21 Aralık 2022 Çarşamba

OKUMAK İYİLEŞTİRİR

 

 

                                        OKUMAK İYİLEŞTİRİR (*)

 

                                                                                 RECEP NAS

 

     Edebiyat insanı insana yaklaştırır, insanı insan eder. Türk olsun, İngiliz, Fransız, Rus olsun, hangi dilde yazarsa yazsın o yazarı okuduğunuzda artık sadece insan olduğunuzu duyumsarsınız. Edebiyat insanı insana tanıtır. Çeşitli dinleri, dilleri, kültürleri, değişik insanları tanıtır, onlara yakınlık duyulmasını sağlar. Dahası edebiyat insanı kendisine öğretir, duygu eğitimi sağlar (Uygur, 1969: 156-160). Freud'a göre edebiyat olmasaydı psikoloji de olmazdı.

     Tüm önyargıların, koşullanmışlıkların dışlandığı bir alandır edebiyat. Edebiyat doğru, düzgün, etkili konuşmayı, çok yönlü düşünmeyi, düşünceleri uygarca dillendirmeyi sağlar (Turgay Fişekçi, Cumhuriyet, 19.04.2006). Örneğin Çehov'u okudukutan sonra önceki durumumuza göre biraz daha fazla 'insan'sınızdır (Pennac, 2013: 114).

     Montesquieu, "Çeyrek saatlik bir okumanın gideremediği kederim olmamıştır" diyor. Alphonse Daudet de yas tutan bir dostuna güzel kitaplar okumasını salık vermiştir (Özdemir, 2000: 25).

      Okumak, insanların kendilerini, çevrelerini algılama biçimini değiştiriyor, benlik saygısını yükseltiyor, genelde insanların ruh sağlıklarını korumalarına destek oluyor (Dökmen, 1994).

     Vera Feonova ile Aziz Bey metrodalar. Karşılarında 20'sinde bir delikanlı. Bakıyor, bakıyor. Sonra yarım adım, bir adım derken, yaklaşıyor. Uzunca boylu bir genç. Yüzü solgunca. Soruyor: "Özür dilerim, siz Aziz Nesin misiniz?"

      Kendisine her zaman ters yaklaşımlar olacak değil ya, "Evet! diyor.  Delikanlı ne yapacağını bilemeden çırpınmaya başlıyor. Sonra kibarca soruyor: "Elinizi sıkabilir miyim? Ben size büyük teşekkür borçluyum. Benim için çok mutlu bir rastlantıdır bu!"

     "Anlat, benim için de mutluluk olsun!" diyor.

     Delikanlı anlatıyor, Vera çeviriyor:

     "Bir bunalımdan ötürü sinir kliniğinde yatıyordum. Sonunda bana dediler: Senin gülmen, böylece biraz boşalman gerekir. Bunun için güldürücü filmlere git. Moskova'da bak Satir Tiyatrosu var, ona git. Güldürücü kitap oku. Yaptım doktorların dediğini. Gittim Satir Tiyatrosu'na filan. Epeyce de o tür kitap okudum. Gülmeye çalıştım. Güldüm; ama nasıl anlatayım, tam olmadı, boşalamadım. Olduysa da yeterince olmadı. Kliniğe yeniden yattım. Birden olmaz elbet, okumayı sürdür! dediler. Annem babam görmeye gelirken kitap getiriyor. Bir gün getirdiklerinden biri sizdendi. Dipli, keyifli gülmeye başladım okurken. Aaaa, baktım, kendimi tutamayarak gülüyorum. Başka kitaplarınız varsa bulup getirmelerini istedim. Getirdiler. Okudukça güldüm. Çok okudum sizden, çok güldüm. Sonunda doktorların dediği oldu, iyileştim. Sağlığımı kurtarmama yardım ettiniz. Şimdi gerçekten iyiyim. Bu yüzden size teşekkür borçluyum."

     Aziz Nesin bakıp kalıyor. "İyi ki seninleyiz Vera!" diyor sonra. "Tanıksın, ben anlatsam, uydurdu derler."

     Delikanlı, bir şey yazıp imzalaması için defterini çıkarıyor. "Seve seve" diyor yazar. Delikanlının anlamadığı yazıyla, anlamadığı dille yazıyor. Vera Feonova çevirisini karşısına geçiriyor. "Demek dünyada hastaları iyileştiren yazarlar da varmış! Yaşamımda en değerli anım bu olacak!" diyor delikanlı. Vera Feonova ile Aziz Nesin metrodan inip yürüyünceye kadar dikilip bakıyor, arada el sallıyor.

     Aziz Nesin de dönüp dönüp "Ben anlatsam kimse inanmaz, iyi ki sen varsın Vera!" diyor (Baykurt, 2018: 183-184).

      Eski Yunanda (teb) bir kütüphanenin dış kapısında şöyle yazıyormuş: İnsan Ruhunun iyiliştiği yer   Kitapla sağaltım (bibliyoterapi) eski Yunan'da - daha çok - ruhsal sorunları olanlarla ilgili çalışmalarda kullanılan bir sağaltım türü.

     Bibliyoterapi terimini ilk kez  (1916) rahip Samuel Crother kullanmış. 1930'larda kütüphaneciler insan üzerinde iyileştirici etkisi olan kitapları dizelgelemeye, sonra da doğru zamanda, doğru kişiyle doğru kitabı buluşturmaya başlamışlar. Giderek bibliyoterapi kütüphane hizmetlerinin ayrılmaz bir parçası sayılmış, eğitimde de kullanılmaya başlanmış (Celal, 2016).

     Edebiyat Terapi Yoksunluktan Varoluşa adlı kitabın (Doğan Kitap) yazarı Klinik Psikolog Mine Özgüzel, Sartre'dan Beauvoir'a, Camus'den Lawrence'a, Wolf'a, Zweig'a giden okuma yolculuklarında ayırdına varıyor ki, kitap okumak yazarı dinlemek gibi. Böylece danışanlarını bir kitabı okur gibi, bir yazarı anlamak ister gibi dinlemeye başlıyor. Öyle ki yazarların kendi çocukluk travmalarını anlatırken kurdukları tümcelerini danışanın da söylediğini duyumsamış. Giderek danışana uygun düşecek kitapları okumasını salık vermiş. Bu yöntem işe yaramış. "O yazarı okuduktan sonra çoğu şey yerli yerine oturmaya başladı" gibi geribildirimler almaya başlamış.

     Mine Özgüzel'e göre "Edebiyat ve terapi aslında aynı ortak nesneye hizmet ediyor, yani iç ruhsal yapının çatışmalarına... Ancak algıda ve yaşamsal yapıda ayrılıyorlar. Edebiyatçılar bilinçaltında yaşanılan, bizim için  gerçek olan, hatta tek gerçek olan çocukluğu ve çocukluk senaryolarını yazıyorlar. Bunu yaparken de son derece cesur ve çıplaklar. Terapi ise bilinçaltında yaşanan bu çatışmaların tezahürlerini, yani semptomlarını çözüyor" (Cumhuriyet, 27.07. 2019 Ayça Han söyleşisi)    Mine Özgüzel başka bir söyleşide de "Edebayat bilinçaltında yaşar ve çalışır. (...) Bilinçaltı tanımında edebiyat, terapiyle bütünleşme ve kendimize girebilmenin tek dilidir, içsel dildir. (...) Okuma deneyimi, bize sadece kendi kendimize hayal bile edemeyeceğimiz algılar, kavramlar, yaşanmışlıklar verir ama orda kalır. Bu bilgiyi kendimizi yaratmaya ve varoluşumuza götürmekse terapinin işidir."(1) Kitapla sağaltım içsel karmaşayı, umutsuzluğu gidermede destekleyici olur. Tedirgin, erinçsiz zihinleri yatıştırır.(2)

     Mine Özgüzel'in de belirttiği gibi, okumak özgür bir düştür. Bu özgürlük ruhsal yapının   en derin, en karanlık noktalarına ulaşarak değişimi, gelişimi gerçekleştirir. Okuyan insan gittikçe artan bir duyarlılığa kavuşur.   

     İnsanın kişiliğinin, sanat beğenisinin biçimlenmesine, gelişmesine katkı sağlar okumak... (3) Besin nasıl bedeni besliyorsa okuma da ruhu besler. Kitap okumak yazarı dinlemek gibi. Yazar danışman, okur danışan gibi. Ruh durumunuza göre uygun kitabı seçip bir köşeye çekilmek iyi gelir. Okumak iyileştirir.

    

 

 

                                             KAYNAKÇA

 

Baykurt, Fakir (2018) Dost Yüzleri İstanbul: Literatür Yay.

Celal, Metin (2016)) "Bibliyoterapiye İhtiyacımız Var" Cumhuriyet, 27.07.2016)

Dökmen, Üstün (1994) Okuma Becerisi, İlgisi ve Alışkanlığı Üzerine Psiko-

     sosyal Bir Araştırma İstanbul: MEB

Özdemir, Emin (2000) Eleştirel Okuma 4.baskı Ankara: Bilgi Yay.

Pennac, Daniel (2013) Roman Gibi  2.baskı Çev. Mustafa Kandemir İstanbul: Metis Yay.

Uygur, Nermi (1969) İnsan Açısından Edebiyat İstansul: İÜ Edebiyat Fak. Yay. 1468

(1) (https://m.bianet.org/biamag/diger/213978-mine-ozguzel-terapi-yenilenen-cocukluktur

(2) https://acikradyo.com.tr/kitap-iyi-gelir/biblioterapi-okumak-iyileştirir (Alper Hasanoğlu)

(3) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/45266 (Uğur Öner)

 

------------------------------------------------------------------------

(*) Bu yazı Çağdaş Türk Dili dergisinde (Aralık 2022 Sayı: 418) yayımlanmıştır.

 

11 Ekim 2022 Salı

YALAN DÜNYADA YALANLA MI YAŞIYORUZ?

                        YALAN DÜNYADA YALANLA MI YAŞIYORUZ? (*)

                                                                                                                      Recep Nas

                                                                                                   recepnas@uludag.edu.tr

                                                                          

      Nokta dergisinin  (Eylül 2004 Sayı: 1108) verdiği örneklerden birkaçı şöyle:

        Ankara deftardarlığı’nın 2004’ün ilk sekiz ayına ilişkin denetlemelerine göre – vergileri baştan alınan işçilerin, memurların dışında - hemen herkes vergi kaçırıyor.

        İki ev sahibinden biri kira gelirini saklıyor, vergi ödemiyor.

        İşyerlerinin % 30’unda çalışanların sayısı eksik bildiriliyor.

      Psikiyatrist Ayhan Akcan bu durumu şöyle yorumluyor: “Sistem meselesi… (…) Toplumumuz genel anlamda ikiyüzlü, samimi olmayan ve yalan üzerine kurulu bir sistem içinde. (…) Yalancılık toplumumuzun genlerine işlemiş durumda. (…) Genler de değişiyor. Güce tapan bir kültür bu, dolayısıyla yalanı körükleyen, güçlünün her söylediğine koşulsuz itaat eden… Paranın ön plana çıktığı bir sistem varsa, bu doğal olarak yalanı getirir. (…) Hasta olmadan rapor almak yalandır. (…) Yalancı şahit olayı hangi Avrupa ülkesinde var? (…)”

     Yalandan kim ölmüş, diyen de biziz. Yalancılık gerçekten içimize mi işlemiş? Bu dünyaya da ‘yalan dünya’ demişiz zaten. Yoksa yalan dünyada yalanlarla mı yaşıyoruz? Dosdoğru olana da bir ad takmışız, ‘Doğrucu Davut’ diyoruz ona. Onu da dokuz köyden kovmuşuz. Bunlar da bizim atasözlerimiz (Aksoy, 1971: 208):

         Doğru söyleyenin bir ayağı üzengide gerek (Ata atlayıp kaçmaya hazır olmalı).

         Doğru söyleyenin tepesi delik olur (Vura vura kafasını delerler).

Âşık Çobanoğlu’ndan bir dörtlük:

 

Çobanoğlu’yum ben iz bulabilmem / Kışın çok ararım yaz bulabilmem / İnsanlardan doğru söz bulabilmem / Yalan söylemeyen dil ister benden

 

  Gülerken bile yalan söylüyormuşuz. Bilim insanı Paul Ekman (1967), on dokuz (19) farklı gülüş saptıyor. Ama bu gülüşlerin sadece biri gerçek, içten, doğal, istemsiz devinen kasların da katıldığı bir gülüş bu. Bu kasları bulandan ötürü mutluluk gösteren bu gülüşe ‘Duchenne Gülüşü’ deniyor. Öbürleri doğal değil, başka duyguları örtme amaçlı. Beğenmediğimiz bir espriye hatır için gülmek ya da korktuğumuzu, utandığımızı gizlemek, karşımızdakini yatıştırmak için gülmek gibi… (Cumhuriyet gazetesi, 23.02.2020 -  Treske, 2020: 6) 

      Dürüst biri için ilk yalanı söylemek, müziğin kısık sesini bir anda açmaya benziyor. İlk yalan beynin belirli bölgelerinde büyük tepkilere yol açıyor. Ama onu izleyen  - olasılıkla daha büyük – yalanlar bu ölçüde heyecana, tepkiye yol açmıyor. İlkin rahatsız olunan müzik sesine bir süre sonra alışıldığı gibi, yalanlar arttıkça, büyüdükçe beyindeki tepki azalıyor. Bu da yalanın yaşamamızın bir parçası olmasına, olağanlaşmasına neden oluyor (Cumhuriyet SOKAK dergisi, 31.05. 2005).

     En çok söylenen yalanlar şunlarmış (Nokta dergisi, Eylül 2004 Sayı: 1108 -  Yelkenli, 2006: 61-63):

         Yemeğe kalsaydınız…

         Ayıp ettin, vallahi kimseye söylemem.

         Kurtarmıyor abla (Doğuda ‘korutmuyor’ derler), inan, zararına satıyorum.

         Bu giysi sana çok yakıştı, tam oturdu.

         Çok lezzetli ama, almayayım, kilo yapıyor.

         Yoldayım, geliyorum.      

         Şimdi ben de seni arayacaktım.

     En kötü yalan çocuğa ve halka söylenen yalandır, çünkü ikisi de kolay inanır, diyor Lord Braugham.  Nâzım Hikmet’in ‘Elleriniz ve Yalana Dair’ başlıklı şiirini anımsayalım.

(…)İnsanlarım, ah, benim insanlarım/antenler yalan söylüyorsa/yalan söylüyorsa rotatifler/kitaplar yalan söylüyorsa/beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların/dua yalan söylüyorsa/ninni yalan söylüyorsa/rüya yalan söylüyorsa/meyhanede keman yalan söylüyorsa/yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı/söz yalan söylüyorsa/ses yalan söylüyorsa/ellerinizden geçinen/ve ellerinizden başka her şey/herkes yalan söylüyorsa/elleriniz balçık gibi itaatli/elleriniz karanlık gibi kör/elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun/elleriniz isyan etmeniz diyedir/ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız/bu ölümlü, bu yaşanası dünyada/bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.

     Galiba gelmiş geçmiş en büyük siyasal yalan, Irak’ta kitle yok etme (imha) silahlarının olduğunu söylemektir. Baş yalancıysa George W. Bush. Fıkra bu ya, Amerikalı bir üst düzey yetkilisi ölür, cennetin kapısında sayısız saatler görür, bir görevliye sorar,

     -Bunlar ne?

     -Yalan saati.

     -Nasıl yani?

     -İnsanların yalanlarını gösteriyor. Bak bu Azize Teresa’nın saati, yelkovanı kıpırdamamış bile, hiç yalan söylememiş. Şu G. Washington’un saati, yelkovan iki tık atmış, demek ki iki kez yalan söylemiş.

     -Peki Başkan Bush’un saati hangisi?

     -O burada yok. Onu Hz. İsa odasına koydu, yelleç (vantilatör) olarak kullanıyor.

     Tabii Hitler’in Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in ‘Büyük Yalan Kuramı’nı anmadan olmaz. Goebbels şöyle diyor: “Büyük bir yalan söyleyin, bunu gene gene söyleyin, sonunda insanlar buna inanır. Yalanınız ne kadar büyük olursa o kadar etkili olur.”

     Bizde de en büyük siyasal yalan (1986) “Çaylarda radyasyon yok, gönül rahatlığıyla içebilirsiniz” diyen dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral’ın yalanı mı acaba, yoksa onu da aşan yalanlar var mı?

     Sorgulamayan, belleği zayıf, doğruyla yanlışı ayıramayan, nesnelliğini yitirmiş, birey olma-ait olma dengesini kuramamış insanlar varken, ne yazık ki, yalancının mumu yatsıdan sonra da yanıyor. Bir ülkede –başta siyasetçiler olmak üzere- insanlar birbirlerine güveniyorlarsa, o ülkede ekonomik büyüme de bu güvenle orantılı olarak artıyor. Demek ki toplumsal güvenin oluşması çok önemli. Ama ne yazık ki, 2011 OECD Toplumsal Bağlılık Göstergesi verilerine göre ülkemizde başkalarına güvenebileceğini söyleyenlerin oranı %30’dan az  (Cumhuriyet SOKAK dergisi 31 Mayıs 2015).

     Georges Clemenceau’ya göre yalanlar en çok seçimden önce, avdan sonra ve savaşta söylenir. Avcı fıkraları yalan üzerine kuruludur zaten, ne de olsa ‘atıcı’ onlar.

     Avcının biri övünüyor,

     -Saydım, bugüne kadar tam 999 tavşan vurmuşum.

     -Canım, yuvarla şunu, bin tavşan deyiver.

     -Yooo, olmaz. Ben bir tavşan için yalan söylemem arkadaş!

     İki avcı söyleşiyorlar. Biri,

     -Ben artık tuzlu mermi kullanıyorum. Neden diyeceksin, şundan, öyle uzaktan vuruyorum ki, yanına varana kadar çürüyor.

     -Seninki de bir şey mi! Ben geçenlerde ava gittim. Dönerken bir yağmur, bir yağmur, bardaktan boşanırcasına. Ama hiç ıslanmadım. Yağmur damlalarına bastım mermiyi, bastım mermiyi…

     Yalandan kaçınmak tümüyle mümkün mü? ‘Kabul edilebilir’ yalan var mıdır, olabilir mi? A. S. Neill’e (1978: 137) göre kabul edilebilir, zorunlu olarak söylenen yalanlar vardır, yaşamsal tehlike olduğunda söylenen yalan… Diyelim karıkoca trafik kazası geçirmiş, biri ölmüş, biri yaralı. Yaralı olana, doğrusu, eşinin öldüğü söylenmeli mi? Ya hastaya, hastalığının ölümcül olduğu söylenmeli mi?

     Ernst Loewy (1915) tıp etiği ve hukuku açısından şunları söylüyor: Yalan söylemenin – ahlaki olarak- kabul edilebilir yanı yok. İnsanlar birbirlerine dürüstçe davranmalıdır, bunu biliyoruz. Ama bu ilkeyi hastanın yanı başında uygulamak özel bir dikkat, duyarlık ister. Ölümcül hastalığı olan birine, karşısındakilerin, - onu bilgilendirmenin yanı sıra - duygularını anlayıp duyarlıkla yaklaşmak gibi sorumlulukları da vardır. Bu hastaya yalan söylememek gerekiyorsa da bazı durumlarda gerçeği tümüyle söylememek ya da adım adım, alıştıra alıştıra söylemek, bazen de açıkça yalan söylemek gerekebilir (Cumhuriyet Bilim Teknik dergisi, 25.09.2004 Sayı: 914).

     Felix Charles Mc Calls doktorlara şu öğüdü vermiş (1952): 29 yıllık doktorum, hastalarıma durumunun umutsuz olduğunu söylemedim. Bu beni yalancı yapıyorsa yalancı olmakla onur duyarım. Hastalarımın zihinlerini hep iyileşmeye, sağlıkla ilgilendirmeye çalıştım. Hastaya, hastalığının sağaltılamayacak derecede ağır olduğunu söyleyip hastalığının yüküne bir de ölüme yargılı olmanın ezici baskısını eklemek mi gerekir? (Cumhuriyet Bilim Teknik dergisi 25.09.2004 Sayı: 914). Ne ki iyi niyetle söylenenler, hasta, doktorun beden dilinden kendisinin bile söylediklerine inanmadığının ayırdına varırsa bazen kötü sonuçlar da doğurabilir (Mayer, 2008: 19).

     Yalanın ne olduğunu belirlemek hiç de kolay değil. Yalan için ‘doğruyu yansıtmayan söz’ denebilir, ama bu işin kolayına kaçmak olur. Yalanın bin bir yüzü içinde barındırdığı bin bir kavram var (Tozar, 2002: 35). Öyle ki doğru söyleyerek de yalan söylenebilir. İki genç meyve bahçesine dalmışlar. Ama şöyle: Biri öbürünün omuzlarına oturmuş, bahçeye öyle girip meyveleri torbasına doldurmuş. Onlardan kuşkulanan bahçe sahibi ertesi gün karşılaştıklarında soruyor,

     “Bahçeme siz mi girdiniz?”

      Omuza binen,

     “Vallahi de billahi de ben senin bahçene ayak basmadım” diyor. Öbürü de,

     “Vallahi de billahi de ben senin ağaçlarına elimi sürmedim.”

     Tersine, yalan söylüyormuş izlenimi vererek de doğru söylenebilir. “Tabii canım, yüzüğü kim çalmış olabilir, ben çaldım. Geçen gün o parayı da ben çalmıştım zaten. Yarın da bilezikleri çalacağım.”

     Hector Macdonald’ın, Hangi Doğru? adlı kitabından (Domingo Yay.) bir örnek: “Kinoa bitkisinin Batıda popüler olmasıyla yetiştiği ana bölge olan Bolivya ve Peru’da fiyatları üçe katlandı. Beş yıl içinde halkın ana besin kaynağını artık yüzde 34 daha az tükettiği gözlendi.” Yazık değil mi, pahalandığı için halk ana besinini bile artık alamaz olmuş. Değil işte, kinoa tanınıp sevilip daha çok satın alınınca halkın geliri artmış, ellerine daha fazla para geçince de başka yiyeceklere, yeni tatlara yönelmişler, kinoayı daha az tüketmelerinin nedeni bu. Bu haberde yalan yok, doğru, ama eksik. Eksik olduğu için de yanıltıcı (Alan, 2020). William Blake’ten iki dize: Bir gerçek kötü niyetle söylenmişse eğer / Uydurabileceğiniz bütün yalanları geçer

     Ya şuna ne demeli? Balık tutma heveslisi gene balığa çıkıyor, ama hiç tutamıyor, eve de balıksız gitmek istemiyor. Gidiyor balıkçıya, bir kilo balık tarttırıyor, parasını veriyor. Balıkları almadan kapıya kadar gidiyor, eşikte durup balıkçıya şunu diyor,

     “Teker teker at, ben balıkları tutayım. Kötü bir balıkçı olabilirim, ama ben yalancı değilim.”

     Neill (1978: 137) yalan söylemekle dürüst olmayı birbirinden ayırıyor. Dürüstsünüz, ama gene de zaman zaman yalan söylemiş olabilirsiniz. Bunların birçoğu kırmamak, üzmemek, acı çektirmemek için söylenen yalanlardır, nezaket gereğidir. Giysisi için “Yakışmış mı?” diye soran arkadaşınıza, beğenmemiş olsanız bile kırmamak için “Yakışmış, güzel, güle güle giy” dersiniz belki. Yeter ki arkasından - üstelik çocuğunuz yanınızdayken - “Bu kız giyinmesini bilmiyor, öğrenemeyecek de, rüküş şey!” demeyin.

     Bunlara ‘beyaz yalan’ deniyor. Bu beyaz yalanlar görece masum zorunluluklar olarak görülebilir (Tozar, 2002: 46). Bertrand Russell anlatıyor (Tanaltay:, 1988: 152): “Bir gün kırda kaçan, koşmaktan yorulmuş bir tilki gördüm. Biraz sonra avcılar geldiler, bana tilkiyi görüp görmediğimi sordular. Gördüm, dedim, ama onlara tilkinin koştuğu yönün tersini gösterdim. Doğru yönü gösterseydim, daha doğru davranmış olmayacaktım.”

     Psikiyatrist George Serban, yalanlar insanın ikinci doğası diyor. Psikolog Robert Feldman, yalanın toplumsal yeteneğin bir parçası olduğunu söylüyor. Yalan üzerine araştırmalar yapan Sosyal Psikolog Marc Andre Reinhard daha da ileri gidiyor, yalanın insanların birlikte yaşaması için önemli olduğunu belirtiyor (Mayer, 2008: 11-12).

     Yukardaki örneğe dönersek, yüzüne “Hiç de yakışmamış, ne rüküş şeysin öyle!” diyebilir miyiz? Hoşlanmadığımız satıcıya “iyi günler” yerine “Canın cehenneme!” diyebilir miyiz?

Anlaşılan, masum sayılabilecek ‘beyaz yalan’lardan tümüyle kaçınmak kolay değil. Yeter ki söylenenler önceden düşünüp tasarlanmış, çıkar sağlamaya dönük, bilerek (kasıtlı olarak) uydurulmuş olmasın, yani ‘kara yalan’ olmasın. Hoş, yalnızca insanlar değil, bitkiler de, hayvanlar da yalan söylüyormuş. Yılanın ölü taklidi yapması, tarlakuşunun kanadı kırıkmış gibi yürümesi…

     Hoş bir öykücüktür. Doktoru (Mazhar Osman), Neyzen Tevfik’e içki içmeyi yasaklamış. Bir gün Galata Köprüsü’nde karşılaşıyorlar, Neyzen Tevfik’in elinde kiloluk şişe… Doktor,

     -Boşalt şişeyi diyor, gözümün önünde, şimdi…

     -Ama yarısı arkadaşımın. (Arkadaşım dediği, Ressam İbrahim Çallı)

     -İyi ya, sen de yarısını dök.

     -Ama arkadaşımınki üstteki yarısı (Nas, 2006: 254).

     Yalandan tümüyle kurtuluş yok gibi. Ama Can Yücel’in dizesiyle, “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi”

 

                                                   KAYNAKÇA

 

Aksoy, Ömer Asım (1971) Atasözleri Sözlüğü Ankara: TDK Yay.

Alan, Ümit (2020) “Doğru Söylüyorsun Ama, Bu Hiç Dürüstçe Değil” BirGün, 08.03.2020

Mayer, Claudia ‘2008) Yalana Övgü Çev. Nihal Ünver Ankara: Phoenix Yay.

Nas, Recep (2006) Çocuk insandır Bursa: Ezgi Kitabevi

Neill, A. S. (1978) Bir Eğitim Mucizesi: Summerhill Çev. Güler Dikmen

   İstanbul: Hürriyet Yay.

Tanaltay, Suna (1988) Çocuklar Ağlamasın İstanbul: Tekin Yay.

Tozar, Zeynep (2002) “Dikkat! Burnunuz Uzuyor!” Ankara: Bilim ve Teknik dergisi

   Temmuz 2002 Sayı. 416 TÜBİTAK Yay.

Treske, L. Gülden (2020) “Sesimi Duyuyor musun?” BirGün Pazar dergisi

   02.02.2020 Sayı: 673

Yelkenli, Aylin (Haz./2006) Yalan Söylememek Mümkün (mü)! İstanbul: Yakamoz Yay.                                                                            

 

--------------------------------------------------------------------------------

(*) Bu yazı ÇEK'in (Çağdaş Eğitim Kooperatifi) e- dergisi olan ÇAĞDAŞ BAKIŞ'ta (Haziran 2022 Sayı: 43) yayımlanmıştır. (68-71)