26 Nisan 2019 Cuma

KIRMIZI KURDELE: ÇOCUK HÜZNÜNÜN ACIMASIZ ARACI


                  KIRMIZI KURDELE: ÇOCUK HÜZNÜNÜN ACIMASIZ ARACI  (*)



                                                                                       

                                                                                      Recep Nas

                                                            

     Kim başlattı, ne zaman, nerede başlayıp yaygın bir uygulama durumuna geldi, bilemiyorum. İlkokul birinci sınıf öğrencilerine okumaya yazmaya başladıklarında ödül olarak kırmızı kurdele takılıyor, yıllardır sürüyor bu. İlkokul Programı’nın uygun bulmamasına, ilköğretim müfettişlerinin uyarılarına karşın sürüyor, güncelliğini koruyor. Bu yola başvuran öğretmenlerin iyi niyetlerinden kuşkum yok. Ama anlamsız, gereksiz, eğitsel değeri olmayan bu uygulamanın kurdele takılmayan çocukları nasıl üzdüğünü, kahrettiğini, ağlattığını, okuldan ve öğretmenden soğuttuğunu neden göremiyorlar, fark edemiyorlar, işte bunu anlayamıyorum. Sağ olsunlar, kimi öğretmenler çocuğu amaçlayacaklarına, çocuğu kendi ‘başarılarının’ aracı kılıyorlar.

     İlkokul birinci sınıf öğretimi apayrı bir önem taşıyor. Onun için İlkokul Yönetmeliği (md. 71) birinci sınıfın deneyimli öğretmenlerce okutulmasını öngörüyor. İlkokula başlayan çocuğun olumlu bir ‘okul izlenimi’ edinmesi gerekir. İlerde bunun ortaokulu var, lisesi, belki de üniversitesi var. İlkokul birinci sınıf öğretmeninin yanlış tutumu çocuğun olumsuz bir okul ve öğretmen kavramı edinmesine, başarılı olamayacağı duygusuna kapılmasına neden olabilir. İlk izlenim çok önemlidir. Tanju Gürkan’ın belirttiği gibi “Kalıtımsal ve biyokimyasal etmenler ya da bedensel sakatlıklar gibi durumların dışında bireyin duygusal sorunları çevresi ile etkileşimi sonucu oluşur. Kişinin yaşı ile çevrenin bıraktığı izlerin derinliği ters orantılı olduğundan, çocukluğun ilk dönemlerindeki sarsıntılar kalıcı bir nitelik taşırlar ve etkilerini yaşam boyunca sürdürürler. Davranışa yön veren sinir dizgesi bağlantıları, bir kez oluştuktan sonra temel örüntülerini pek değiştirmezler. Yeni edinilen davranışlar ise bu temel örüntünün çevresinde oluşurlar.” Bu nedenle, çocuğun, okula ilişkin edineceği olumsuz izlenim kolay kolay silinmez benliğinden, belleğinden. Bakınız, bir yüksekokul öğrencisi ne diyor: “İlkokula kayıt olurken o zaman okulun tek öğretmeni olan bir öğretmenden yediğim tokatın bana verdiği duyguyu ortaokul, lise ve yüksekokula kayıt yaptırırken dahi hissettim.”

     Okula yeni başlayan çocuk birtakım korkular, kaygılar taşır. Ürkektir, yalnızdır. Öğretmen adlarını öğrenip her biriyle tek tek ilgilenmeli, konuşmalıdır. Saygı göstermeli, sevmelidir. Çocuğun kurallara kesenkes uymasını istemek, hemen öğretime başlamak doğru değildir. Evden okula geçiş sürecini sarsıntısız olarak atlatmalıdır çocuk.

     Öğrenmenin başlangıcında öğrenciler arasında yetenek, güdülenme, anlama gücü bakımından ayrılıklar vardır. Her çocuğun öğrenme hızı, biçimi, süresi ayrıdır. Çocukların hepsinin aynı uyarıcılarla, aynı sürede öğrenmeleri beklenemez. Özelliğine uygun öğrenme ortamı kurulduğunda olağan her çocuk öğrenir, ama değişik yöntemlerle, değişik sürelerde…

     Öğretmenin birincil görevi çocukları tanımaktır. Eğitim-öğretim çalışmaları, çocukları tanımadan amaçları gerçekleştirmeye yönelik olarak yürütülemez. Bedensel, toplumsal, zihinsel, ruhsal yanlarıyla tanınıp her çocuğa özelliğine göre gelişme ve yetişme olanağı sağlanmalıdır. Çocukların düzeyleri saptanıp bulundukları noktadan öğretime başlanmalıdır. Türkçe dersi bir beceri dersidir. Okuma, karmaşık bir etkinliktir. Beceri, bireysel çalışmalarla kazanılır ancak. Onun için öğretim bireyselleştirilmelidir. Çalışmaları orta düzeye göre yapmak kesinlikle yanlıştır. Kalabalık sınıflarda – hiç değilse – düzey kümeleri oluşturulmalıdır. Düzeyine uygun öğrenme görevi verilerek her çocuğun başarılı olması sağlanmalıdır. Her çocuk başarı tadı tatmalıdır. Başarı, başarının mayasıdır. Başarı, başarının üzerine kurulur, başarısızlığın değil. Kaldı ki başarısızlık karşısında öğretmen çocukları suçlayacağına başarısızlığın nedenlerini öncelikle kendi uygulamalarında, kullandığı yöntemlerde aramalıdır. Böyle yapılmayıp da çocuklar ‘aptal’, ‘kafasız’ diye nitelendirilirse, bunlar adam olmaz diye bir kenara itilirlerse, bu, çağdaş eğitim anlayışıyla bağdaşmaz.

     Kimi öğretmenler gereksiz bir acelecilik gösteriyorlar. Kendileri telaşlanıyorlar, öğrencileri de telaşlandırıyorlar. Çocukları sıkıştırıyorlar, güçlerinin üzerindeki çalışmalara zorluyorlar. Zaman kazanmak istiyorlar, zamanla yarışıyorlar. Birinci sınıf öğretimi yalnızca ilkokuma-yazma öğretimi değildir. Kimi öğretmenler beden eğitimi, müzik, resim-iş derslerinde bile ilkokuma-yazma çalışması yapıyorlar. Çocukların toplumsal, duygusal gelişimi unutuluyor. İlkokul Yönetmeliği (md. 19) “İlkokulda her öğrenciyi kendi yaş grubu içinde ‘bütün olarak’ yetiştirmek esastır” diyor. İlkokuma-yazma öğretiminde başlıca amaç şudur: Doğru, anlayarak, hızlı okuyabilme… Bu amacı gerçekleştirebilecek olan teknik de çözümleme (cümle) tekniğidir. Bu tekniğin uygulanması belirli bir süreyi gerektirir. J. J. Rousseau’nun dediği gibi eğitimde zaman kazanma kaygısı taşımamalıdır öğretmen. Zamanı ayarlamanın önemini yadsımıyorum, gereksiz aceleciliği eleştiriyorum. Elbette öğrenciler yeni bir evreye (örneğin sözcük evresine) hazır oldukları halde geçilmezse ya da hazır olmadıkları halde geçilirse yanlış olur bu. İlkokul-yazma öğretiminde, deyim yerindeyse, yavaş yavaş acele edilmelidir. Emekli bir ilkokul öğretmeni – bu öğretim yılı başında – ilkokula başlayan torununa “Akıllı çocuk 29 Ekimde okuma-yazma öğrenir” demiş. Derken 29 Ekim geliyor geçiyor, kasım, aralık geçiyor, çocuk okuyup yazamıyor. Anneannenin sözünün etkisiyle çocuk da üzülüyor, anne de, tedirgin oluyorlar. Dahası, çocuk korkulu düşler görmeye başlıyor.

     Birey tektir, eşsizdir. Her çocuk kendine özgü bir bireydir, ayrı bir değerdir. Her öğrencisiyle sevgi bağı kurmalıdır öğretmen. Sınıfta bir ya da birkaç ‘gözde öğrenci’ belirleyip öbürlerini dışlaması doğru olmaz. Çocukları karşılaştırmak kesinlikle yanlıştır, bireysel ayrılıklar ilkesine ters düşer bu. Kimi öğretmenler yarıştırarak öğrencilerini güdüleyeceklerini sanıyorlar, ama aldanıyorlar. Sınıfta yapılan sert yarışma ortamı çocukların ruh sağlıklarını bozar, çalışmaya karşı isteksizlik yaratır. Başarısız diye itilen, aşağılanan çocuk arkadaşlarına karşı olumsuz duygular besler, onları küçük düşürmek, başarısız kılmak için kötü yollara barış vurur. Kıskanç ve öfkeli olur, dolayısıyla sınıfta arkadaşlık ilişkileri bozulur. Oysa çocukların yardımlaşmaları, işbirliği yapmaları gerekir. Bu ortamda öğretmenle öğrenci arasındaki ilişki de bozulur, çocuk küser, öğrenme isteği de körelir. Bu bağlamda kurdele de yarıştırmanın bir aracı olmaktadır.

     İleri düzeydeki çocukların başarıları görmezlikten gelinmemelidir kuşkusuz, demek istediğim bu değil. Her çocuğun çabası değerlendirilmelidir. Amaca ulaşmak için çaba gösteren çocuk isteklendirilmelidir, kendisiyle yarıştırılmalıdır.

     Atalay Yörükoğlu’na kulak verelim: “ İyi öğretmen, her şeyden önce, ruh sağlığının, eğitimin ayrılmaz bir parçası olduğunu kavramış kişidir. Bu bakımdan iyi bir öğretmen sınıftaki öğrencilerini kıyasıya bir yarışmaya itmez. Sınıfındaki bir iki öğrenciyi en çalışkan, en beğenilen, ‘gözde öğrenci’ seçip çocukların erişemeyeceği bir örnek olarak ikide bir öne sürmez. Başarısız öğrencilerini de destekler. (…) Öğrencileri birbiriyle açıktan karşılaştırmanın sakıncalı olduğunu bilir. Öğrencisinin başarısızlık nedenleri üzerinde durup düşünür, araştırır ve aile ile işbirliği yapar. Gerekirse ruh hekimi, ruhbilimci ve kılavuz öğretmenlerin yardımını sağlar.”

     İlkokul Programı’nda çocuklara kurdele takılmasının uygun bulunmadığını yazımın başında belirtmiştim. Programda (1979: 364) şöyle deniyor: “Çocukların okul çalışmalarındaki başarılarını yıldız verme, kurdele takma gibi maddi şeylerle ödüllendirmekten kaçınmalıdır. Bunlar çocukları değersiz, üstelik zararlı bir rekabete sevk edecek yapmacık yollardır. İleri çocuklara ödül verilmesi, bunu elde edemeyen sınıfın büyük bir çoğunluğunda eksiklik duygusu, yılgınlık, kıskançlık gibi olumsuz duyguların gelişmesine yol açar. Bu çeşit ödüller, bunları elde eden çocuklara bile gerçek ve sağlıklı bir doygunluk vermez. Aslında çocukların ödül kazanmak için değil, yaptıkları işten zevk aldıkları için çalışmaları, ruh sağlıklarına ve güçlü bir kişilik geliştirmelerine çok daha elverişli bir zemin hazırlar.”

     Çalışma isteği içten gelmeli. Ödüllendirme, ceza gibi yetişkinin isteğini yapmaya zorlama aracıdır, dışdenetimi içerir.  Çocuğun özdenetim yeteneği kazanmasına yardım etmez. Çocuk ödül için değil, öğrenme isteği duyduğu için çalışmalıdır. Nasıl ki yemek yemek için iştah gerekliyse öğrenmek için de iştah, yani istek gereklidir. Çocuğun gereksinmesi kurdele değildir. Çocuk sayılıp sevilmek, beğenilmek, kendine güvenmek, onanmak, sınıfta bir yeri olduğunu hissetmek ister. Öğretmenin sevecen bir dokunuşu, gülümsemesi mutlu eder çocuğu…

     Kimi öğretmenler kurdele takmıyorlar da bir kartona elma ağacı resmi çizip meyvelerine sınıftaki öğrencilerin adlarını yazıyorlar. Bu resmi sınıfın duvarına asıyorlar. Okuyup yazmaya başlayan çocukları simgeleyen elmaları boyuyorlar. Henüz okuma- yazmaya başlamayan çocuklarsa “Benim elmam neden kızarmadı” diye üzülüyorlar. Bu uygulama da kurdele takmak kadar sakıncalıdır, zararlıdır.

     Birkaç arkadaşına takılmasına karşın kendisine öğretmence kırmızı kurdele takılmayan bir çocuk ağlayarak eve geliyor. Annesi de üzülüyor. Evde – kırmızısı olmayınca – bulup buluşturup beyaz bir kurdele takıyor çocuğunun yakasına. Çocuk yakasındaki beyaz kurdelesiyle sevinç içinde fırlıyor sokağa. Neden kırmızı değil de beyaz kurdele taktığını soranlara “Kırmızı kurdele bittiği için öğretmenim bana beyaz kurdele taktı “ diyor. Yalan söylüyor, yalan söylemeyi öğreniyor. Kimi öğretti bu yalanı, tabii ki öğretmen. Buyurun size istenmedik bir davranış…

     Çocuklar ağlamamalı, gülmeli. Onlara gülmek yakışır.





(*) Bu yazı Öğretmen Dünyası dergisinde (Eylül 1986 Sayı: 81) yayımlanmıştır.

Benim Cumhuriyet’im


                                                    Benim Cumhuriyet’im (*)



                                                                                                  Recep Nas

                                                                                      



     İlkokul 5. sınıftaydık, yıl 1956. Talihliydik, köyümüzden tren geçiyordu. Trenden, durduğu sürece gazete satılıyordu. Öğretmenimiz istedi, biz de her gün sırayla gazete alırdık. İlköğretmen okulunda son sınıftayken de birkaç arkadaş ortaklaşa gazete alırdık. Alışmıştım artık, dokuz yıl köy öğretmenliği yaptım, gazetesiz kalmadım. Ordu-Ulubey İlçesi Dikenlice Köyündeyken Ankara’dan sürdürümcü olmuştum, haftada bir postayla gelirdi.

     Ne ki 1966’ya kadar okuduğum başka gazetelerdi. Cumhuriyet gazetesi bana ağır gelir diyordum. Enine boyuna inceleyip de mi böyle bir yargıya ulaştım, çevremdekilerin önyargılarının bana yansıması mıydı bu, kestiremiyorum. Öbür gazeteler doyurmamaya, yavan gelmeye başlayınca sonunda gazeteme kavuştum, bir daha da bırakmadım. Demek ki Cumhuriyet okuru olmak kolay bir iş değilmiş, bunun için belli bir olgunluğa erişmem gerekiyormuş.

     Ama iki kez kısa sürelerle almadım, okumadım. Biri, - ‘12 Mart’ sonra- 1971’de İlhan Selçuk tutuklanmış, Nadir Nadi gazeteden ayrılmış, öbür değerli yazarlar da uzaklaştırılmışlardı. Atatürkçü, laik, Cumhuriyetçi, demokrasiden ve emekten yana olan çizgiden de saptırılınca birçok okur gibi ben de gazetemden-zor gelse de- ayrıldım. 1991-1992’de gene yönetim değişmiş, yazarlar ayrılmıştı, gazetemin içi boşalmıştı. Alamazdım, okunacak bir şey de yoktu zaten. Ayrılmak kolay mı, gazete satıcısına her gidişimde uzaktan, karmaşık duygular içinde bakıyordum, gazetem orda, ama dokunmak bile bana yasak. Yasağı koyan benim. İlhan Selçuk yok, Uğur Mumcu yok, değerli yazarların hiçbiri yok. Alamam, onlara saygısızlık edemem, kendime de…

     Bir gün gene gazeteme uzaktan melül mahzun bakıyordum. O ne, İlhan Selçuk’un fotoğrafını gördüm, apaydınlık yüzünü. Sımsıcak gülümsüyordu bana. Gördüm mü, düşledim mi, inanamadım. Elim titreye titreye gazeteme dokundum, doğruymuş. Aldım, bağrıma bastım, koştum eve. Kolay ağlayamayan ben sevinç gözyaşları dökerek İlhan Selçuk’a uzunca bir telgraf yazıp gönderdim. Posta görevlisi telgrafı siyasal içerikli bulmuş olacak ki imzalamamı istedi.

      1970’li yıllardı,  gazetede fotoğraf az olurdu, kimileyin hiç olmazdı. Köyümdeydim, namazında niyazında olan, ama siyasal İslamcı olmayan, Atatürk’ü de çok seven annem bir gün gazetemi eline aldı, evirdi, çevirdi, şöyle dedi:” Ne güzel gazete bu, bunun üzerinde namaz kılınır.”

      Yılını anımsamıyorum, bir gün büfeden gazetemi alıp belediye otobüsüne bindim, okumaya başladım. Duyuru vardı, meğer o gün zam gelmiş. Ama ben önceki parayı vermiştim, satıcı da uyarmadı beni. Akşam dönünce büfeye gidip farkı ödedim. Ama kafama bir soru takıldı, sordum: “Herkes benim gibi kalan parayı getiriyor mu?” Yanıt beni mutlandırdı, onurlandırdı: “ Cumhuriyet okurları getiriyor.”

     2. sayfanın (Olaylar ve Görüşler) yeniden açılmasına çok sevindim. Bu sayfa Cuma günleri Melih Cevdet Anday’ın, Pazar günleri de Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nundu. Üzerlerine yıldızlar yağmıştır.

     Cumhuriyet gazetesi mezun olunmayan bir üniversitedir. Benim de mezun olmaya hiç niyetim yok.





(*) Bu yazı Cumhuriyet gazetesinde (02 Mart 2019) yayımlanmıştır.

“SOL ELİM, ZAVALLI ELİM”


                                                          “SOL ELİM, ZAVALLI ELİM” (*)





                                                                                                 Recep Nas

                                                                                



     Solaklığa, solak öğrencileri olabileceği için öğretmenlere yönelik yazdığım Metinlerle İlkokuma- Yazma Öğretimi adlı kitabımda, bir de solak çocukları olabileceği için ana-babalara yönelik yazdığım Çocuk İnsandır adlı kitabımda değinmiştim. Aradan bunca yıl geçti, solaklık üzerine yeniden yazabileceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Öyle ya, 21. yüzyılın ilk çeyreğini bitirmek üzereyiz, hâlâ solak çocuğa ana-babanın, öğretmenin sağ elini kullan diye baskı yapacağını düşünemezdim, bu mesele aşıldı artık diyordum. Doğal olanın, sorun edilmeden doğal akışına bırakılacağını umuyordum.

     Gelgelelim, sol elle yemek yemek sakıncalı mı, diye bir soruya Diyanet İşleri Başkanlığının verdiği yanıt (Şubat 2018) gündeme oturuverdi. Yanıt şu: Şeytan sol eliyle yiyip içtiği için ana-babaların çocuklarına sağ eliyle yiyip içmeyi öğretmeleri gerekir. (1)

     Solaklık bir sorun olarak görülüyordu, demek ki yine öyle görülsün isteniyor. Sağ kutsanıyor, sol kötüleniyor. Bu bize özgü de değil. Kimi Çinliler sol ellerinin tırnaklarını uzatıp onunla iş yapmıyorlarmış. Yeni Zelanda yerlileri Maoriler’de de sağ taraf kutsal, yaratıcı, iyi, sol tarafsa dünyasal, rahatsız edici… Sağ hayatın, gücün tarafı, solsa ölümün, zayıflığın… (2)   Sol ele Afrika’da ‘hela eli’ derlermiş. (3)  Bizde de bağnazlardan, taharet için kullanmasam sol elimi keserim diyenler varmış. Böylece sol el pislikle, kirlilikle özdeşleştiriliyor. (2)

     Dahası var, ilk adım sağ ayakla atılır, saç sağa taranır, yatağın sağ yanından kalkılır. Onun için sabahleyin yüzünden düşen bin parça olana “solundan kalkmış” denir. Doğudaki bir ilde arabaya sağ kapıdan binerken, ilkin sağ ayağını atanların nasıl zorluk çektiğini gözlemledim epey.

     Solak çocuklarının sağ elinin bileğine ipe dizilmiş boncuklar takıp “cici elinle ye” dendiği duyulmuştur, bilinir. Mine G. Kırıkkanat anlatıyor: “[B]en küçükken bizim evde bir ‘sol el’ sendromu vardı. Boyum henüz lavabo düzeyine erişirken, elimi yüzümü yıkamamı denetleyen babam: ‘Sol el’ diye uyarırdı, ‘Burnunu sol elinle sümkür!’ Annem ise taharet eğitiminde soldan yana ısrarlıydı.” Kırıkkanat, bu baskıya kendince karşı çıkmak için anasının, babasının olmadığı her yerde inadına sağ elini kullanmış. (4)

     Tiyatro-sinema sanatçısı Sumru Yavrucuk’un da bir anısı var: “(…) Sol elimi kullanıyordum. Öğretmenim zorla sağ elime yerleştirdi kalemi. Çünkü sol elim ’pis elim’di, ev ödevlerimi de bu ‘pis el’le yazdığım anlaşılınca sınıfı bir duvar gibi bölen ‘çalışkanlar sırası’ndan ‘tembeller sırası’na sürgün edildim. Annemin zamanında müdahalesiyle sürgünden kurtuldum, öğretmenden de… (5)

     Solak çocuğun sağ elini kullanmaya zorlanması, kendisini yetersiz, eksik duyumsamasına, dahası kekemeliğe, davranış bozukluklarına, öğrenme güçlüğüne yol açabilir. 

     Solaklık bir sakatlık değil, saç, göz rengi gibi biyolojik bir özellik. Nedeni tam bilinmiyor. Birçok kuram var. Daha yaygın, kabul gören bir kurama göre, beynin sağ yarımküresi, sola göre daha ağır basıp daha fazla gelişirse solaklık oluşuyor. Bunun nedeniyse, beynin kısa bir süre için oksijen alamadığı zor bir doğum sırasında, bu durumdan daha duyarlı olan sol beyin yarımküresinin daha çok etkilenmesi, bunun üzerine sağ beyin yarımküresinin denetimi ele geçirmesi… (6) Bu kurama göre, kutsallaştırılan sağ eli sol beyin yönetiyor, ilginç değil mi? Bir başka kurama göre de, dölüt (fetüs) döneminde beyin gelişirken, testosteronun aşırı salgılanması gibi ortaya çıkan bazı aksaklıklar solaklığa neden oluyor. (6-7)

     Orhan Veli sol elim/acemi elim/zavallı elim dese de bilimciler,  insanları solak, sağlak diye iki kümeye ayırma eğilimine karşı çıkıyorlar, çünkü bu ayrımı yapmak için somut bir ölçünün (standart), deneysel bir tanımın olmadığını belirtiyorlar. İnsanların çoğu (% 70-90) sağ elini kullanıyor, bir kısmı da (% 5-30) sol elini kullanırken, oranı bilinmese de iki elini de aynı beceriyle kullananlar da var. (7)

    Sol ele bu olumuz bakışı siyasetle ilişkilendirip kendilerine pay çıkarmak isteyenler de var. Oysa siyasal sağ-solun bu anlayışla hiç ilgisi yok. Fransız İhtilali’nden sonra (1789) mecliste kralcılar (monarşi yanlıları) sağ yana oturunca, cumhuriyetçiler de sol yana oturuyorlar, sağcılık, solculuk kavramları böyle ortaya çıkıyor.   

      Sol ele bu düşmanlık neden? Çok olanın, yaygın olanın doğru, haklı, az olanın, ayrıksı olanınsa yanlış, haksız sayılması bu.  (2)  İnsanın aklına bir soru takılıyor ister istemez, solaklar çok olsaydı, bu kez de tersi mi yapılırdı?

     Şu da var, solaklık denince akla sol el, ayaktopuyla ilişkili olarak da sol ayak geliyor. Oysa göz, kulak solaklığı da var. (3)

      Dünya sağ elini kullananlardan yana, araçlar onlar için tasarlanmış, makastan tutun da cezveye kadar… Okullarda solaklar için kolçaklı sandalye varsa da çok kez yeterli sayıda değil. Solaklar için araçlar varsa da pahalı, bulmak da kolay değil.

     Dünya Solaklar Günü’nde (13 Ağustos) solakların yazdıklarına bir bakalım, ne duyumsuyorlar, ne düşünüyorlar? (eksisozluk.com)

·         Tüm solaklara sağdan ağızlıklı cezve armağan edilsin.

·         Saça sol elle takıldığında ters durmayan saç tokası istiyorum.

·         Kumandanın üzerindeki tuş dizilimi bile sağlaklara göre…

·         Bana bir gün olsun “İyi insan ol, yalan söyleme, kul hakkı yeme” demeyen dedemin zoru derdi sol elimle yemek yememdi, “günah” derdi.

·         Aaa, sen solak mısın, sorusunu yüz bin kez işitmek…

·         İlkokul 3’e kadar öğretmen tarafından ısrarla sağ elle yazmaya zorlanarak zulme uğradım.

·         (…) 1. Sınıfta öğretmenin kızacağını düşünerek öğretmen baktığında sağ, arkasını döndüğünde sol elimle yazıyordum.

·         13 Ağustos, sanki gözleriyle görmüş gibi, “Sol elle şeytan yer” diyen beyinsizler tarafından yıllar yılı sindirilmeye çalışılan bizlerin günüdür.

     İşin ilginci ‘kibar sofra’larda sol elle yenir, görgü kuralı öyle. Birisi yemeğe çağrılı, kibar insanların buluşacağı bir yemeğe. Yanında bir arkadaşını da götürmek istiyor. Ama onun kurallara uyacağından kuşkulu. Yolda, çatalı sol eline alacaksın, bıçağı sağ eline diye sıkı sıkı tembihliyor, geribildirim de istiyor.

     “Anlamasına anladım ağabey, sol elimde çatal, sağ elimde bıçak… İyi de ağabey iki elim de dolu. Tavuğu hangi elimle yiyeceğim ben?”





1.      Selçuk Erez “Sol Elin Kötülükleri” Cumhuriyet, 08.02.2018

2.      Tayfun Atay “Sol ‘İfrit’se Sağ teferruattır” Cumhuriyet, 05.02.2018

3.      Doğan Çağlar Uyumsuz Çocuklar ve Eğitimi (2. Baskı) AÜEF Yay. 1981

4.      Mine G. Kırıkkanat “Parmak Kaldı!” Cumhuriyet, 27. 05.2018

5.      Cumhuriyet Dergi, 13.09.1992 Sayı: 338

6.      “Bırakın, Çocuğunuz Sol Elini Özgürce Kullansın” ELITE Service, GWEN

YOUNT CARDEN Cumhuriyet, 19.02. 1994

7.      Herkese Bilim Teknoloji 13.07.2018 Sayı: 120



(*) Bu yazı Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin e- dergisi olan ÇAĞDAŞ BAKIŞ’ta

(Mart 2019 Sayı: 30) yayımlanmıştır. (100-101)

NE ÖDÜL, NE CEZA


NE ÖDÜL, NE CEZA (*)



Recep Nas






Ceza



İnsanoğlu/kızı başkalarını yönetmek, denetlemek, yönlendirmek için ilkin cezayı buldu. Ceza acı verir, tüm canlılar acıdan kaçar çünkü. Ceza acı veren tüm etkinlikleri içerir. Bedensel cezaların yanı sıra duygusal cezalar da var: sevmeme, saygı duymama, ilgilenmeme, alay etme, aşağılama, kabul etmeme… (Başaran, 1985: 236) Bedeni dövmenin yanı sıra beden diliyle dövmek de var, sözle dövmek de…

Bir üniversite öğrencisi konuşuyor: “Babam bugüne kadar tek tokat atmış değildir banaFakat bazen öyle anlar olur ki vursa da bağırmasa diye dua ederim” (Solak, 2008: 78-79). Franz Kafka ‘Babaya Mektup’ta şöyle yazıyor: ”Üstelik beni hiçbir zaman gerçekten dövmedin      denilebilir. Ama bağırmaların, yüzünün kıpkırmızılığı, pantolon askılarını aceleyle çıkarıp iskemlenin arkalığına bırakmaların, bütün bunlar neredeyse dayaktan da beterdi” (Bumin, 1983: 150).

Özcan Köknel’in dediği gibi, bir ileti ister ses olsun, ister söz olsun, karşısındakinde kaygı, korku, kızgınlık yaratıyorsa işte bu şiddettir, duygusal cezadır. Bu da iletişimi zedeler, bozar. Özcesi iletişimi durduran, kesen her şey şiddettir.



Cezanın Sakıncaları



1.      Ceza, dışdenetim aracıdır. Çocuk istenmeyen davranışı korktuğu için – ama korkusu

geçene kadar – yapmaz, yaptığının doğru olmadığına inandığı için değil (Navaro, 2003: 53). Skinner, ceza çocuğa yalnızca ne yapmaması gerektiğini öğretir, ne yapması gerektiğini öğretmez, dese de tüm cezalar şunu öğretir: Büyüksen, güçlüysen istediğini yaptırabilirsin (Kohn, 2018: 203). Dövülen dövmeyi öğrenir, bir de bir dahakine yakalanmamayı… Böylece de çocuk içsel denetimli değil, dışsal denetimli olur.

            2. Çocuk cezaya alışır, giderek ceza etkisini yitirir. Çocuk etkilenmez, duyarsızlaşır, vurdumduymaz olur çıkar. Örneğin “vuracağı iki tokat değil mi?” der.

     3. Ceza istenmeyen davranışı geçici olarak durdurur, acısı geçene kadar… İstenmeyen davranışı yapma eğilimi çocuğun içindedir hâlâ. Üstelik bu eğilim cezayla daha da şiddetlenir. O davranışı yapmaya iten gereksinmesi giderilmemiştir çünkü (Dodson, 1976: 126).

     Küçük bir çocuğa annesi ‘oturma cezası’ veriyor. Çocuk oturuyor, annesine şunu diyor “Anne ben oturuyorum, ama içim oturmuyor. Bu ceza mı?”

           4. Cezalandırılan çocuk -benliğini korumak için-baş etme yolları kullanır. Cezaya kişilik

özelliklerine göre tepki gösterir, ya bağımlı, pısırık olur ya da başkaldırır. Bir öğrenci kendini döven öğretmenin evine her akşam telefon edip, öğretmen telefonu açıp “alo” deyince de kapatıyormuş, bunu öğretmeni çıldırtıncaya kadar yineliyormuş (Nas, 2015: 234).

     Müjde Ar’ın bir anısı, kendisi anlatsın.

     Lisede öğrenciyken, bir öğretmen,

     -Kaşlarını neden alıyorsun, diye sordu.

     Oysa ben kaşlarımı almıyordum. Ama o öğretmene inat, ertesi gün kaşlarımı jiletle kazıdım, öyle gittim okula.

     Baskının, bunun sonucu oluşabilen korkunun olduğu yerde yalan vardır. Ceza çocuğu yalancılıktan kurtarmaz, tersine çocuk cezadan kaçmak için yalan söyler (Berge, 1971: 107). Şöyle düşünür çocuk: Güç öğretmendeyse, kuralları o koyuyorsa bana düşen, yakalanmadan kurallara uymamak, olur da yakalanırsam o zaman da yalan söylemektir. Tek bir suç vardır, yakalanmak… (Gordon, 2001: 170)

     Kimi öğrenci öğretmenin gücüne karşı koymaz, boyun eğer. Ne ki çocukken yetkeye (otorite) boyun eğenler büyüyemezler, çocuk kalırlar. Çatışmaktan kaçınır, sürekli sığınacakları bir yetke ararlar. Ama yetkeye itaat sorumluluk duygusunu, özdenetimi yok eder (Gordon, 2001: 173-2000: 101).

     Kimi öğrenci, gözüne girerek öğretmenin gücünden korunmaya çalışır. Öğretmenin gözdesi olmanın bir yolu da ona şirin görünmek, ‘yağcılık’ yapmaktır.

     Kimi öğrenciyse küser, derse katılmaz. Bilse bile soruları yanıtlamaz, aklına gelse bile soru sormaz, kimisi de okuldan kaçar.

     5. Ceza, çocuğun özeleştiri yapmasına, davranışının sonuçlarını düşünmesine, Piaget’nin deyişiyle vicdanının özerkleşmesine engel olur (Kohn, 2018: 205) Kendine dönük iç hesaplaması yapacağına cezalayanı suçlar.

  

     Ödül



     Başkalarını yönetmek, denetlemek, yönlendirmek için insanoğlu/kızı cezadan sonra ödülü buldu. Tüm canlılar hazza yaklaşır, ödül de haz verir. İnsanları kendinize bağımlı kıldıysanız kolayca denetleyip yönlendirirsiniz.  Onları belli oranda yokluk içinde tutarsanız, ödül, istenilen davranışı pekiştirir (Thorne, 1990 Akt. Kohn, 2018: 52-53).  Ama denetleyen, yönlendiren uygulamalar çocuğu iyi bir yetişkin yapmaz (Kohn, 2018: 211).

     Bilim duruk değil, diriktir.  Bilim insanlarının kafasında hep bir “acaba” vardır, doğrunun doğruluğundan kuşkulanırlar. İşte zamanla cezanın sakıncaları anlaşılınca, cezadan tümüyle  vazgeçilmese de, ödül cezadan daha etkili dendi. Onlarca yıl sürdü bu, 1950’li, 1960’lı yıllarda bize bu anlayış aşılandı. Hâlâ böyle düşünenlerin az olduğu sanılmasın. Cezadan kaçınan öğretmenler, öğrencilerin ‘uygun’ davranışlarını sağlamak için ödüllere bel bağladılar. Oysa cezalayanla ödüllendirenin amacı aynı, ikisi de istediğini yaptırmaya çalışıyor (Kohn, 2018: 210).

      Ödülün sakıncaları da cezanın sakıncalarından az değil. Şimdi onları görelim:



     Ödülün Sakıncaları



1.      Ödül de ceza gibi dışdenetim aracıdır. Çocuk istenilen davranışı doğru bulduğu için,

içinden gelen bir istekle değil, ödül için yapar (Navaro, 2003: 51). Ödül, çocuğun davranışını denetleyen bir düzenektir. Bir işi isteyerek, içgüdülenmeyle yaparken ona ödül verilirse çocuk o işten soğur. Ödülle bir iş yaptırabilirsiniz, ama içgüdülenmeyi yaratamazsınız. Ödül, içgüdülenmeyi öldürür (Bolat, 2016: 30, 39, 166).

          Ödül vaat etmek, aslında o şey önemsiz demektir (Neill, 1984 Akt. Kohn: 2018: 98). Okunan her kitap için bir pizza vaat etmek okumayı sevmeyen şişman çocuklar yaratmaktan başka bir işe yaramaz, diyor John Nicholls. İşi şakaya vurarak da yedikleri her pizza için bir kitap vermeyi öneriyor (Kohn, 2018: 99).

2.      Ödül koşullandırmak için kullanılır.

“[B]ir kaldıraca bastığı zaman yiyecek verilerek ödüllendirilen bir fareyi, bu davranışından vazgeçirmek için yiyecek vermeyi keserler. Fare kaldıracı kaldırdığı zaman yiyecek bulamayınca bunu yapmaktan vazgeçer.” (Dodson, 1976: 126) Çocuk da ödüle karşı koşullanır, ödül verilmeyince istenilen davranışı yapmaktan vazgeçer.

     Birkaç çocuk, okul çıkışı okula komşu olan bir evin bahçesinin demir parmaklıklarına çubuklarla sürtüp ‘dırrııııtttt’ diye ses çıkartmaktan çok zevk alıyorlar, bunu her paydosta yapıyorlar. Evde oturan yaşlı bir insan, bu ses onu çok rahatsız ediyor. Yapmayın, etmeyin dese belki daha da çok yapacaklar. Zıtlaşsa iş inada binecek. Kovalasa, çare değil, kaçacaklar. Bir gün “Çocuklar” diyor, “ben bu sesten çok hoşlanıyorum. ‘Dırrııııtttt’ yapmayı sürdürün, her gün size on lira para.” Çocukların canına minnet, zaten severek yapıyorlar, üstüne bir de para, tadından yenmez. Yaşlı insan birkaç gün sonra “çocuklar, benim param azaldı, günde beş lira verebilirim” diyor. Az ama olsun, para paradır, ‘dırrııııtttt’a devam… Ama bir gün yaşlı insan parasının bittiğini, artık para veremeyeceğini söylüyor. Çocuklar “Hadi ya, para yoksa ‘dııırrıııııtttt’ da yok” deyip çubukları atıp gidiyorlar (Bolat, 2016: 22).

3.      Büyüdükçe çocuğun ilgileri, gereksinmeleri değişir, önceki ödüller de çekiciliğini

yitirir (Navaro, 2003: 519).

     4. Çocuk ödüle doyduğunda ya da ödülü kendisi elde edebildiğinde yetişkinin ödülü işe yaramaz (Dökmen, 2004: 146).

     5. Ödülün etkisi kısa sürer. Davranış değişikliğinin kalıcı olması için ödülün sürekli verilmesi gerekir (Kohn, 2018: 53). Bunun sürdürülebilirliği yok.

     6. Aslında ödüle bağımlılık insanın doğasında yok, bu sadece öğrenilmiş bir eğilimdir (Kohn, 2018: 115). Ama ödüle bağımlı olunca çocuk bunu hep ister. Ödül araç olmaktan çıkar amaç durumuna gelir, Çocuk ödüle ulaşmak için her yolu dener, gün gelir ödülsüz hiçbir şey yapmaz hale gelir.  Aziz Nesin (1988: 79) otuz yıl önce söylemiş: “(…) Başarı karşılığında verilen maddi ödülün bir kötülüğü de, ödülün özendiricilik nitemi yüzünden, çocukların salt ödül kazanmak için yarışa alıştırılmaları ve başarılarından sonra ödül bekleme gibi bir kötü alışkanlık edinmeleridir.”

     7. Schutlz’un maymun deneyi: Sarı ışık yakılıyor, ardından maymuna elma veriliyor. Maymun, - birkaç deneme yapılınca - sarı ışıktan sonra elma geleceğini öğreniyor. Sarı ışık yanar yanmaz ödül gelecek diye maymunun beyni dopamin salgılıyor. Ne ki birkaç denemeden sonra maymun ödüle alışıyor, sarı ışık yanınca artık beyni dopamin salgılamıyor. Schutlz deneyi değiştiriyor, sarı ışığı yakıyor, ama elma vermiyor. Bu kez alışkanlık bozuluyor, dopamin düzeyi de olağanın altına düşüyor. Beklenen ödül gelmeyince maymun kendini cezalandırılmış olarak duyumsuyor. İşte çocuk da ödüle alışır, ödüle alışan çocuğun beyni dopamin salgılamayı bırakır, ödülden zevk almamaya başlar, dahası ödül verilmediğinde çocuk da kendini cezalandırılmış olarak duyumsar (Bolat, 2016: 27, 64, 65).

     8. Ödül, sınıf ortamında alana yararından çok zarar verebilir. Alamayanlar her zaman daha çoktur çünkü. Ödüller sınıfta kıskançlar yaratır (Dökmen, 2004: 145). ‘Kırmızı kurdele’ ya da ‘kızarmış elma’ böyle sonuçlara yol açar. Bir öğretmen adayı (Türkay Trak, 1998) anlatıyor: “(…) Okula başlamadan önce okuma-yazmayı öğrendiğimden sınıfta öğretmenin gözbebeğiydim. İlk kurdele aldığım günü hatırlıyorum da, ne mutluluktu! Ancak daha sonraki haftalarda bu benim için içinden çıkılması zor bir soruna dönüştü. Arkadaşlarım beni oyunlarının dışında bırakıyorlardı. (…) Uzun teneffüslerin nasıl yalnız ve sıkıcı geçtiğini sormayın. (…)” (Nas, 2006a: 222)

    

     Ödül cezadır, Ceza Ödüldür



     Ödül içinde cezayı, ceza da içinde ödülü barındırır (Bolat, 2016: 69) Ödül de cezalandırır. Sınıfı geçersen alırım, dendiğinde, sınıfı geçemezse alınmayacak demektir, bu da sınıfta kalırsan cezalardan ceza beğen diye gözdağı vermek gibi denetleyici bir uygulamadır. Ödüllerle güdülenen bir çocuk - cezalandırılmamak için ‘iyi’ davranan çocuk gibi - başkalarınca yönetilmektedir. Ödül de ceza da nedenleri göz ardı eder. İkisi de nedenle, ne olup bittiğiyle ilgilenmez, yalnızca davranışı yönlendirmeye çalışır (Kohn, 2018: 212, 213).

     İkisi de aynı kapıya çıkar. Ceza, çocuğa, benden istenileni yapmazsam başıma ne gelir, diye sordurur. Ödülse, benden istenileni yaparsam bana ne verilir, diye sordurur (Kohn, 2018: 212, 214)

     Ödüllerin, cezaların – sözüm ona- güdüleme aracı olarak kullanıldığı, göze göz, dişe diş yarışmanın olduğu, dolayısıyla çıtanın olabildiğince yüksek tutulduğu sınıflarda kimi öğrenciler hep kazanmak isterler, yitirmek istemezler, kimi öğrencilerse geri çekilir, kaçış yolları arar. Çocuk arkadaşlarına diş biliyor, kin besliyor, onların yenilgisi karşısında sevinç duyuyorsa rekabet bir hastalık haline gelmiş demektir. Böyle bir ortamda en çok utangaç, içedönük çocuklara yazık olur (Gordon, 2001: 174,  Jersild, 1979: 332).

     “Anaokullarında çocuklara bir şey başardıklarında yıldız veriliyor. Çocuklar birbirlerinin yıldızlarını çalıyor. Bir öğretmen anlattı. Bazı çocuklar, diğerlerinin yıldızını çalıp çöpe atıyormuş. Neden? O çocuğun eve gittiğinde ailesine gösterecek yıldızı olmasın diye. (…) [O]kullar çocuklar arasında dostluk yaratması gerekirken hem düşmanlık yaratıyor,  hem de onları ahlakdışı davranışlara yöneltiyor” (Bolat, 2016: 116)

     Ceza da ödül de ‘koşullandırma yoluyla öğretme’ araçlarıdır. Hayvanseverler karşı çıksa da ne yazık ki hayvan terbiyecileri kullanıyor bunları. Onların elinde iki güç var, kırbaç (sopa) ve havuç (yiyecek)… Kırbacı sadece şaklatırlar, vurmazlar. Ödül olarak da, örneğin ‘numara’larından sonra yunus balıklarının ağızlarına hemen en sevdikleri balığı atarlar (Nas, 2006b: 239).

   

     Sonuç



     Ne varsa içte var, insanın içinde: içdisiplin, özdenetim, içgüdülenme, özdeğerlendirme, içödül, özeleştiri, özsaygı, özgüven… Sokma akıldan akıl olmuyor. Ne güzel demiş atalarımız: Yığmaca çakıl yedi gün, koymaca akıl yedi adım.

     Aslolan öğretmenin ve öğrencinin sorunlarını en aza indirerek ‘sorunsuz alan’ı, sorunsuz ilişkiler ağını oluşturmaktır. “Ceza doğal değildir, tuhaftır, komiktir” diyor Üstün Dökmen (2004: 138). Doğru olan çocuğun cezalandırılması değil, davranışının doğal sonucunu yaşamasıdır. Bu arada elbette davranışı üzerinde düşünmeli, özeleştiri yapmalıdır (Navaro, 2003: 66).

      Demek ki ödül de yok, ceza da… Bunların yerine ne konulacak? Ceza yerine, -bir daha belirtelim-davranışının doğal sonucunu yaşaması… Camı kırdıysa, camın parasını  ödemesi, ama harçlığından ayırarak… Ödül yerine de, yüreklendirme (teşvik), olumlu ben dili, yargı içermeyen geribildirim…

     Yüreklendirici iletiler çocuğun yeterlik duygusunu geliştirir. Birkaç örnek (Dinkmeyer-  McKay, 2006: 53, 54):

·         Bu işin üstesinden gelmek için gösterdiğin çabayı beğendim.

·         İlerliyorsun, devam…

·         Yardımın çok değerli, seninle daha başarılıyız.

 Övgü de sözel ödüldür, ondan da kaçınmak gerekir. Övgü: Sizler çok iyi öğrencilersiniz.

Olumlu ben dili: Derse etkin olarak katıldınız, güzel bir ders oldu. Teşekkür ederim.

     Aferin, yerine göre övgü, yerine göre de geribildirim olabilir. Övgü: Aferin çok güzel olmuş. Geribildirim: Aferin, farklı renkler kullanmışsın (Bolat, 2016: 210).

     Ne ki sürekli geribildirim vermek, özdeğerlendirmenin önüne geçebilir. En iyisi, geribildirim vermeden çocuğun kendisini değerlendirmesine fırsat vermek…  (Bolat, 2016: 208) 

     Ne ödül, ne ceza, ikisi de değil. Ceza da ödül de bağımlılık yapar, yan etkiler taşır. İkisine de alışılır, zamanla ikisi de etkisini yitirir.

     Doğalarına ters düştüğü için hayvanlar için de kullanılmaması gereken ceza ve ödülü çocuklara neden uygun görüyoruz, yetişkine bağımlı olma koşuluyla etkili olabilecek bu iki aracı neden kullanıyoruz?

     “Çocukların yaşamları ceza ve gözdağı ya da ödül ve ödül sözü vermelerle denetlenip yönlendirildiği sürece, onlar çocuk kalmaya tutsak edilecek, kendi davranışlarının sorumluluğunu almayı öğrenemeyecek, kısacası büyüyemeyeceklerdir” (Gordon, 2001: 10).

     Kinci, dinci değil de, Atatürk’ün Tevfik Fikret’ten esinlenerek – iki sözcüğün yerini değiştirip – söylediği gibi, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar yetiştirmek istiyorsak, ne ödül, ne de ceza…



                                  KAYNAKÇA



Başaran, İbrahim Ethem (1985) Eğitim Psikolojisi 8. baskı Ankara: Kendi yayını

Berge, André (1971) Çocukta Kötü Huylar ve Düzeltilmesi İstanbul: Remzi Kitabevi

Bolat, Özgür (2016) Beni Ödülle Cezalandırma 33. baskı İstanbul: Doğan Kitap

Bumin, Kürşat (1983) Batı’da Devlet ve Çocuk İstanbul: Alan Yay.

Dinkmeyer, Don-McKay, Gary D. (2006) Biz Bir Aileyiz Çev. Gül Önet 7. baskı İstanbul:

     YKY

Dodson, Fitzhurgh (1976) Çocuk Yaşken Eğilir Çev. Seçkin Cılızoğlu İstanbul: Sander Yay.

Dökmen, Üstün (2004) Küçük Şeyler İstanbul: Sistem Yay.

Gordon, Thomas (2000) Çocukta Dış Disiplin mi? İç Disiplin mi? Çev. Emel Aksay Ed. 

     Birsen Özkan 2. baskı İstanbul: Sistem Yay.

_____________  (2001) Etkili Öğretmenlik Eğitimi Çev. Emel Aksay Ed. Birsen

     Özkan 10. baskı İstanbul: Sistem Yay.

Jersıld, Arthur T. (1979) Çocuk Psikolojisi Çev. Gülseren Günçe Ankara: AÜEF Yay.

Kohn, Alfie (2018) Ödüllerle Cezalandırılmak Çev. Yiğit Ataman 2. baskı Ankara:

     Görünmez Adam Yay.

Nas, Recep (2006a) Metinlerle İlkokuma-Yazma Öğretimi 4. baskı Bursa: Ezgi

     Kitabevi

_________ (2006b) İlkem, Çocuklara Saygı Duymak Bursa: Ezgi Kitabevi

_________ (2015) Sağlıklı Öğretmen-Öğrenci İlişkileri (Sınıf Yönetimi) Bursa:

     Ezgi Kitabevi

Navaro, Leylâ (2003) Gerçekten Beni Duyuyor musun? 9. baskı İstanbul: Remzi

     Kitabevi

Nesin, Aziz (1988) Korkudan Korkmak 2. baskı İstanbul: Adam Yay.

Solak, Adem (2008) Anne Baba Eğitimi 11. baskı Ünye Belediyesi Kültür Yay. 8     





(*) Bu yazı Öğretmen Dünyası dergisinde (Nisan 2019 Sayı: 472) yayımlanmıştır. (13-16)