24 Ocak 2021 Pazar

“SULHA DAVET”

                                                       “SULHA DAVET” (*)

                                                                                             Recep Nas

      Savaşlar silahlanmayı, silahlanma da savaşları doğurup duruyor, silah üretimi durmuyor. Çünkü sömürme, egemen olma hırsı bitip tükenmiyor. Bu gidişle Albert Einstein’ın dediği gibi, III. Dünya Savaşı bilinmez ama IV.sü taşla sopayla yapılır. 821 milyon insan açken, her yıl 3 milyonu çocuk olmak üzere 9 milyon kişi açlıktan ölürken (2017), Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) verilerine göre, 2019’da dünyada askeri harcamaların tutarı 1,9 trilyon dolar. ABD gene başı çekiyor, 732 milyar dolar, tüm  harcamaların % 38’i. Türkiye 20,4 milyar dolarla 16. sırada. İlk yedi sırada ABD,  Çin,  Hindistan, Rusya, Suudi Arabistan, Fransa, Almanya var. Askeri harcamaların % 62’si İlk beş ülkenin. ABD, Çin, Rusya. Fransa Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nun sürekli üyeleri, bu ne yaman çelişkidir.

      Savaş yoluyla halklar birbirine kırdırılıyor, düşman ediliyor. Budunsal (etnik), mezhepsel kökenler öne çıkarılıp halklar birbirine düşürülüyor. Oysa halklar kardeştir, birbiriyle alıp veremedikleri yok, onlar emekçi, ezilen…

     Bertolt Brecht’in ‘Gelen Savaş’ başlıklı şiiri savaşın yıkımını çok güzel anlatıyor: Bu gelen savaş ilk değil/Çok savaş oldu bundan önce/Bittiği gün en son savaş/Bir yanda yenilenler vardı gene/Bir yanda yenenler vardı/Yenilenlerin yanında/Kırılıyordu halk açlıktan/Yenenlerin yanında/Halk açlıktan kırılıyordu.

      Eski zamanlarda bir kral bir ülkeyi ele geçirdikten sonra akıl hocasına şimdi ne yapacağını soruyor. O da, baştakileri öldürürsen sonraki kuşaklar sana kin beslerler. Sürgüne gönderirsen ya da hapse atarsan orda örgütlenip güçlenirler. En iyisi aralarındaki çelişkileri, farklılıkları öne çıkarıp onları birbirine düşür. Kendini de hakem olarak seçtir, diyor.

     Dido Sotiriyu’nun ‘Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı romanından bir alıntı:

      “Şevket tanımadın mı yoksa beni? Ben, senin dostun… Ben, senin arkadaşın! Yıllarca birlikte gülüp birlikte ağladık… Ne yapıyorsun Şevket? Ah Şevket, Şevket! Vahşi birer hayvan kesildik! Karşılıklı hançerledik, paramparça ettik yüreğimizi! Durup dururken!

     Ve sen… Kör Mehmet’in damadı. Hele sen! Niye öyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme? Öldürdüm, evet, seni öldürdüm, ne olmuş! Ve işte ağlıyorum… Sen de öldürdün! Kardeşler, dostlar, hemşeriler… Koskoca bir kuşak durup dururken katletti kendi kendini.

     Bütün bu çekilen acı bir kötü rüya olsaydı ah! Ve yan yana, omuz omuza verip yürüseydik tarlalara doğru yeniden! Saka kuşlarının türküsüyle yürüyebilseydik! Ve her birimizin sevdiceği kendi kolunda, çiçeklere bürünmüş kiraz bahçelerinden gülümseyerek çıkıp yan yana eğlenmek üzere şenlik meydanlarının yolunu tutabilseydik!

     Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı! Benden selam söyle Anadolu’ya. Toprağını kanla suladık diye garezlenmesin. Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin.”

     İnsanlar oldum olası savaştılar mı, savaşlar hep mi vardı, hep de var olacak mı? Hayır, savaş kaçınılmaz değil. Atalarımız savaşçıydı denmesi bir aldatmacadır. Savaşın ne olduğunu bilmeyen ilksel (ilkel değil) topluluklara rastlanmıştır. Savaş insanlığın kültür evriminin belli bir noktasında ortaya çıkmıştır, belli koşulların ürünüdür. Bu koşulların değişmesiyle insanlık savaşı başından atacaktır. (1)  Homo Sapiens’in kıtlık dönemlerinde acımasız davranışlar göstermesi, bizim de onların devamı olarak aynı acımasızlığı göstereceğimiz anlamına gelmez. Kültür, en güçlü biyolojik dürtünün bile üstesinden gelebilir.(2)  Primatlarda da kışkırtıcı bir uyaran olmazsa saldırganlık ortaya çıkmıyor. Saldırganlığı kışkırtan başlıca olaysa ‘dış müdahale’, bir yabancının girişi… Saldırganlık savunmaya yönelik bir davranış. (3) 

      Barış bir kültür işidir. Kültürel etkiler, genetik etkiler kadar önemlidir. Barış için, savaşları yaratan koşulları ortadan kaldırmak, bunun içinse sömürüye, eşitsizliğe karşı savaşım vermek gerekir.

     Türkiye’nin yüz akı, dünyaca ünlü sosyal psikolog Muzaffer Şerif Başoğlu’na göre de insan doğuştan bireyci, çatışmacı değil. Ne ki özel mülkiyete dayalı bir toplum çatışmacı bireyler üretiyor. Onun için toplumda ahlaksal çöküşü önlemek için eğitim tek başına yetmiyor. Dünyanın sosyo-ekonomik yapısını değiştirmek gerekiyor. İnsanlar arasında uyumu sağlayabilmek, düzenli, uyumlu bir toplumsal düzeni yaratmaya bağlı. (5)

      Yahya Galip, Atatürk’ü anlatıyor: “İnsanlara karşı içinde büyük bir saygı, büyük bir sevgi ve merhamet vardı. Savaşı, insanlık bakımından incelerken büyük bir üzüntüye kapılırdı. Bir gün ordumuzun İzmir’e girdiği güne ait anılarını anlatıyordu, birden gözleri yaşardı. ‘Evet’ dedi. ‘Kısa bir zamanda Kahraman Türk Ordusunun aldığı bu parlak sonuçtan memnun kaldığımı söylemem fazla olur. Fakat bir insan olarak o kanlı manzaradan duyduğum iç sızlatıcı elemi size anlatamam. Cephelerde cesetlerden ehramlar oluştuğunu gördüm.’ Sesi boğuldu. Gözlerindeki acıyı kalın bir yaş tabakası örtmüştü.”

     Atatürk onca yıl savaşmak zorunda kalmıştır, ama o Melih Cevdet Anday’ın deyişiyle, savaşçı değil, bir aydınlanma öncüsüydü. Öyle ki, ”Ne yapıp edip şu ya da bu nedenler için ulusu savaşa sürüklemek yanlısı değilim. Savaş zorunlu ve yaşamsal olmalı. Gerçek kanım şudur: Ulusu savaşa götürünce vicdanımda ezinç duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı ölmeyeceğiz diye savaşa girebiliriz. Ama ulusun yaşamı tehlikeye maruz kalmayınca savaş bir cinayettir” diyen de o (16.03.1923). Barışın yolunu da bize göstermiştir: “Eğer sürekli barış isteniyorsa halkların durumunu iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın bütününün gönenci, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya yurttaşlığı kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak biçimde eğitilmelidir” (21.06.1935).

     ‘Sulha Davet’ başlıklı Azeri mahnısı (şarkı) vardır, ne zaman okusam gözlerim dolar: Ana kelbim odlanır [yanar]/Söz tüşende davadan/Bes[yeter] değil mi ey insanlar/Döküldü gan, ahtı gan/Bes değil mi gara torpak/Su içti gözyaşından//Silahları yandırın/Arşa çıksın tütsüsü/Her obada her bir evde/Ganat açsın sulh sözü/Yüzü gülsün insanların/Bayram etsin yeryüzü.            

     Bizim de acılı türkülerimiz var:

     Eledim eledim höllük eledim/Aynalı beşikte yavrum bebek beledim/ Büyüttüm besledim asker eyledim/Gitti de gelmedi yavrum, buna ne çare.

                                               *     *     *

     Yemen Yemen şanlı Yemen/Toprakları kanlı Yemen/Ben Yemen’e dayanamam/Kör olsun beni gönderen/Yeşil Çadır yas mı tutar/Tüfek mavzer pas mı tutar/Gidin sorun anneciğime/Benim için yas mı tutar?

                                                *       *      *  

     Yemen bizim neyimize/Şivan düştü köyümüze/Bak yavrular yetim kaldı/Güvenmeyin beyinize/Günden yanı soldu m’ola/Yerden yanıuldu m’ola/Memed’imin ala gözün/Karıncalar oydu m’ola? (4)

       Birleşmiş Milletler ‘Bilgelik Ödülü’ sahibi Dadi Janki’nin sözü bu: “Dünyadaki savaşlar, düşmanlıklar insanın insanı ve kendisini sevmesiyle ortadan kalkar. Bu da insanların kendi içindeki değerlerini keşfetmesiyle olanaklıdır. İnsan, karşısındaki insana dil, din, ırk, milliyet farkı gözetmeden sınırsız insan olarak bakmalıdır.”

     Hintli Şair Sri Chinmoy Ghose’nin deyişiyle, sevginin gücü, güce olan sevgiyi yendiğinde barışa kavuşacak dünya.

 

                                                KAYNAKÇA  

 

(1)Şenel, Adam (2004) “Tarihçesi, Psikolojisi, Sosyolojisi, Felsefesi, İdeolojisi ve Teknolojisi ile Savaş” İstanbul: Bilim ve Gelecek dergisi Mart 2004 Sayı. 1

(2)Cumhuriyet Bilim Teknik Ağustos 2015 Sayı: 1481

(3)Yazgan, Yankı (1991) “Saldırganlık İnsanın İçinde mi Var?” Cumhuriyet Bilim Teknik 09.02.1991 Sayı: 204 

(4)Aydın, Erdoğan (2006) “Savaşın Türkülerimizdeki Öyküsü” Cumhuriyet, 25.11. 2006

(5) Çulfaz, Cavlı (2020) “Muzaffer Şerif Başoğlu114 Yaşında” (yazı dizisi) Cumhuriyet,

      29.07.2020

    

 

(*) Bu yazı ÇAĞDAŞ EĞİTİM KOOPERATİFİ’nin e- dergisi olan ÇAĞDAŞ BAKIŞ’ta

        (Aralık 2020 Sayı: 37) yayımlanmıştır. (36-37)

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

     

DİSİPLİN YA DA SEVGİNİN GÜCÜ

                                 DİSİPLİN YA DA SEVGİNİN GÜCÜ*

                                                                                   Recep Nas

           Giriş

      İlköğretmen okulunda disipline ilişkin ‘bir şeyler’ söylendi mi bize, bilmem, anımsamıyorum. En azından dayağa ilişkin kulağıma küpe olacak bir çift söz edilseydi, kalırdı aklımda. Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre çocukluktan daha yeni çıkmışken öğretmen oldum, sınıfa girdim. Yük yolda düzülür anlayışıyla, kara düzen, birilerinin doğrusunu yanlışını göre göre, sınaya yanıla ilk dört yıl geçiverdi. Ne ki insan üzerinde sınama- yanılma yapılmaz, çocuk (‘da’ denmez) insandır. Asıl öğrenmemiz gerekense ‘çocukla sağlıklı iletişim’di.

     Onun için öğretmen adaylarına derdim, dokuz yıl ilkokul öğretmenliği yaptım. Geriye dönüp baktığımda ilk dört yılımı beğenmem. Eli sopalı bir öğretmen değildim ama, çocukları dövmedim dersem yalan olur. Yüzlerine, başlarına hiç vurmadım. Sayılıdır ama, ellerine vurduğumu acı acı anımsıyorum. Buna inandınız değil mi, inandınız, insan kolay kolay eksiğini gediğini, yanlışını söylemez, saklar. O zaman buna da inanın, son beş yılda- hani sanki hafif, hoş görülecek bir şeymiş gibi ‘kulak bile çekmedim’ denir ya, onu da demem – hiç dövmedim.

     Neden, nasıl değişmiştim? Ordu-Ulubey-Dikenlice Köyü’nde öğretmenim. Köyde üç mahalle var, sacayağı gibi, birbirinden uzak ama… Okulda kalıyorum, hiç komşum yok. Yalan olmasın, bir komşum var, mezarlık… Sıkılıyorum, üzüntülüyüm, bunalıyorum. Kara kara düşünüp dururken bir öğretmenimin salık verdiği bir kitap geldi aklıma: Üzüntüyü Bırak, Yaşamaya Bak. Dale Carnegie’nin kitabı, İstanbul’dan getirttim. Bu kitaptaki Douglas Malloch’un şiiri aklımı başıma getirdi. Şiir uzun, şu kadarını yazayım: Eğer dorukta çam olamazsan/Koyakta bir çalı ol, ama ol / Derenin yanındaki en güzel çalı sen ol (…) Balina olamazsan küçücük bir balık ol/Ama göldeki balıkların en kıvrak olanı (…) İster büyük ol, ister küçük/ Her zaman en iyi ol yalnız. Bu yetti bana, kapattım kitabı. Neyim ben, ilkokul öğretmeni, öyleyse bugünden tezi yok en iyisi olmak için çalışacağım. Benim öğretmenliğim,  içimde çiçeklerin açtığı o gün başladı. Üniversite öğretmenliğimde, benim beşinci yılda attığım adım, öğrencilerimin ilk adımı olsun diye çırpındım, çabaladım. Öğrencilerim de, sağ olsunlar, yüzümün akı, kıvanç kaynağım oldular.

     Ben okuyordum da, ‘keyfe keder şeyler’, roman, öykü, ille de şiir… O günden sonra eğitime ilişkin ne bulduysam okumaya başladım. Okudukça bir şey daha anladım, ben öğretmenliğe ilişkin pek bir şey de bilmiyormuşum.  Denir ya, iki türlü bilmeyen vardır: Bilmediğini bilen, bilmediğini de bilmeyen…  Ben ikinci türdenmişim, okudukça anladım bunu. İnsanın okudukça okuyası gelir, okumadıkça da okumaz. A. Blanqui ne güzel demiş, Mide açlığa alışamaz, ama beyin çabucak alışır.

 

     Disiplin Kavramı

       Disiplin Latince kökenli bir sözcük. Kökenindeki anlam bilinmeyince – kültürün de etkisiyle - farklı anlamlar yükleniyor ona. İlk çağrıştırdığı da sıkı düzen, ceza, itaat… Disiplinli öğretmen denince akla ilk gelen, dediğim dedik, korkutan, korkulan öğretmen. Disiplinli çocuk da büyüklerin karşısında konuşmayan, itiraz etmeyen, boyun eğip itaat eden… Ne de olsa söz büyüğün, sus küçüğün.

     Disiplin, çocuğun sağlam bir kişilik geliştirmesine, bağımsızlığını kazanmasına, özdenetimli olmasına, kendisiyle ilgili kararları gene kendisinin almasına, eleştirel düşünmesine, ‘birey’ olmasına kılavuzluk etme sürecidir. Disiplin, son kertede eğitimle anlamdaştır, özdeştir. Zaten kökeninde, Latince ‘öğrenme’ anlamına gelen ‘discipere’den türeyen ‘discipulus’ var. Bu da yardım etmek, yol göstermek anlamına geliyor. İngilizce - Türkçe sözlüklerde disiplin için eğitim, eğitmek, yetiştirmek, terbiye etmek gibi karşılıklar veriliyor. Şöyle de denebilir: Disiplin, çocuğu, toplumun yapıcı, özdenetimli bir bireyi olması için bilişsel, toplumsal, duygusal yönden sağlıklı iletişim yoluyla eğitmektir.

     Disiplin hem otoriteyi içerir hem de özgürlüğü. İkisinden birini seçmek ya da birine ağırlık vermek olmaz. Disiplinin özünde otoriteyle özgürlüğün dengelenmesi gerekir. Bunlar karşıt kavramlar değil, birbirini tamamlayan, bütünleyen, besleyen kavramlar… Çocuğun sağlıklı gelişmesi için otoriteye de gereksinmesi var, özgürlüğe de… Otoriteye gereksinmesi var, kılavuzluğa gereksinmesi var çünkü. Öğretmen doğal bir otoritedir. Çocuğun özgürlüğe de gereksinmesi var, çünkü bağımsızlığa, özgürleşen aklıyla eleştirel düşünmeye gereksinmesi var.

     Otoriterlik, otoritenin yozlaşmasıdır. Onun için öğretmen otoriter olmamalı, ama otorite boşluğu da yaratmamalı, otoriteyle özgürlüğü dengeleyip ‘otorite sahibi’ olmalıdır. Otoritesinin kaynağı da mesleki bilgisi, kültürü, kişiliği; saygı, sevgi, anlayış temeline dayalı tutumudur. Değilse, ben öğretmenim, saygı beklerim derse, çok bekler, o saygı gelmez. Öğretmen saygı beklemez, bilgisiyle, engin ve zengin kültürüyle, kurduğu sağlıklı insan ilişkileriyle, empatik yaklaşımıyla çocuklar üzerindeki saygıyı kendiliğinden yaratır, otoritesini de böylece doğallıkla kurar.

     Disiplinin birincil koşulu, çocuğa, sevildiğini, sayıldığını, kabul edildiğini duyumsatmaktır. 1. sınıfı okuturken ilk günlerde teneffüse çıkılacağı zaman kapıda dururdum, zebani gibi değil ama, gülümseyerek, göz teması kurarak, beden diliyle varsın, teksin, benim için değerlisin iletisini vererek… Benim varlığım, onların itişip kakışmadan tek tek çıkmalarını sağlardı. Giderek de bu alışkanlığa dönüşürdü.

     Öğretmen, teneffüs zili çalınca ilkin kendisi çıkmaz. Okulun ilk günü ilk ders sonrasında geçenekte 1. sınıftaki çocuklardan biri ağlıyor. Nöbetçi öğretmen soruyor,

     “N’oldu, neden ağlıyorsun?”

      “Öğretmen teneffüse (çocuklar ‘tenefüs’ derler) çıkın, dedi. Teneffüsü bulamadım.”        

 

     Ne Ceza Ne Ödül

      Güce dayalı otorite kurup öğrenciyi denetlemek, yönetmek, yönlendirmek isteyen öğretmen iki gücünü, ödülü ve cezayı kullanır. Ama bu iki gücü öğrenci kendine tümüyle bağımlı oldukça kullanabilir. Öğrenci büyüdükçe, bağımlılığı azaldıkça, cezadan korkmamaya başladıkça, - ilgileri ve gereksinmeleri değiştiğinden – önceki ödüller de çekiciliğini yitirdikçe öğretmenin bu güçleri birer birer ellerinden uçar, etkisizleşir.

     Zamanla cezanın sakıncaları anlaşılınca, – cezadan tümüyle vazgeçilmese de – ödül cezadan daha etkili dendi. Cezadan kaçınan öğretmenler, öğrencilerin ‘uygun’ davranışları göstermeleri için ödüllere bel bağladılar. Ama günümüzde ödülün de sakıncaları olduğu anlaşıldı. Aslında cezalayanla ödüllendirenin amacı aynı, ikisi de istediğini yaptırmaya çalışıyor.

     Cezanın – geçici de olsa – etkili olması için acı vermesi, bu yetmiyorsa caydırıcı olması için daha çok acı vermesi, ayrıca cezalananın kaçamaması, dolayısıyla cezalandırana bağımlı olması gerekir. İyi ama çocuk duyarsızlaşmışsa, acı duymuyorsa, örneğin dayak arsızı olup vuracağı iki tokat değil mi diyorsa, ceza etkisini yitirir, bu koşullar da işlevsiz kalır.

     Bir öğretmen sabrı taşınca dersliğin arkasında gürültü yapan çocuklardan birine bir tokat atıyor. Arkasını döner dönmez, çocuk,

     “Acımadı ki, acımadı ki!” diyor.

     Daha çok acı vermek için öğretmenin bu çocuğu öldüresiye dövmesi mi gerekir, bu olabilir mi? Şu da olabilir: Öğretmenin kendisini ikinci kez döveceğini anlayan çocuk pencereden atlayıp kaçabilir, böylece üçüncü koşul da elden gider. Benim başıma geldi. Şimdiki aklım olsa yapar mıyım, öğretmenliğimin o beğenmediğim yıllarıydı. 14 yaşında, ilgisiz, yasa gereği okula zorla getirdiğimiz bir öğrencim vardı. Ödevini yapmadığı için ‘teneffüse çıkmama cezası’ verdim. Çıkmasın diye de dış kapıda nöbete durdum. Zil çaldı, sınıfa girdim, baktım, yok. Pencereden kaçmış.

     Ödülün de etkili olabilmesi için çocuğun ödüle gereksinmesi olacak, bu yetmez, gereksinmesi öylesine güçlü olacak ki olmasa da olur diyemeyecek. Üçüncü koşul da, ödülü kendisi elde edemeyecek, dolayısıyla yetişkine bağımlı olacak. Ödüle koşullanan çocuk bunu hep ister, bunun sürdürülebilirliği var mı? Özgür Bolat’ın belirttiği gibi, Ödül, içgüdülenmeyi öldürür. Okunan her kitap için bir pizza vaat etmek, okumayı sevmeyen şişman çocuklar yaratmaktan başka bir işe yaramaz, diyor John Nicholls.

     Hayvanlar da bilinçli canlılar diye hayvanseverlerin karşı çıkmalarına karşın, ne yazık ki hayvanlar için kullanılan, ‘koşullandırma yoluyla terbiye etme’ araçları olan ceza ve ödülü çocuklara neden uygun görüyoruz, yetişkine bağımlı olma koşuluyla etkili olabilen bu iki aracı neden kullanıyoruz? Bağımsızlığını kazanmış, eleştirel düşünen, sorgulayan, “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar yetiştirmeyecek miydik biz?

 

     Sevginin Gücü

        Öğretmen adaylarına tanışırken derdim, sizlere yakışanı, zor bir mesleği seçmişsiniz, teşekkür ederim size. Ama bir sorum var, çocukları seviyor musunuz? Kalbinizle konuşun, yanıtı kendinize verin. Sevmiyorsanız, bu ayıp değil, kınanacak bir durum da değil. Çocuklarla birlikte olmak, onlarla oynamak sizi mutlu etmiyorsa yol yakınken vazgeçin. Mutsuz öğretmen mutlu çocuk yetiştiremez. Sevmediğiniz için çocuğun her yaptığı, her davranışı size batar. Halk sözü var ya, sevmiyorsan yürüyüşü lap lap, yemek yiyişi şap şap gelirmiş. Ama Yunus Emre’nin deyişiyle, sevgi gelecek cümle eksikler biter.   

     Saygı duyulup sevilme, beğenilip onanma, olduğu gibi kabul edilme, başarı tadı tatma, özgüvenli olma… Bunlar çocuğun başlıca ruhsal gereksinmeleridir. Bu gereksinmeleri doyurulan, sevgi deposu dolan çocuk – durduk yerde - disiplin sorunu yaratır mı?

     Bir öğretmen anlatmıştı. Sınıfa gelen müfettiş çocuklara küçük kâğıtlar dağıttırmış. Çocuklara da, öğretmeniniz sınıfta en çok kimi seviyorsa onun adını yazın, sonra kâğıdı katlayıp öğretmeninize verin, demiş. Ben düşündüm diyor öğretmen, Ahmet’i yazarlar, belki de Ayşe’yi… Sonuç çarpıcı, hoş! Her çocuk “Beni seviyor” diye yazmış. İşte bu, bu çocuklar öğretmeni üzerler mi?                                          

     İlkokul öğretmeniyken, dışarısı soğuksa, 1. Sınıf öğrencilerimle teneffüste de birlikte olurdum. Oturuyorsam, yanıma gelirler, biri bir parmağımı, biri bir parmağımı tutar, parmaklarım yetmez, kollarıma, omzuma dokunurlar, uzaktan bakınca oğul veren arı topluluğu gibi oluruz. Zil çalınca, hadi arkadaşlar (Birbirlerine ‘arkadaşlar’ desinler diye ben de özellikle ‘arkadaşlar’ derdim), ders başlıyor, derim, tıpış tıpış gider yerlerine otururlar. Bu çocuklar şımarır mı?    

     Öğretmen adaylarına sorardım, hayatta sevdiğiniz, saydığınız hiç değilse bir insan vardır, yoksa yazık size! O sayıp sevdiğiniz insanı üzmek, kırmak aklınızın ucundan geçer mi hiç? Öyleyse sevin, gerisi kolay… Suna Tanaltanay’ın deyişiyle, sevgi alışveriş değil, veriş-alıştır. Dersimi sevmeniz gerekir, seveceksiniz ki koşa koşa geleceksiniz. Ama dersimi sevmeniz için beni sevmeniz gerekir, beni sevmeniz için de benim sizi sevmem gerekir. Görüyorsunuz, iş öğretmende bitiyor. Severseniz, sizi de severler, dolayısıyla dersinizi severler. Sokrates başarısız bir öğrencisi için şunu demiş: Ona ne öğretebilirim, kendimi ona sevdirmeyi başaramadım.

     Sevgi sürekli doyurulması gereken bir duygudur. Karın nasıl acıkıyorsa, kalp de sevgiye acıkır.

     Sevgiden söz ettik de, ya saygı? Yoksa biz saygıyı büyüklere mi ayırdık? Şu sözleri duymuşsunuzdur:

     “Çocuk mu kandırıyorsun?”

     “Çocukmuşum gibi azarladı.”

     Demek çocuk kandırılabilir, azarlanabilir, saygı bunun neresinde? Ayı yavrusunu severken öldürürmüş, sepici de sevdiği deriyi yerden yere vururmuş. Demek ki saygı içermeyen sevgi de yetmiyor.

 

     Sonuç

      İnsan, cezadan korktuğu ya da ödül beklediği için değil, iç yargılama düzeneği olan vicdanının sesini dinleyerek doğru olanı yaparsa ahlaklıdır, uygardır. Öyleyse ne ödül ne ceza, ikisi de değil. Ceza da ödül de bağımlılık yapar, yan etkiler taşır. İkisine de alışılır, ikisi de zamanla ucuzlar, kanıksanır, etkisini yitirir.

     Ceza da ödül de kalkınca yerine ne konacak? Ceza yerine, çocuğun davranışının doğal sonucunu yaşaması… Ödül, övgü yerine de yüreklendirme, isteklendirme (teşvik), yargı içermeyen geribildirim.

    Sokma akıldan akıl olmaz. Şu atasözünü severim: Yığmaca çakıl yedi gün dayanır, koymaca akıl yedi adım…

     Ne varsa içte var, insanın içinde. Disipline ilişkin anahtar sözcükler şunlardır: İçdisiplin, içgüdülenme, özdenetim, özdeğerlendirme, içödül, özeleştiri, özsaygı, özgüven…

     Değişimin kapısı içerden açılır.

____________________________________________________________

      (*) Bu yazı MEB’in çıkardığı ya/da (Eğitim ya da Eğitim) dergisinde (Kasım-Aralık 2020 Sayı: 7) yayımlanmıştır.