17 Mayıs 2016 Salı

İNCELEME GEZİSİ


                                                                    İNCELEME GEZİSİ *


     Yaşama hazırlık, yaşamın içinde olur. Çocuklar yaparak yaşayarak öğreneceklerine göre, ders yeri yalnızca derslik olamaz. Müze, sergi, kitaplık, fabrika, taşocağı, orman, su kaynağı, say sayabildiğin kadar, böyle yerlerde gözlem, inceleme etkinlikleri yapılmalıdır. Bilgisunar (internet) yoluyla ‘sanal alan gezisi’ de yapılabilir. (bkz. İlköğretim Sosyal Bilgiler Dersi Öğretim Programı ve Kılavuzu 2005: 187)

     İnceleme gezilerinin eğitsel değeri yüksektir. Bunu öğretmenler bilirler, gene de söz, kitap öne çıkarılıp çocuklar dersliklere kapatılır (Durlu, 1964: 11) Müfettişken hep sorduğum gibi, bir köyde gene sormuştum,

     “İnceleme gezisi yapıyor musunuz, çocuklara inceleme, gözlem yaptırıyor musunuz?” 

     Okulda iki kadın öğretmen vardı. Güldüler soruma,

     “Aman hocam, burası köy, yok yoksul bir çevre… Kentte olsaydık, tamam. Postaneye götürürdük, belediyeye götürürdük.”

     Oysa o anda bile kim bilir kaç bilim insanı doğada incelemeler yapıyordu. Kelebeklerin, kuşların yaşamlarını yıllarca gözlemleyenler, fosilleri inceleyenler, höyüklerde kazı yapanlar, ören yerlerini araştıranlar, say say bitmez bu.  Sadece bir ad verelim, Dian Fossey, kendini gorillere adayan kadın. Charles Darwin’i anmanın da tam sırası… Hepsinden vazgeçtim, karınca yuvaları da mı incelenemez? Ne, neden taşıyorlar, nasıl iletişim kuruyorlar, şu iki karınca ne konuşuyor olabilir, baharın geldiğini nasıl anlıyorlar? Sor, sordur, düşündür.

     Öğretmen duyarlı, uyanık olunca, çevresinin de farkındaysa sınıfta, okulda pek çok gözlem konusu yakalayabilir. Sıradan, önemsizmiş gibi görünen çok şey ilginç bir gözlem konusu olabilir.

     *Musluktan akan su aşağı doğru neden inceliyor?

     *Bir su birikintisine atılan taş batıyor da tahta parçası neden batmıyor?

     *Elmanın, ikiye kesildiğinde, yenmeyip bırakılan parçasının kesik yüzeyi neden bir süre sonra kahverengileşiyor? (Ghose ve Home, 1997)  

 Ne incelendiği de önemli değil o kadar. Çocukta zaten doğuştan var olan merakını kamçılamak, düş gücünü geliştirmek, çevreye sorgulayıcı gözlerle bakmasını sağlamak, doğanın gizlerini bulmaya yöneltmek, önemli olan bu. Emerson diyor ya, İnsan meraklıdır, bilimin özü de budur. Çocuklar bilim insanı olmayabilirler, önemli olan bilimsel düşünceli olmaları… İşte inceleme gezisi çocukların bilimsel süreç becerilerini (gözlem, ölçme, iletişim, veri toplama, sonuç çıkarma, genelleme yapma vb. ) geliştirir (Çilenti, 1985: 69)

     Gelgelelim “Geçmişte ve günümüzde ülkemizdeki sorma-bilme dürtüsünün ne durumda olduğunu sorguladıkça inanılması güç örneklerle karşılarız. Osmanlılar Mısır’da dört yüzyıla yakın kalmışlar, ülkeyi yönetmişler. Mısır’daki piramitlerin nasıl bir tarihi, bunların içinde neler olduğunu sorgulayan tek bir Osmanlı çıkmış mı diye değerli Tahsin Özgüç hocaya sordum; böyle bir çalışmanın Osmanlı döneminde görülmediğini söyledi. Batılılar Anadolu’daki ören yerlerini geçen yüzyıldan beri bir yandan araştırıp bir yandan soyarken, bu yerlerin tarihini, değerini Atatürk dönemine dek hiç sorgulamamışız. (…) [D]ağların eteklerindeki yaylalardan ötede en yükseklere, Kapadokya’daki mağaraların derinliklerine, böceğin, bitkinin gizemli yapısına ve en önemlisi insanın düşünsel ve bilimsel gizilgücüne hiç mi hiç ilgi duymamış, bunları sorgulamamışız (…)” (Öztürk, 2002: 12-13)

     “İnceleme gezisi yapıyor musunuz?” Kentte de sorardım bu soruyu.  Bu kez denirdi ki, “Aman hocam, çocuklar postaneyi, belediyeyi, ne varsa işte, biliyorlar.” Doğrudur, ama amaçlı, planlı, bilinçli inceleme, gözlem değil onların yaptıkları. Bakmak başka, görmek başka…

     İnceleme gezisine taşıtla çıkılacaksa bu kez de kazadan korkuluyor. Korkulur, anlıyorum. Öğretmenlik yaptığım bir köyde çocukları İstanbul’a götürmek istedik, yıl 1970. Köyde “kaza olacak” diye bir söylenti yayılmış, velileri toplayıp gezinin önemine inandırmasaydık gezi yapılamayacaktı. Gideceğimiz yerleri (Topkapı Sarayı, Sultanahmet Camisi, Dolmabahçe Sarayı, Atatürk Müzesi, Yerebatan Sarnıcı…) saydım, sonra buraları görüp görmediklerini sordum. Birkaç kişi bazılarını askerdeyken gördüklerini söylediler. Oysa bu köy Tekirdağ’ın son köyüydü, İstanbul’a komşu. Şu atasözünü de anımsattım: Çok yaşayan bilmez, çok gezen bilir. Bir de o dönem uygulanan 1968 İlkokul Programı’nın geziye ilişkin açıklamalarından, öngördüklerinden söz ettim. Orda değişik sayfalarda on iki kez gezinin önemi, gereği vurgulanıyordu (Nas, 1984: 23) Sözümü bitirirken de “Kaza olacağını bilen varsa söylesin, bizimki de can” dedim, gülüştük, gezinin yapılmasına karar verdik,

     Kıra gidiliyorsa daha başka tehlikeler de var ayrıca. Orda dere var, kuyu var, belki uçurum var. Korkulmasın, geziler bu tehlikelerden korunma becerisi de kazandırır çocuğa, yeter ki gerekli önlemler alınsın, duyarlı olunsun.

     Ataklı’nın (1996: 57) ilköğretim okullarında yaptığı araştırmaya göre, “İnceleme gezileri yapılıyor mu?” sorusuna –yaklaşık- müfettişlerin % 59’u, öğretmenlerin % 78’i orta ve üst düzeyde yanıt verirken, yöneticilerin yanıtlarının yüzdesi 90’dır. Bu ilginç bir bulgu, demek ki öğretmenlerin inceleme gezileri yöneticilere çok görünüyor. Bunun nedeni, yöneticilerin-sorumluluklarından ötürü- ‘inceleme gezisi’nden korkmaları olabilir.

     Bir il merkezinde-1980’li yıllarda-öğretmen inceleme (ders) gezisine götürüyor öğrencilerini. Giderken de dönerken de uzunca bir süre dere kıyısından yürüyorlar. Okula dönüşte öğretmen yoklama yapıyor. Eyvah ki eyvah, bir çocuk yok. Ara tara, sor soruştur, yok. Gören bilen yok, arkadaşları da… Derken okul müdürü de öğreniyor durumu. Telaş, kaygı son kertede. Bir umutla evinde aranıyor, yok. Dolayısıyla ana-baba da öğreniyor durumu. Hava kararıyor, çocuk ortada yok. Gemici feneriyle derede aranıyor çocuk, yok. O gece ana-baba, öğretmen, müdür için nasıl geçmiştir, düşünmesi bile tüyler ürpertici. Neyse,  ertesi gün çocuk ortaya çıkıyor. Meğer okula dönülürken çocuk dere kıyısındaki bahçede çalışan dedesini görünce sıradan usulca çıkıp onun yanına, oradan da dedesinin evine gitmiş. Dede, ana-babaya haber vermeyi akıl edememiş (Nas, 2006: 160) O yıllarda bırakın cebi, ev telefonu bile yok denecek kadar az. Şimdi düşünelim, bu müdür bundan sonra yoğurdu üfleyerek yemez mi?

      İnceleme gezileri belki zaman alıyor, ama iyi yürütülürse boşa geçen bir zaman değil bu. Yaşamın içinde geçen birkaç saat derslikteki sözel etkileşimden daha verimli olur. Dersliğin yeri başka, bu yadsınamaz. Ama örneğin köyde birkaç metre ötede tavuklar eşinirken “Açın kitabınızı, 15. Sayfadaki ‘Kümes Hayvanları’nı okuyun” denmesi olacak şey mi! İnceleme gezileri, doğanın gizlerini, güzelliklerini tanıtır, öğrenmeyi sevdirir çocuğa (Durlu, 1964:17) Çevre bilinci de bunun cabası… 

     Yaşam, yaşamdan öğrenilir. Bu nedenle çocukların gözlem yapmayı, çevrelerine gözlemci gözüyle bakmayı öğrenmeleri gerekir. Çocuğun çevresine etkin ve dengeli uyum sağlaması beklenir, istenir. Öyleyse çocuk yakın çevresini, çevrede olan biteni gözlemleyecek, inceleyecek, araştıracaktır. Onun için Hayat Bilgisi dersi bir gözlem, inceleme, deney dersidir öncelikle. Kaldı ki çocuk bu yaşta ‘somut işlemler dönemi’ndedir, yaparak yaşayarak öğrenir. Bunun içinse olabildiğince fazla duyu organı öğretme-öğrenme sürecine katılmalıdır. Böylece etkin olurlar, zengin, somut yaşantılar yoluyla anlayarak öğrenirler. (Nas, 1997)    

     Öğretmenin, bir yere atanınca ilk yapacağı iş çevreyi tanımak, bunun içinse ‘çevre incelemesi’ yapmaktır. Çevrenin özelliklerini ( doğal durumu, tarihi, kültürü, ekonomik yapısı, toplumsal yapısı…), gereksinmelerini, sorunlarını, olanaklarını saptar. Bir laboratuvar gibi kullanabilmek için çevreden nasıl yararlanacağını belirler. Bu, o çevrede yaşayan çocuğu tanımanın da bir parçasıdır.

     İnceleme (okul) gezisinin dört evresi var: Öğretmenin hazırlığı, öğrencinin hazırlığı, uygulama, değerlendirme. Bu evrelerde nelerin, hangi işlemlerin yapılacağı, nelere dikkat edileceği, uyulacak kurallar ‘MEB İlköğretim ve Ortaöğretim Kurumları Sosyal Etkinlikler Yönetmeliği’nde (md. 21) belirtiliyor. (http://mevzuat.meb.gov.tr/html/25699_0.html)

     Aşağıda sadece önemli bulduğumuz birkaç nokta vurgulanmıştır.

     İncelenecek yer bir kurum ya da kuruluşsa gezinin amacı ilgililere bildirilir. İlgililerle birlikte çocukların hazır bulunuşluk düzeylerine göre açıklamaların düzeyi, sınırı belirlenir.

     Önbilgiler edinmek için çeşitli kaynaklar (Kitap, broşür, ansiklopedi, harita, yıllık, bilgisunar… )incelenir.

     Azıklar parkta, kırda yenecekse, bunun kuralları belirlenir. Atıkların ne yapılacağı, çevrenin kirletilmemesi gibi…

     Disiplin gereklidir kuşkusuz. Ama disiplin sadece otoriteyi değil, özgürlüğü de içerir. Disiplin baskı, sertlik değildir. Öğretmen otorite sahibi olacak, ama otoriter olmayacak. Bu ‘olumlu otorite’nin kaynağı da öğretmenin saygı, sevgi, anlayış, empati temelli tutumudur. Neşe, sevinç, coşku içinde geçmeli gezi. Taşıttayken, trafiğin olmadığı bir yolda yürürken, molalarda şarkı söylenebilir, fıkra anlatılabilir, halk oyunları bile oynanabilir. Öğrencilerin izlenimlerini merak ettim, ‘Ekşi Sözlük’e baktım, işte bir örnek: “ Okulların düzenlediği gezilere okul gezileri denir. Mutlaka öğrencilerin başına ‘Onu yapmayın çocuklar, aman bunu yapmayın, böyle olur’ diyen bir öğretmen verirler.”   

     Çok şey gözlemletmeye çalışılmamalı, Çok şey öğretmek istenirken hiçbir şey öğretilmeyebilir. Plan adım adım uygulanmalıdır, ama katı olarak değil, esneklik içinde. Öğrenme fırsatı doğmuşsa - planda yok diye- kaçırılmamalı, çocukların dikkatlerini çeken konularla ilgilenmeleri engellenmemeli.

     Öğrenciler küçük kümelere ayrılarak başlarına birer sorumlu verilebilir.

     Gezi sonrasında, sınıfta yapılan konuşmalarla gezinin izlenimleri belirginleştirilir, güçlendirilir. Gözlemler, alınan notlar gözden geçirilir.

      Hazırlık evresinde başvurulan kaynaklar yeniden incelenir. Böylece izlenimler, edinilen bilgiler kalıcılaşır.                                                                                

     Geziye ilişkin resim, oyunlaştırma (dramatizasyon) yapılabilir.

     Geziye ilişkin tartışma açılabilir. Amaca ulaşıldı mı, aksama oldu mu, süre yetti mi, bir dahaki gezide nelere dikkat etmeliyiz?       

      Okul müdürüne geziye ilişkin bir rapor sunulabilir.

     İnceleme gezileri ipin ucu kaçırılınca kolayca ‘kır gezintisi’ne, kırda yemek yemeye (piknik) dönüşebilir, aman dikkat! Bir öğrenciyi dinleyelim: “ Ortaokulda genellikle ‘Belgrad Ormanları’na götürülürdük. Voleybol oynanıp hoplanır zıplanır, coşulur, eğlenilirdi. E sonra, acıkılıp hemen piknik ortamı yaratılırdı. Herkes annesinin özenle hazırladığı börek, çörek, poğaça, dolma, ne varsa, ortaya bir örtü üzerine döker saçar, tüketirdi.”  (https://eksisozluk.com/okul-gezisi--567649?p=1)





                                                    KAYNAKÇA



Ataklı, Aylanur (1996) “İlkokullarda Yönetici Davranışlarının Öğretmenlerin Verimliliğine

   Etkisi” İstanbul: MEB yay. Eğitim Dizisi:18

Çilenti, Kamuran (1985) Fen Eğitimi Teknolojisi Ankara: Kendi Yayını

Durlu, Refik (1964) Çevre Kaynaklarından Nasıl Faydalanırız? Ankara: MEB Öğretmeni  

   İşbaşında Yetiştirme Bürosu

Ghose, Partha – Home, Dipankar (1997) Gündelik Bilmeceler (Çev. Özlem Özbal) 7. Basım

   Ankara: TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları 25

Nas, Recep (1984) “Kendinizi Denetleyiniz I” Ankara: Öğretmen Dünyası dergisi Kasım

   1984 Sayı: 59

_________ (1997) “Hayat Bilgisi Öğretimine İlişkin Üç Soru-Üç Yanıt” Ankara: Öğretmen

   Dünyası dergisi  Sayı: 206

_________ (2006) Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi (Program, Yöntem ve Et-

   kinlikler)  3. baskı Bursa: Ezgi Kitabevi

Öztürk, M. Orhan (2002) Sorma-Bilme Dürtüsü ve Girişim Duygusu Nasıl Yok Ediliyor?

   Ankara: TÜBA Yay.   

 _____________________________________________________________________



*Bu yazı Öğretmen Dünyası dergisinde (Mayıs 2016 Sayı: 437) yayımlanmıştır.


EĞİTİMDEN PARA ESİRGENMEZ


                                       EĞİTİMDEN PARA ESİRGENMEZ *




     Okullar açılıyor, yine bin bir sorunla, bin bir dertle… Devlet elini eteğini, desteğini çekiyor okullarından yavaş yavaş, geri adımlar ata ata. Önce “Kendi okulunu kendin yap” diye başladı bu iş. Şimdi ucundan ucundan, alıştıra alıştıra ‘katkı payı’ adı altında para alıyorlar veliden, bağış istiyorlar. Çok sürmez, sıra “Kendi çocuğunu kendin okut” demeye de gelir. ‘Devletin küçülmesi’nden anladıkları bu demek ki…

     Hızlı nüfus artışının önüne geçilemiyor, göstermelik çalışmaların, ‘suyuna tirit’ söylevlerin dışında somut, akılcı, kalıcı önlemler alınmıyor. Yalnızca İstanbul’da bu yıl yetmiş-seksen bin çocuğun ilkokula kaydının yapılacağını, üç bin yeni dersliğe gereksinme duyulduğunu milli eğitim yetkilileri belirtiyorlar. (1) Gereksinme duyulan derslik yapılmayınca - sanıyorum bizim icadımız olan-çift öğretim uygulaması da yetmiyor, üçlü öğretime geçiliyor kimi okullarda. Bu da çözüm olmayınca bir dersliğe yetmiş-seksen öğrenci ‘itiş kakış’ oturtuluyor. “Şu kadar metre kare olan bir derslikte havanın temiz kalabilmesi için kaç öğrencinin ders yapması gerekir” sorusuna yanıt aranması gerektiğinden vazgeçtim, üçerli oturtuldukları sıralarda çocuklar yazılarını bile rahat yazamıyorlar. ‘Okul ergonomisi’nden söz etmek bile istemiyorum. Bunca kalabalık sınıflarda öğretmen-öğrenci, öğrenci-öğrenci iletişimi nasıl sağlanacak, öğretim nasıl bireyselleştirilecek, düzanlatım dışında zengin ve somut öğrenme yaşantıları oluşturmaya elverişli yöntemler nasıl uygulanacak?

     Eğitim, her şeyden önce bir iletişim işidir. Sağlıklı bir öğretme-öğrenme ortamında öğretmen, öğrencileri değil, eğitim sürecini yönetir. Bunun içinse sınıfta öğrenci sayısının 25’i geçmemesi gerekir.

     Yedi yıl kadar önceydi, bir birinci sınıfa öğretmenle birlikte girmiştim, yüzden fazla öğrenci vardı sınıfta. Her kafadan bir ses çıktığından öğretmen bir süre derse başlayamadı, sonra zar zor, bağıra çağıra sözümona başladı da yürüdü mü ders, verimli oldu mu sanki… Kalabalık sınıf, verimi düşüren çok önemli bir etkendir.

     Öğretmenin sınıfta oluşturacağı etkileşim ortamı (ya da atmosferi), yöntem kadar, program kadar önemlidir. Öğretmenin bu ‘psikolojik hava’yı yaratabilmesi için sınıfta öğrenci sayısının sınırlı olması gerekir. Etkileşim olmadan yaşantı, yaşantı oluşmadan öğrenme oluşmaz.

     ‘Mezarda emeklilik’ yasası kapıda beklerken, hazır aylık ve emekli ikramiyelerinde de – memurlar, devletin az vermesine alıştırıldığından-beklenilenin üzerinde olan artışlar sağlanmışken, öğretmenler yoğun olarak emekliye ayrıldılar. MEB şimdi onları geri döndürmeye çalışıyor. Geçen öğretim yılında emekli olanların kimisi özveriyle derslerini vermeyi sürdürdüler. Yine de var olan öğretmen açığı kapanamadı.

     Öğretmen açığını kapatmak için iki çözüm yolu uygulandı şimdiye kadar. Biri, vekil öğretmen ataması… Milli Eğitim Temel Yasası’nda “Öğretmenlik özel uzmanlığı gerektiren bir meslektir” diye yazadursun, kimin umuru! Sözgelimi bir sağlık ocağında doktor yok diye bir lise mezunu vekil doktor olarak atanabilir mi, olacak şey mi bu? Doktorun vekili olmaz, mühendisin vekili olmaz, ama öğretmenin olur. Olur elbet, öğretmenlik dediğin ne ki, bir eline tebeşiri alırsın, öbür eline de ‘sopa’ yı, öğrencilerin karşısına geçip öğrencilik yıllarından anımsadığın bilgileri aktarırsın, olur biter…

     İkinci çözüm yolu da, biyoloji, Almanca, Fransızca öğretmenlerini ilköğretimin birinci kademesinde (ilkokulda) görevlendirmek… Bunların ‘pedagojik formasyon’ aldıklarını düşünerek bu uygulamaya itiraz etmeyenler olabilir. İyi de, çocuk psikolojisi okumamış, vereceği derslerin özel öğretim yöntemlerini bilmeyen birisi nasıl ilkokul öğretmeni olur? Unutmamalı ki, öğrenim kademeleri içinde ilkokulun apayrı, özel bir yeri ve önemi vardır. Bloom’a göre 18 yaşına kadar gösterilen başarının yüzde 42’si ilkokuldaki başarıyla açıklanmaktadır. (2)

     Hep doğu yörelerimizdeki öğretmen açığından söz edilir, batıda böyle bir sorun yok sayılır. Her sınıfın öğrenci sayısını düşürün 25’e, bakalım batıda öğretmen açığı var mı yok mu? Üç öğretmenin görevi bir öğretmene gördürülünce, üç sınıflık öğrenciyi bir derslikte toplayınca sorunun çözüldüğü sanılıyor.

     Eğitimden para esirgenmez. Yetişmiş insan gücü en önemli zenginlik kaynağıdır. Aşırı tutumluluk israfa dönüşür. Ülkemiz, eğitimi ucuza getirecek konumda değil. “Her şey devletten beklenilmesin” deniyor. Peki, devlet, anayasal görevlerini yapmayacaksa neden vergi alıyor?

     Birileri halk çocuklarının iyi eğitim görmesini istemiyor mu ne?



(1)   29.08.1996 günlü Cumhuriyet gazetesi

(2)   Nurettin Fidan (1982) Öğrenme ve Öğretme Ankara: Kendi yayını,



*Bu yazı Cumhuriyet gazetesinde (16 Eylül 1996) yayımlanmıştır.