kısır, güdük kalıyordu.  Darülmuallimin-i Sıbyan’ın Müdürü Mehmet Cevdet Efendi yeni bir ‘abece’ yöntemi denediği için medreseliler velilere okulu boykot ettiriyorlar, okul 1871’de bir yıl kapalı kalıyor. Satı Bey, Darülmuallimin-i İptidaiye’ye müdür olunca (1909) yaptığı ilk iş, medresenin etkisinden kurtarmak için okulu Fatih’ten Cağaloğlu’na taşımak oluyor. (Akyüz, 1997:161, 242)

      Ziya Gökalp belirtiyor, Evkaf’ın yönetimindeki okulları denetlemek olanaksızdı, devlet örgütü bu yetkiyi eğitim bakanlığına vermemiştir. (Osman Ergin’den (1977) akt. Başgöz, 1999:76) Maarif Nezareti  ise sınırlı bütçesiyle açtığı yeni okulları geliştiremiyordu. Oysa medreseler vakıflar aracılığıyla öğrencilerini yedirip içiriyor, barındırıyordu. Medreseler, kendilerini geliştirmek bir yana, kendilerinin yanı sıra toplumu da geriletmişlerdir, bilgi üretmemişlerdir çünkü. (Özyılmaz, 2002:203) II. Abdülhamit döneminde medrese öğrencileri askerlikten muaf tutulmuşlardır, bu da medreseye olan ilgiyi daha da artırmıştır. Giderek medreselilerle ‘mektepliler’ birbirlerine düşman olmuşlardır. Mekteplerde de din derslerinin ve ibadetlerin zorunlu olması, bazı bilim dallarının dinin süzgecinden geçirilmesi bile bu düşmanlığı engelleyememiştir. (Ergün, 1982: 46)

     1846’da Darülfünun’un (üniversite) açılmasına karar veriliyor, medrese karşı çıktığı için ancak on yedi yıl sonra (1863) açılabiliyor. 1865’te binası yanınca Darülfünun ortadan kalkıyor. Darülfünun 1869’ da yeniden kurulup 1870’ te ikinci kez öğretime başlıyor, gene medresenin baskısıyla üç yıl sonra kapatılıyor. 1874’te medreselilerin uzağında, Galatasaray Sultanisi içinde açılıyor, 1881’de gene kapatılıyor. Darülfünun yeniden 1900’de açılabiliyor. (Hatipoğlu, 2011; Akyüz, 1997:146-148) Doğan Kuban şöyle diyor (2011): “(…) Cemalettin Afgani’nin ikinci Darülfünun açıldıktan sonra maruz kaldığı davranışlar ve ikinci Darülfünun’un açıldıktan bir iki yıl sonra kapatılması, Osmanlı düşünce ortamının düşünce üretmeyen ve ithal eden, örgütlenmemiş, dünyadan habersiz insanların elinde olduğunu göstermektedir.(…) Türkiye’nin hâlâ çözemediği sorunlar Osmanlı mirasıdır. Öğretim, bilim, teknoloji ve günümüzde onlardan ayrılamayan üretim ve enerji, pazar ekonomisi ile çözülecek sorunlar değil, uygarlık sorunlarıdır.”     

     Peki, Mustafa Kemal, Cumhuriyet kurulur kurulmaz neden öğretimin birleştirilmesini istedi, acelesi neydi?

Mustafa Kemal öğretimdeki ikiliği daha çocukluğunda yaşamıştı. Mahallesinde iki okul vardı:Fatma Mollakadın, bir de Şemsi Efendi. Küçük Mustafa ilkin Fatma Mollakadın’a veriliyor. Bu okulda diz çöküp oturmak ona zor gelmiştir. Bir gün ayağa kalkıyor, hoca azarlayıp oturmasını istiyor, ama o oturmuyor.

-          Bana karşı mı geliyorsun?

-          Evet, karşı geliyorum. (Meydan Larousse Cilt I s.799)

 Bu olaydan sonra görece olarak çağdaş öğretim yapan Şemsi Efendi ilkokulu’na veriliyor. Şemsi Efendi’nin okulu da medreselilerden nasibini alıyor, medreseliler ve onların kışkırttıkları okula saldırıyorlar, sıraları parçalıyorlar. (Akyüz, 1978:45)

Mustafa Kemal eğitime çok önem veriyordu, öyle ki düşman Polatlı önlerine kadar gelmişken, sabaha kadar çalıştıktan sonra yorgun, uykusuz olsa da 15.07.1921’de düzenlenen Maarif Kongresi’ne katılmış, orda bir konuşma yapmıştır. Bu kongrede kadın ve erkek öğretmenlerin aynı salonda oturtulması TBMM’deki medreselilerce eleştirilmiştir. (Akyüz, 1997:280) Bakış açılarının farklılığına bakın, Mustafa Kemal’se o kongrede kadın öğretmenlerin ayrı oturtulmasını (harem-selamlık) eleştirmiştir.

      Mustafa Kemal ümmetten ulus, kuldan yurttaş (birey) yaratmak istiyordu. Bilim dinden, akıl inançtan bağımsızlaşmalıydı. İnanç sorgulanmaz çünkü. Dinin sömürülmesine izin verilmeyecek, din vicdanlarda, yüreklerde saygın yerini alacaktı. O biliyordu, “Bizi yanlış yola yönelten habisler, çok kez din perdesine bürünmüşlerdir. Tarihimizi okuyunuz, görürsünüz ki milleti mahveden, tutsak eden, harap eden fenalıklar hep bu din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir.”  Yapılması gereken, gerçek yol gösterici olan bilimin ışığında ‘fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür’ kuşaklar yetiştirmektir, bunun birincil koşuluysa öğretim birliğini sağlamaktır.

     Öğretimin birleştirilmesine ilişkin yasanın çıkmasından bir yıl önce (01.03.1923) Mustafa Kemal şunları söylüyor: “Yurt çocuklarının birlikte ve eşit olarak edinmek zorunda oldukları bilim ve fen vardır. Yüksek meslek ve uzmanlık sahiplerinin ayrılacakları öğrenim basamaklarına kadar eğitim ve öğretimde birlik, toplumumuzun ilerleme ve yükselmesi bakımından çok önemlidir.”

      Mustafa Kemal kararlıydı, tam bağımsız, laik Türkiye Cumhuriyeti kurulacaktı. Egemenlik, Tanrı adına birilerinin değil,’kayıtsız şartsız’ ulusun olacaktı.  Diyordu ki,”Artık bizim dinin gereklerini öğrenmek için şundan bundan ders almaya, akıl hocalarına gereksinmemiz yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile bize dinimizin temellerini anlamaya yeterlidir.(…) Hangi şey akla-mantığa, kamu yararına, insanın yararına uygunsa, kimseye sormayın, o şey dine uygundur.”  Bunun içindir ki 1935-1948 yılları arasında okullarda din dersi verilmemiştir. Mustafa Kemal’e göre, “Korkuya dayalı ahlak bir erdem olmadığı gibi güvenilir de değildir.” Erdal Atabek’in (2009:52-54) dediği gibi, “Ahlak bir bilinç ürünüdür, korkuyla sağlanamaz.(…) Ahlak kültürü din kültürüyle de özdeş değildir. (…) ‘[A]hlak’ din öğretisi ile sınırlı olmayan laik ve bilimsel bir kavramdır.”

     Öğretimin birleştirilmesine ilişkin yasa çıkar çıkmaz titizlikle, hiç ödün verilmeden uygulanmıştır. Laiklik ilkesinin azınlık okullarında da olduğu gibi uygulanması için özen gösterilmiştir. Yabancı okullara gönderilen bir genelgeyle dine dayalı eğitim ve din propagandasının  yapılması yasaklanmıştır, bu yasaklara uymayan okullar kapatılmıştır. (Başgöz, 1999:80-81)

     Gelgelelim, 1946’dan sonra, Can Yücel’den ödünç alarak söyleyeyim, ‘hava döndü’, Aydınlanma karşıtlarından yana esmeye başladı yel. Laiklikten ödün verilmeye başlandı.1948’de isteğe bağlı din dersleri kondu.

     Orhan Veli’den dinleyelim (Yaprak dergisi, 15.02.1949)  “(…) Gönül ferahlığına küçücük bir haberden geliyoruz. Nüfus sayısı 1 milyon olan İstanbul’da bir imam-hatip kursu açıldı. Gazetelerde okuduk, bu kurstaki öğrenci sayısı 17 imiş. Bu 17 kişinin 6’sı sakallı imiş; üçününse sakalı bembeyaz… Milyonda 17, binde yarım bile etmez. Liselerimizi, fakültelerimizi dolduran binlerce, on binlerce gence karşılık, o 17 ihtiyar. İmam-hatip kursunun bir ayağı çukurda demektir.” Ama o çukura Türkiye çekildi. Gene de Orhan Veli çabuk ayıkmış, 15 ay sonra aklı başına gelmiş.15.05.1950 günlü Yaprak dergisinde bu kez şunları söylüyor:”Seçimler bitti. Demokrat Parti, Halk Partisi’ni korkunç bir bozguna uğrattı. Oysaki Halk Partisi, halkı kazanacağını umarak fikirleriyle ilkelerinden son zamanlarda ne fedakârlıklar etmişti. Bütün yayınlarına göz yumulan din dergileri, yeniden açılan ilahiyat fakültesi, imam-hatip kursları, türbeler…(…) Her türlü irticaa tanınan haklar… Zavallı Halk Partisi…

     Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 4.maddesi şöyle:”Milli Eğitim Bakanlığı yüksek din uzmanları yetiştirmek için Darülfünun’da bir ilahiyat fakültesi kuracak, imam-hatip gibi din hizmeti görecek memurların yetişmesi için de ayrı mektepler açacaktır.” Şimdi sormak gerekmez mi, imam-hatip yetiştirmek için açılan bu ‘ayrı’ okullar neden liseleştirildi? Attilâ İlhan sormuştu (Cumhuriyet, 28.01.1997):”İmam/Hatip Okullarının ‘liseleştirilmesine’ kimlerin, nasıl ve neden karar verdiği araştırılmamalı mıdır? Amaçları neydi? Yoksa ‘gerekçe’de altı çizilen ‘ikiliği’ yeniden hortlatmak mı?”

     Psikiyatrist Aysel Ekşi (1990:257-259), “ Son yıllarda bazı okullarda din ve ahlak dersleri öğretmenlerinin maksatlı tutumlarının öğrencilerde din çevresinde yoğunluk kazanan korku ve saplantılara yol açtığını da çok sık görmekteyiz” diyor ve sağaltım için kendisine gönderilen öğrencilerle yaptığı konuşmalardan örnekler veriyor. İşte iki öğrencinin söylediklerinden kısa alıntılar:”(…) Din hocamız dedikodu yapmak günahtır diyor, ama bazen oturup başkası hakkında konuşuyoruz. (…) Din hocamız ateşle barut nasıl bir arada olmazsa, kızla erkek de bir arada olmaz, diyor, bizi yan yana oturtmuyor, ayırıyor. [B]aşınızı bağlayın, diyor, eğer anneniz babanız imam nikâhı ile evli değilse siz gayri meşru sayılırsınız din indinde.(…) (D.Ö. 15 yaşında, kız)  “(…) Uykumda bile hep iradem var mı yok mu, Allah beni cezalandırır mı, sanki onları düşünüyorum, bakıyorum sabah olmuş, sanki hiç uyumamışım gibi oluyorum. Belki bir uyku ilacı verirsiniz diye beni size getirdiler.” (Ö.G. 15 yaşında, kız)

     Bu da bir öğrencimin mektubundan:” Önceki hafta çocuklara yeni yıl kutlamanın günah olmadığını söyledim. Niçin kutladığımızı söyledim. Hafta sonu bir vaiz gelmiş ve yeni yılı kutlayanların yanacağından, günahından bahsetmiş. Öğrencilerimden birisi de kardeşine, yeni yılın kutlu olsun, demiş ve babasından dayak yemiş. Okuldaki ve evdeki eğitimde ikilik karşısında şaşırdım kaldım.(…)” (N.P.Ç., Kahramanmaraş, 30.12.1986)

     Laiklik demokrasinin önkoşuludur, özel adıdır. Toplumsal barışın güvencesidir, hukuksal birliğin de kaynağıdır.

     3 Mart 1924 aydınlık bir gündü, geleceğimizi de ışıtan, kararmasın.



                                     KAYNAKÇA



Akyüz, Yahya (1978) Türkiye’de Öğretmenlerin Toplumsal Değişmedeki Etkileri

   (1848-1940) Ankara:Kendi yayını

___________ (1997) Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1997’ye) İstanbul:İstanbul Kültür

   Üniversitesi Yayınları

Atabek, Erdal (2009) Dürüstlük, Sevgili Çocuğum (4.baskı) İstanbul:Cumhuriyet Kitapları

Başgöz, İlhan (1999) Türkiye’nin Eğitim Çıkmazı ve Atatürk Ankara:T.C. Kültür Bak.Yay.

Ekşi, Aysel (1990) Çocuk, Genç, Ana Babalar Ankara:Bilgi Yayınevi

Ergün, Mustafa (1982) Atatürk Devri Türk Eğitimi Ankara:AÜ Dil ve Tarih-Coğrafya

   Fakültesi Yayınları:325

Hatipoğlu, M. Tahir (2011) “Özgür Üniversite ve Bilim” Ankara: abece dergisi Mayıs 2011,

   Sayı:297

İlhan, Attilâ (1996) “O Mel’un ‘İkilik’!..” Cumhuriyet gazetesi,28.10.1996

Kuban, Doğan (2011) “Avrupa Felsefesi ve Bilimi Osmanlı’da Neden Olamazdı?”

   Cumhuriyet Bilim Teknoloji, 18.11.2011  Sayı:1287

MEYDAN LAROUSSE (1969) Cilt I İstanbul:Meydan Yayınevi

Özyılmaz, Ömer (2002) Osmanlı Medreselerinin Eğitim Programları Ankara:T.C. Kültür

     Bak. Yay.

 Turan, Şerafettin (1995) Türk Devrim Tarihi  Ankara: Bilgi Yayınevi





Bu yazı ÖĞRETMEN DÜNYASI dergisinde  (Mart 2013, Sayı: 399) yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder