22 Temmuz 2019 Pazartesi

EĞİTİMCİ AZİZ NESİN


                                                       EĞİTİMCİ AZİZ NESİN (*)

    
                                                            recepnas@uludag.edu.tr

                                             
     Aziz Nesin’le hiç yüz yüze gelmedim, bire bir dinlemedim onu. Ama iki toplantıda dinleme talihine eriştim, bir Bursa’da (1989), bir de Ankara’da (1991).Ne kadar konuşsa doyum olmazdı. Tatlı diliyle, ışıl ışıl bilinciyle, aydınlık yüzüyle anlatır da anlatırdı. Ne kadar çok konuşsa insana azıcık gelirdi.

     Boyunu aşan kitaplarından kaçını okudum, bilemem, ama epey kitabını okuduğumu söylersem yalan olmaz. Kolayca yazılmış gibi, yalın, sade… Süsten arınmış, sade bir dil. Yalınlık yüzeysellik değil, yalınkatlık hiç değil. Zaten yalın yazmak deneyim, birikim, ustalık ister. Kendisi söylüyor, çok yazdığım için çabucak yazdığımı sanıyorlar. Çok yazıyorum, çünkü kalemimle geçiniyorum.

     Aziz Nesin, doğal ki, düş gücü yüksek biri. Daha çocukluğunda bir devlet kurmayı düşlüyor, hesap kitap yapıyor, bakıyor bu olmayacak, bu kez kent kurmak istiyor, o da olmayınca köy kurayım bari diyor. Köyde kuramayınca kitaplarından, yazılarından- kendi ölçülerine göre- fazlaca para kazanmaya başlayınca, pis bir iş dediği miras meselesini halledip geri kalan parasıyla kimsesiz ya da yoksul halk çocukları için ‘Nesin Vakfı’nı kuruyor. Kendisi hep yatılı okumuş, önceleri ona bu olanağı devletin sağladığını düşünüyor, sonra anlıyor ki onu asıl barındıran, yedirip içirip giyindiren devlet değil, halk… Devlet, halktan aldığı vergilerle okutuyor onu. ‘Toplumsal borç’ dediği halka olan borcunu vakıf kurup sayıca az da olsa halk çocuklarını barındırarak ödemeye çalışıyor. Buna ilişkin bir şiiri de var.



                                                         ÖDENEMEYEN

Ey benim halkım/Ey benim eli açık, gözü kapalım/Yüreği açık, dili bağlım/Ey benim en güzelim/Ey benim en çirkinim// (…) Utanırım aldıklarım demeye/Gücüm yetmez borcum ödemeye/Bende hakkın çoktur halkım/ (…) Utanırım hakkını helal et demeye/Dünya durdukça durasın halkım (…)

     Öyküleri, romanları, tiyatro oyunları bir yana, benim en sevdiğim kitabı, Korkudan Korkmak… Bu kitapta Aziz Nesin’in eğitim vasiyetleri var, tam on beş tane. Öyle şeyler söylüyor ki, değme eğitimciyi kıskandırır, cebinden çıkarır. ‘Eğitim vasiyetleri’nden birkaç başlık yazayım:

     Vakıf çocuklarının üretmen olmalarını, eleştirel düşünmelerini, cezasız, ödülsüz yetişmelerini, yasaksız bir ortamda yetişmelerini, şımarma haklarının olmasını, kendilerini severek, değerli bularak yetişmelerini, meraklı olmalarını, büyük düşler kurmalarını istiyorum.

Bunlardan birkaçını açalım biraz:

“Vakıf çocuklarımla haftanın bir, kimileyin de iki günü toplanır konuşuruz. Toplantılarımızda onlara sık sık yineleyerek söylediğim şudur:

     ‘Benim söylediklerimi, büyük diye tanıdığınız başkalarının sözlerini de ille benimsemek zorunda değilsiniz. Sözlerimin yanlış bulduğunuz, herhangi bir nedenle benimseyemediğiniz yerleri varsa ya da tümüne karşıysanız açıkça söyleyin, tartışalım. (…) Salt insanları değil, gelenekleri, tabuları, yasaları, görenekleri, verilmiş yargıları, her şeyi eleştirmelisiniz. Eleştirmek, her zaman haklı olduğunuz anlamına gelmez. Ama bir şeyi eleştirdikten sonra benimserseniz, neyi niçin kabul etmiş olduğunuzu bilirsiniz. Eleştirinin amacı eleştiri değil, doğruyu bulmaktır. Eleştiri olsun diye eleştirmek, (…) ille de eleştirmek alışkanlığı bilgiçlik taslama biçimine gelebilir. Bunu önlemek için de, özeleştiri ve özdenetim gereklidir” (1988: 77).

     Özeleştiri onun için bir yaşam biçimi, ‘Nesin’ soyadını da bundan ötürü alıyor.  Memleketin Birinde Hoptirinam adlı kitabında anlatıyor: “(…) Her türlü yağmada hep sona kaldığım için güzel soyadı yağmasında da sona kaldım. Ben de kendi kendime sordum:

      -- Sen nesin? Ve kendime ‘NESİN’ soyadını aldım. Herkes ‘Nesin’ diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim.”

     Nesin’e göre, çocuk, hiçbir zaman suçlu olamayacağı için cezalandırılmaz. Ödül de özendiricidir, çocuk salt ödül kazanmak için yarışa alıştırılırsa her başarıdan sonra ödül bekleme gibi kötü bir alışkanlık edinir. Dahası ödül, çocuklar arasında kıskançlık, sevgisizlik, haset yaratır ( 1988: 79).

     Nesin Vakfı’na her yıl Alman eğitimciler gelirmiş. O yıl gelen eğitimcinin ayrılacağı gün bir toplantı yapılıyor. Nesin, ona bizi eleştir, yanlışlarımızı söyle diyor. Eleştirilerden biri, kimi çocukların eşyalarının değerini bilmemeleri… Önerisi de, ayakkabılarını kötü kullanıp çabuk eskiten çocuğa yeni ayakkabı alınmaması… Bunu biz yapamayız, diyor Nesin. Yaparsak, çocuğu dolaylı olarak cezalandırmış, aşağılamış oluruz. Geçenlerde bahçede bulduğum, ökçesine basılmış bir çift ayakkabının sahibini –arkadaşlarının yanında utandırmamak için- araştırmadım bile. Bizim eğitim yöntemimize göre doğru olan,  ayakkabısını erkenden eskiten çocuğa yeni ayakkabı almamak değil, ayakkabısını nasıl kullanması gerektiğini öğretmektir. Ayrıca, aylık harcamalarımızı, gelir-giderlerimizi, çektiğimiz sıkıntıları anlatmamız gerekiyor (1988: 80).

      Nesin Vakfı’nda yasak yok. Yasaklama, bir eğitim yöntemi olamaz. Yasak, yasaklayanın         var olduğu, gücünün sürdüğü sürece geçerlidir. Yasağı koyan gücün bulunmadığı zaman yasak kalmaz. Önemli olan, çocuğu, neyi, ne zaman, nasıl yapacağına ya da yapmayacağına kendiliğinden karar verecek biçimde eğitmektir. Bu da özdenetim kazandırmakla, içdisiplin geliştirmekle olur. Aşçı, mutfağı dağıttıkları için çocukların gece mutfağa girmelerini yasaklamamızı istedi, ben kabul etmedim. Ama ocağı açık bırakıyorlardı, üstünde çaydanlığı da unutarak… Yönetim de mutfağı gece kilitlemeye başlamış. Bunu öğrenince yasağı kaldırdım. Bu bir önlem, tamam, olası yangını önler. Ama yasaklamakla, işi bittikten sonra ocağı söndürmeyi öğretmiş olmuyorduk (1988: 81-82).

     Nesin’e göre, şımarma, çocuğun ruhsal bir gereksinmesi. Çocukluğunun belli bir döneminde şımarmamış çocuklar, bu eksikliklerini yaşamları boyunca –aşağılık duygusu olarak-doyumsuzluk belirtileri içinde sürdürüyorlar. Çocuğa şımarma hakkı tanımak, onu şımarık yapmak değildir. Şımarma dönemindeyken gereksindiği kadar, gerektiği kertede şımartmak gerekir. Şımarık çocuklar, sanıldığının tersine, ya hiç şımartılmamış ya    gereğinden çok şımartılmış ya da şımartılmakta geç kalınmış çocuklardır. Yeterince, gereğince şımartılmamış çocuklar büyüdükçe saldırgan, kırıcı, yıkıcı, sevgisiz, kıyıcı oluyorlar (1988: 84-85).

     Aziz Nesin cimri diye tanınır. Cimri değil o, yetingen, tutumlu bir insan. Vakıf çocuklarının tabaklarında bir tek pirinç tanesi bile bıraktırmıyormuş. Hesap da yaptırıyormuş, dünyada her çocuk tabağında bir pirinç tanesi bıraksa kaç kilogram/ton pirinç ziyan olur, çöpe gider diye. Yazılarını bir defter boyutunda kestiği, atılmış film afişlerinin arkalarına yazarmış. Oğlu Ali Nesin anlatıyor, Ankara’nın soğuk, karlı bir gecesinde taksiye binmek istemiyor. Ona vereceğim parayı ‘çocuklarım’ için harcarım, diyor. Ali Nesin’e göre, Vakfa gömülmek istiyordu, ama Vakıf arazisinden – bir mezarlık da olsa - toprak eksilsin istemiyordu. Altında yattığı toprağın üstünden de yararlanılmalıydı, çocuklar oynayabilmeliydi örneğin. (*)    

     Yabancı bir yazar, Aziz Nesin’i, çok yazıyorsun, diye eleştiriyormuş. Gün gelmiş, bu yazar Aziz Nesin’in konuğu olmuş. İstanbul’u gezip ‘memleketimden insan manzaraları’nı gördükten sonra, “az, az bile yazmışsın” diyor.

     Gene başka bir yabancı yazar da Türkiye’de bir süre kaldıktan sonra giderken, Aziz Nesin’e “seni düş gücü zengin biri sanıyordum. Yok, sen sadece gördüklerini yazmışsın” diyor.  

     Aziz Nesin’i televizyonda da dinledim. Herkesi güldürüyorsunuz, peki siz neye gülüyorsunuz, diye soruldu.  Düşündü bir çala, birini anlatayım, dedi. Taksim’de ilk duraktan eşimle belediye otobüsüne bindik. Kalkış saati gelince şoför kontak anahtarını çevirdi, gır gır gır, çalışmadı. Bir daha denedi, gene çalışmadı. Üçüncüde de olmayınca, şoför otobüsten hızla indi, çekti gitti. Bir süre bekledik, gelmeyince eşim, “nereye gitti bu adam?” diye sordu. Ben de “otobüsü Atatürk’e şikâyete gitti” dedim. Der demez de gülmeye başladık, eve gelene kadar da güldük.

     Aziz Nesin, siyasal baskının en yoğun olduğu zamanlarda, zor günlerde aydın olmanın sorumluluklarını üstlenmiştir, hep de en önde olmuştur. Ama kendisi gibi sadece bir avuç insanın çabasının yetmeyeceğini belirtmek için bir fıkra anlatırdı. İşte o fıkra… Komutan askere soruyor, düşman önden gelirse ne yaparsın? Tüfengimi doğrulturum. Arkadan gelirse? Tüfengimi arkaya çeviririm. Sağdan gelirse, soldan gelirse, tüfeğini sağa, sola çevireceğini söylüyor. Ya yukardan gelirse? Asker iyice bunalmış, bu kez o soruyor. Komutanım, Mustafa Kemal’in benden başka askeri yok mu?         

    Madımak ateşinin yakıcılığına, insanlık için çarpan kalbi iki yıl dayanabildi. 6 Temmuz

1995’te yitirdik onu. Ama o yaşıyor, romanlarıyla, öyküleriyle, yazılarıyla, tiyatro oyunlarıyla, şiirleriyle… Bir de bir deyim armağan etti bize, hem acıklı hem de gülünç (trajikomik)  olan bir olay için söylenen, ‘Tam Aziz Nesinlik’…



                            KAYNAKLAR



Nesin, Aziz (1988) Korkudan Korkmak  2. baskı İstanbul: Adam Yay.
(*)http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kultur-sanat/167363/_Aziz_Nesin_halka_borc_oduyordu_.html

(*) Bu yazı Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin e-dergisi olan ÇAĞDAŞ BAKIŞ’ta (Haziran 2019 Sayı: 31) yayımlanmıştır.

          


BAKARKEN PENCEREDEN


    BAKARKEN PENCEREDEN (*)



                                       Özgür San





Pencereden sokağa bakıyorum

Ayak izleri gelen giden

Yaşlı bir kadın geçiyor

Ağır ağır, yavaşlatmış zamanı

Elinde yorgun bir torba

Belki yarısında özlem taşıyor, yarısında acılar

Yüzündeki kırışıklıklara saklanmış yakın tarih

Sevilmiş mi hiç, sevmiş mi bilemedim



Pencereden sokağa bakıyorum

Ayak izlerin gözlerimde yürüyor

Hep giden yönde

Acıyor gözlerim

Buğulanıyor camlar



Yaşlı kadın tarihe sığındı

Ben kaldım



___________________________________________________

(*) Bu şiir Çağdaş Türk Dili dergisinde (Haziran 2019 Sayı: 376) ÖZGÜR SAN adıyla yayımlanmıştır.

“ÇAM OLAMAZSAN ÇALI OL, AMA EN İYİSİ OL”


                         ÇAM OLAMAZSAN ÇALI OL, AMA EN İYİSİ OL” (*)



                                                                              Söyleşi: Birsen Sürmeli

                                               



     Öğretmenim, ilk sorumu,’üj bej’deşlik yakınlığıyla sorayım, Trakyalılık nasıl bi duygu be ya?

     Kiminle konuştuysam Trakyalıyı överdi. Ağrı’da bir öğretmen anlatmıştı. Edirne’de   askerken öğretmen diye yazıcı yapmışlar onu, sık sık çarşıya çıkabiliyormuş. Günler geçiyor, çarşıda pazarda kavgaya rastlamıyormuş. Şaşarmış, bu nasıl olur? Bir gün iki genç bağrış çağrış birbirlerinin üzerine yürümüşler. Oh, dedim, diyor, şöyle tadıyla bir kavga seyredeceğim. Bir duvarın dibine çekilmiş, bekliyor. Ama isteği olmamış, çevreden yetişmişler, ayırmışlar. Barıştırıp ellerine de birer çay tutuşturmuşlar. Bir ilköğretim müfettişi de asker ziyareti için Babaeski’ye gitmiş, gece yarısı kızlar sokakta dolaşıyorlarmış, şaşırmış.

     Trakyalı deyince ilk söylenen sakin, dingin, mutlu insanlar oldukları… Trakyalıların – bir araştırma sonucu değil ama – denebilir ki % 95’i göçmen, yani muhacir, Trakya ağzıyla ‘macur’ ya da ‘macır’. Batıdan gelmişler, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya… Hepsi yok yoksul, emeğiyle geçiniyor. Başlangıçta herkesin varlığı aşağı yukarı aynı, gelirler arasında uçurum yok. Herkes işinde gücünde, biri yiyip biri bakmıyor. Siyasal yeğlemesini, sakinliğini ben buna bağlıyorum. Tabii aradan onca yıllar geçti, Trakya da gelir dağılımının adaletsizliğinden payını aldı.

Fıkra gibi anlatılır, olay on yıllar önce Bulgaristan’da olmuş ama, o insanlar şimdi Trakya’da. Osman Aga‘nın komşusunun kışın ortasında samanı bitmiş. Samanın altın değerinde olduğu günler… Nerden bulacak samanı, ama Osman Aga’da var. O yıllarda güven var, insanlar erinçli. Ev kapılarına bile kilit vurulmuyor ki, samanlık kilitlensin. Osman Aga samanlığının kapısını iple bağlayıveriyor. Komşusu gecenin bir vakti, elinde çuval,  samanlığa giriyor. Selamünaleyküm Osman Aga, te be samancağızım bitti de bir çuval alıp gitçem be yav,  deyip çuvalı doldurup gidiyor. Samanı bittikçe bu böyle sürüp gidiyor. Osman Aga aptal değil ya, samanın azaldığını ayırt ediyor, hırsız mı acaba deyip bir gece samanlığın bir köşesine sinip bekliyor. Komşusu gene geliyor, selamünaleyküm Osman Aga, azıcık saman alıp gitçem be yav! Osman Aga, “aleykümselam, çabuk ol, al git, ben hırsızı bekliyarım.” Böyle işte, komşusuna hırsızlığı konduramıyor, komşusu da aklı sıra ödünç alıyor, hırsızlık yaptığını düşünmüyor.

     ‘Üj bej’ pek demem de, sözcüklerin başındaki ‘h’leri ben de yutarım. İlkokuma-yazma dersinde bir tablo yapacaktık, harf, hece, sözcük, tümce, metin diye başlıklar yazılacak. Bir öğrencim tahtaya yazacak, ‘(h)arf’ yaz dedim, ‘arf’ yazdı. Ben nasıl gülüyorum… Hocam ben öyle anladım dedi. Tabii öyle anlayacaksın, ben öyle söyledim dedim.

     Hadi bir de fıkra anlatayım. Bizim Osman Aga, (H)üsmen Aga, Ismayıl Aga kahvede bulmaca çözüyorlar. Osman Aga soruyor, bir (h)ayvan adı, dört (h)arf. (H)üsmen Aga, a be yaz, (h)orozdur o be yav… Ismayıl Aga durur mu, a be ne alatlarsın (acele edersin), belki (h)indidir be yav…



     “1944 Çorlu doğumludur.” Biyografinizin ilk cümlesi bu. Belli ki Istranca’nın deli rüzgârları, çocukluk ve ilk gençlik yıllarınızda sizin de saçlarınızı taramış. O günlerden neler kaldı sizde?



        Ben köy çocuğuyum, bununla övünüyorum demem ama… İnsan kendinin dışında olan şeylerle övünmez. Doğduğu yerle, cinsiyetiyle, milliyetiyle… Köy çocuğu olmaktan, Trakyalı olmaktan ötürü mutluyum, o başka…  Doğanın içinde büyüdüm ben, doyasıya oynayarak. Çocukluğumda topaç dışında hazır oyuncağım olmadı. Hazır oyuncağımızın olmayışı aslında bizim için bir fırsat yaratıyordu, oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Çelik çomakları, uçurtmaları, telden tekerlekleri…  Gereçlerimiz kumdu, topraktı, çamurdu. Küme oyunları oynardık en çok, kuralları kendimiz koyardık. Çelik çomak, saklambaç, körebe, üç (ya da beş) taş… Uzmanlara göre çocukluğunda kendinden geçercesine oynayan çocuk büyüdüğünde de kendini işine öyle kaptırıyormuş. Şimdiki çocuklar için üzülüyorum, ana-babalar sokağa çıkarmıyorlar tehlikeli diye, hoş çocukların oynayacağı alan da yok. Oysa asıl tehlike şimdi evin içinde, çocukların ellerinden düşürmedikleri tabletlerde, telefonlarda…

     Köyümüzden Çorlu Deresi akar. Çocukluğumda tertemizdi suyu, köylüler suyunu içerdi. Yüzmeyi bu derede öğrendim ben. İlkin İstanbul-Kazlıçeşme’deki deri işletmelerini dere boyuna taşıdılar, sonra da çeşitli fabrikalar kuruldu. Kalkınacağız diye doğaya kıyıldı. Bir şarkıda deniyor ya, biz büyüdük ve kirlendi dünya, öyle oldu. Amerika Suquamish yerlilerinin şefi Seattle’ın sözünü unuttuk: Son balık tutulduğunda, son dere kuruduğunda, son ağaç kesildiğinde ‘beyaz adam’ paranın yenmeyeceğini anlayacak, ama çok geç.

      Gençtik, yurtseverdik. Delikanlıydık, yani kanı deli. Emeği en yüce değer bildik. Gelecek güzel günler uzakta değildi. Nâzım Hikmet’in dizeleriyle, motorları maviliklere süreceğiz diye haykırdık.   Ama 12’den vurdular bizi, ilkin 12 Mart, sonra da 12 Eylül… ‘Atatürk Türkiyesi’nden ne kaldı diye düşündüğüm, kaygılandığım oluyor. Umutsuz muyum, hayır. Tarihin tekerleği geri dönmez.



     1962’de bitirdiğiniz Kepirtepe İlköğretmen Okulu, bütün bir ülkeyi aydınlatan Cumhuriyet ışıldaklarından biriydi ve 1937-1954 arasında Köy Enstitüsü olarak eğitimin hizmetindeydi. Sizin bu okula girişinizden birkaç yıl öncesine kadar Köy Enstitüsü olduğuna göre ilköğretmen okuluna bıraktığı bir miras mutlaka vardır. Nelerdi bunlar?

 

     İlkokulu bitirdim. Sınava gireceksin dediler, kazanmışım, bir sınava daha gireceksin dediler, onu da kazanmışım. Ne olacağım, nereye gireceğim, benim bildiğim yok. Kazandığım okul, Kepirtepe İlköğretmen Okulu’ymuş. Şimdiki aklımla Köy Enstitüsü’nde okumayı ne kadar çok isterdim, yaşım yetmedi.

     Anabinanın alınlığındaki bir yazı silinmiş ama izi kalmıştı: Kepirtepe Köy Enstitüsü. Ben bu yazıya bakar bakar ağlamaklı olurdum, hüzünlenirdim. Enstitü ne, bilmiyorum. Beni hüzünlendiren ordaki ‘köy’ sözcüğüydü, burnumda tüten köyümü anımsatıyordu bana.                           

     Köy Enstitüsü nedir, öğretmenlerden bir açıklama duymadım. Demokrat Parti’nin azgın günleriymiş, çekiniyorlardı besbelli. Köy Enstitülerinin 1947’de özü bozuldu, izlencelerinin içi boşaltıldı, 1954’te de kapatıldı. Tabii Köy enstitülerinin izleri, esintileri sürüyordu. % 80 oranında köy çocuğu alınıyordu. Her sınıf sırayla bir hafta boyunca okulun çeşitli işlerini üstleniyordu. Dersliğimizi kendimiz temizliyorduk, sobamızı kendimiz yakıyorduk. Okul yazın boş kalmazdı, öğrenciler dönüşümlü olarak okula gelir, ağaç bakımına kadar çeşitli işleri yaparlardı.

     Öğrenci başkanlıklarının seçimi şenlikli bir ortamda yapılırdı, demokrasiyi yaşayarak öğreniyorduk. Sorunumuz var diye çağırdığımızda yüksünmez, erinmez sınıfımıza gelirdi müdür, dinlerdi bizi.

     Şunu da belirteyim, biz laik eğitim aldık.



     Kepirtepe’den sonra 9 yıl köy okullarında öğretmenlik… Nerelerde, hangi koşullarda ve nasıl bir öğretmenlikti bu süreçteki? En çok da bugünküyle karşılaştırmak için öğretmen tutumu ve yaklaşımını merak ediyoruz.

     Altı yıl yatılı okudum. Devlet bizi barındırdı, yedirip içirdi, giyindirdi. Aziz Nesin’in deyişiyle, devlet halkın vergileriyle yapıyordu bunu. Onun için halka hep borçlu duyumsadım kendimi. Kolay ödenecek bir borç değildi bu. Halk çocuklarını Atatürkçülük ilkeleri ışığında çağa uygun eğiterek ödenebilirdi belki. En başta da bilimsellik ve akılcılık…

     Ben ilkin Bursa-Gemlik-Narlı Köyü’ne atandım, deniz kıyısında şirin bir köy… Denizden tekneyle ulaşımı vardı. Gazetem her gün gelirdi. 1964’te ‘er öğretmen’ olarak Ordu-Ulubey-Dikenlice köyü’ne atandım. Köylülerin deyimiyle ‘depebaşı’ bir köy. Üç mahalle var, sacayağı gibi, birbirinden uzak ama. Bu üç mahallenin ortasına yapılmış okul. Hiç komşum yok, yalan olmasın, bir komşum var, mezarlık… Önceki köyden sonra burda sudan çıkmış balık gibiyim. Anadolu’nun acı gerçekleriyle yüzleştim. Boşluğa düştüm ilkin. Yalnızım, bunalıyorum. Gündüz çocuklarla vakit çabuk geçiyor da, bol yıldızlı uzun gecelerin sabahı olmak bilmiyor. Üzüntülüyüm ya, birden aklıma Ridvan öğretmenimizin (Tanrıseven) salık verdiği kitap aklıma geldi. Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak, Dale Carnegie’nin. Gazeteye ta Ankara’dan sürdürümcü olmuştum. Bu kitabı da İstanbul’dan istedim, geldi. Kitaptaki bir şiir beni çok etkiledi. Douglas Molloch’un bir şiiri, ondan birkaç dize: Eğer zirvede çam olamazsan/Vadide bir çalı ol, ama ol/Derenin yanındaki en güzel çalı sen ol//(…) Güneş olamazsan ol bir yıldız/İster büyük ol ister küçük/Her zaman en iyisi ol yalnız

      Bu şiir benim aklımı başıma getirdi. Ben neyim, köy öğretmeniyim. Öyleyse bugünden tezi yok, en iyi köy öğretmeni olmak için çalışacağım. Okumaya başladım. Aslında ben okuyordum da – küçümsemek için söylemiyorum- keyfe keder şeyler, öykü, roman, şiir… Eğitime, öğretime ilişkin de okumaya başladım. Okudukça anladım ki ben öğretmenliğe ilişkin ben pek bir şey bilmiyormuşum, bilmediğimi de bilmiyormuşum. A. Blanqui’ın sözünü severim. Mide açlığa alışmaz, ama beyin çabucak alışır.

      Tekirdağ-Saray Kaymakamı Yaşar Cankoçak (‘Şair Ana’ Gülten Akın’ın eşi) beni ‘atipik’ köy öğretmeni diye tanıtırdı.

      Sonra çok yerde öğretmen köyden koptu. Öğretmenler ilçede oturup –köye değil-okula gidip geldiler. Sonra daha da kötüsü oldu, köyler okulsuz kaldı, öğretmen köye taşınırken şimdi öğrenciler kente taşınıyor.



     9 yıl sonra ne oldu da öğretmenliği bıraktınız? Sizi 1971’de İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü Eğitim Bölümü’ne yönlendiren etmenler nelerdi?



     Öğretmenliği severek yapıyordum, mutluydum. Çocukları, işimi seviyordum. Yükseköğrenim görmek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Bir gün Tekirdağ-Saray İlköğretim Müdüründen - o yıllarda telefon yok ya - bir pusula geldi, Edirne Eğitim Enstitüsü’nün açıldığını, Türkçe bölümüne – üstelik sınavsız- öğrenci alınacağını, oraya başvurmamı istiyordu. Sağ olsun, beni uygun görmüştü. Ama hiç ilgimi çekmedi, ikirciklenmedim bile, gitmedim. İyi ama bundan iki yıl sonra neden okumak istemiştim, bunu görüşmede seçici kurul üyeleri de sormuştu. Kitaplarını okuduğum öğretmenlerin derslerini de almak, dahası kendimi geliştirmek istiyordum. Aslında benim aklımı çelen Köy Enstitülü öğretmen - yazar Hasan Kıyafet oldu. Bir gün, dedi ki “Sen okuyorsun, kendini yetiştiriyorsun, artık bir köye, bir sınıfa sığmazsın. Şimdi sen koyaktaki bir avcısın, tarama alanın dar, sınırlı. Okursan tepeye çıkarsın, tarama alanın genişler. Daha çok sınıfa, öğrenciye ulaşırsın. İşte bu söz kandırdı beni.



     Âlim Başaran’ın ‘Öğretmenim Müfettiş Geldi’ kitabındaki anılarından sizin ne denli başarılı ve örnek bir müfettiş olduğunuzu okuduk. Yine de sizden duymakta yarar var: Bugün 8 yıllık müfettişlik döneminize baktığınızda özellikle bakanlığın denetim politikasını ve kendi müfettiş yaklaşımınızı nasıl değerlendirirsiniz?

     Ben müfettişliği kılavuzluk olarak gördüm, soruşturma yanını hiç sevmedim. O yıllarda müfettişten, teftişten korkulurdu ya, ben bunu bile beceremedim, ne öğretmenler korktu benden, ne de öğrenciler. Bir okulda iki 5. Sınıf vardı, birine iki, öbürüne üç ders saati girdim. İki ders saati girdiğim sınıfın öğrencileri bunu öğrenmişler, ertesi gün önümü kestiler, bize bir ders borçlusunuz, bekliyoruz dediler.

     Öğretmenin arkasından girerdim dersliğe, göstermelik değil tabii, saygımdan. Ben gelip geçiciyim, bana düşen öğrencinin gözünde öğretmeni daha da yüceleştirmek. İzin isterdim öğretmenden, öğrencilere duyura duyura, çocuklarla konuşabilir miyim diye.

     Öğretmenlerin bilgilerini tazelemek, yenilemek için mesleki toplantılar yapardım. Öğretmenlere kılavuzluk etmek için okuyor, kendimi geliştiriyordum. Bir öğretmenimiz uyarmıştı, müfettiş olacaksınız, köy köy gezeceksiniz, yaya, katır sırtında… Okuyup  kendinizi yenilemezseniz gün gelir alttaki mi katır, üstteki mi, karışır diye.

     Öğretmen nasıl köyden koparıldıysa, müfettiş de koparıldı. Bizden önce müfettişler ilçelerde oturuyorlarmış, böylece öğretmenlerle bire bir, yakın ilişki içinde oluyorlarmış. 1970’lerin başlarında ‘kümeyle teftiş’e geçildi. Duyardım, 2000’li yıllarda müfettişler bir minibüse doluşup gidiyorlarmış köylere, sınıflara dağılıp birkaç saat sonra da ayrılıyorlarmış, sonra da öğretmenler ayrılıyor tabii. Hoş, şimdi ‘maarif müfettişi’ sınıfa bile giremiyor. Bu yönetim denetlenmeyi sevmez.



     1982’de Necatibey Yükseköğretmen Okulu’yla başlayan öğretmen yetiştirme süreci var. Bu süreç, Uludağ Üniversitesi ve Pamukkale Üniversitesi’yle sürüyor. İlkokul öğretmenliğiyle başlayan çalışma yaşamınız uzun yıllar fakültede öğretmen yetiştirme ile tamamlanıyor. Şimdi bizim için üç karşılaştırma yapabilir misiniz?

a.      O yılların ilkokul öğretmenliği ile şimdinin sınıf öğretmenliği

b.      Sınıf içindeki öğretmenlik ile bu öğretmeni yetiştiren eğitim fakültesi öğretmenliği

c.       1970’li yıllardaki öğretmen yetiştirme ile şimdiki öğretmen yetiştirme sistemi

     Köy Enstitüsü çıkışlılar köyün önderiydi. Bizim kuşak köyün öğretmeni oldu. Köy çocuğu köy çocuğunu okutuyordu. Şimdikiler sadece bir sınıfın öğretmeni.  Öğretmenlik teknisyenliğe indirgendi, çevreden bağı koparıldı.

     Öğretmen okulları yatılıydı, öğrencilerle öğretmenler gece gündüz birlikteydi, etkileşim içindeydi.  ‘Öğretmen Marşı’nı coşkuyla söylerdik: Candan açtık cehle karşı bir savaş… Böyle idealist yetiştirildik. Şimdiyse bu ideal verilemiyor. Daha da kötüsü mezun olunca atanacağından kuşkulu öğretmen adayını güdülemek çok zor. Atanmayan yüz binlerce öğretmen adayı var, bu yüzden canına kıyanlar var. Atananlar mutlu mu sanki, sözleşmeli, daha da kötüsü ücretli çalıştırılıyor çoğu, güvencesiz. 1980’lerde hiçbir şey olamazsam bari öğretmen olayım deniyordu, şimdi o bile denemiyor. Mutsuz öğretmen mutlu öğrenci yetiştiremez. 1930’ların, 1940’ların saygın mesleği azımsanıyor, küçümseniyor bugün. Şimdiki yönetimin bilimsel, akılcı eğitim verilsin, çocuklar 21. yüzyıl becerilerini kazansınlar, eleştirel düşüne gücü geliştirsinler, yaratıcı olsunlar diye bir düşüncesi, çabası yok. Tersine, cahil kalsın da beyninden, yoksul kalsın da midesinden kendime bağlayayım, bunu istiyor.

     Türkiye’nin de imzaladığı, ILO ile UNESCO’nun ortaklaşa hazırladığı ‘Öğretmenlerin Statüsü Tavsiyesi’ (5 Ekim 1966) savsaklanıyor, uygulanmıyor.

     YÖK kurulup öğretmen yetiştiren kurumlar üniversiteye bağlanınca yılların öğretmen yetiştirme birikimi yok edildi. Öğretmen olmayan öğretmen yetiştirdi, ilkokulla ilişkisi sadece ilkokul öğrenciliği olanlar ilkokul öğretmeni yetiştirdi. Şu var tabii, şimdikiler öğretim açısından daha iyi yetişiyorlar. Öğretmen okullarında özel öğretime ilişkin tek ders vardı, şimdiyse her dersin özel öğretimi var.           



     Kitaplarınıza ancak gelebildik Recep öğretmenim. İçerikleri çocuk ve öğretmene dönük sekiz kitabınız var. Dergimizde yayımlanan yazılarınıza gelen okur görüşleri de esprili, sıcak ve etkili bir üslubunuzun olduğunu söylüyor. Biraz da yazma serüveninizi anlatır mısınız? Tabii ‘masa üstü’ndeki son klasörleri de… Kimler ve neden okumalı bu kitapları?

     Kendine özgü biçem oluşturmak kolay olmuyor. Çok okuyacaksın, çok yazacaksın. Yazacaksın, beğenmeyip yırtıp atacaksın. Bir tümceyi gene gene değiştirdiğim çok olur. Hangi sözcük daha uygundur, bunu çok düşünürüm. Okur tat alır mı, iletimi tam ve doğru anlar mı, alımlar mı, buna çok dikkat ederim. Karşıdan okurum, başkasının gözüyle, gönlüyle… İlkin elle yazarım, birkaç karalamadan sonra olgunlaşmaya başlar yazı. Dinlendiririm, demlenmesini beklerim bir süre, yeniden çalışırım üzerinde.  Yalın, anlaşılır, konuşur gibi yazmaya özen gösteririm. Kitabımın, yazımın kolay okunmasını, eğlenceli olmasını isterim. Bunun için uygun düşen, anlamı zenginleştiren fıkraları, örnekleri, ilginç öykücükleri serpiştiririm. Carlyle’ın sözünü severim: Bir kitap yürekten gelmişse başka yüreklere ulaşabilir.

     İlk kitabım 1999’da yayımlandı, mesleğimin 34. yılında. Geç mi kaldım, hayır. Bir genç ünlü bir yazara roman denemesini sunmuş, okuyup eleştirmesini istemiş. Sonraki buluşmalarında yazar, delikanlı dol, dol ki taşasın demiş. Öyledir, bolca okuyup yazıp, beyni besleyip doldurarak sıra taşmaya gelince yazılır. 2005’ten önce ders kitaplarım çok satılıyordu, üniversitelerde okutuluyordu. 2005’te izlenceleri değiştirdiler. Ben kitaplarımı bu izlencelere göre yeniden düzenlemedim, dolayısıyla satışlar azaldı. İlkokum-yazma öğretiminin yöntemini değiştirdiler, bu benim savunacağım bir yöntem değil. Ben gelen ağam, giden paşam demem, yanardöner değilim. Son baskısının önsözünde Pir Sultan Abdal gibi dönen dönsün ben dönmezem yolumdan dedim. Bu bir katılık değil, bilimden yana ilkeliliktir.



     Recep öğretmenim sizi yorduk. Ama size dair eksik bir şey de kalmasın. Bir gününüzün kronolojisiyle bitirelim söyleşiyi. Nasıl geçiyor bir gününüz?



     Yaşı ilerlemiş bir yazara, çok çalışıyorsun, yavaşla, dinlen, demişler. O da, koşu yarışlarını izler misiniz diye sormuş ve eklemiş, koşucular bitiş çizgisine yaklaştıkça hızlarını artırırlar. Demokritos da, yaşlanıyorum ama öğreniyorum dermiş. Türkiye’de bile günde yüz elli kitap basılıyormuş, hangi birine yetişeceksin… Kitaplığımda beni de oku diye sırasını bekleyen kitaplar var. Alanıma ilişkin kitaplar bir yana, romanı, öyküyü, şiiri de savsaklamak istemiyorum. Dahası dergiler, gazeteler var. Günlerim okumakla, yazmakla geçiyor, ama daha çok okumakla.

    Kitaplarımı yeni baskıları için hazırlıyorum. Bir kitabın yeni baskısını hazırlamak kolay iş değil. Güncellenecek, eskiyen bilgiler çıkarılacak, yeni bilgiler, yeni araştırma bulguları eklenecek. Bunlar üst üste yığılmayacak tabii, metinlerin içinde yedirilecek. Saint Exupery’nin dediği gibi, kusursuzluğa, eklenecek bir şey kalmayınca değil, çıkarılacak bir şey kalmayınca ulaşılır.

     Bugünlerde daha çok yazı yazıyorum. Bursa’daki - üyesi olduğum - Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin çıkardığı Çağdaş Bakış dergisine sürekli yazıyorum, biliyorsunuz Öğretmen Dünyası dergisi için yazıyorum, arada bir de Cumhuriyet gazetesine yazıyorum. 

    Evcimenim ben, dışarda birkaç saatten sonra sıkılmaya başlarım, evimi özlerim.



     Öğretmen Dünyası Yayın Kurulu adına çok teşekkür ederim öğretmenim.



     Asıl ben teşekkür ederim, beni onurlandırdınız. Öğretmen Dünyası’nın ilk sayısından bu yana sürdürümcüsüyüm. Dergimiz beni eğitti, o benim vazgeçilmez bilgi kaynağım. Derginin yayımlanmasında emeği geçenlere çok saygı duyuyorum, özveriyle, gönüllüce, özel yaşamlarından ödün vererek çalışıyorlar, çaba gösteriyorlar.



(*) Bu söyleşi Öğretmen Dünyası dergisinde (Mayıs 2019 Sayı: 473) yayımlanmıştır. (39-42)