30 Aralık 2016 Cuma

ÇOCUK İNSANDIR


                                         ÇOCUK İNSANDIR  (*)

                                                                                      

                                                                               Recep Nas

                                                                          recepnas@uludag.edu.tr

                                                                                     





       Saygı ve sevgi, sağlıklı insan ilişkilerinin temelini oluşturan, sağlamlaştıran iki büyülü sözcük… Ana-baba-çocuk ilişkilerinde de böyle, amir-memur, öğretmen-öğrenci ilişkilerinde de, tüm insan ilişkilerinde de böyle. Yalnız insan ilişkilerinde mi? Değil elbet, bütün insanlarla öbür canlıların ilişkilerinde de söz konusu bu. İnsan-ağaç, insan-çiçek, insan-hayvan ilişkilerinde de geçerli, gerekli saygı ve sevgi.

        Öyle de,’ötekilerle’ ilişkilerimizde saygı mı ağır basıyor, sevgi mi? Sevdiğimiz bir insana saygılı da olabiliyor muyuz? İşte bu tartışma götürür bir olgu.

        Çocuk sevgisi açısından bakarsak soruna,’Çocuk sevgisi’ neredeyse kalıplaşmış bir söz, içeriği boşaltılıp söylenir olmuş, tuzak da burada başlıyor işte. Dilimize dolamışız, ’çocuk sevgisi’ diyoruz hep. Çocuğa saygıysa, dilimize de, davranışlarımıza da yansımış değil pek. Bu durum, sevgi nasıl olsa saygıyı da içeriyordur diye düşündüğümüzden mi; yoğun, içten, sıcak bir sevginin saygıyı aratmayacağını sandığımızdan mı; yoksa saygıyı dışlayıp  ‘saygı-sevgi’ sözcüklerini yan yana ‘araç-gereç’ der gibi öylesine, laf olsun diye kullandığımızdan mı kaynaklanıyor?

        İşin bir başka boyutu da şu: Saygıdan, saygının gerekliliğinden söz etsek bile, onu büyükler için düşünüyoruz, büyüklerin hak ettiği bir kavram olarak algılıyoruz gibi geliyor bana. Atasözümüz var ya, “Su küçüğün söz büyüğün”. “Sus küçüğün, söz büyüğün” de deniliyor. Küçüklere saygı duyulmaz. Küçükler korunur, sevilir, saygı büyükler içindir. Yıllar önce bir öğretim görevlisi arkadaşım bana şöyle demişti,

     “Öğrencilerimin kutlamalarına yanıt verebilmem için ayrı bir kartvizit bastırmam gerekecek.”

Bu ne demek şimdi? Bastırdığı kartvizitlerde son söz “Saygılarımı sunarım”dı. Ama öğretmen öğrenciye saygı duymaz ki, sevgi besler. Anlayış bu…

       Oysa saygısız sevgi, saygıyla beslenmeyen sevgi tek başına yeterli değildir.’Salt sevgi’ zamanla nefrete bile dönüşebilir kolayca. Çokça tanık olunur, rastlanır; iki genç birbirlerini ‘deli gibi’ severler, sonra evlenirler, ama ‘üç gün’ sonra aralarında çatışmalar, sürtüşmeler, kavgalar başlayıverir. Çünkü birbirlerini olduğu gibi kabullenmezler, birbirlerini kendilerinin ‘mal’ı gibi görmeye başlarlar, birbirlerinin ‘özel alan’larına saldırırlar. Bunları da sevdikleri için, sevgi uğruna yaptıklarını düşünürler. Çünkü aralarında olmayan bir şey vardır: saygı…

       Şu sahneler yaşanabiliyor: Karısını öldürmüş kişiye sorar yargıç,

        “Karını neden öldürdün?”

        Yanıt:

         “ Çok seviyordum efendim.”

        Bu nasıl sevgi ah, bu nasıl sevmek…

        Bu örneği abartılı buluyorsanız, sorayım: Neden bebeklerin önlüklerinde “Beni öpme” diye yazıyor? Kim akıl etmişse müthiş bir buluş bu. Bebek konuşamadığına göre önlüğündeki bu yazıyla şu iletiyi iletiyor: Beni seviyorsun, anladım. Sevgini göstermek için de şimdi beni, öksürüyor musun, hapşırıyor musun, nezle misin, bunu düşünmeden, benim isteyip istemediğimi de aklının ucundan geçirmeden şapur şupur öpeceksin. Dur, ilkin bana saygı duy ve öpme…

        Ayı yavrusunu severken öldürürmüş, tabak (sepici) da sevdiği deriyi yerden yere çalarmış, bunlar atalarımızın sözleri.

        Bakın, şu sözlerin söylendiğine tanık olmuşsunuzdur, belki size de söylenmiştir.

        “Çocuk mu kandırıyorsun, karşında çocuk mu var senin?”

         Demek ki çocuk kandırılabilir.

         “Bana çocuk muamelesi yapma!”

         Demek ki çocuğa her türlü kötü ‘muamele’ yapılabilir.

         “Beni çocukmuşum gibi azarlama”

          Demek ki çocuk azarlanabilir.

         “Öyle sinirlendim ki, çocuk olsa iki tokat vuruverecektim”

          Demek ki çocuk dövülebilir.

          Bu bakışın, yaklaşımın neresinde çocuğa saygı? Saygı yok.

          Erdal Atabek şöyle diyor:”Küçük bir çocuğa saygı duymak, onu ciddiye almaktır. Küçük bir çocuğa saygı duymak, onun kendi kişiliği olduğunu kabul etmektir. Ama bir bebeği-elbette sevdiğimiz için –kucaklıyoruz, kollarımızın arasında sıkıyoruz, canını yemek istiyoruz, öpücüklere boğuyoruz. Buna birimiz bırakıyor, ötekimiz başlıyor. Böylece onu ne çok sevdiğimizi anlatıyoruz. Ama bu arada bebeğe saygısızlık ediyoruz. Onun bunu isteyip istemediğini düşünmüyoruz. İşte bu saygısızlıktır.”**

        Bir de Bekir Yıldız’ı dinleyelim: “Sevgiden başlayarak sevgiyi bulamazsınız, bulmuş olsanız bile koruyamazsınız. Çünkü gerçek sevgi, karşılıklı güven ve saygı oluşmadan yaratılamaz. Sevginin yarattığı saygı gelip geçicidir, ama saygı ve güvenin yarattığı sevgi kalıcıdır.”

           Şimdi düşünelim, biz çocuklarımıza saygı duyuyor muyuz, yoksa sadece seviyor muyuz? Kendinize sorun:

·         Çocuğumla konuşurken eğilip göz hizasına geliyor muyum?

·         Öpmek için izin istiyor muyum?

·         Odasına, kapıyı çalıp izin isteyerek mi giriyorum?

           Bir şey daha, Yaşar Kemal’in deyişiyle, çocuk insandır. Arada ‘da’ yok. Çocuk da insandır, denmez. Denirse daha baştan çocuğa saygısızlık edilmiş olur.



(*) Bu yazı Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin ÇAĞDAŞ BAKIŞ dergisinde (Aralık 2016 Sayı: 21) yayımlanmıştır

 ** Atabek, Erdal(1994) Çocuklar, Büyükler ve Tavşanlar İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi

GÜNAYDIN ÇOCUKLAR VE HOŞÇA KALIN

ÖYKÜ



             

                GÜNAYDIN ÇOCUKLAR VE HOŞÇA KALIN  (*)





                                                                                                      Recep Nas





     Yatağındaydı, üşüyordu. Yüreğinden göğsüne doğru bir ağrı saplanıyordu ikide bir. Yeni değil bu ağrı, tanıdık, bildik. Epey geç yatmıştı. Bahar gecikti bu yıl. Çok severdi baharı, her ilkbaharda gençleşir, yenilenirdi. Baharın ılık rüzgârı, yaşama sevincini ta içine, iliklerine kadar üfürürdü. Öğretmen okulunda ezberlediği şiirlerden belleğinde iz bırakanlar, baharla ilgili olanlardı. Esti nesim-i nevbahar, açıldı güller subh-dem/Açsın bizim de gönlümüz saki medet, sun cam-ı cem. Kimindi, düşündü, çıkaramadı. Ya Tevfik Fikret’in şiiri, Bahar olsun da seyredin/Nasıl süsler bayırları/Zümrüt gibi çayırları… Bu kadarını anımsayabildi. Bu da yetiyordu ona, Baharı güzelliğini, tazeliğini içinde yeşertmek için. Ama gelmiyordu işte bahar, gecikmişti. “Bahar gelmeyecek mi, bahar gelmeyecek mi?” demiş bir şair, “Vay, sen neyi bekliyorsun bakalım?” diye içeri atmışlar adamcağızı. Özlemişti gökyüzünü, yıldızları. Neyse bu akşam açıktı hava, bulutsuzdu. Yıldızlar serpilmişti gökyüzüne, uyumlu, şirin, kıpır kıpır. Hava soğuktu ya, olsun.  Yıldızları seyretmeliydi, balkona çıktı. Üç yıldızı vardı onun, çocukluğundan bu yana. Önce o üçü görünür, göz kırparlardı ona. Köyde çocukken bostan beklediği günlerde, ağabeyi, bu üç yıldızı görünce bostan ayrılıp köye, eve gidebileceğini söylemişti. O günden sonra Güneş batınca hep o üç yıldızın çıkışını, görünmesini, kendisine göz kırpmasını bekler; onları görünce de başı göğe dönük, gözleri yıldızlarında, onlarla konuşa konuşa yola koyulurdu. Herkesin bir yıldızı varmış, onun üç yıldızı vardı işte. Yıldızların ışıltılı çekiciliğine dayanamadı, uzun süre kaldı balkonda. Dalmış gitmişti, üşüdüğünü epey sonra ayrımsadı. Oldum olası severdi gökyüzünü seyretmeyi, dalıp dalıp uzayın boşluklarında dolaşmayı. Hele ay varsa, hele dolunaysa, dolup dolup taşardı yüreği, bakar kalırdı saatlerce, her gece, unuturdu kendini. Çocukluğunda da öyleydi, gençliğinde de, şimdi de. Köyde doğmuş, köyde büyümüş, köylerde öğretmenlik yapmıştı. Köy demek, en önce yıldızlı gökyüzü demekti onun için. Gençliğinde, geceleri buluştuysa arkadaşlarıyla, gidiyorlarsa istasyona, dere boyuna, o, arkadaşları gibi Ay’a arkasını dönüp yürümezdi, geri geri yürür, yürürken yine seyrederdi Ay’ı. Arkadaşları gülüyorlardı, gülsünlerdi, öylesine bir tutkundu o işte.

     Yatağındaydı, üşüyordu. Göğsünde bir ağrı, dayanılmaz, bir bıçak gibi saplanan… Yalnızdı, emekli olmuştu. Aklının ucundan geçmiyordu emekli olmak, düşünmemişti, hazırlıksızdı. Seviyordu öğretmenliği, öğrencilerini. Ama şimdi emekliydi işte, bunu sindiremiyordu içine. Emekliyim, demekte bile zorlanıyordu. Düne kadar öylesine yabancıydı ona emeklilik, uzaktaydı. Alıştıra alıştıra olmamıştı, isteyerek olmamıştı. Ama olmuştu işte, istemeye istemeye.

     Uyusa şimdi, mışıl mışıl uyusa… Düşünde gökyüzünde dolaşsa, yıldızlarına kavuşsa, ama şimdi göğsünde bir ağrı, yüreğinden gelen. Zaman zaman yollardı ya, böylesi ilk kez oluyor. Sol kolu da ağrıyor, yüreği sıkışıyordu. Yıldızlar mı düştü odaya, yıldızlardan bir yorgan mı bu, ağır. Kimi aydınlık, kimi kapkara. Öğrencilerim mi orda, ötede, uzakta birer yıldız gibi sıcak gülümseyişleriyle, yüreğime akan yıldızlar… Yüreğimde sancı, acı. Öğrencileri, çiçek kokan, hepsi yıldız mı şimdi, akan, gezen, aydınlatan. Ya bu ağrı ne, neden? Yoksa sevgisiz mi kaldı, unutuldu mu? Bitti mi gökyüzü, sonu mu burası, karanlık… Geri dönmeliyim, yıldızlarıma, aydınlığa. Bu Hayriye olmalı, bu Servet, bu Nilüfer… Üç yıl okutmuştu onları, yüreklerine sevgi damıtarak, sevecenlikle. Minicikken, birdeyken, teneffüs olunca her biri bir parmağından tutardı, kimisi omzuna, kimisi kollarına dokunurdu. Dokunmak, sevginin en dolaysız, en yalın anlatımı değil miydi? Üç yıl sonra başka bir köye atandı, gitti. Sonrası pişmanlık, hüzün… Daha fazla sabredemedi, dayanamadı, Cumhuriyet Bayramı tatilinde döndü geldi. Hayriye gördü onu uzaktan ilkin. Bir koştu, öylesine koştu düşe kalka. Geldi, sarıldı. Başını göğsüne dayadı, ağladı ağladı. Göğsü ıslandı. Göğsü ağrıyor şimdi. Göğsünden giriyor, yüreğine vuruyor, dolanıyor ağrı. Yıldızlar uzak mı, yoksa yorgan mı oldular üstünde?

     Oğlu üniversiteye başladı bu yıl. Tek varlığı, tek dayanağı. Yüzlerce çocuk okutmuştu o, şimdi oğlunu okutacaktı. Ayda nerden baksan on beş milyon gerekiyordu. Aylığıysa, ücreti, şusu busu yirmi üç milyon. Oğlunun harçlığı, harcı derken yetiremiyordu. Köydeyken doğmuştu oğlu, yıldızlı bir gecede. Ebe, “Hastaneye, çabuk!” demişti gözleri korku dolu. Şimdiki gibi vızır vızır minibüs yoktu köylerde, köyde topu topu üç traktör vardı. Hastaneye yetişilmişti ama, bu yetmemişti, öldü karısı. Bir can geldi, bir can gitti. Okutacaktı oğlunu ya, nasıl? Çekine çekine borç istedi eşten dosttan, aldığı yanıtlar birbirinin aynısıydı. Faize yatırılmıştı para, günü dolun, o zaman. Üniversite harçları, enflasyon hızını da aşarak beş yılda doksan kat artmış. Anlayamıyordu, kendisi yatılı okumuştu devlet okutmuştu onu. Devlet, değil ondan harç istemek, yediriyor, içiriyor, yatırıyor, giydiriyor, cebine de harçlık koyuyordu. Ne olmuştu, ne değişmişti, devlet, baba değil miydi artık?

     Göğsünde bir ağırlık, ağrıtan. Güneşten bir bıçak, yüreğine girip çıkan. Emekli miydi şimdi, ama istememişti bunu. Ama çocukları özlüyordu, yıldızları özlüyordu. Bir karanlık boşluğa düşerken, yıldızlar akıyor tersine. Günaydın çocuklar… Parıldıyor gözleriniz, kamaştırıyorsunuz gözlerimi. Yıldızlar uçuşuyor, düşüyor muyum ben? Yok, bir şeyim yok, özledim sizi. Kayan bir yıldız mı göğsüme saplanan. Yok bir şeyim, iyiyim. Günaydın çocuklar…

     Direndi uzun bir süre, emekli olmak istemedi. Öğretmenler odasında şimdilerde konuşulan hep para para para… Dönüp dolaşıp parayla başlıyor konuşmalar, parayla bitiyor. Faiz, repo, hazine bonosu… Şu banka şunu veriyormuş, yok bu banka bunu veriyormuş. Okulundan bir öğretmen emekli olmuştu, şu kadar emekli ikramiyesi almışmış, şu kadar da emekli aylığı alacakmış…

     “Hocam kaçıncı yılın senin?”

     “Otuz”

     “Emekli olmayı düşünmüyor musun?”

     “Yok, hayır. Seviyorum mesleğimi, öğrencilerimi…”

     “Aman be hocam, sevecek nesi kaldı bu mesleğin, Alla’sen…”

     “Çalışmak varken yan gelip yatayım mı?”

     “Bak oğlun üniversitede, yetiremiyorum diyorsun.”

     “Öyle, ama…”

     “Aması maması yok bu işin, bak, hesap ortada. Sen ne alıyorsun şimdi, aylığıydı, ücretiydi, yirmi üç milyon. Emekli olunca ne alacaksın, on dokuz milyon, değer mi dört milyon için?” Hocam, değer mi? İkramiyesi de cabası… Yatır faize, oh, bak rahatına… Millet faizle köşe dönüyor.”

     “Para her şey mi?”

     “Hocam sen de bir başka dinozorsun ha!”

     Sonra her kafadan bir ses çıkmaya başlıyordu.

     “Bizim Ahmet Bey yatırmış ikramiyesini birleşik faize, ayda altmış milyon faiz getiriyormuş.”

     “Vallahi günüm gelsin, bir gün durmam.”

     “Çalışıyorsun da kadir kıymet bilen mi var?”

     “Eğitim bitti arkadaş, öğretmenlik bitti!”

      Ve pes etti sonundu, eli titreye titreye yazdı emeklilik dilekçesini. Günü geldi, bankaya gitti, ikramiyesini alacaktı. Öyle güler yüzle, tatlı dille karşılandı ki, şaşırdı. Buyur ettiler, oturttular. Kahveler, çaylar geldi gitti. Memur anlamadığı, anlamak da istemediği bir sürü şeyler söylüyor, dil döküyordu. Yok A tipi fonmuş, yok B tipi fonmuş, yok faizmiş, hazine bonosuymuş, repoymuş. Bunun getirisi buymuş, şunun getirisi şuymuş. Parası, bankadan çekmezse, üç ay sonra bu kadar, altı ay sonra şu kadar, bir yıl sonra bilmem ne kadar olacakmış. Hele birleşik faiz varmış ki, müthiş! Faiz olarak bildiği, öğrencilerine çözdürdüğü faiz hesaplarıydı. Aklı almıyordu, mantıklı bulmuyordu, dahası insancıl bulmuyordu ya, programda vardı, o da faiz hesapları yaptırıyordu. Faiz problemleri çözdürürken bir gün bir öğrencisi,

     “Öğretmenim”, demişti, “Siz ‘çalışan kazanır’ diyorsunuz, ama para, para kazanıyor, para çalışıyor mu?”

     Gülüşmüştü çocuklar, o da gülmüştü onlarla birlikte.

     Faize yatırdı parasını. Ayda kırk beş milyon faiz alıyordu, çalışmadan. Çalışırken ayda yirmi üç milyon, çalışmazken emekli aylığıyla birlikte ayda altmış dört milyon. İşte bunu hem

çözemiyor, hem de içine sindiremiyordu, ters geliyordu ona. Ağrısı azalır gibi olmuştu, ama yatakta öbür yana dönmek istediğinden mi ne şiddetlendi yine. Hapı vardı, ama kullanmıyordu epeydir, onu bulup kullansa iyi olacaktı. Kalkmaya çalıştı, olmadı, gücünü yitirmişti.

     Emek en yüce değerdir diye bellemişti, öyle biliyordu, öyle de öğretiyordu öğrencilerine. Çalışmadan kazanmak ayıptı, yanlıştı, insanca değildi. İlköğretim Programı’ndaki bir hedefti, en çok önemsediği, öğrencilerine kazandırmak istediği… “Bir kazancın bir emek karşılığı olması gerektiğine inanabilme…” Bir kazanç elde ediliyorsa, bu emek karşılığı olmalıydı. Göz nuruyla, alın teriyle kazanılmalıydı. Çocuklar ne demişti Atatürk: “Türk övün, çalış, güven.” Çalışın, çalışan kazanır. Çalış, kazan. Ne değiştiyse, şimdi “Kazı, kazan” diyorlar. Çalışmak bitti mi?

     Neden karanlık, neden boşluk böyle, yıldızlar düştü mü, ben düşüyor muyum, nerden nereye? Hayriye başımı göğsüme koydun ya, ağladın ya, karıncaydın sen, çalışkandın. Ben de, çocuklarım, çalışkandım, karıncaydım. Karınca, ağustosböceği olur mu hiç, olmaz. Ben şimdi ağustosböceği mi oldum yoksa, hayır hayır, olmam. Ben hep ağustosböceğini yerdim, karıncayı övdüm. Para, faiz, repo… Ama oğlum okuyacak, ayda on beş milyon gerekli, okumak parayla şimdi. Parayı sevmezdim ben, hiç sevmezdim. Para, insanı insanlıktan çıkarıyordu, pisti. Yıldızlar nerde, ya öğrencilerim? Kör bir kuyuda mıyım, karanlık… Üstüme para yağıyor, göğsümün üstüne yığılıyor. Altta kalıyorum, soluksuz…

     Ve dindi göğüs ağrısı, yüreğinde bir yıldız çiçeği açtı. Yıldızlardan kopup gelen öğrencileri çiçeği öptüler, kokladılar.

     Günaydın çocuklar ve hoşça kalın…



(*)     Bu öykü YENİ BİÇEM  (Bursa, Ağustos 1996  Sayı: 40) dergisinde yayımlanmıştır. (26-28)