29 Şubat 2016 Pazartesi

İLK EĞİTİMCİ: ANA-BABA


   İLK EĞİTİMCİ: ANA-BABA (*)





                                                                                            Recep Nas

                                                                                      recepnas@uludag.edu.tr

                                                                                             



         Öğretmen adayı öğrencilerime, nasıl yeri gelmişse(elimin altında her zaman yedek olarak ilginç yazı, fotoğraf, haber vb. bulundururum),bir gün, ana-babalar için hazırlanmış çocuk eğitimine ilişkin bir test uygulayayım dedim, bunu bir gazeteden kesmiştim, yanıtlar ‘evet-hayır’ diye veriliyordu.

          Bir öğrencim itiraz etti bu uygulamama, dedi ki,

          “Hocam, biz ana ya da baba değiliz, onun için bizi ilgilendirmez ki bu sorular…”

           Doğru, ana ya da baba değillerdi, ama öğretmen de değillerdi, hizmetöncesi eğitim görüyorlardı. Sınav soruları da hep öğretmenliğe dönüktü. Okudukları derslere, sınav sorularına “biz öğretmen değiliz” diye itiraz etmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı.

           Bir anne tanımıştım, bir de çocuğunu. Çocuğu üç-dört yaşlarındaydı; tatlı, sevimli, şirin bir kız çocuğu, her çocuk gibi güzel… Ama bir bedensel kusuru vardı, bir eli eksik olarak doğmuştu. Sol kolunun ucu yalnızca bir yumruydu; parmakları yoktu, belli belirsiz olan tırnakları etinin içine gömülmüştü. Çevresindeki yaşıtları ondaki bu değişikliği ayırt ettiklerinde kolunu tutup ‘elini’ incelemek istiyorlardı. O da kolunu arkasına gizliyor, öbür eliyle onları hızla, sinirlenerek itiyordu. Hırçın, huysuz olmaya adaydı. Doğru bir eğitim görmezse, mutsuz olma olasılığı yüksekti.

             Bu çocuğun bir eli neden yoktu? Annesi ona gebeyken doktora danışmadan, reçetesiz aldığı bir ilacı içmiş. ”Bilmiyorum” diyordu,” bilmiyordum, gebeyken reçetesiz ilaç kullanılmayacağını, bilsem bu yanlışı yapar mıydım? ”Bunu söylerken sesi titriyor, gözleri buğulanıyordu. Ve bu anne ilköğretim okulu öğretmeniydi.

              0-6 yaş arası, çocuğun yaşamında eğitimi açısından en önemli bir dönem. Kişiliğinin temellerinin atıldığı, zekânın en hızlı geliştiği bir dönem bu, buradan geliyor önemi. Bir insanın bedensel, ruhsal sağlığı nasıl bir çocukluk geçirdiğiyle yakından ilgili. Ana-babanın yanlışı çocuğun üzerinde silinmez izler bırakır.” Hastalarımın hastalıklarının izini sürdüğümde çocukluklarına varıyorum.” Bu, Freud’un sözü. Evet, altı yaşına kadar öğrenilenler, yaşam boyu öğrenilenlerin büyük bir bölümünü oluşturuyor. Guy Jacquin’in dediği gibi, namuslu, dürüst insan 12 yaşından önce oluşur.

          Ülkemizde okulöncesi okullaşma, ne yazık ki, en iyimser oranla %21 Demek ki beş-altı yaşına kadar çocuklarımız evde, ana-babasının dizi dibinde, sokakta. Öyleyse ana-baba eğitimcidir, ilk ve en önemli eğiticidir. Ama eğitimci olması gereken ana-babanın kendisi eğitilmemişse çocuğu nasıl eğitecek? İlginçtir, verdiğim konferanslarda ana-babalara “Değerli eğitimciler” diye seslendiğimde hiç üzerlerine almıyorlar, birçoğuna göre eğitim kurumu okuldur.

             

              Nasıl öğretmen olmadan hizmetöncesi eğitim yoluyla öğretmenlik; doktor, mühendis olmadan doktorluk, mühendislik öğretiliyorsa, ana-baba olmadan da ‘ana-babalık’ öğretilmelidir, geç kalınmadan, daha ana-baba olunmadan. Ana-baba olduktan sonra da, hizmetiçi eğitim gibi, ana-baba eğitimi sürdürülmelidir. Bu da ‘ana-baba okulları’nın açılmasıyla olanaklı. Bazı kuruluşlar-AÇEV gibi- ana-baba okulları açıyor ama, güçleri nereye kadar, kaç ana-babaya ulaşabilirler? Bu, devlet gücüyle yapılmalı. Okullar hafta sonları boş, neden hafta sonları her okulda ana-babalar eğitilmesin. Ama devlet, çocukların ruhsal yönden de sağlıklı, sağlam kişilikli, zekâsı gelişmiş, eleştirel, bilimsel düşünebilen bireyler olarak yetişmelerini istiyorsa, onları cahil, sorgulama gücünden yoksun kılıp, geleceğin oy deposu olarak görmüyorsa…

        Bırakın alt kademeleri, ana-baba yükseköğrenim görmüş, şu ya da bu mesleği başarıyla yürütüyor olsa da, bakıyorsunuz, çocuk eğitim üzerine hiçbir şey bilmiyor. O zaman da ‘saldım çayıra, mevlam kayıra’ anlayışı egemen oluyor. Çocuk eğitimi üzerine bin bir yanlışlık yapılıyor. Sonra da ilköğretimde ‘cahil’ ana-babaların yalan yanlış eğittikleri çocukları ‘sil baştan’ eğitmeye kalkışıyoruz, bu da, doğrusu olmuyor.  Olmaz, çünkü baştan eğitmek kolay, yeni baştan eğitmek, yerleşmiş yanlış davranışları değiştirmek, düzeltmek zordur. Öyle ya, ağaç yaşken eğilir, demir tavında dövülür.

       Kişi araba kullanmak, sürücü olmak istiyorsa, sürücü belgesi, eski adıyla ‘ehliyet’ isteniyor. Yani “sürücülük eğitiminden geç, sürücülüğü öğren, bu işin ‘ehli’ ol, sonra araba kullan” deniyor. Peki, iki genç evlenmeye karar verince, onların evlenmeleri için ne isteniyor? İki kişinin tanıklığında, nikâh memuruna ikisinin de “evet” demesi yetiyor, onlardan ‘ana-baba ehliyeti’ istenmiyor. Ana-baba olmak, sürücü olmaktan daha az mı önemli?

         Bir ara kimi belediye başkanlarının sürdürdükleri ilginç bir uygulama vardı: Evlenmeye karar verip kendilerine başvuran gençlerden, diyelim onar fidan dikmeleri ya da dikmeyi üstlendiklerine ilişkin bir belgeyi imzalamaları isteniyordu. Acaba, diyorum, bu koşula bir de ‘ana-baba okulu’ nu bitirdiğine ilişkin öğrenim belgesi eklenemez mi? Önceden de değindiğim gibi, bu okullar MEB ve üniversitelerin işbirliğiyle açılabilir. Bunun için okul binaları kullanılabilir. Okullar cumartesi-Pazar boş, yazın öyle. Ayrıca, demokratik kitle örgütlerinin bir işlevi de bu olamaz mı?

         Ne dersiniz, annesi böyle bir eğitimden geçseydi, yukarda sözünü ettiğim o şipşirin çocuk, bir eli eksik mi doğardı?

         Başta sözünü ettiğim testi mi merak ettiniz? Peki, işte size ondan bir soru: ”Ödülün, çocuk üzerindeki etkisi olumludur.”

         Bu soruya ”evet” mi diyorsunuz, ”hayır” mı?                 



(*) Bu yazı Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin Çağdaş Bakış ( Şubat 2010 Sayı: 4) dergisinde yayımlanmıştır.

İLETİŞİM, AMA NASIL?


                                           İLETİŞİM, AMA NASIL? (*)



                                                                                           Recep Nas

                                                                                 recepnas@uludag.edu.tr





     İletişim sözcüğünü komünikasyonun karşılığı olarak kullanıyoruz. Komünikasyonun kökeninde communicare sözcüğü var. Bunda da bağlantı kurma, başkalarıyla birlikte olma, bilgiyi, haberi paylaşma anlamı var. 

     İnsan bir iletişim varlığı, iletişim ağı içinde de yaşar. Bebek doğar doğmaz çevresiyle iletişim kurmaya başlıyor. Acıkıyor, ağlıyor. Altı ıslanıyor, ağlıyor. Ağlamak, tek iletişim kurma yolu onun için. Ama sonra konuşmayı öğrenecek, işittiklerini anlamaya başlayacak. İnsan dinler, konuşur, görür, koklar, dokunur, dahası okur, yazar, böylece iletişim kurar çevresiyle.

       İletişim, paylaşma sürecidir. Duyguların, bilgilerin, düşüncelerin, becerilerin, haberlerin paylaşıldığı bir süreç bu.(1) Bazı kaynaklarda ‘çift yönlü iletişim’den söz ediliyor. ‘Çift yönlü’ demek gereksiz, fazlalık, üstelik yanıltıcı… İletişim çift yönlüdür zaten, tek yönlü olan iletimdir.

       İletişimin özünde anlaşma var, iki kişinin, iki birimin birbirini anlaması söz konusu. Ama anlamanın doğru olması gerekir, yanlış değil. Bir deyimimiz var ya, “Ben derim bayram haftası, o anlar mangal tahtası…” Böyle yanlış anlamayacak, eksik de anlamayacak.

      Bir duvar yazısı vardır, bayılırım ben ona, ne zaman aklıma gelse acı acı gülümserim ama. “Hayatta bir tek sen beni anladın, ama sen de yanlış anladın.” Yazık, Sinoplu Diyojen’in güpegündüz fenerle insan aradığı gibi, aramış aramış, oh be, onu anlayan birini bulmuş, ama sevinmeye kalmadan bakmış ki-karşısındaki anlamasına anlamış da -yanlış anlamış.

        Herman Amato’nun (Çev. Can yücel) bir şiiri geldi aklıma:

 En uzak mesafe

 Ne Afrika’dır

 Ne Çin

Ne Hindistan

Ne seyyareler

Ne de yıldızlar geceleri ışıldayan

En uzak mesafe

İki kafa arasındaki mesafedir

Birbirini anlamayan



        Demek ki iletişim hiç de öyle kolay bir iş değil. Kendini, meramını tam ve doğru anlatacaksın, karşıdaki de tam ve doğru anlayacak. Konuşmak, yazmak yetmiyor, ileti kodlama becerisine sahip olacak kaynak konumunda olan kişi. Alıcının da işitmesi yetmiyor, etkin dinlemesi gerekiyor. Düz okuma da yetmez, eleştirel okumak gerekir. Başka bir deyişle, alıcıda da kod çözme becerisi olacak. İnsanlar kimi durumda kaynak, kimileyin de alıcı olduklarına göre, her insanın hem kodlama(dil bağlamında konuşma-yazma)hem de kod çözme(dil bağlamında dinleme –okuma)becerisi edinmiş olmaları gerekir. Kısacası, sağlıklı, etkili bir iletişimin oluşması için iletişim becerisi bir önkoşuldur, bu da eğitimle kazanılabilir.

      Anlaşmazlıkların, çatışmaların temelinde iletişimsizlik yatıyor. Yaralanma, ölüm olmayan trafik kazalarında polis çağrılmıyor epeydir. Güzel, ama toplumca dinlemeyi biliyor muyuz, karşımızdakiyle empati kurabiliyor muyuz? Konuşmayı etkili bir iletişim aracı olarak kullanamayan, sözcük dağarcığı sınırlı bir insanın ağzından kolayca kötü sözler, sövgüler çıkabilir.

       Ağabeyim, uzaktan eniştemiz olan birine,

       “Enişte, büyüğümüzsün, bize örnek olacaksın, ama her söze sövgüyle başlıyorsun” demiş.      

        Enişte diyor ki,

        “Haklısın be kayınço, ama sövgüyle başlamadan lafı doğrultamıyorum.”

         Diyelim, arabasına arkadan çarpılan birisi arabasından hışımla inip, “Ulan, ben senin…” diye ağzını açıp gözünü yumarsa nasıl konuşup dinleşip anlaşacaklar?

        Temel’in arabası yolun ortasında bozulup kalmış. Temel arabadan inmiş, elinde anahtar, motorun orasını burasını kurcalıyor. Arkada biriken arabaların sürücüleri dururlar mı, dat dat, habire kornaya basıp duruyorlar.

        Temel, sakince arkadaki arabaya yaklaşıyor, sürücüye diyor ki,

         “Çalışmay, al anahtarı sen çalıştır, kornaya ben basarım.”   

        İnsanlar birbirlerini anlamak isteseler, anlamak için de konuşup dinleseler, çatışmalar çok çok azalır. Çatışma çıksa da bu yine etkili, sağlıklı, empatik iletişimle, yapıcı çatışma çözme yöntemiyle çözülür, şiddetle değil.

        Doğan Cüceloğlu’na bir okuyucusu şu olayı anlatmış: Minibüs bir durakta duruyor, inenler var, binenler var, yer kapmaya çalışanlar… Ortalık karışıyor bir an, ana-baba günü… Muavin bu duruma sinirlenmiş, önüne gelene-o da yaşlı bir adammış-bir tokat patlatmış. Tokat yiyen karşılık verir, bu da doğal sayılır. Ama bu yaşlı adam bunu yapmamış, sakince demiş ki,

        “Haçan sen pa’a furdin… Ama ben anlamadım neden furdin… De pakayım neden furdin?”

        Muavinin söyleyebileceği hiçbir şey yok. Bu sakin tutum karşısında, şaşkın, ağzı öyle açık, kalıvermiş. Görüyorsunuz, sakinlik başlı başına bir güçtür.

        Çağımız için ‘iletişim çağı’ da deniliyor. Doğru, kitle iletişim araçları gelişti, yaygınlaştı. Ne ki kitle iletişim araçları arttıkça, cep telefonları, bilgisunar (internet) yaygınlaştıkça insanlar birbirinden uzaklaşıyor. İnsan insana, insan sıcaklığıyla, insan sesiyle yoğrulan göz göze iletişim de gitgide zayıflıyor. Jean Lue Godard’ın dediği gibi, “Artık sadece iletişim araçları var, iletişimin kendisi yok.”

        Ama Buscaglia’nın (2 ) uyguladığı, 600’ü aşkın kişinin yanıtladığı sormacanın (anket) sonucuna göre,

  • Birincil derecedeki ilişkilerin sevgiyle ve gelişerek sürmesi için en önemli etken
    sağlıklı iletişimdir.
  • Sevgi dolu, gelişen bir ilişkiyi yıkan en önemli etkense iletişim yokluğudur.

         İletişimde kaynağın da alıcının da sorumluluğu var. Ama öncelikle kaynak sorumludur. Sıkça duyuyorum, karşısındakine “Sen anlamadın” ya da “Sen yanlış anladın” diyen çok insan var. Bu hem çok kaba, küçük düşürücü, suçlayıcı bir söz, hem de sorumluluktan kolayca kaçış yolu. Belki sen anlatamadın, bunu düşünmez bile. Hele bizim siyasetçilerimiz, maşallah, ‘allame-i cihan’ oldukları için doğruyu, doğru biçimde söylerler hep. Ama biz, cahilliğimizden olacak, onları anlayamayız ya da yanlış anlarız. Onlarsa çok çok ‘maksadını aşan konuşma’ yaparlar.



  1. Çilenti, Kâmuran (1988) Eğitim Teknolojisi ve Öğretim (3. Baskı) Ankara: Kendi Yayını
  2. Buscaglia, Leo (1986) Birbirimizi Sevebilmek (Çev. Nejat Ebcioğlu) İstanbul: İnkılâp Kitabevi

    (*) Bu yazı Çağdaş Bakış (Aralık 2014 Sayı: 13) dergisinde yayımlanmıştır.




“ÇOCUKLARA KIYMAYIN EFENDİLER”


                               “ÇOCUKLARA KIYMAYIN EFENDİLER” (*)





                                                                                     Recep Nas

                                                                          recepnas@uludag.edu.tr



                                                                           



      Çocukların ne olması gerektiğine ilişkin her şeyi söylediler. Çocuk dindar olsun, yetmedi kindar olsun, Kuranıkerim de okusun. Çocuk özne değil, nesne olarak görüldü. Kendi siyasaları için araçsallaştırıldı çocuk. Eğitbilim bulgularına başvurmak akıllarının ucundan bile geçmedi, bunu dile getirenler de dinlenmedi.

     Çocuklara saygısızlık edildi, çocuklar üzerinden siyaset yapmak çocuklara en büyük saygısızlıktır çünkü. Ama bu onların umuru değil, çocuk dediğin itaat eder, boyun eğer, büyük sözü dinler. Su küçüğün, söz büyüğündür nasıl olsa. Ağaca bakınca nasıl odun görüyorlarsa, dereye bakınca nasıl HES görüyorlarsa, çocuğa bakınca da geleceğin seçmenini gördüler. Bırakmadılar, çocuklar çocukluklarını yaşasınlar.

     Sevilme, çocuğun ruhsal gereksinmelerinden biridir, en önemlisidir. Ama toplumumuzda çocuğu sevmek vurgulanır da çocuğa saygıdan söz edilmez pek. Öyle ki çocukların her sabah içtikleri ‘ant’ta bile ‘küçükleri korumak, büyükleri saymak’ deniyor. Şu sözlere bakın: “Çocuk mu kandırıyorsun?”, “Çocuk muyum ben, azarlıyorsun.” Demek ki çocuk kandırılır, azarlanır, saygı bunun neresinde? Saygı içermeyen, saygısız sevgi pek işe yaramaz. Saygı duyansa saygı duyduğu insanı olduğu gibi kabul eder, yönlendirmez, çocuğun kendini gerçekleştirmesine yardımcı olur, çocuğa kendisi olma hakkını tanır.

     Ernest Jandil’in bir şiirinden birkaç dize: Olmak istediğiniz gibi değil/ Olmak istediğim gibi olmak istiyorum/ Olmamı istediğiniz gibi değil/ Olduğum gibi olmak istiyorum// Kendim gibi olmak istiyorum/ Olmamı istediğiniz gibi değil/ Ben, ben olmak istiyorum.( Çev.Emre Özdil)  [ İpşiroğlu ve İpşiroğlu, 1998 ]

     Bırakmadılar, çocuklar olmak istedikleri gibi olsunlar.

     Çok değil, üç yıl önce okulöncesi eğitimi zorunlu yapacaklar, yaygınlaştıracaklardı, vazgeçiverdiler. İstanbul Milli Eğitim Müdürü Muammer Yıldız’ı televizyonda dinlemiştim. Çocukların erken yaşta eğitime alınması bilime, pedagojiye uygun diyor, ama sözünü ettiği eğitim, okulöncesi eğitimidir, bunu gizliyor. Şimdi anaokuluna gitmesi gereken altmış aylık, altmış altı aylık çocuğu daha da kalabalıklaşan  sınıflarda sıraya oturttular. Evinde başrolde oynayan çocuk bu kalabalık sınıflarda figüran oldu. Kalabalık sınıflarda öğretmen çocukları gereğince tanıyamaz, her çocukla tek tek ilgilenip sevgi bağı kuramaz. Oysa öğretmenle öğrenci arasındaki duygusal bağ, öyle ya da böyle, öğrencilerin dersi öğrenip öğrenmeyeceğini belirler (Willingham, 2011:61). Karen Stone McCown’un dediği gibi, öğrenme çocukların duygularından bağımsız olarak gerçekleşmez. (Goleman,1998: 327)  V. Suhomlinski demiş: “Bir öğrenci öğretmenin belleğinde bulanık ve şekillenmeyen bir yüz olarak kaldıysa öğretmen ona hiçbir şey vermemiş demektir.” (Sarıhan, 2007)

     İnsanın yaşamında ilk altı yıl çok önemlidir. Kişiliğinin biçimlendiği, zihinsel gelişimin en hızlı olduğu yıllar, ilk altı yıl. Altı yaşına kadar öğrenilenler, yaşam boyu öğrenilenlerin önemli bir bölümünü oluşturuyor. Çocuk, işte bu altı yılın ona kazandırdıklarıyla okula başlar. Kazanımları çoksa okula severek başlar, kolayca da uyum sağlar. Okulöncesi eğitimi öylesine önemli ki, bu eğitimin niteliği, bir bakıma, çocuğun okula uyumunun, okul başarısının sınırlarını belirler.

      Beş-altı yaş çocuğu oyun çocuğudur, okuma-yazmadan önce öğreneceği çok şeyler vardır. Oyun çocuğun işidir, oyalanma değildir. Çocuk oynayarak dış dünyayı tanır, becerilerini, düşünme gücünü, kişiliğini geliştirir. Oyun çocuğun en zengin öğrenme kaynağıdır, çocuğu işlemler öncesi dönemdeyken ilkokula alırsanız bu kaynağı kurutursunuz. Kendinden geçercesine, doyasıya oynayan çocuk, büyüdüğünde işine kendini öyle verir, kaptırır, sabırlı, çalışkan olur.

     Ana özelliği hareketlilik, ana uğraşısı oyun olan çocuk kırk dakika boyunca – ‘okul ergonomisi’ yok sayılarak – nerdeyse boyu kadar sırada nasıl oturtulacak, bu düşünülmedi. Ya tuvaletler, lavabolar, bahçesiz okullar… Çocuğu okula hazırlamadan söz ediyoruz, ya okul çocuk için hazır mıydı?

     Çocuğun ilkokula başlaması için okul olgunluğuna ulaşması, bir başka deyişle, bedensel, zihinsel, duygusal, toplumsal yönden okula hazır olması gerekir. Okula başlarken, çocuk, okul çalışmalarını sıkıntı çekmeden yapabileceği, sorumluluk üstlenebileceği olgunluğa ulaşmış olmalıdır. Okula başlamada yaş da tek başına bir ölçüt değildir. Bireysel farklar var. Her çocuk eşizdir, tektir, gelişim yolculuğunu da kendi tarifesine göre yapar. Onun için çocuklar okul olgunluğuna değişik yaşlarda ulaşabilirler. Dahası ‘çok yönlü gelişim’ yalnızca bedensel, zihinsel gelişimi değil, duygusal, toplumsal gelişimi de içerir.(Kâğıtçıbaşı vd. 1993: 11) Okula erken başlatmak çocuğa durduk yerde öğrenme güçlüğü çektirmek, başarısızlık duygusu yaşatmak demektir. Buna kimsenin hakkı yoktur, devletin de… İşlemler öncesi dönemdeki çocuğa okuma öğretilmez, okuma eğitimi, kitap sevgisi verilir, bunun yeri de okulöncesi eğitim kurumlarıdır.

     Türk Tabipler Birliği’nin hazırladığı raporda (Eylül-2012) şöyle deniyordu: “Okul eğitimine katılabilmek için gerekli sosyal, duygusal, bilişsel, dil ve motor becerilerinin gelişimi altı yaştan önce tamamlanmadığından beş yaş çocuğu zihinsel, fiziksel, sosyal ve psikolojik olarak ilkokula henüz hazır değildir ve hazır olmadan okula başlamak çocuklar üzerinde örseleyici etki yapacak, psikolojik baskı yaratarak çeşitli psikiyatrik sorunların da ortaya çıkmasına yol açacaktır.”  Bu rapor yok sayıldı, görmezden gelindi, bilim ne ki!

     “ Okula başlama… Bu, insan yaşamının en önemli ‘ilk’lerinden biridir ve olası bazı olumsuz deneyimler kişinin tüm psiko-sosyal geleceğini etkileyebilecek ciddiyettedir. Başka bir ifadeyle, ‘okullu olmak, sınıfları doldurmak’, gerek çocuk, gerekse anne-baba açısından son derece zor ve örseleyici bir sürecin başlangıcını oluşturabilir. Eğer bilinçli birtakım önlemler alınıp destek sağlanamazsa, sorunlar yumağı içinden çıkılması güç bir kördüğüme dönüşebilir. (…) Zekâ yönünden en ufak bir pürüz bulunmasa bile, eğer çocuk işitsel ve/veya görsel ayrımlaştırma, ince devinsel kas gelişimi, göz-el koordinasyonu yönünden yeterliliğe erişmemişse (…) okuma-yazmayı öğrenmede - doğal olarak – büyük güçlüklerle karşılaşacaktır.” (Yılmaz, 1995)

     Bir ilkokulun (Bursa merkez) 1. sınıf öğretmenlerine –mart ayı sonunda-, okula başladıklarında 72 aydan küçük olan çocuklarla ilgili izlenimlerini sordum. Ortak olanlar aşağıya yazılmıştır.

  • Kendilerini anlatmakta (iletişim kurmada), arkadaş ilişkilerinde, kurallara uymada, sorumluluk üstlenmede hep geri kaldılar.
  • Topluca oynanan oyunlarda başarılı olamadılar. Sınıfın genel düzenini bozdular.
  • Günde altı saat fazla geldi.
  • Dikkatlerini toplamakta zorlandılar.
  • İnce devimsel kasları yeterince gelişmediği için yazarken zorlandılar.
  • İlkokuma-yazma çalışmalarında geri kaldıkları için üzüldüler. Üzülmesinler diye çalışmalar yavaşlatıldı. Bu kez de ilerdeki çocuklar sıkıldılar.
  • Toplumsal ve ruhsal yönden ezildiler.
  • Sözlü soruları, kendinden önce söylenenleri yineleyerek yanıtladılar.
  • Okuduklarını anlamadılar.
  • Ailelerin yardımlarına çok gereksinme duydular.

         Eski Eğitim-Sen Genel Başkanı Alaattin Dinçer’in ilkokul 1.sınıf öğretmenleriyle yaptığı çalışmaya göre, 60-66 aylık çocuklarla – mart ayında- hâlâ el-bilek kaslarını geliştirme çalışmaları yapılıyor, sınıflarda uyum sorunu yaşanıyor; çocukları sınıfta tutmak, sırada oturtmak zor oluyor. Günün büyük bölümü de bu çocukları oyalamakla geçiyor. (Figen Atalay’ın haberi, Cumhuriyet, 14.03.2013)
          Perihan Şara’yla Selma Zemin’in uyguladıkları sormacada (anket) öğretmenlerin % 92’si, velilerin % 79’u 444’le (artı koymaya gönlüm elvermiyor.) ilgili sorun yaşıyorlar. Öğretmen Selma Zemin 1.sınıfı okuttuğunu, sınıfındaki 36 öğrenciden 16’sının öğretim yılı başında 62 aylık olduğunu, bu çocukların bedensel olarak sınıfta olduklarını, ama ruhsal olarak olmadıklarını, yeri gelince anasınıfı öğretmeni ne yapıyorsa onu yaptığını belirtmiştir. (Vural, 2013:138) 
         İlk izlenim, son izlenimdir. İlk adımdaki başarısızlık duygusu yaşam boyu çocuğun yakasını bırakmayabilir. Hazır olmayan çocuğu okuma-yazma öğrenmeye zorlamak çocuk için yıkıcı bir deneyim olur, şimdiki gibi ilkokuma-yazmayı öğretmeye, soyut olan, çocuk için anlamsız olan harflerle başlanması bu yıkıcılığı daha da pekiştirir. Okuma-yazma öğreteyim derken, okuma-yazmadan da, okuldan da nefret ettirmek de var işin içinde. “Türkiye’de çocuk olmak ne demek?” sorusuna bir çocuk “Okula gitmemek için hasta numarası yapmaktır.” diye yanıtlıyor. (Figen Atalay, Cumhuriyet, 03.01.2012)  Oysa çocuk okuma-yazmanın tadını ‘ilk lokma’da tatmalı, bu sürece sevinçle katılmalıdır. Okuma alışkanlığı böyle başlar. Kaldı ki 1. sınıf etkinlikleri okuma-yazmayla sınırlı değildir.
        
         ’12 Eylül’ sonrasında da 60 aylık çocuklar okula alındı. O günlerdeki bir karikatürü anımsıyorum, teneffüs zili çalınca çocuklar emmek için kadın öğretmenin göğüslerine atılıyorlardı. Neyse ki bunun yanlış olduğu kabul edildi, vazgeçildi. Şimdiyse bunca tepkiye karşın vazgeçilmiyor, ’ileri demokrasi’ böyle oluyor demek ki… Ortaçağda ‘çocukluk’ kavramı yoktu, şimdi gene çocukluk dönemi yok sayılarak ortaçağa mı dönüyoruz ne?            
         Okulöncesiyle birlikte kesintisiz dokuz yıl temel eğitim almalı çocuklar. Bu eğitim sürecinde çocuğa kişilik, duyarlık, duygu eğitimi verilsin öncelikle. Çocuk soran, sorgulayan, eleştirel düşünen, okuma alışkanlığı kazanmış birey olarak yetişsin. Demokrasi kültürü edinsin, böylece kendiliğinden ahlaklı da olur. Kişi ne kadar demokratsa o kadar ahlaklıdır çünkü. Sanatsal, kültürel, sporsal etkinlikler de çocuğun ahlaklı olmasına yardımcı olur. Çocuk Hakları Sözleşmesi de bunu öngörüyor (md. 27, 29)
         Çocuğa düşünmeyi öğretin, ne düşüneceğini değil. Alacağı bilimsel, laik bir temel eğitim sonrası ne düşüneceğine, ne olacağına, neye inanacağına çocuğun kendisi karar versin. Böylece çocuk gelinler de, çocuk işçiler de olmaz. Çocuk Hakları Sözleşmesi (md. 32) çocuğun sömürülmesinin engellenmesini istiyor. Dünya Sağlık Örgütü, çocuğun sağlığını, fiziksel ve psiko-sosyal gelişimini olumsuz etkileyen tüm davranışları çocuk sömürüsü sayıyor.
         Çocuk hamur değil, yoğurmamalısınız. Çocuk bilgisayar değil, programlamamalısınız. Çocuk hayvan değil, koşullandırmamalısınız. Çocuk insandır.
         Halil Cibran ne güzel söylemiş: Çocuklar sizin çocuklarınız değil/ Onlar kendi yolunu izleyen hayatın oğulları ve kızları/ Onlara sevginizi verebilirsiniz ama düşüncelerinizi asla/ Çünkü onların kendi düşünceleri vardır/ Bedenlerini tutabilirsiniz ama ruhlarını asla/ Siz onlar gibi olabilirsiniz, ama sakın onları kendiniz gibi olmaya zorlamayın

         V. Tarzie Vittachi’nin dediği gibi, çocuğun en temel hakkı çocuk olma hakkıdır.


     “Çocuklara kıymayın efendiler.”
                                                                                                                  



                                    KAYNAKÇA



Goleman, Daniel (1998)  Duygusal Zekâ  (Çev. Banu  Seçkin Yüksel) İstanbul:

     Varlık Yayınları

 İpşiroğlu, Nazan: İpşiroğlu, Zehra (1998) Gelin Çocuklar Birlikte Düşünelim İstan-

     bul: Adam Yayınları

Kâğıtçıbaşı, Çiğdem vd. (1993) Başarı Ailede Başlar İstanbul: YA-PA yayınları

Sarıhan, Zeki (2007) İyi Öğretmen Olmak  Ankara: Öğretmen Dünyası Yayınları

Willingham, Daniel T. (2011) Çocuklar Okulu Neden Sevmez? (Çev. İnci Katırcı)    

     İstanbul: İthaki Yayınları

Vural, Mithat K. (2013) “Hasan Âli Yücel’in Aramızdan Ayrılışının 52. Yılı Anısına

     4+4+4 İlk Sonuçlar ve Değerlendirmeler Çalıştayı” Yeniden İmece dergisi Mart 2013

     Sayı: 37 (136-137)

Yılmaz, Tanzer (1995) “Okullu Oldular, Sınıfları Doldurdular, Ama…” Bilim ve Ütopya

     dergisi Ekim 1995 Sayı:16



(*) Bu yazı Öğretmen Dünyası dergisinde (Haziran 2013, Sayı: 402) yayımlanmıştır. (19-21)

25 Şubat 2016 Perşembe

BİR DÜNYA AYDINI: HASAN ÂLİ YÜCEL


BİR DÜNYA AYDINI: HASAN ÂLİ YÜCEL   (*)







                                                                                            Recep Nas




                                                                                    

     Hasan Âli Yücel şair, yazar, denemeci, felsefeci, eğitimci, edebiyat araştırmacısı, dahası bir devlet adamıdır.

     Yükseköğrenimine önce Hukuk Fakültesi’nde başlıyor, ama bu öğrenimi kısa sürer. Çünkü o meraklıdır, çok soru sorar. Müderris Celâlettin Arif’le derste tartışır. Olay şöyle gelişir: Adı geçen bu müderrisin bir ders kitabı vardır, derslerini bu kitaba göre işler, kitabının dışına taşmaz. Oysa iyi bir öğretmen-kendi kitabı da olsa- kitabı izlemez, kitaba katkıda bulunur. Hasan Âli ,-öylesine ilgili, öylesine çalışkan ki-bu kitaptan işlenecek olan konuyu önceden okumuş, ama anlayamamıştır. Derste hocayı dinler, gene anlamayınca, ”Efendim, anlattığınızı anlamadım” der. Bunun üzerine hoca kitabında yazdıklarını bir daha yineler. Hasan Âli ”Efendim, gene anlamadım” deyince, müderris de “E bir kere anlattık anlamadınız, sonra bir kere daha anlattık yine anlamadınız. Bu kadar anlayışsızlıkla hukuk talebeliği edinilemeyeceğini zannederim ” diye bir karşılık verince, Hasan Âli ,”Çok hakkınız var, benim gibi anlayışız birinin hukuk talebesi olamayacağı muhakkak, ama sizin gibi anlatmasını bilmeyen birinin de hukuk müderrisi olmayacağını zannediyorum.” diyerek kendisine yakışan yanıtı verip sınıfı terk eder(Turan,2001:50;Yücel,1993:82)). Sonra felsefe öğrenimi görür.                              

     İzmir’de öğretmenken,3 Şubat 1923’te Mustafa Kemal’e “Cumhuriyetin eğitim anlayışında medreselerin yeri ne olacaktır?”  diye sorar. Bu tek soru bile onun eğitime kafa yorduğunu, ileriye dönük düşüncelerinin olduğunu gösterir.

     Bir süre lise öğretmenliği yapar, ardından MEB’te müfettiş ve Ortaöğretim Genel Müdürü olarak çalışır.1935’te milletvekili, Atatürk’ün ölümünden bir buçuk ay sonra da Milli Eğitim Bakanı olur. Bakanlığı yedi yıl, yedi ay, yedi gün sürer, 1946’da Bakanlıktan çekilir.1950’de CHP’den de, Ulus gazetesinden de ayrılır(Coşkun,2007:271-275)

     Hasan Âli Yücel’in yaptıkları da, yapıtları da bu yazının içine sığmaz. Cemal Süreya’dan esinlenerek söyleyeyim, birini anlatsam öbürünün boynu bükük kalır. Hangisinden söz etsem,1.Maarif Şûrası’nı mı söylesem, köy enstitülerinin açılmasını mı anlatsam… Böylesine önemli işleri tek başına yapmadı kuşkusuz, yararlı olabilecek kişileri tanıyordu, insan seçmesini de biliyordu. Zaten o bir kişinin atacağı dev adımlar yerine bin kişinin atacağı insan adımlarını özlüyordu.

     57 kitap yazmıştır(Coşkun,2007:261).Çocukları unutmamış, ’Sizin İçin’ adlı kitabı çocuklar için yazmıştır.                

     O yurtseverdi.15 Mayıs 1919’da Yunanlılar İzmir’e girince, İstanbul’daki yazarlar direnme gücü oluşturmak üzere toplanırlar. Bu toplantıda Hasan Âli de vardır, daha yirmi iki yaşındadır. Ünlü ‘Sultanahmet mitingi ’ne de katılır.

   Söylemeden geçilmez, Tercüme Bürosu’nu kurdu. Bu büro hiç de kolay kurulmadı. Gerek kurulurken, gerekse bütçeden pay ayrılırken sert tartışmalar olmuştur. Örneğin bir milletvekili Erasmus’un Deliliğe Övgü kitabına ilişkin ”Kültürümüzü delilere mi teslim edeceğiz” diyebilmiştir. Tercüme Dergisi’ne yazdığı önsözde ,”Bu çeviri girişimi, dünyayı anlamakta, hayatı tanımakta ve kendimizi bulmakta bir ilerleyiştir, büyük Türk Hümanizmasının yayılmasıdır. Düşünsel gelişimimiz, insanlığın yarattığı büyük dimağların hayat ve evren görüşlerinden haberdar olmakla sağlanacaktır. Bu, çağdaş fikir dünyasına açılan bir kapıdır.”.O hümanisttir, bir dünya aydınıdır. Ondandır ki, UNESCO, doğumunun 100. yılı olan 1997’yi ‘Hasan Âli Yücel Yılı’ olarak kabul etmiştir.

     O laiktir, laiklik anlayışını şöyle açıklıyor,”(…) Cumhuriyet Devleti esasen din ile devleti ayırmış; dini sırf bireylerin vicdanlarına,duygularına bırakmış olduğu için Cumhuriyet,çocukların terbiyesinde bilginin ahlak ve ahlakın bilgi kadar dini kaynaklardan ayrılmış olarak verilmesini temin etmiştir.Bu itibarla Cumhuriyet okullarında devlet eliyle  din öğretimi yapılamaz.Telkin ettiğimiz ahlak,dini kıymetlerle müeyyidelendirilemez.”(02.03.1942)

     O eğitimcidir. Kızı Canan Eronat(1993:1-3),”Laleli’deki evimizde sık sık öğrencileriyle toplanıyor, gece geç saatlere kadar beraber düşünüp tartışarak; neyi değil de nasıl öğreneceklerini öğreterek hocalığı bir sanat gibi geliştiriyordu” diyor. Öğrencisi Niyazi Berkes de Eronat’ı doğrulurcasına ”Bize derin bir felsefe bilgisi değil, geniş bir felsefe ilgisi vermiştir ”diyor(Tanilli,1997)Ona göre “Öğretmen ilkten üniversite kürsülerine kadar daima bir eğitmen olduğunu iyi bilmelidir. Terbiyeci niteliği zayıf olan bir öğretmen ne kadar bilgin olursa olsun, başarıyla yetiştirilmesi için kendisine verilen insanları olgunlaştıramaz.”O biliyordu ki, Roosevelt’in dediği gibi “Bir insanı ahlaki yönden eğitmeden sadece zihnen eğitmek topluma bir bela yetiştirmektir”.

     Yücel, köy enstitülerini anlatırken(31.08.1940) şunu da der,”(…) Böyle yetişen ve alacakları görevi küçük cüsseleriyle kıyas edilemeyecek ciddiyetle yapan köylü çocuklarımızın yarın yetiştirecekleri kuşakları tahayyül etmek çok güç bir şey değildir”.Ama bunu ‘tahayyül’ etmek bile istemeyenler ya da ‘tahayyül’ edince tüyleri diken diken olanlar vardı. Canlanacak köyden korktular, ilkin programının içini boşalttılar, sonra da kapattılar köy enstitülerini. Fakir Baykurt, ”Bize Hasan Âli’nin p.çleri dediler. Biz onun belinden değil ama beyninden geldik ”derdi.

      Canan Eronat’ın (1993:2-3)deyişiyle, ”Geldi 46,keyifler kaçtı. Babam 5 Ağustosta kendi isteğiyle bakanlıktan ayrıldı. Kapanmaz kapı çalınmaz oldu. Kendi kararını veremeyen, okuyamayan, yazamayan, kendi başına düşünemeyen vatandaşa EVET-HAYIR mührünü götürenler, önce IŞIK-EĞİTİM götürmek isteyen Yücel’le ters düştüler. Laiklikten ödün verilmeye başlandı dört yıl ne olduysa oldu.(…)Adam uykusunda, yaptıklarımı yıkıyorlar, diye bağırıyordu”.

     Böylece halkçılık yerine popülizm güç kazandı. Popülist halka yaranır, halkçıysa halkın yararına çalışır. Cevat Memduh Altar’ın dediği gibi, ”Demokrasi, halkın yalnızca istediklerini yapmak değil, istemesi gerekenleri yapmaktır”. Öyle ya, popülist halkın isteklerini, halkçıysa halkın gereksinmelerini dikkate alır.  

     Canan Eronat(1993:1), babasını şöyle anlatıyor:”Babam yaptığı işten çok keyiflenen biriydi. Bu keyif sözcüğünü, bugünün içi boşalmış, içini yemiş, anlamını yitirmiş haliyle almıyorum. Babam için yaşamak keyifti. Kafası, yüreği ve bütün benliğiyle ânını yaşamak. Acısı tatlısıyla duya duya, doya doya yaşamak. Bütün dikkati ile çevresindeki güzellikleri yakalayarak. Biraz da dervişçe… Neşesi tetikte, nüktesi kınında, sevgisi yürekte, gürül gürül yaşardı babam. Dost canlısı, vefalı babam”.

     Oğlu Can Yücel’den de dinleyelim:”Hasan Âli çok iyi bir baba, çok iyi bir öğretmendi. Örnek bir aydındı. Sevecen, neşeli, içi güzel, içi temiz bir adamdı. Kendisine şükran borçluyum.(…)Şiiri, musikiyi, insanı sevmesini bana o öğretti”.

     Can Yücel,’Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi’ olan babasının ölümünden sonra şunu demiş: ”Ölüm, elbette bir kayıptır. Âmâ kazancı da vardır. Hasan-Âli‘nin ölümünün kazancı ise, gitgide kalpsizleşen bu toplumda, hâlâ, kalbi olup da, o kalbin sektesinden ölen insanların bulunduğunu göstermesidir.”  (Yücel,1990:12)

     Hasan Âli Yücel’i 26 Şubat 1961’de yitirdik, bu yıl ölümünün 50.yılı. Aydınlanma devrimcisi ışıklar içinde yatıyor şimdi. Ama Brecht ,”İnsan, kendisini düşünen hiç kimse kalmadığı zaman gerçekten ölür ”demiş ya, Hasan Âli Yücel’i düşünen çok, saygıyla anan çok, onun için o gerçekten ölmez.



                                         KAYNAKLAR



Coşkun,Alev (2007) Hasan Âli Yücel Aydınlanma Devrimcisi,2.baskı. İstanbul:Cumhuriyet

   Kitapları

Eronat,Canan (1993) “Canan Eronat’ın Konuşması” Ankara:abece dergisi,Sayı:79 (1-3)

Tanilli,Server (1997) “Hasan Âli Yücel’in Aydınlığı” Cumhuriyet,26.12.1997

Turan,Şerafettin (2001) “Hasan Âli Yücel ve Kültür Politikası” Doğumunun 100.Yılında

   Hasan Âli Yücel ,İstanbul:MEB Yayınları:3412 (44-54)

Yücel,Hasan Âli (1990) Geçtiğim Günlerden,İstanbul:İletişim Yayınları

_____________  (1993) “Gazi Eğitim Öğrencileriyle Söyleşi”(1956) Hasan Âli Yücel Anma

   Toplantısı,Ankara:Türk Eğitim Derneği Yayınları (79-88)







( *  )    Bu yazı ‘Cumhuriyet Bilim Teknoloji ‘ (Tarih:29 Nisan 2011,Sayı:1258 ) dergisinde yayımlanmıştır.




DEĞERLER EĞİTİMİ, AMA NASIL?



DEĞERLER EĞİTİMİ, AMA NASIL? (*)




Recep Nas


     Dinci ve kinci kuşaklar yetiştirmeyi amaç edinenler şimdi de ‘değerler eğitimi’ vereceklermiş çocuklara, değerlerden ne anlıyorlarsa artık…

     Değerler duyuşsal alanla ilgili. İlgi, kişilik, tutum, özgüven, değer yargıları gibi duyuşsal alana ilişkin özelikler(herhangi bir durumu gösterebilme yeteneği) tahta başında matematik öğretilir gibi öğretilemez. Değerler, değerlerin yeşerdiği bir ortamda yaşanılarak öğrenilir, duyumsanır, solunur, bulaşır. Çocuk lafa değil, davranışa bakar. En iyi öğretme yolu iyi örnek olmaktır zaten. Çocuğa nasıl davranacağını öğretmeye gerek yok. Aslında Ahmet İnam’ın (1) dediği gibi, nasıl ahlaklı olunacağına ilişkin hiç konuşulmamalı… Öğrenme, çevreden alınan değerlerin bileşimidir. Çevresindeki insanlar dürüstse, ahlaklıysa çocuk da zamanı gelince onlar gibi olur. (2)

     Bırakın laflamayı, Ziya Paşa’nın sözünü anımsayın, aynası iştir kişinin lafa bakılmaz. Çekin çocukların üzerinden ellerinizi, onları kendi kalıplarınıza sokmaya kalkışmayın, siz değişin… Neler yapmalısınız, bir bakalım…

Çocukları kandırmaktan vazgeçilecek mi? Hani çocuk mu kandırıyorsun, diye deyimimiz var da… Demek çocuk kandırılabilir, hani çocuğa saygı?

Çocukları azarlamaktan vazgeçilecek mi Çocuk gibi azarladı, deyimi de bize özgü ya…

Çeviri çocuk kitaplarına kendi dünya görüşünü yansıtan eklemeler yapan,  illüstrasyonlar koyan yayıncılar bundan vazgeçecekler  mi? Heidi türbanlandı, Küçük Prens’e dua ettirildi de…

Sokak ortasında, çocukların gözleri önünde kurban kesip kanını denize akıtmaktan vazgeçilecek mi?

Aç kalıp köye inen yavru domuzu öldüresiye dövmekten vazgeçilecek mi?

Taşınmaz mal alırken tapuda tam değerini yazdıracak mısınız?

Milletvekilleri ettikleri yemini tutacaklar mı?

 Bu kadar yeter… Bunları yapmayacaksınız da, çocuklara örneklik etmeyeceksiniz de, nutuk atıp öğüt mü vereceksiniz, talkın verip salkım mı yutacaksınız? Ahlak üzerine nutuk atmak da, öğüt vermek de iletişim engelidir, iletişimi keser, durdurur. Sokma akıldan akıl olmaz zaten. Ne güzel demişler eskiler: Yığmaca çakıl yedi gün, koymaca akıl yedi adım… 

     Bektaşi’ye sormuşlar,

     -Erenler, dünyanın en kolay işi nedir?

     -Öğüt vermek…

     -Peki, en zor işi?

     -Kendini bilmek…

      Günah diye diye, cehennemde cayır cayır yanarsın diye diye çocukların minicik yüreklerine korku mu salacaksınız yoksa? Korku merkezli din anlayışında böyle bu, insanın korkuyla yönlendirilmesi, denetlenmesi gerekir.(3) Cüceloğlu’ndan bir anı: (3) “Babamın sırat köprüsünü ve cehennemi tüm korku ve azabıyla anlattığı akşam, kendimi sırat köprüsünde gördüm; altta cehennem alevleri vardı ve çok korkuyordum. Ağlayarak uyandığım zaman beni anlayacak, teselli edecek, korkularımı dağıtacak kimse yoktu. Sabaha kadar korku içinde ağladığımı hatırlıyorum.”

     Evdeki bu korkutmalar okula da taşındı günümüzde. İşte bir örnek: Öğretmen  derste anlatıyor, “Cinler ateşten yapılmıştır, korkmayın size bir şey yapmaz. (…) Üçgenin içine göz çizmeyin, kötü ruhları çağırırsınız.”  Çocuklar korkuyorlar, cin var diye korkudan tuvalete gidemiyorlar, gidebilenler de sesler duyduklarını söylüyorlar (4)

     Sevap- günah, cennet-cehennem… Yani ya ödül ya ceza… Doğru olmak için bu dışdenetim araçları mı gerekli ille de, değil tabii. Önemli olan  içdisiplindir, çocuğun kendi kendini denetleyip yönetmesi, özdenetimli olmasıdır. Bir de empati var tabii, empati ahlaksal kararların, davranışların temelinde yer alır, ahlaksal eyleme dönüşür.(5) Empati becerisi yüksek olan çocukların ahlaksal yargıları da üst düzeyde oluyor. (6) İkisine de hayır, ne ödül ne ceza… Ahmet İnam’ın  (1) deyişiyle “Ahlak (…) körü körüne korkuyla, ödül alma arzusuyla yaşandığında sığlaşır. (…) Bir başkası için ahlaklı olunmaz, bu başkası kim olursa olsun… Dışımızdaki bir kaynağa, bir buyruğa göre ahlaklı olunmaz.” Biri korktuğu için ya da ödül beklediği için doğru olanı yapıyorsa o gerçekte doğru biri değildir. Doğru olan, hiçbir şeyden, Allahtan bile korkmadan yapılmalıdır.

     Haluk Şahin (9) soruyor: “(…) Sakın bizzat dinsel ‘günah’ kavramı bazı insanları ahlaki açıdan daha sorumsuz hale getiriyor olmasın? Sakın işlenen günahın yaptırımının başka bir dünyaya ertelenmesi, bazı kişileri ahlaki konularda daha pervasız hale getirmesin?”

     Bir ev sahibi kiracısına evini tanıtıyor,

     “Mutfakla banyonun suyu kaçak, el yıkama yeri (lavabo) sayaca bağlı.”

     “Neden?”

     “El yıkama yerinde aptes alıyoruz, haram suyla olmaz.”

     Arapların Nasrettin Hocası sayılan Cuha koyun çalıyor, bu koyunları kesip etlerini kurban niyetine yoksullara dağıtıyormuş. Soruyorlar,

     “Bu ne iş, Müslümanlığa sığar mı yaptığın?”

     “Doğru, ben hırsızlık yapıp günaha giriyorum. Ama etleri yoksullara dağıtıp sevap da işliyorum. Böylece sevap günahı siliyor. Eh, deriler de bana kâr kalıyor.”   

     Korktuğunu belirtmek ya da karşısındakini korkutmak için, yukarda Allah var, deniyor ya, yetmedi mi ki şimdi yukarda MOBESE kameraları var?

     Yunus Emre dış ödül istemiyor.

     Cennet cennet dedikleri

     Birkaç köşkle birkaç huri

     İsteyene var anları

     Bana seni gerek seni

     

     Ha ille de ödülse istenen, Aristophanes’in yüzyıllarca önce söylediği gibi, en iyi ödül, insanın içinin rahat etmesidir.

     Melih Cevdet Anday diyor (7): “İnsan korktuğu için iyi oluyorsa gerçekte iyi değildir. (…) İyiyi kendi başımıza gerçekleştirmeliyiz, buyruklarla değil. Yeni ahlakı, gerçek ahlakı bize bilimin getireceğine inanıyorum. Kimsenin görmediği yerde doğru ve iyi olabiliyorsak çağımızın ahlakını yaratmış oluruz.”

      Gerçek ahlakı bilim getirebilir, ama bir de sanat var elbette, insanın duygularını eğiten, zevklerini incelten, ruhunu soylulaştıran, insanı insanlaştıran sanat… Beethoven’in on yaşındaki bir kıza çocuğuna yazdığı mektuptan bir tümce: “Bilim ve sanat yap. Yalnız onlar insanı Tanrı katına yüceltir.” Nurullah Ataç’a (8)kulak verelim bir de, “Bir toplumda ahlakın ilerlemesini, düzelmesini istiyorsanız, o toplumda edebiyat, sanat merakını uyandırın, geliştirin. Çocuklara, gençlere şiirler, öyküler, romanlar okutturun.”

      Ahlak, su ve ateş arkadaş olmuşlar.

     Su demiş,

     “Bir gün beni yitirirseniz, bir şarıltı duyunca oraya gelin.”

     Ateş demiş,

     “Beni yitirirseniz, bir duman görürseniz oraya gelin.”

     Ahlak demiş,

     “Sakın beni yitirmeyin, yitirirseniz bir daha bulamazsınız.”



  1. İnam, Ahmet (2008) “Ahlak” Cumhuriyet Bilim Teknik 02.05.2008 Sayı: 1102
  2. Neill, A.S. (1978) Bir Eğitim Mucizesi: Summerhill (Çev. Güler Dikmen) İstanbul: Hürriyet Yay.
  3. Cüceloğlu, Doğan (2000) İçimizdeki Çocuk  27. Baskı  İstanbul: Remzi Kitabevi
  4. Acar, Özgen, Cumhuriyet 08.10.2013
  5. Goleman, Daniel (1998) Duygusal Zekâ (Çev. B. Seçkin Yüksel) 2. Baskı İstanbul: Varlık Yay.
  6. Çubukçu, Zühal- Girmen, Pınar (2009 “İlköğretim Öğrencilerinin Empati Becerisine Sahip Olma Düzeyleri” Ankara. Çağdaş Eğitim dergisi Aralık 2009 Sayı: 370 (15-21)
  7. Anday, Melih Cevdet, Cumhuriyet, 28. 04. 1995
  8. Ataç, Nurullah (1968) Sözden Söze-Anarken İstanbul: Varlık Yay.
  9. Şahin, Haluk (2003) “Dinsel Ahlak-Laik ahlak” Radikal, 08.08.2003

         (*)  Bu yazı Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin yayımladığı Çağdaş Bakış dergisinde (Mart 2015, Sayı: 14) yayımlanmıştır.



DEMOKRASİ NEDİR, NE DEĞİLDİR?


DEMOKRASİ NEDİR, NE DEĞİLDİR? (*)

                                                                                       
                                                                                 

Recep Nas


     Demokrasi Eski Yunanca kökenli bir sözcük. Bilindiği gibi demos , halk (aslında orta sınıf) anlamına geliyor, kratos da güç, egemenlik ya da yönetim… Yani demokrasi, halkın gücüdür, egemenliğidir. Ne ki insan haklarının önemsendiği günümüzde bunu aşan bir anlamı var demokrasinin. Halk ne istiyorsa o olur, bu değil. Halk neylerse güzel eyler, bu da değil. Bu görüşü hukuksal pozitivist akım savunur, ama bunun çağdaş demokrasiyle hiç ilgisi yok.(1)
     Demokrasi kavramını dışardan aldık, bize yabancı. Kültürümüzde yok, geçmişimizde yok. Bizimkisi itaat kültürü, “Padişahım çok yaşa!” kültüründen geliyoruz biz. Dilimiz dönmedi, söylemeyi beceremedik. Çok partili düzene geçince demokrat olamadık, ama ne gam, ‘demirkırat’ olduk. Bunu kolayca söyledik, kolayca anladık, ne de olsa at  yabancımız değil.
     1950’de ‘demirkırat’ başa geçti, böylece memlekete demokrasi geldi, şimdi her şey serbestti. Yanlış bir şey yapanlar, kurallara uymayanlar uyarıldıklarında, memlekette demokrasi var arkadaş, istediğimi yaparım diye diklendiler. Böylece nur topu gibi bir demokrasimiz doğdu, ama küçük bir kusuru vardı, hibrit (melez) doğdu.
     ‘Demirkırat’çılar 1946’yı çok severler, ‘1946 ruhu’ diye adlandırırlar onu. Canan  Eronat’ı (Hasan Âli Yücel’in kızı) dinleyelim: “Geldi 1946, keyifler kaçtı. Babam 5 Ağustos 1946’da kendi isteğiyle Bakanlıktan ayrıldı. Kapanmaz kapımız çalınmaz oldu. Kendi başına düşünemeyen yurttaşa ‘evet-hayır mührü’nü götürenler, önce ‘ışık-eğitim’ götürmek isteyen Hasan Âli Yücel’e ters düştüler.” (2) Sorunumuz, demokrasiden önce, eğitimdir oysa. İnsana saygıya bağlı bir eğitim olmadan demokrasi sadece laftır. (5)
     J.J. Rousseau, halkı aydınlatmak yönetmekten zordur, demiş. Aydınlanmış halkı yönetmek daha da zordur. İşte bu zordan kaçtılar, kolay olanı, işlerine geleni seçtiler. Halkın emeğinin yanı sıra kutsal duygularını da sömürdüler.
     Böylece halkçılar gitti, popülistler geldi. Halkçı halkın gereksinmelerini gözetir, popülistse halkın isteklerini… Başka bir deyişle, halkçı halk yararına çalışır, popülistse halka yaranır. Halkçılar halka ilkin eğitim, sonra sandık götürmek istediler. Biliyorlardı, ancak eğitilmiş, soran, sorgulayan, eleştirel düşünen insan özgürce, kendi istenciyle seçim yapar. Carl Sagan’ın deyişiyle, hem cahil hem özgür olunamaz. Popülistlerse sırtını sıvazladığı halkı,  adam yerine koyuyormuş gibi görünüp, senin dediğin olacak, ‘Yeter! Söz milletin’ diyerek  sandığa buyur etti.
     Tek parti yönetimi başka bir şey, tek partinin yönetimi başka.  1946’dan önceki dönemde –sanıldığının tersine- tek parti yönetimi değil, tek partinin yönetimi vardı. O dönemde demokrasinin altyapısı oluşturuluyor, demokrasiye giden yollar düzleniyordu, önündeki engeller birer birer kaldırılıyordu. Devrimler bunun için yapılıyordu. Hasan Âli Yücel’le birlikte Köy Enstitülerinin kurucusu olan İsmail Hakkı Tonguç’un dediği gibi, köylü topraklandırılmadan, eğitilmeden, işçiye iş verilmeden demokrasi olmaz.
     Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda okuma-yazma bilenler parmakla gösterilecek kadar azdı. Ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyaset bilimci Maurice Duverger’nin sözleri bunlar: “Nüfusun büyük çoğunluğunun cahil, geri kalmış, okumaz-yazmaz olduğu feodal ve tarımcı bir ülkede Batılı sistemin hiçbir anlamı yoktur. Bu yapmacık dekor arkasında büyük mülk sahipleri ve geleneksel şefler seçimin iplerini çekecek ve eski yapı sürüp gidecektir. Demokrasiyi kurmazdan önce bunun koşullarını yaratmak gerekirdi. Devrimci Kemalizmin amacı işte budur.” Demek ki çok partili yaşama geçmeden önce demokrasi bilincinin oluşması, demokrasi kültürünün içselleştirilmesi gerekirdi. Atatürk boşuna  dememiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür diye. Popülistler bu demokrasiye geçiş sürecini diktatörlük diye nitelendirmeyi pek severler. Televizyonda izlemiştim, Atatürk üzerine kitapları olan, geçenlerde yitirdiğimiz Andrew Mango’ya sordular,
     “Atatürk diktatör müydü?”
Yanıtı şöyle,
“No no no no no no no…!”
     Oxford Üniversitesi Öğretim Üyesi Geoffrey Lewis’in dediği gibi, Hitler, Mussolini, Stalin sivildiler, üniforma giydiler. Atatürk’se askerdi, üniformasını çıkardı.

     Demokrasinin olmazsa olmaz önkoşulları:                                                         
  1. Güçlü bir ekonomi
         Güçlü bir ekonominin de tek başına bir anlamı yok. Bu da yetmez, dengeli ve hakça bir gelir dağılımı olmalı. Oysa bugün- çok basite indirgersek- bir ekmeği beş kişi paylaşacaksa yarısını bir kişi alıyor. Öbür yarısını da dört kişi eşit paylaşmıyor tabii. Demokrasi, kendini yaratan ekonomik kurumlarla gelirse gerçek bir demokrasi olur. Güçlü bir orta sınıf olmalı, bilimi de sanatı da yaratan, geliştiren bu sınıftır çünkü. Bizde Özal’dan bu yana ‘orta direk’ diye diye bu direği yıktılar.
  2. Hukukun üstünlüğü
          Erkler (güçler) ayrılığı olacak. Yasama, yürütme, yargı… Yargı bağımsız olacak, yasamayı ve yürütmeyi anayasaya uygunluğu açısından denetleyecek. Ama unutmayalım, bir güç daha vardır, basın-yayın... Bu da güçlü, özgür, bağımsız olacak. Muhalefetsiz bir demokrasi olmaz. Goebbles, Hitler’e şunu demiş: “Bana vicdansız bir basın-yayın sağla, sana bilinçsiz bir halk sunayım.” Ali Fuat Başgil, “Bir tek noktada toplanan, kabına sığmayan bir güç, her zaman hakkın ve özgürlüğün en büyük düşmanıdır” diyor. (3)
         Demokraside kral yok, kural vardır. Demokrasi kurum ve kurallarıyla işler.
  3. Laiklik
         Laik sözcüğü ‘laikos’tan türemiş, kutsala değil, insana ilişkin olan, dünyasal olan anlamına geliyor. Laikliğe akılcılık da denebilir. Onun içindir ki Atatürk ümmetten ulus yaratmış, manevi miras olarak da bilimi, aklı bırakmıştır.
         Laiklik din değil, inanç değil. Hiçbir dinin, mezhebin, inancın yanında da değil, karşısında da değil. Laik devlet dini olmayan devlettir, ama dinsiz (ateist) devlet de değildir. Laik devlet dine karşı değil elbette, ama bu devletin yurttaşlarını daha dindar yapma gibi bir görevi de yok. Dini olmayan devlet, okullarında din dersi vermez, ama ateizm dersi de vermez. Laik devlet dinlere, mezheplere karşı yansızdır, inançlara karşı kördür. (7) Laiklik, demokrasinin yadsınmaz bir önkoşuludur.  Toplumsal barışın güvencesi, hukuksal birliğin kaynağıdır. Cemaatleşmiş bir toplum bütünleşemez.

  4. Düşünce özgürlüğü
         Kişinin özgür düşünmesi için ilkin düşünmeyi öğrenmesi gerekir. Ona düşünme öğretilecek, ne düşüneceği değil ama… Ne düşüneceğine, nasıl düşüneceğine kendisi karar verecek. Düşünecek ama Nasrettin Hoca’nın hindisi gibi değil. Eleştirel düşünecek, bilimsel düşünceli olacak, çözümleme-bireşim yapabilecek, neden-sonuç ilişkisini sağlıklı olarak kurabilecek. Kendi kendine düşünmeyecek tabii, düşüncelerini sözle, yazıyla, resimle, daha başka yollarla – tek başına ya da toplu olarak – yayabilecek (1982 Anayasası, md. 25). Bunun içinse örgütlenecek, hakkını arayıp koruyacak. Çağdaş toplum örgütlü toplumdur.
            Düşüncelerini söylerken, yayarken başıma bir şey gelir mi diye korkmayacak da. 
    Şair Eşref (1847-1912) II. Meşrutiyet’ten sonra yazmış:
    Devr-i istibdatta söyletmezlerdi/Söylersen ağlatırlardı ananı/Şimdi devr-i hürriyetteyiz
    /Önce söyletirler sonra ağlatırlar ananı
  5. Laik ve bilimsel eğitim
           Laik ve bilimsel eğitim, bilimsel düşüncenin temelini oluşturur. Eflatun (MÖ 427-347) 2500 yıl önce uyarmış: “Eğitim yetersiz olursa demokrasi oligarşiye dönüşür. Eğitim daha da yetersiz olursa demokrasi demagog yetiştirir. Eğitimin yetersizliği sürüp giderse demagog diktatör olur.” Öyledir, Mark Twain’in deyişiyle, halkı kandırmak kolay, kandırıldığına inandırmak zordur. Onun içindir ki , Lord Braugham’ın dediği gibi,” En kötü yalan, çocuğa ve halka söylenen yalandır, çünkü ikisi de kolay inanır.” Voltaire’in sözü çok doğru: “Bağnaz yetiştirmenin en şaşmaz yöntemi, eğitmeden inandırmaktır.” Eğitim akılcı, çağdaş, bilimsel, dolayısıyla laik olmalı ki çocuk sorsun, sorgulasın, irdelesin, çok yönlü ve eleştirel düşünsün. Bu nitelikteki bireylerden oluşan toplumda demokrasi tüm kurum ve kurallarıyla sağlıklı işler.  
           Yılmaz Esmer’in ‘Türkiye Değerler Araştırması’na göre (2011), halkın % 58’i meclisle, seçimlerle uğraşmak zorunda olmayan güçlü bir önder (lider) iyi olurdu, diyor. Oysa demokrasi tebaa, mürit, biat eden değil, ‘birey’ olan yurttaşlar ister. Atatürk boşuna dememiş, “Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz.”
  6. Seçim
          Seçim demokrasinin olmazsa olmazıdır ama tek gösterge, tek koşul değildir. Noam Chomsky, “(…) Eğer seçimler nüfusun bir bölümünün birkaç yılda bir gidip bazı düğmelere basmasından ibaretse, hiçbir önem taşımaz. Ama vatandaşlar belli bir tutumda ısrar etmek için örgütlenir ve bu konuda kendi temsilcilerine baskı yaparlarsa seçimlerin bir önemi olabilir” diyor. (4) Değilse, Brezinsky’nin bir zamanlar dediği gibi, Suudi Arabistan’a demokrasi getirin,  Bin Ladin iktidar olur. Nietzsche’ye kulak verelim: “Cahil bir toplum özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse bile hiçbir zaman özgür seçim yapamaz, yaptığını sanır. Cahil bir toplumda seçim yapmak, okuma-yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır.” Eskilerde söylenmiş bir söz, keşke oylar sayılmayıp tartılsa… Doğan Kuban soruyor: “Seçimden seçime nafaka alarak özgür insan olmak olası değil. Halkın politik bilinci sandığa oy atınca gelişiyor mu?” (6)
           Sözde herkesin tek oyu var. Ergün Aybars anlatmıştı. Bir toplantıda dinleyenlerden biri,
           “Benim 50 bin oyum var” demiş.
           Ergün Aybars anlamazdan gelip soruyor:
          “Ne! 50 bin koyunun mu var?”
    Szillard’ın itirazı var: “Bir dâhiyle bir budalanın oy eşitliğini kabul ediyorum, ama iki budalanın bir dâhiye üstünlüğünü reddediyorum.”
           Cahil bırak, beyninden sana bağlansın, kolayca kandırırsın. Yoksul bırak, boğazından sana bağlansın. Üstelik fakir babası olursun, hayır dualarını alırsın, oylarını da… Fakir fukara, garip gureba diye nutuklar atarsın, ama yoksulluğu kaldırmak için kılını bile kıpırdatmazsın.    
           Diyelim, kadınlar devlet memuru olsun mu, olmasın mı, diye bir halkoylaması yapılıyor. Sonuç, olmasın, çıkıyor. Böylece ‘milli irade’ ‘tecelli’ etmiş mi olacak?  Millet kararını verdi diye kimse çalım satmasın. Bu uygulama insan haklarına, özgürlüğüne saldırıdır, çağdaş demokrasiye aykırıdır, meşru değildir. Çağdaş  demokrasi anlayışında ‘milli irade’nin her şeye gücü yetmez. Çoğunluk demokrasinin baş düşmanıdır, çünkü gücü vardır. Demokraside aslolan çoğunculuk değil, çoğulculuktur. Ali Fuat Başgil anlatıyor: “(…) Demokrasilerde çoğunluk da rakipsiz ve denetimsiz bir kuvvet merkezi durumuna gelince, (   ) zorbalık yoluna sapabilir. Temsil ettiğine inandığı ulusal istencin (iradenin) kutsallığına dayanarak en kıyıcı diktatörlere rahmet okutacak bir yolda hareket edebilir.”(3)
         Hibrit (melez) demokrasilerde seçim, iki kurtla bir koyunun, akşama ne yiyelim, diye oylama yapmasına benzer, kazanacak baştan bellidir.
           Bir zamanlar İran’ın Ardebel kentinde oturan nükteci (espritüel) Lotu (kabadayı) Kôru bir seçim günü oy atma sırası kendine geldiğinde sandığa karşı secdeye varıyor,
          “Sen Müslüman değil misin, hiç sandığa tapılır mı?” diyenlere,
          “Ay Ardebelliler, bu sandığa men tapmıyım da kim tapsın? Elli yıldır içine Memmed atıram, amma içinden Mustafa çıhır.”
       Sözün özü, demokrasi yazılması kolay, oynanması zor oyundur. Demokrat olmak zor zanaattır.
-------------------------------------------------------------
(*) Bu yazı Öğretmen Dünyası dergisinde (Aralık 2014/ Sayı: 420) yayımlanmıştır.
                                KAYNAKLAR
  1. Gemalmaz, Mehmet Semih (1987) “Demokrasi Üstüne” abece dergisi Haziran 1987
         Sayı:15
           2. Eronat, Canan (1993) “Canan Eronat’ın Konuşması” abece dergisi Sayı:79 (1-3)
           3. Başgil, Ali Fuat (1960) İlmin Işığında Günün Meseleleri Akt. Şükran Soner   
           Cumhuriyet gazetesi
           4. Akt. Erdal Atabek Cumhuriyet gazetesi, 02.06.2014
           5. Kuban, Doğan (2014) “Türkiye’de Neden Demokrasi Olsun?” Cumhuriyet Bilim  
                    Teknoloji  dergisi,17.01.2014 Sayı:1400
           6. Cumhuriyet Bilim Teknoloji dergisi, 20.06.2014 Sayı: 1422
           7. Nas, Recep (2013) “Laiklik” Bursa: Çağdaş Bakış dergisi Aralık 2013 Sayı:9