5 Nisan 2024 Cuma

MÜFETTİŞİM RECEP NAS İLE SÖYLEŞİ


                MÜFETTİŞİM RECEP NAS İLE SÖYLEŞİ (*)



SÖYLEŞİ: AHMET KOÇAK

     

     Eğitimin her kademesinde görev yapmış, öğretmenlere yol gösteren kitaplar yazmış bir akademisyen olarak eğitimin bugünkü durumunu değerlendirir misiniz?

     Bugün dünden, çok da önceden başladı. 1946'dan bu ana adım adım Atatürk ilkelerinden, devrimlerinden birkaç oy uğruna ödün verile verile bugünlere geldik. 1946'da halkçılar gitti, popülistler geldi iş başına. Halkçı halk yararına çalışır, popülistse halka yaranır. Halkçı halkın gereksinmelerini önemser, popülistse cahil bıraktığı halkın isteklerini öne çıkarır. Cahil bırak beyninden sana bağlansın, yoksul bırak karnından sana bağlansın, istedikleri bu. Hele 12 Eylül (1980) Aydınlanmacıları, ilericileri, sosyalistleri ezdi geçti, gericilere, tarikatlara alan açıldı.
     Demokrasinin olmazsa olmaz önkoşulları var. Güçlü bir ekonomi, bu da yetmez, hakça, dengeli bir gelir dağılımı... Laiklik de demokrasinin önkoşuludur. İşte Atatürk devrimlerle demokrasiye giden yolu düzlüyordu, altyapısını hazırlıyordu. Laiklik içsel yönelimli, içtenlikli dindarların da güvencesidir.  Laiklik din ve vicdan özgürlüğünü sağlar çünkü. Ama dinin siyasetin, eğitimin, devlet işlerinin, hukukun dışında kalması koşuluyla...
     Eğitimin bugünkü durumuysa içler acısı.  Neredeyse bütün okullar İmam Hatipleştirildi. Seçmeli dersler adıyla din içerikli dersler artırıldı. Aslında kapalı olan, yasak olan tarikatlar, cemaatlar ellerini kolların sallaya sallaya okullara giriyorlar. Öğretmenlik meslek bilgisi olmayanlara, çocuk psikolojisinden anlamayanlara okulların kapıları ardına kadar açıldı. Oysa Milli eğitim Temel Yasasına göre öğretmenlik özel uzmanlığı gerektiren bir meslektir. Ne yasa dinliyorlar, ne anayasa...Bütün bunlar neden yapılıyor, insanların yaşamlarını yitirince mekânları cennet olsun diye mi? Yoo, hayır. Tek amaçları, yurttaşlar yeniden tebaa olsun, onlara biat etsin, oy deposu olsun. Saltanatları da sürsün gitsin. Einstein'ın deyişiyle, bir ülkenin geleceği, o ülke insanlarının göreceği eğitime bağlıdır. Harf devrimini, Millet Mekteplerini düşünün, Atatürk'ün önderliğindeki genç Türkiye Cumhuriyeti okuyan, eleştirel düşünen, soran, sorgulayan insanlar yetiştirmek istiyordu. Aydınlanma süreciydi bu. Aydınlanma, Kant'ın deyişiyle, bir kılavuza gereksinme duymadan aklını  kullanma yürekliliğidir.  Ümmetten ulus, tebaadan yurttaş, kuldan birey yaratılmak isteniyordu. Bu da bilimin ve aklın kılavuzluğuyla olacaktı. Şimdi bu tersine çevrilmek isteniyor. Atatürk uyarmıştı bizi (1923): “(...) Tarihimizi okuyun, göreceksiniz, milleti mahveden, tutsak eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.”

     Son yıllarda yaşananlar sizi endişelendiriyor mu? Bu konudaki görüşlerinizi belirtir misiniz...
      
      Hem de nasıl... Atatürkçü olup da, çağcıl, demokrat olup da, emekten yana, Aydınlanmacı  olup da kaygılanmamak olası mı? 21. yy.ın ilk çeyreği bitmek üzere, şu yapılanlara, olup bitenlere bakın. Anayasa yok, hukuk yok. Anayasa Mahkemesi dinlenmiyor.
     Bir öğretmen olarak beni en çok kaygılandıransa 4-6 yaş arası çocuklar için Kuran Kursu açılması... Bu çocuklar somut düşünüyorlar, soyut düşünce henüz yok. Sorgulama yetileri gelişmiş değil, söylenene inanırlar. Ölüm bilinci yok. Hayalle gerçeği ayıramaz. İnanma gereksinmesi duymaz. Oyun çağı çocukları bunlar. Bu çocuklara cennetten, cehennemden, şeytandan, melekten, cinden söz ederseniz, sadece korkutursunuz. Korku da beyni dondurur. Korku kültürüyle çocukların beyinlerini tutsak ediyorlar. Çok yönlü, eleştirel düşünmesin, neden-sonuç ilişkilerini doğru değerlendiremesin, aklını kullanmasın, sadece inansın. Zihin paraşüt gibidir, açılmazsa işe yaramaz. On beş yaşından önce din eğitimi verilmez, çocuklara yapılan aslında insanlık suçudur. Okula aç giden çocuklara bir öğün parasız yemeği çok görenler, camilere götürüp onların dinlenmeleri, eğlenip oynamaları gereken haftasonlarını da çalmaya hazırlanıyorlar.
     Gelişmiş ülkeler çocuklarına 21.yy. becerileri kazandırıyorlar, etkili iletişim, bağımsız karar verme, ilişki yönetimi, öğrenmeyi öğrenme, eleştirel düşünme, hesap verebilirlik, yaratıcılık gibi. Şimdi de değil, yıllar önce eğitim fakültesinde bir öğretim üyesi derste 'çocuklarda yaratıcılık' deyince, birkaç öğrenci itiraz etmiş, “Yaratıcılık sadece Allaha mahsustur” diye. Bu becerileri geliştiren en uygun iki ders, felsefe ve mantık dışlanıyor, neredeyse okutulmayacak.
     Birçok ülkede Bilim, Teknoloji, Yenilik (inovasyon) Bakanlıkları var. Yapay Zekânın ne getirip ne götüreceğini, nasıl verimli kullanılabileceğini tartışıyorlar. Yapa zekâ kendi kendine öğrenmeye başlamış, 300 milyon kişinin tam zamanlı işini ellerinden alacak, deniyor. Demek ki gençlerimiz sadece dünya gençleriyle değil, yapay zekâyla da yarışacak. Hangi donanımla, ÇEDES'le mi? Kulağa ne hoş geliyor değil mi, çevreye duyarlılık... Oysa ormanlar elden çıkarılıyor, orman özelliğin yitirmiş diye yapılaşmaya açılıyor. Uzmanlara göre yıldırım düşse bile orman kendini yenileyebiliyor. Çocuklara şarkı söyletirdik: Dağlar taşlar ağaç olacak, diye. Tersine, ormanlar dağ taş oldu. Değerler dedikleri de 1400 yıl öncesinin 'nas'ları.

    Uzun yıllar çalışan insanlar emekli olduktan sonra da çalışmaya, topluma ışık tutmaya devam ederler. Emeklilik yıllarınızı nasıl değerlendirdiniz, değerlendiriyorsunuz?

     Bir zamanlar çok tartışıldı, insanın boş zamanı var mıdır, yok mudur? Bence yoktur. Dinlenme, dostlarla söyleşme zaman öldürücü değil, tabii kararınca yapılırsa... Hani denir ya, tiyatro oyuncusu sahne tozunu yuttu mu iflah olmaz, diye. Ben de tebeşir tozu yuttum yıllar yılı. Vazgeçebilir miyim?      Ben okuyorum, yazıyorum. Çağırırlarsa konuşmalar yapıyorum. Dergilerde çıkan yazılarımı, 'blog'um var benim, orda biriktiriyorum. Dedim ya, daha çok okuyorum. İnsanın, okudukça okuyası gelir. Okumadıkça da okumaz. Auguste Blanqui'ın sözünü severim: Mide açlığı alışamaz, ama beyin açlığa çabucak alışır. Yarın derse girecekmişim gibi çalışıyorum ben, öğrenmeyi sürdürüyorum. 21. yy. becerilerinden biri de bu zaten, yaşam boyu öğrenme...
     Öğretmen adaylarına derdim, öğretmenlik 24 saat. Ders zille değil, derse hazırlanırken başlar. Sonra da onlar adına kendime itiraz ederdim. İnsaf be hocam, uyumayacak mıyız? Uyuyacaksınız, hem de derin, deliksiz uyuyacaksınız ki o gün enerjiniz yüksek olsun. Uyuyacaksınız da, düşünüzde dersi göreceksiniz. İnanır mısınız, emekli olduktan sonra değişik zamanlarda belki on kez derse ilişkin düş gördüm. Her düşte de derse geç kalıyormuşum ya da içeriği yetiştiremiyormuşum,  kan ter içinde uyanırdım. Oh! Çok şükür düşmüş.

     Sinema ve dizi oyuncusu Devrim Nas'ın oğlunuz olduğunu ortak dostumuz Zeki Baştürk'ten öğrendim. Hayranlıkla izlediğim Devrim Bey'in öğrenim ve oyuncu olma sürecinden kısaca bahseder misiniz?

     Devrim liseyi bitirince Boğaziçi Üniversitesi İngilizce Bölümü'nü kazandı. Ama gönlünde tiyatro vardı. Annesi de ben de tiyatroya düşkündük. Köylerde öğretmenken büyüklerle de oyunlar sahnelerdik. Zaten 1960'lı yıllar tiyatronun altın yıllarıydı.  Devrim'i daha ilkokuldayken Edirne'ye, İstanbul'a çocuk oyunlarına götürürdük. Yine ilkokuldayken Aziz Nesin'in Pırtlatan Bal oyununda rol aldı. Daha 12 yaşındayken sorulduğunda oyuncu olacağım, derdi.
     Lisedeyken Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu'nda açılan kursa katılmasını önerdim. Çevresi genişlesin, yeni yeni arkadaşlar edinsin istiyordum. Orda da tiyatro sevgisi pekişti iyice. Boğaziçi için kayıt yaptırmaya gidince tiyatro sınavlarına da girmiş, orayı da kazanmış. Hangisine gidecek? Kimi dostlar tiyatro diyordu, İngilizceyi kurslara giderek de öğrenirsin. Kimisi de Boğaziçi bırakılır  mı, tiyatroyu hobi olarak yaparsın diyordu. Ben en son sordum: Boğaziçi'ne gittin, dersler başladı, aklın nerede?? Tiyatro, dedi. Bitti. Tek istekte bulundum. İngilizce bilen bir oyuncu ol, öyle de oldu.   

     Devrim Bey'le yaşadığınız bir anınızı anlatmanız çok ilgi çekecektir. Hayranları için anlatır mısınız...

     Kırklareli-Babaeski'de ilköğretim müfettişiydim. Öğretmenlerle ayda bir seminer düzenliyordum. O ayki konu çocuk yazını (edebiyat) idi. Hazırlık yapıyordum. 1970'li yıllarda çocuklarca en çok okunan yazar Kemalettin Tuğcu'ydu.  Teftişlerde en çok hangi yazarı seviyorsunuz, diye sorduğumda onun adı söyleniyordu. 5. sınıftaki bir kız öğrenciye sordum,
     ^Neden seviyorsun Kemalettin Tuğcu'nun kitaplarını?
      “ Beni ağlatıyor.
       “Canım”, dedim. “Sana ağlamak mı yakışır, gülmek mi?
       “Gülmek ama...”
    Bu yazarın bir kitabını okuyordum, notlar alıyordum. Canımı sıkan sözler geçtikce de söyleniyordum. Devrim'in gözünden kaçar mı,
     “Baba kitabı sevmedin de neden okuyorsun?
      “Eleştirmek için” dedim.
     Aradan aylar geçti, yaz geldi. Annesiyle Şarköy'e gittiler. Ben sonradan gittim. Baktım, elinde kıytırık bir kitap var, gazeteciden almış.
     “Neden bu kitabı okuyorsun?
      Taşı gediğine koydu.
      “Eleştirmek için.”

     Okuyucularımız sizi merak etmiştir; nerede, nasıl bir ailede dünyaya geldiğinizi; unutamadığınız bir çocukluk, gençlik anınızı ister okuyucularımız. Lütfeden misiniz...

      Köy çocuğuyum. Annem, babam iki ağabeyim Romanya'dan gelmişler. 1934, Atatürk dönemi. Ev, kişi başı da onar dönüm tarla verilmiş. Annem, babam 'dini bütün' insanlardı. Dindardılar, dinci, dinbaz değildiler. Annemin tembihidir bana, sakın 'desinler' diye, gösteriş için yapma. Kul bilmesin, Allah bilir, derdi. Mevlitlerde ilkin Atatürk ve silah arkadaşları için dua edilirdi. İçtenlikli,    inancını siyasetle kirletmeyen Müslüman laik olur, onlar da laik insanlardı.
     Beş kardeştik ben en küçükleri, halk deyimiyle tekne kazıntısı. Okuyorum diye, küçüğüm diye kayırıldım, zor işlere koşulmadım. Annem de babam da dövmek ne, bağırmadılar bile bana. Annem Romanya'da mahalle mektebinde okumuş, babam okul yüzü görmemiş. Demek ki çocuk eğitiminde ilkin gerekli olan sevgi, sağduyu. İkisi de yetim kalmış. İki taraftan da ne ninem oldu ne dedem.
     Annem akça pakçaydı. Babamla ablamların biri esmerdi, bir de ben. Ama onlar benim kadar esmer değildi. Onun için – tabii sevdiklerinden - takılırlardı bana, seni sepetçilerden aldık diye. Onlara göre 'kara kuru'ydum. Annem sırtımı sıvazlar, kemiklerin elime geçiyor, derdi. Etin yağlı yerlerini bana yedirirdi.
     Ama ben 'kara kuru'luktan olumsuz etkilenmiştim. Bir yaz günü, nasıl olduysa, evde yalnız kalmışım. Ben anımsamıyorum, babam anlatırdı. Babam yedek parça almak için tarladan eve gelmiş. Beni bahçedeki fıçının suyuyla sabunu süre süre yüzümü yıkarken görmüş, yüzümü bembeyaz etmişim.
     “N'apıyorsun sen?
     “Beyazlıyorum be, beyazlıyorum” demişim.

     Öğrenim ve mesleki yaşamınızdan kısaca bahseder misiniz?

     Öğretmen okulunu bitirince dokuz yıl köy öğretmenliği yaptım. Çocukları, öğretmenliği seviyordum, mutluydum. Çevrem, özellikle Köy Enstitülü yazar Hasan( Kıyafet) Ağabey etkiledi beni. Örneği ilginçti. Okuyorsun, kendini yetiştiriyorsun ama şimdi koyaktaki bir avcısın sen, tarama alanın dar. Okursan tepeye çıkarsın, daha çok kişiye ulaşırsın, dokunursun. İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü'nde okudum.  Sekiz yıl ilköğretim müfettişliği yaptım. Ama sevmedim bu işi. Ben öğretmen okullarına öğretmen olmak istiyordum... 1981'de MEB yükseköğretmen okulu öğretmenliği için sınav açtı. O sınavı kazandım, Necatibey Yükseköğretmen Okulu'na atandım. YÖK kurulunca üniversitede öğretim görevlisi olarak çalıştım. Emekli olduktan sonra da ders vermeyi sürdürdüm, böylece 44 yıl öğretmenlik yaptım.

     Mesleki anılarınızı yazdığınız kitaplarda yeri geldikçe yazdığınızı söylemiştiniz. Öğretmenlik, müfettişlik ve akademisyenlikte yaşadığınız ilginç olaylar ve anılar olmuştur, desem anlatacak çok yaşanmışlıklarınız vardır. Paylaşmak ister misiniz?    

     'Er öğretmen' sanıyla öğretmenliğimin üçüncü yılında Ordu-Ulubey-Dikenlice Köyü'ne atanmıştım Önceki köyüm Bursa-Gemlik- Narlı Köyü'ydü, yıl 1962. Bursalıların bildiği gibi deniz kıyısında şirin bir köy. Ulaşımı kolay, gazetem her gün geliyordu. Şimdi burda köylülerin 'depebaşı' dedikleri yerde ben nasıl duracaktım... Ben silah altındayken babam yaşamını yitirmiş, üzülmeyeyim diye bana bildirmemişler, buraya gelmeden köyüme uğrayınca öğrendim. Üzülüyorum, bunalıyorum. Birden öğretmenimizin salık verdiği kitap geldi aklıma: Üzüntüyü Bırak, Yaşamaya Bak, Dale Carnegie'nin. İstanbul'dan getirttim. Okuyorum, kitaptaki bir şiir aklımı başıma getirdi. Üç dizesini söyleyeyim: Eğer dorukta çam olamazsan / Koyakta bir çalı ol, ama ol / Derenin kenarındaki en güzel çalı sen olmalısın. Kapattım kitabı, neyim ben? Köy öğretmeni, öyleyse bugünden tezi yok en iyi köy öğretmeni olmak için çalışacağım. Okuyordum ama, keyfe keder, roman, öykü, şiir... Eğitim kitaplarını da okumaya başladım. Meğer ben hiçbir şey bilmiyormuşum, bilmediğimi de bilmiyormuşum. Okumak, kendini yetiştirmek akıntıya karşı yüzmeye benzer, durursan gerilersin. İşte o anda başladım ben öğretmenliğe.
     Müfettişken, kasım ortalarıydı, 2. sınıfı teftiş ettim. Sınıf zayıf, ikirciksiz yetersiz verebilirim. İyi ama ben sadece ölçtüm, işin bir de değerlendirme yönü var. Öğretmenle konuştum, eşinden ayrılmış 'terk-i diyar 'eylemiş, bu sınıfı da alalı iki ay olmuş olmamış. Baktım iyi niyetli, 'iyi' rapor gönderdim. Aradan üç dört ay geçti, milli eğitim müdürlüğündeyken ,bir öğretmen sizi görmek istiyor dediler. O öğretmen. “Hocam” dedi. “Verdiğiniz o 'iyi'yi hak etmek için ben çok çalıştım, gelip beni bir daha teftiş etmenizi istiyorum.” Kazandım, insan yitirmek çok kolay, kazanmak zordur. Ben zoru seçtim, kazandım. Güven, güveni doğurur.
     Atanan, doğuya giden öğrencilerimle yazıştım. Neler eksik kalmış, hangi sorunlarla karşılaştınız, yazın bana, demiştim. Mektup yağdı bana, özellikle 1985-1992 arası. Hepsine de yanıt veriyordum. Bir öğrencim ailesiyle gitmiş. Diyor ki, ben eğitimle ilgi bir söz söylesem, nerden biliyorum bunu, Recep  Hocam söylemiştir, dermişim, farkında değilim. Bir gün gene babama bir söz söyledim, Recep Hocam anlatmıştır, dedim. Babam bıyık altından güldü. “Kızım, tutturmuşun Recep Hocam söylemiştir, Recep Hocam anlatmıştır. Kızım, bu sözü geen hafta ben söyledim sana.”
     Öğretmen iz bırakacak, ama yanakta değil, yürekte.

     Kırk yıl önce sınıfımda beni denetlediniz. Müfettişim, amirim olarak söyleşi yapma önerimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Güzel bir söyleşi oldu. Son olarak söyleyeceklerinizle söyleşiye siz son verin lütfen.

     Asıl ben teşekkür ederim, onurlandırdınız beni. Eli öpülesi, eğitim emekçisi öğretmenlere sesleneyim. Koşullar ağır, geçim zor.Ama bu çocukların suçu değil. Öğretmen adayları bana sorarlardı, Hocam siz hep gülümsüyorsunuz, sizin hiç mi derdiniz yok. Ben de derdim ki, hani bir türkü var   ya, bir offf çeksem karşı dağlar yıkılır, bir oofff çeksem Uludağ yıkılır, ama ben bunları sınıfa getirmem. Sınıfa güler yüzle girsinler. Yapmacıkda olsa bir gülüş insanı rahatlatırmış, Sonraki  neşeli bir kahkahaya kapı aralır bu gülüş .Neşeli, gülümseyen insan girdiği yere ışık saçar. Öğretme coşkusu öğrenciye öğrenme coşkusu olarak yansır. Gülmek, güldürmek dersin ciddiyetini bozmaz, tersine renk katar, ilgiyi toplar, coşku yaratır. Gülüş cümbüş işlenen deste öğrenme kolaylaşıyor, öğrenilenler kalıcı oluyor. Korku ve baskı altında öğrenilenlerse kalıcı olmaz.
     Günümüzde iyi bir öğretmenlik için bilgili olmak yetmiyor. Öğretme-öğrenme sürecinin verimli olması için öğretmenle öğrenci arasında çok özel bir sevgi bağının kurulması gerekir. Sevin ki sevilesiniz. Dersi iyi düzenlemek gerekli de yetmez, etkili öğretmen sevecen, cana yakın, şakacı, neşeli, sevilen, halden anlayan öğretmendir. Bir de okuyup kendilerini geliştirsinler. Kendilerini yenilemezlerse yinelerler. Altan Erbulak tiyatrocular için 'oldum' demek, 'öldüm' demektir dermiş. Bu öğretmenler için de geçerli.


(*) Bu söyleşi HABERDE BURSA gazetesinde (3-4-5 Şubat 2024) yayımlanmıştır.