16 Haziran 2016 Perşembe

BEKÇİLİKTEN DOSTLUĞA (*)


                                                                                                                               

                                                                        Recep Nas

                                                                                       recepnas@uludag.edu.tr





     Av gereçleri satan bir dükkâna girdim geçenlerde. Duvara bir söz asılmıştı. Okudum, yanlış mı okudum diye bir daha okudum. Doğruymuş, ilk okuduğum. İlginç, çarpıcı geldi bana. İlk anda, doğrusu, irkildim. Dükkân sahibine sormadım, neden bunu yazdığını, sorsaydım ne derdi bilmiyorum. Sözün bende yarattığı büyü bozulmasın istedim. Söz şuydu:  “İnsanları tanıdıkça köpeğimi daha çok seviyorum.” El yazısıyla özene bezene yazılmıştı.

     Şimdi düşünelim: Bu dükkân av gereçleri sattığına göre, müşterileri avcılar… Belki dükkân sahibi de av meraklısıdır, avcıdır. Bu sözü acaba müşterilerinin hoşuna gideceğini düşünerek, onları ‘avlamak’ için mi yazmıştır?  Böyle değil de, kendisi de avcı olduğu için, bu söz, köpeğiyle kurduğu ilişkiden, onunla birlikteliğinden ötürü kazandığı deneyimlerinden kaynaklanıyorsa, yani kendince çok içtenlikliyse, o zaman onda böylesi bir izlenim bırakan insan davranışları üzerinde kafa yormamız gerekecek. “İnsanları tanıdıkça…” diyor. Bu kişi kimleri tanımış, hangi insanlarla tanışmış, bu insanlar ona nasıl davranmışlar ki, onun insanlardan uzaklaşıp köpeğine daha çok yakınlık duymasına neden olmuşlar?

     Avcı, köpeğe bir işlev yüklüyor, ava çıkınca yararlanıyor ondan. Köpek beslemesi, onsuz yapamaması, hiç değilse başlangıçta bundan ötürü. Köylerde de köpek, kedi beslerler, onların içgüdülerinden kaynaklanan belirli işlevlerinden yararlanmak için. Köpek bekçilik yapar, kedi fareleri avlar.

      Peki, kentte oturup da evlerinde kedi, köpek besleyenler hangi nedenlerle, hangi gerekçelerle yapıyorlar bu işi? Bir dostum evinde köpek besliyor. Aslına bakarsanız, hiç akıllarında yokken kızlarının oldubitti içinde eve bir yavru köpek getirmesiyle köpek sahibi oluvermişler. Derken onlar da benimsemişler, sevmişler köpeği, şimdi onsuz edemiyorlar. Evde çok önemli bir varlık, ailenin bir ‘bireyi’ oluvermiş. Ona, koydukları adla sesleniyorlar, konuşuyorlar onunla. Herkesin de ona bu adla seslenmesini istiyorlar, ‘köpek’ denildiğinde müthiş rahatsız oluyorlar, tepki gösteriyorlar.

     Amerika’da, Avrupa’da evlerde kedi, köpek besleniyor, çok yaygın olarak. Bu, bizde de yaygınlaşıyor giderek. Bu olgu modayla, ‘göre gör’lükle açıklanabilir mi, yoksa bu yönelimin altında insan ilişkilerindeki gevşemeler, soğuma mı yatıyor?

     İzmir’de otururken doğa yürüyüşlerine katılırdım. Bir yürüyüşe Amerikalı bir kadın köpeğini de getirmişti. Köpek, doğaya hasret, ileri geri koşturup duruyor, başıboş olmanın tadını çıkarıyor, bazen de insanların yanında birden bitiveriyordu. Bu da kimi yürüyüşçülerin, özellikle kadınların ürkmelerine, korkmalarına neden oluyordu.

     “Köpeğinizi neden getirdiniz? Bakın, korkutuyor insanları…” dedim.

     Yarım yamalak Türkçesiyle şunu dedi,

     “Siz onu tanısaydınız böyle düşünmezdiniz. O, insanı aratmıyor bana.”

     Demek ki köpeğe olsun, kediye olsun, evcilleştirilme gerekçelerinin ötesinde yeni bir işlev yüklenmiş oluyor epeydir, insana dost olma işlevi… Yalnız insanların, insanlara küsenlerin, insanlardan umutlarını kesenlerin sığınağı, yoldaşı.

     Bir zamanlar ısınma aracı olarak elektrikli bir aygıt kullanmıştım. Bir gün fişi taktım, o ne, ısıtmıyor, çalışmıyor. Ötesini berisini kurcaladım, olmadı. Onarıma götürdüm. “Bırak, üç gün sonra gel” dediler. Üç gün sonra gittiğimde “Tamam, onardık” dediler, aldım eve getirdim. Fişi taktım, eyvah, gene çalışmıyor, ısıtmıyor. Nasılsa aklıma geldi, ek olarak kullandığım ikinci kablonun prizini yokladım, yanmış meğer. Bu kez aygıtın kendi kablosunu doğrudan prize taktım, çalıştı, ısıttı. Demek ki bozuk olan aygıt değil, ek kablonun priziymiş. Ama benden onardık diye yüklüce bir para aldılar. Evim ısındı gene, ama yüreğim bu insanlara karşı buz kesti. Ne dersiniz, köpeğim olsaydı, onu bu insanlardan daha çok mu severdim?

     Son yıllarda değerler alt-üst olmadı mı, ‘yükselen değerler’in içinde para en öne fırlamadı mı? Paranın yüzü sıcak derler, peki insan yüzü, insan insana iletişimden, söyleşiden kopup da telefonlara, televizyonlara, bilgisayarlara dönünce soğudu mu? İnsan eğitiminin neresinde yanlışlık yapıldı, yoksa eğitimin kendisi mi yanlış? Bilimsel yazısının çalındığını anladıktan sonra intihaller (bilgi hırsızlığı) üzerinde çalışan bilim insanı Serdar Sayan’a kulak verelim: “ Yapacağımız şey eğitimin kalitesini çok artırmamız, ama ben tünelin ucunda bir ışık göremiyorum, hayır. Çünkü eğitim sistemi yaratıcı insan yetiştirmiyor. Ezberci, yarım yamalak, kurnazlığa yönelik işler… (…)” (Cumhuriyet, 01.05.2016)

     Neden hayvanlar daha çok sevilir oldu? Vefasız olmadığından mı, konuşmadığından mı, içgüdüleriyle davranmasından mı, ikiyüzlülüğü öğrenemediğinden mi?

     Anadolu’da derler ki, insanın alacası içinde, hayvanın alacası dışında. Acaba insanlar dilsiz dost mu arıyorlar?

     Ya peki insan sıcaklığını hiç tatmadık mı biz?  



( *) Bu yazı Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin ÇAĞDAŞ BAKIŞ ( Haziran 2016 Sayı: 18) dergisinde yayımlanmıştır.