22 Şubat 2016 Pazartesi

AHLAKİ DEĞERLERİN KAZANDIRILMASI


             AHLAKİ DEĞERLERİN KAZANDIRILMASI (*)







                                                                                     Recep Nas
                                                                 recepnas@uludag.edu.tr





     ‘4-4-4’ten  (Artı koymaya elim varmıyor) sonra daha bir yoğun biçimde ‘Atatürk Türkiyesi’ne saldırıyorlar, Cumhuriyet kazanımlarını bir bir yok ediyorlar. Şimdi de ‘değerler eğitimi’ adı altında çocukların beyinlerini yıkıyorlar, minicik yüreklerine korku salıyorlar.

     Kılavuz kitapçık varmış, 39 sayfa. MEB’le (Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü) Hizmet Vakfı’nın işbirliğiyle hazırlanmış. Bu kitapçığı çalışan öğrencilerimden sordum soruşturdum, ellerine geçmemiş, bilen gören yok. Maarif müfettişlerinden (Sanları böyle olmuş) istedim, onlardan da ses seda çıkmadı, bulsalardı ulaştırırlardı bana. Bilgisunarda aradım, bulamadım, MEB’in sitesinde de yok. Gözümden kaçmış olabilir diye başkalarına da arattım, onlar da bulamadılar. Gizliyorlar mı ne? Zaten ilkin pansiyonlu okullarda başlattıkları ‘değerler eğitimi’ seminerlerini nöbetçi öğretmenlerden gizleyerek yapıyorlarmış, basına böyle yansıdı.

     Böylece bana Ayşegül Kahvecioğlu’nun haberinden (Milliyet, 02.01.2015) yararlanmak kaldı. Aşağıya ‘değerler eğitimi’ kitapçığından örnekler yazılmıştır.

  • “(…) Sağlıklı, dindar, faziletli, ahlaklı nesillerin çoğalmasından hiç kimse endişe etmesin. Mahlukatı yaratan ve besleyen Allahtır.”
         Yani çoğalın, diyor. Muktedir üç çocuk isterken, en az üçe çıkardı ya… Oysa önlem alınmazsa 2100’de dünya nüfusu 16 milyar olacak. Nüfus patlamasının önüne geçilmezse doğal kaynaklar yetmeyecek. Böyle bir dünyada kıtlık, bunun sonucu da açlık savaşları olabilecek. (Cumhuriyet Sokak dergisi, 26.04.2015) Yurdumuza bakalım, TÜİK verilerine göre (2013) yoksulluk sınırı altında yaşayan çocuk sayısı yaklaşık 6 milyon. (Cumhuriyet, 23.04.2015) Bebek ölümleri artarken (TÜİK verilerin göre 2013’te binde 10.8’ken, 2014’te binde 11.1) doğurun, çoğalın deniyor. İşsizlik desen almış başını gidiyor. Atasözü bu, işsize şeytan iş bulur. Ama bu gerçekler, dereye bakınca HES, çocuğa bakınca sadece geleceğin “kinci ve dinci” seçmenini görenlerin, ‘sandıksal demokrasi’yi baştacı edenlerin umurunda mı…  
         Halkı cahil bırak, beyninden sana bağlansın, kolayca kandırırsın. Yoksul bırak, boğazından sana bağlansın. Üstelik ‘fakir babası’ olursun, hayır dualarını alırsın, oylarını da… (Nas, 2012:38)
        Ne yapıp edip ‘din’le ‘ahlak’ sözcüklerini yan yana getirirler, Din Bilgisi olan dersin adını Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi yaptıkları gibi… Çocuğa verilmek istenen ileti şu: Ancak dindar olan ahlaklıdır. Oysa “Ahlak kültürü, din kültürüyle özdeş değildir. Ahlakın ancak din inancıyla olabileceğine ilişkin öğreti sadece dinsel ahlakın ezberletilmesiyle sınırlıdır. Oysa ahlak, din öğretisiyle sınırlı olmayan laik ve bilişsel bir kavramdır.” (Atabek, 2009: 53-54) İşte ezberletilen bir ahlak tanımı: “Ahlak, hulk’un cem’idir. Hulk tabiyyat ve seciye demektir. Buna huy denir. Seciye ve huy denilen şey insanda yerleşmiş bir melektir. O melek sebebiyle nefisten ef’al kolayca çıkar.” (Hasan Pulur’dan akt. Cüceloğlu, 1991: 67)
         Haluk Şahin’in (2003) izlenimleri ilginç : “ Tokyo’da dolaşırken her tarafa bırakılmış bisikletlerin kilitsiz olması dikkatimi çekmişti. New York’ta 10 dakikada çalınacak olan 10 vitesli bisikletler günlerce yol kenarında kalıyor, kimse dokunmuyordu. Oysa Amerikalıların tersine Japonların günah işlemek ve bu yüzden cehennemde yanmak ya da cennete girememek gibi bir kaygıları yoktu. Şu soru orda aklıma takıldı. Sakın bizzat ‘günah’ kavramı bazı insanları ahlaki açıdan daha sorumsuz hale getiriyor olmasın? Sakın işlenen günahın yaptırımının başka bir dünyaya ertelenmesi, bazı kişileri ahlaki konularda daha pervasız hale getirmesin?”
         Doğrudur, Ege Cansen (Sözcü, 14.11.2014) de pekiştiriyor bunu: “Piyasada din diye pazarlanan şeylerin onda dokuzu dürüstlüğü değil, günahların vebalinden kurtulmak için yapılması gereken ve adına ibadet denen merasimi anlatır.” 
         İşte Nihat Hatipoğlu’nun sözleri(ATV, 23.01.2013): “ Allah meleklere diyor ki, kullarımın sevaplarını yazın, ama günahlarını yazmayın. Kullarım tövbe ederlerse silerim günahlarını.”
         Anadolu’dan bir örnek: Ev sahibi kiracısına evini dolaştırırken,
         “Mutfakla banyonun suyu kaçak, el yıkama yeri sayaca bağlı”, diyor.
         “Neden?”
         “ El yıkama yerinde aptes alıyoruz, haram suyla olmaz.”
         Demek ki “Dinsel inanç sahibi olmak insanları otomatikman daha ahlaklı yapmıyor. (…) [L]aik ahlak, bireyler tarafından farklı bir biçimde içselleştirildiğinden daha etkili oluyor.” (Şahin, 2003)
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                             
  • Müminler can zayiatını şehadet, mal zayiatını ise sadaka olarak bilirler.”
         Öyle ya ölmek insanın ‘fıtrat’ında var, Allah verdi, Allah aldı. Kaza olursa ‘takdir-i ilahi’dir, Maden emekçileri ölürse, ölüm zaten o işin ‘fıtrat’ında var, böyle buyurdu muktedir. Ne var bunda, eninde sonunda her fani ölümü tadacak nasıl olsa. Böyle ölürse şehit olur üstelik. Bu dünya geçici, aslolan öbür dünya… Bu dünyada yoksulmuşsun, sürünüyormuşsun, ne önemi var. Ölümlü kaza olmuşsa, neden olmuş, nasıl olmuş, sorumlu kimler, sorma, soruşturma… Böyle inanacak ‘Yeni Türkiye’nin ‘dinci’ ve ‘kinci’ kuşakları.
  • “(…) Gençliğin bir gün bitecek. Her yaptığını gören, işiten ve kaydettiren bir Zat var. Kural tanımaksızın her türlü zevk peşinde koşmak, mutluluk yerine ileride sürekli elem verecek.”
         Yaşamaktan tat almak, yaşama sevinci içinde olmak haram ediliyor gençlere. Bir müftü, gülmek günahtır, dedi zaten. Nâzım Hikmet yıllar öncesinden tanısını koymuş:
          Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim/ Akar suyun/ Meyve çağında ağacın/ Serpilip gelişen hayatın düşmanı
         Nâzım Hikmet’in bir de ‘Çocuklarımıza Nasihat’ı var: Hakkındır yaramazlık/ Dik duvarlara tırman/ yüksek ağaçlara çık/ Usta bir kaptan gibi kullansın elin/ yerde yıldırım gibi giden bisikletini/(…) Sen kendi cennetini/ kara toprağın üstünde kur. (Bezirci, 1975)
  • “(…) İnsanın hastalık ve sıkıntılarla günahları dökülür. Vücudumuzdaki hastalıklar Cenab-ı Hakkın bir hediyesidir.”
    Eğitim düzeyi düşük toplumlar somut düşünce düzeyinde kalırlar, kavramlarla düşünemezler, başka olasılıkları araştıramaz, çözümleme, bireşim yapamazlar. Toplum bu dar ve sığ kültürle eğitilince insanların iç dünyaları ruhsuz bir kurallar bütünü olup çıkar. Bilimi, felsefeyi, dini bu dar çerçevede öğrenen kuşaklar ne uluslararası bilimsel başarı gösterebilirler, ne de özgün dinsel yorumlar yapabilirler. (Onur, 2015) Yaptıkları, 21.yy’da işte böyle bilim dışı akıllara ziyan yorumlar olur ancak.
  • “(…) İnancımız gereği ölüm bir nimettir. (…) [Ö]lüm, dünyanın ezici, boğucu ve sıkıntılı hallerinden bir kurtulma vesilesidir.”
    Ölüm kutsanıyor, ‘canlı bombalar’ böyle yetiştiriliyor işte. Irak’tan Libya’ya, Mısır’dan
    Suriye’ye bir bakın… Müslümanım diyen Müslümanı öldürüyor, mezhep kavgaları almış yürümüş, Allahüekber deyip öldürdüğü insanın yüreğini yiyor bir de. Cennette huriler (sayısı bile verilmiş, 72 tane) vaat edilmiş canlı bombalar kol geziyor. (Nas, 2013) Belli ki katı ahlaki değerler, yargılar şiddeti besliyor. Başka bir deyişle, şiddet, katı ahlaki değerlerin, yargıların dışavurumudur. Özdenetim yok, empati yok. (*)
          Somut işlemler dönemindeki çocuğun beyninde nesnelerin, yaşanmış olayların izleri ilkin bireyseldir, somuttur. Çocuk dünyayı, olayları somut algılarıyla kavrar. Oysa kavram, nesnelerin somut biçimlerinden soyutlanan genel tasarımdır. Demek ki kavramlar, soyutlama ve genellemeyle oluşur. Oysa küçük çocuk duyularıyla, somut düşünür. Somut düşünen çocuğa kavramlarla seslenilemez. Somut düşünen çocuk soyut düşüncenin ürünü olan kavramları anlamlandıramaz, yanlış kullanır. Bir örnek: Kardeşine çiçek koklatan amcasına, çocuk “amca ona çiçek koklatma, o daha çiçek aşısı olmadı” demiştir.
         Yukarda sözü edilen ‘’Değerler Eğitimi Kitapçığı’nda cehennem, günah, ölüm gibi kavramlar var. Yanlış daha burada başlıyor, duyu organlarını kullanarak somut yaşantılar yoluyla yaparak-yaşayarak öğrenen çocuğa böylesi çok soyut kavramlarla seslenilmesi eğitsel değil. Ama bu onların umurunda değil, onların niyetleri,  başınız açık gezerseniz öbür dünyada saçınızın her teli yılan olup sizi sonsuza kadar sokacak deyip minicik yüreklere korku salarak çocukları ‘dinci ve kinci’ yapmak… İşte günümüzden bir örnek: Din Kültürü ve ahlak Bilgisi öğretmeni Züleyha Hıdır derste söylüyor: “Sınıfın bir köşesinde iyi cinler var, bir köşesinde kötü cinler var. Başınız açık gezerseniz koridorda şeytan dolaşır.” (Cumhuriyet, 01.05.2014)
         Cüceloğlu’nun (2000:121)anısı ders verici, anlayana tabii: “Yedi yaşındaydım ve 1,5 ya da 2 km uzaklıktaki dükkândan kolumdaki sepet içinde et, ekmek gibi günlük yiyeceği eve getiriyordum. Nasıl oldu bilmiyorum, kendimi ‘Acaba Allah’ı yaratan var mı?’ diye düşünürken buldum. Beş saniye sonra korkudan titriyor ve ağlıyordum. Çünkü biliyordum ki, şeytan içime girmişti ve beni bu tür sorular sordurarak doğru yoldan caydırıyordu, cehennemde cayır cayır yanacaktım. Sepet takılı olmayan elimle kafamı yumruklamaya başladığımı ve eve gelinceye kadar ağladığımı hatırlıyorum.”
         Okullarda daha neler oluyor, bir bakalım. Aşağıya Ekşi’nin (1990: 257-259) sağaltımını yaptığı korku ve takınakları olan iki kız öğrencinin söylediklerinden kısa alıntılar yazılmıştır:
         D.Ö. 15 yaşında
         “Din hocamız ateşle barut nasıl bir arada olmazsa kızla erkek de bir arada olmaz diyor. (…) Bize erkeklerle konuşmayıp onların gözlerinin içine bakmayın, önünüze bakın diyor, başınızı bağlayın diyor. Eğer anneniz babanız imam nikahı ile evli değilse siz gayri meşru sayılırsınız din indinde, onları doğru yola getirmek sizin görevinizdir. (…) Ben bunların hiçbirini yapamadım. Anneme söylüyorum, annem, kızım senin hiç aklın yok mu, öyle saçma laflara inanma sen diyor. Ben yıllardır erkeklerin arasında namusumla çalışıyorum, kimseden bir kötülük görmedim bugüne kadar(…).”
    Ö.G. 15 yaşında
         “(…) [N]efsime hâkim olamamaktan korkuyorum. Onun için hep kendimi zorluyorum, yapmak istediğimin, yemek istediğimin hep tersini yaparsam nefsime hâkim olurmuşum gibime geliyor. Bazen çok karıştırıyorum, o zaman dua ediyorum, bana güç vermesi için Tanrının … (…) Uykumda bile hep iradem var mı yok mu, Allah beni cezalandırır mı, sanki onları düşünüyorum, bakıyorum sabah olmuş, sanki hiç uyumamış gibi oluyorum. Belki bir uyku ilacı verirsiniz diye beni size getirdiler.”
         Çocukları bunalıma sokmaya, acı çektirmeye, ağlatmaya kimsenin hakkı yok, devletin de… Çekin çocukların üzerinden ellerinizi, ‘devlet dersi’nde(**) öldürmeyin çocukları… Bırakın çocuklar çocukluklarını yaşasınlar, soran, sorgulayan, eleştiren düşünen bireyler olsunlar, onlar doğru yollarını bulurlar. Laik devlet, dini olmayan devlettir. Türkiye Cumhuriyeti, İslam devleti değil, ama ateist de değil, laik bir devlettir. Laik devlet dine karşı değil elbette, ama yurttaşlarını daha dindar, hele hele ‘dinci ve kinci’ yapma görevi de yok. Dini olmayan devlet, okullarında din dersi vermez. Arthur Schopenhauer’ın sözü bu: Dünya on beş yaşından küçük çocuklara din dersi vermeyecek kadar dürüst olursa, belki o zaman ona umut besleyebiliriz.”
         Ahlaki değerler ağırlıklı olarak duyuşsal alana ilişkindir. Duyuşsal alan ilgi, tutum, kişilik, özgüven, özdenetim, değer yargıları gibi özelikleri (Herhangi bir durumu gösterebilme yeteneği) içerir. Bu özelikler yaşamın her alanında kişinin geçirdiği yaşantıların ürünüdür. Demek ki bu özelikler yalnızca belli bir dersle, seminerle, belli bir zaman diliminde kazanılamaz, nutuk atarak laf kalabalığıyla kazandırılamaz. Ahlaki değerler duyumsanır, solunur. Çocuk sözden değil, büyüklerin davranışlarından, tutumlarından etkilenir. En iyi öğretme yolu iyi örnek olmaktır zaten. Öğrenme, çevreden alınan değerlerin bileşimidir. Çevresindeki insanlar dürüstse, ahlaklıysa çocuk da zamanı gelince onlar gibi olur.(Neill, 1978: 226) Boşuna dememiş Ziya Paşa, aynası iştir kişinin lafa bakılmaz. Ama bunlar bizim atasözümüz: Ele verir talkını, kendi yutar salkımı ya da hocanın dediğini yap, yaptığını yapma…
         İnsan hiçbir korku taşımadan, hiçbir şeyden, Tanrıdan bile korkmadan doğru olanı yaparsa ahlaklıdır, uygardır. Çünkü “Ahlak (…) körü körüne korkuyla, ödül alma arzusuyla yaşandığında sığlaşır. (…) Bir başkası için ahlaklı olunmaz, bu başkası kim olursa olsun… Dışımızdaki bir kaynağa, bir buyruğa göre ahlaklı olunmaz.” (İnam, 2007) İnsanlar sadece cezalandırılmaktan korktukları ya da ödüllendirileceklerini umdukları için iyi kalplilerse, vah vah, acınacak durumdayız, diyor Einstein. “Ahlak bir bilinç ürünüdür, korkuyla sağlanamaz, baskıyla oluşturulamaz, bir ödül-ceza sistemine dayandırılamaz.” (Atabek, 2009: 52)
         İlle de ödülse, Aristophones’in (MÖ: 450-380) yaklaşık 2500 yıl önce söylediği gibi, en iyi ödül insanın içinin rahat olmasıdır. İnsan bu iç ödüle, cezalandırılmayı bile göze alıp vicdanının sesini dinleyerek ulaşabilir. İşte bizim Yunus, Yunus Emre dış ödül istemiyor, “Uçmaktan (cennet) umusu yok/Tamudan (cehennem) korkusu yok” zaten. (Eyuboğlu, 1981: 49) “Cennet cennet dedikleri/Birkaç köşkle birkaç huri/İsteyene ver anları/Bana seni gerek seni” (Yesirgil, 1963: 34)
         Yapılacak olan, çocuğa özdenetim yetisi kazandırmak, onun iç disiplinli olmasını sağlamaktır. Otoriteyle özgürlüğün dengelendiği bir disiplin uygulaması, zaman içinde çocuğa öyle bir alışkanlık kazandırır ki, çocuk kendi kendini yönetmesi, denetlemesi için gerekli iç disiplini kazanmış olur. Böylece doğru olanı-ayıplanmaktan, günaha girmekten, yakalanmaktan korktuğu için değil- kendi iç disiplininden ötürü yapar.
         Ahlakın kökleri empatide yatar. Kişinin empati düzeyi ahlaksal yargılarını biçimlendirir (Goleman, 1998: 137-138) Demek ki bir de çocuklara empati yetisi kazandırmak gerekir. Empati ahlaksal gelişimin göstergesidir. Öyle ki empati becerisi yüksek çocuklar daha çok yardımsever, daha az saldırgan oluyorlar, ahlaksal yargılarıysa üst düzeyde… (Van der Mark vd. Akt. Çubukçu ve Girmen, 2009: 17)
         Çocuklar bilimi sevsinler, bilimsel düşünceli olsunlar. Bir de sanat var elbette, insanın duygularını eğiten, zevklerini incelten, ruhunu soylulaştıran, insanı insanlaştıran sanat… (Nas, 2015) Beethoven’in on yaşındaki bir kız çocuğuna yazdığı mektuptan bir tümce: “Bilim ve sanat yap. Yalnız onlar insanı Tanrı katına yüceltir.” (Nas, 2015: 222) Nurullah Ataç’a (1968: 141-142) kulak verelim: “Bir toplumda ahlakın ilerlemesini, düzelmesini istiyor musunuz, o toplumda edebiyat, sanat merakını uyandırmaya, geliştirmeye çalışın. Çocuklara, gençlere şiirler, hikâyeler, romanlar okutturun, onları tiyatrolara, sinemalara gönderin (…)”.
         Dahası, spor… Ama çocuğun sadece seyredeceği değil, yapacağı spor…
        
          ‘Değerler Eğitimi’ adı altında çocukların beyinlerini tutsak etmeye, köreltmeye çalışanlar gene de çocukların sorularından kaçamayacaklar, sormak çocukların ‘fıtrat’ında var, çocuklar sorar, sorgular, Manila’da (Filipinler) ailesince terk edildiğinden bu yana kilisede yaşayan 12 yaşındaki Palomar adlı bir kız çocuğunun, Papa Francisco’ya sorduğu gibi… Soru şu: “Birçok çocuk uyuşturucuya bulaşıyor, seks işçisi olarak çalıştırılıyor. Tanrı neden bizlerin başına bunların gelmesine izin veriyor?”  
    ____________________________________________
    *Şiddetin Anatomisi-4 New Scientist’ten (29.11.2014)derleyen Reyhan Oksay Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji dergisi, 20.03.2015 Sayı:1461
    **Ece Ayhan
         KAYNAKÇA
    Atabek, Erdal(2009)Dürüstlük, Sevgili Çocuğum 4. Baskı İstanbul: Cumhuriyet Kitapları
    Ataç, Nurullah(1968)Sözden Söze-Anarken İstanbul: Varlık Yay.
    Bezirci, Asım(1975)Nâzım Hikmet ve Seçme Şiirleri İstanbul: a Yay.
    Cüceloğlu, Doğan(1991)Yeniden İnsan İnsana İstanbul: Remzi Kitabevi
    _______________(2000)İçimizdeki Çocuk 27.baskı İstanbul: Remzi Kitabevi
    Çubukçu, Zühal-Girmen, Pınar(2009)”İlköğretim Öğrencilerinin Empati Becerisine Sahip Olma Düzeyleri”     
         Ankara: Çağdaş Eğitim dergisi Aralık 2009 Sayı: 370 (15-20)
    Ekşi, Aysel(1990)Çocuk, Genç ve Ana Babalar Ankara: Bilgi Yay.
    Eyuboğlu, Sabahattin(1981)Yunus Emre 6. Baskı İstanbul: Cem Yay.
    Goleman, Daniel(1998) Duygusal Zekâ (Çev. B. Seçkin Yüksel) 2.baskı İstanbul: Varlık Yay.
    İnam, Ahmet(2007) “Ne Ahlaklı, Ne Ahlaksız, Hem Ahlaklı, Hem Ahlaksız” İstanbul: Cumhuriyet
         Bilim- Teknik dergisi 23.11.2007
    Nas, Recep(2012)İnsan Olmak Öğretmen Olmak Bursa: Ezgi Kitabevi
    _________(2013) “Laiklik” Bursa ÇEK Çağdaş Bakış dergisi Aralık 2013 Sayı: 9
    _________(2015)Sağlıklı Öğretmen-Öğrenci İlişkiler (Sınıf Yönetimi) Bursa: Ezgi Kitabevi
    Neill, A. S. (1978) Bir Eğitim Mucizesi: Summerhill (Çev. Güler Dikmen) İstanbul: Hürriyet Yay.
    Onur, Bekir(2015) “Dar Kültürler, Dar Benlikler” İstanbul: Cumhuriyet Bilim-Teknoloji dergisi 20.03.2015
         Sayı: 1461
    Şahin, Haluk(2003)”Dinsel Ahlak, Laik Ahlak” Radikal gazetesi 08.08. 2003

Yesirgil, Nevzat(1963)Yunus Emre 2. Baskı İstanbul: Yeditepe Yay.



(*) Bu yazı Öğretmen Dünyası dergisinde (Haziran 2015 Sayı: 426) yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder