14 Ekim 2018 Pazar

BABA NEYE YARAR?

                                                           BABA NEYE YARAR?  (*)
                                                                                                                                Recep Nas

                                                                                                                                                          
     Yıl 1977, böyle sormuşlar 4. ve 5. sınıf çocuklarına: Baba neye yarar? (1)  İşte birkaç örnek:

     *Bizi o besler, bazı günler annemle kavga eder. (erkek)

     *Sadece çalışır, eve gelince hemen oturur. (kız)

     *Çocukları dövmeye yarar. (E)

     *Babam bir dost ve en önemlisi bir babadır. (E)

     *Babamı pazar günleri görürüz. (K)

     *Babam ev kirası günü gelince çok kızar. (K)

     *Televizyon seyretmeye yarar. (E)

     *Benim babam uyumaya, bulaşık yıkamaya ve benimle güreşmeye yarar. (K)

     *Babam çok kılıbıktır. (E) 

     *Babam trafik polisliğine yarar, dur, dedi mi kimse bir yere gidemez.(E)

     *Babamı seviyorum ama, babam işten gelip yan gelip yatmasa daha çok seveceğim. (E)

      Yıl 2004, 5. sınıf çocuklarına bu kez “Babalar evde ne iş yapmalıdır?” diye sorulmuş, (2) işte iki yanıt:

     *Yan gelip yatmalıdır. (K)

     *Yan gelip yatıp kitap okumalıdır. (E)

     Çocuğu anne doğurur, anne büyütür, yaygın anlayış bu. Anne doğurdu, anne baksın. Sorumlu olan doğurandır. Bir yakınım “çocuğuna bak” diye seslenirdi karısına. Bu anlayışın yaygınlaşmasında, bebeğin kişiliğini, toplumsal gelişimini büyük ölçüde anne-bebek ilişkisinin biçimlendirdiğini savunan Freud’un etkisi olmuştur (Güngörmüş, 1986: 47). Bu anlayış, ilginç ki, annelerde de var (Öz, 2004: 60) Anne Çocuk Eğitim Vakfı’nın (AÇEV) ‘Türkiye’de Babalık Araştırması’na göre babaların %92’si çocukları çok sevdikleri için baba olduklarını söyleseler de, %91’i çocuk bakımında birincil sorumlu olarak anneyi gösteriyorlar. (3)      

     Batıdan bir fıkra, 5 yaşındaki çocuk annesine soruyor,

     -Anne beni leylek mi getirdi?

     -Evet, canım.

     -Oyuncaklarımı da Noel Baba getiriyor,  değil mi?

     -Tabii, yavrum.

     -Yiyeceğimizi de Tanrı veriyor, değil mi?

     -Elbette oğlum.

     -Peki anne, babamın bu evde işine? (Uçar, 1991)

     Geleneksel toplumda erkek için baba olmanın anlamı, soyunun sürmesi… (Öz, 2004: 64) İlle de erkek çocuk istenmesi de bundan ötürü. Soyu sürecek, öyle ya erkek adamın erkek çocuğu olur. Oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün (Aksoy, 1971: 325), bu bizim atasözümüz. Bir tane daha var: Erkek çocuğu her kadın değil, er kadın doğurur. Erkek çocuk doğuran kadın da ‘erkek gibi kadın’ olur.

     Babaların çoğu bebeklerden ürkerler, uzak dururlar. Baba, bebekten uzak durunca, ikisi arasında oluşması gereken yakın, sıcak, sıkı bağ kurulamıyor. Oysa babayla çocuk arasındaki iyi ilişkilerin temeli bebeklik döneminde atılır, bu dönem geçince bir daha geri gelmez. Göz açıp kapayıncaya kadar bebek büyür, okula başlayıverir, birinci sınıf öğrencisi birden bir genç oluverir. Artık geç kalınmıştır. Bu çağda da çocuklar babalarıyla yakın ilişkiye girmek istemeyebilirler (Dodson, 1976: 44-45). 5 yaşındaki çocuk “Baba bana masal anlat” derken, 15 yaşına gelince babanın öğütlerine karşı “Baba bana masal anlatma!” diyebilir.

      Bir mahallede ‘sapık var’ diye bir söylenti yayılmış. Okul yönetimi de velileri uyarmış, paydostan sonra çocuklarınızı gelin alın diye. Bir baba kızını okuldan almaya gitmiş. Ama baba-kız buluşamamışlar, çocuk gene yalnız dönmüş eve, babası da arkadan gelmiş. Baba,

     “1. Sınıfın kapısında bekledim, yok. 2. Sınıfa, sonra 3. Sınıfa baktım, yoktu. N’apayım, bekleseydi beni.” Anne,

     “Bey, kızımız 5. sınıfta.”

     “Hadi be! Allah allah, bu kız ne çabuk büyüdü (itiraf.com). (Nas, 2006: 307)

     Ferhunde Öktem (Prof. Dr.) televizyonda anlatmıştı. Uzman olarak TBMM’de bir yarkurula (komisyon) çağırılmış. Molada - çocuğu yanında olan - bir milletvekiline soruyor,

     “Çocuğunuzun eğitimiyle ilgileniyor musunuz?”

     “Eşimle anlaştık. İlkokuldayken o ilgilenecek, sonra ben…

     Çocuk araya girmiş,

    “Baba! Ben liseye başladım.”

     Alice Chase’in ‘Çocuğumuza’ adlı uzunca şiirinden bir bölüm: (4)

    

     Sürekli meşguldüm o kadar sene                 Hayat ne kadar kısa, yıllar ne çabuk

     Seninle doyasıya oynayamadım                  Ne zaman büyüdü bu küçük çocuk

     Sen beni çağırdın gel oyna diye                  Ona dokunmak için uzandığımda 

     Ben bir türlü zaman ayıramadım                Ellerim boş kalır, yüreğim buruk



     Giydirdim, doyurdum, seni kolladım           Artık hiç işim yok, yapayalnızım

     Sadece bunları yeterli sandım                     Günlerim çok uzun, üstelik bomboş

     Bana oyuncağını getirdiğinde                      Keşke isteklerini bir bir yapsaydım

     Ben seni çoğu kez başımdan savdım            Küçük arzuların şimdi çok şirin, çok hoş



     Ali Akurgal, üniversite 2. sınıf öğrencisiyken, bir gün evde babasıyla karşılaşmış, babası (Ünlü Arkeolog Ekrem Akurgal) sormuş: “Liseyi bu sene bitiriyorsun, değil mi?” (5) 

     Baba da anne gibi çocuğun yaşamını etkiler. Bu etki çocuğun yaşamının ilk yıllarında başlıyor. Öyle ki 4-5 yaşlarından önceki baba yokluğu çocuğun bilişsel ve kişilik gelişimini olumsuz yönde etkileyebiliyor (Güngörmüş, 1989: 13-14). Çocuğun babaya gereksinmesi var, kuşkusuz… Ama çocuğun yaşamını zenginleştirecek, ona örneklik ederek yürekli, dürüst, çalışkan olmayı öğretecek, herkesçe sevilip sayılan, neşeli, onunla oynayan bir babaya gereksinmesi var. Gereksindiği, eve geç gelen, yemekten sonra TV’nin ya da bilgisayarın karşısına oturan, döven babaya değil (Amonaschwili, 1989).

     Erkek çocuğun cinsel kimlik kazanması ve ruhsal-cinsel (psiko-seksüel) gelişimi açısından babanın örneklik (rol model) etmesi önemli. Erkekliğe aşırı değer veren toplumsal etkenler, anneye çok yakın erkek çocuğun ‘erkek kimliği’ kazanmasını zorlaştırır (Ekşi, 1990: 281). Ama yalnızca erkeğin değil, kız çocuğunun da etkileşeceği babaya gereksinmesi var. Kız çocuğu, babasından, erkeklere nasıl tepkide bulunacağını, erkeklerin karşı cinse nasıl tepki gösterdiğini de öğrenir (Mc Candlles ve Trotter 1977 Akt. Güngörmüş, 1990: 235)

     Bu çocuk (Hakan Özyılmaz) çığlık atıyor (Ürün, 1996):

     “Babacığım, seninle oynamak istediğim zaman yorgunum diyorsun. Yılın 365 günü bu böyle, peki yılın 366. günü benimle oynar mısın?”

     Ünlü bir şairimiz, oğlu ne zaman kendisiyle konuşmak istese, esin perisiyle arama girme, diye tersliyormuş (Saygılı-Çankırılı, 2006: 80).

     Biyolojik baba olmak yetmiyor. Önemli olan baba olmak değil, babalık etmek… Çocuğunuzla ilgilenin, bu olumlu ilgi olmalı tabii. Çocukla birlikte yapılacak şeyler, onun için yapılanlardan daha önemli (Arnold, 1979: 9). İşyerinize götürün çocuğunuzu, katıldığınız -çocuğa da uygun - etkinliklere de. Çocuk sizin becerilerinize, çabalarınıza, çalışkanlığınıza, özverilerinize tanık olsun, bundan etkilensin, onurlansın. Çocuk böylece çalışmanın, işin verdiği zevkin bilincine varır Ginott, 1980: 152). Dahası alışverişe çıkın, sinemaya, tiyatroya, parka gidin onunla. Kısacası, birlikte olun, özel zaman ayırın ona. Onunlayken yalnızca onunla onun, özel sevin. Buna Campbell (1991: 73, 79) ‘Odaklaştırılmış ilgi’ diyor. Çocuğa dikkatinizi, sevildiğini duyumsattıracak biçimde yöneltin. Çocuğunuzun eşsiz, özel olduğunu bilin, bunu ona da duyumsatın. Cüceloğlu’nun deyişiyle “Varsın, teksin, değerlisin” iletisini iletin. Unutulmasın, çocukla birlikteliğin süresinden daha önemli olan niteliği, derinliği…

     Çocuğunuzu olduğu gibi kabul edin, saygı duyun, sevin. Sevdiğinizi söyleyin, beden diliyle destekleyerek, içten, sımsıcak, duyumsayarak, duyumsatarak…

     “Babalar sevdiklerini söylemezler mi?” diye soruyor beş yaşındaki bir çocuk (Öz, 2004: 66)    

    

                                             KAYNAKÇA



Aksoy, Ömer Asım (1971) Atasözleri Sözlüğü Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.

Amonaschwili, Schalva (1989) “Çocuklar Nasıl Bir Babaya Gereksinim Duyar?”

     İstanbul: Yaşadıkça Eğitim Dergisi  Sayı: 8

Arnold, Arnold (1979) Çocuğunuz ve Oyun (Çev. Rezzan Mahmudoğlu) İstanbul: Ece Yay.

Campbell, Ross(1991)Çocuk Sevgiyle Büyür(Çev. Meral Gaspıralı)İstanbul: Altın kitaplar  

     Yay.

Dodson, Fitzhugh (1976) Çocuk Yaşken Eğilir (Çev. Seçkin Cılızoğlu) İstanbul: Sander

     Yay.

Ekşi, Aysel (1990) Çocuk, Genç, Ana Babalar Ankara: Bilgi Yay

Ginott, Haim(1980)Siz ve Çocuğunuz (Çev. N. İskit-N. Günay) İstanbul: Redhouse Yay.

Güngörmüş, Oya (1986) “Çocuğun Gelişiminde Babanın Önemi” Yaşadıkça Eğitim dergi-

     si, Temmuz 1986 Sayı: 1 (47-48)

______________ ( 1989) “Baba Yoksunluğunun Çocuğun Gelişimine Etkisi” İstanbul: Ya-

     şadıkça Eğitim dergisi Sayı: 8 (13-14)

_______________(1990) “Baba-Çocuk İlişkisi” Ana-Baba Okulu 2. baskı İstanbul: Remzi

     Kitabevi

Nas, Recep (2006) Çocuk insandır Bursa: Ezgi Kitabevi

Öz, İlkim (2004) Anne Baba Olma Sanatı İstanbul: Alfa Yay.

Saygılı, Sefa-Çankırılı, Ali (2006) Babacığım Neredesin? 8. baskı İstanbul: Elit Yay.  

Uçar, Hüsnü (1991) Çocukların Cinsel Eğitimi ve Bazı Cinsel Sorunlar İstanbul: Yaprak

Yay.

Ürün, Aysel (1996) Çocuklara Kulak Verin İstanbul: Mozaik Yay.



(1)       Elele dergisi, Ocak 1977

(2)       Figen Atalay, Cumhuriyet, 13.04. 2004

(3)       Figen Atalay, Cumhuriyet, 14.06.2017

(4)       Melih Aşık’tan (Milliyet, 27.01.2002) alıntılayan Doğan Cüceloğlu (2002) İletişim Donanımları (2. baskı)İstanbul: Remzi Kitabevi  

(5)       Herkese Bilim Teknoloji 25.05.2018 Sayı: 113 Röportaj: Cemre Yavuz (12-13)

 

    (*) Bu yazı Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin (ÇEK)  Bursa: Çağdaş Bakış dergisinde (Eylül 2018 Sayı: 28) yayımlanmıştır.





   








13 Ağustos 2018 Pazartesi

ÖDEV, YENİDEN


                                                               ÖDEV, YENİDEN (*)





     Giriş



     Ödev, bereketli bir konu. Yaz yaz bitmez, konuş konuş tükenmez. Öğretmenden öğrenciye, ana-babaya kadar çok kişiyi ilgilendiriyor, alanı geniş. Böyle olunca ödev üzerine, bilsin bilmesin, herkesin söyleyecekleri var. Ödev, tartışmaya açık bir mesele. Mesele, çünkü konu olmanın yanı sıra sorun da... Yalnız bizde sanılmasın, bütün dünyada böyle bu. Kimi zaman küllense de sönmüyor, için için yanıyor, gün geliyor, alevleniveriyor. Ödevle ilgili bir düzenleme yapılsa, ödev kaldırıldı dense güncelleşiveriyor, gelsin arkasından bitmez tükenmez tartışmalar… Kimi iyi oldu der, kimi kötü. Kimi yararlarını sayıp döker, kimisi zararlarını. Ama bir sonuca da varılmaz, uzlaşılmaz. Kısır tartışmalar sürer gider, onlarca yıldır böyle bu.

     Şimdi de, yaz tatili başladığında, Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz şunları söyledi: “Bundan sonra hiçbir öğretmenimiz öğrencisine ev ödevi vermeyecek. Öğrencilerimizin dikkatlerini daha çok derse yoğunlaştırmalarını, konuyu derste öğrenmelerini istiyoruz. İnanıyoruz ki, çocuklarımız da okulda, sınıfta öğrendiklerini eve gittiklerinde tekrarlayacaklar, öğrendiklerini pekiştirecekler. Bundan sonra ezber olmayacak. (…)” (1)

     Ev ödevlerinin kaçıncı kaldırılışı bu? İzlemeye çalışırım ama, öyle çok ki, sayısını belleyemedim. Birkaç örnek vereyim: 1989, ilk üç sınıfta ödev verilmeyecek. 2008, performans ödevleri evde değil, okulda yapılacak. 2014, performans ödevleri kalkacak. 2016, yarıyıl tatilinde ödev verilmeyecek.



     Memleketimden Ödev Manzaraları



     “Ödev olmasa okula giderim” sözünü birçok ana-baba duymuştur. Aytaç Açıkalın (Prof. Dr.) anlatıyor: “İlkokul öğretmenim rahmetli Ali Rıza Bey’di, onu yüzünden daha birinci sınıfta okuldan kaçtım. Yirmi dokuz harfi, yirmi dokuz sayfa yazmamı istemişti. Oyundan kalan vaktim ise o işe yetmedi” (1999: 82).

     Bir anne gecenin bir vakti çocuğunu tuvalete götürmek için uyandırmak istiyor. Çocuk yarı uykulu, “yeter be, yazdım ya, iki sayfa yazdım, daha yazacak mıyım?” diye sayıklıyor.

     Çocuğu 1. sınıfta okuyan bir anne şunları söyledi: Anaokulundayken kızımın elinden kitap, defter düşmezdi. Ben bazen uyarmak zorunda kalırdım, ‘kızım bırak bunları, oyuncaklarını al eline, oyna” derdim. Bu durumu arkadaşlarıma söylediğimde derlerdi ki, ‘merak etme, okula başlayınca ödevden bıkar.’ Ben ‘Hayır’ derdim, ‘benim kızım hiç bıkmaz.’ Yanılmışım, yakınıyor şimdi, bıktı. Şimdi elinde oyuncaklarla dolaşıyor.” (Nas, 2006c: 225)

       Dedim ya, ödev tartışmalara, dahası çekişmelere neden olabiliyor, TBMM’yi bile karıştırdı. Nedeni, Ankara Şehit Bülent Göçer İlköğretim Okulu 1. sınıf öğrencilerine verilen bir ödev. İlkin bu ödevin öğrenciye mi, veliye mi verildiği tartışıldı, “Sayın Veli” diye seslenildiği için.

     Daha aralık (2010) ayı, çocuklar henüz okuma-yazma bilmiyorlar. Zaten veliye “Yapacaklarını çocuğunuza okumanız önemlidir” deniyor. Nur Serter’in “Ben yapamadım” dediği ödevi, dönemin Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu anılan okula sormuş, tüm öğrenciler anlayıp doğru olarak yapmışlar. Muharrem İnce “Buna inanıyor musunuz?” diye soruyor, “çocuklar değil, veliler yaptı” diyor. Sonra da Bakana “ Siz yapın, eleştirilerimi geri çekeceğim. Bir saat içinde yapın, YÖK başkanıyla birlikte yapın, genel kurulu terk ederim, bir daha da girmem, söz” diyor. İşte o ‘performans ödevi’:

     “Öncelikle verilen harfleri inceleyiniz: e, l, a, t, i, n, o, r, m, u, k, ı, y, s Her birinde 5’er cümle bulunan metin tabloları oluşturunuz. Toplam 4 metin tablosu oluşturunuz. Metin tablolarını renkli kalemlerle özgün olarak, belirlediğiniz ebatlardaki renkli kartonlara hazırlanmış kılavuz çizgilere yine renkli kalemlerle yazabilirsiniz. Yazdığınız her metne bir başlık bulunuz. Kurduğunuz cümlelerin arasında anlam bakımından bütünlük olmasına dikkat ediniz. Yazdığınız metni görsellerle (resim) destekleyiniz. Ödeve uygun bir kapak hazırlayınız.” (2)

       

     Araştırmalar Ne Diyor?



     Ev ödevi gerekli mi, gereksiz mi? Farklı okul türleri, farklı yaş kümeleri üzerinde araştırmalar yapılsa da, elde edilen bulgular üzerinden genelleme yapıldığı için ödevin eğitsel değerinin olup olmadığı hâlâ tartışmaya açık.  Gelişmiş ülkelerde ilk sınıflarda ödev yok. Öğrencinin yaşı, sınıfı gözetilerek ilerleyen sınıflarda ödev verilmeye başlanır. Bizdeyse bunun tam tersi. İlkokulun daha ilk günlerinde ödevle tanışıyor çocuk. Bilişsel farkındalık oluşmadan bir zorunluluk gibi, olmazsa olmazmış gibi verilen ödev çocuğun merakını köreltiyor, duygusal gelişiminde de onulmaz yaralar açıyor. İlkokul çocuğu, ödevimi yaparsam daha iyi öğrenirim, ödev yapmak benim sorumluluğumdur, diye düşünemez. Ana-baba da ödevini yap diye tepesine dikilince okuldan da, öğrenmekten de soğur. Yetişkin için eve iş götürmek neyse, çocuk için de ödev odur. (3)

     Ödev üzerine araştırmalar var, var da bunlara ne ölçüde güvenilir? Araştırma zor iş, hele ödev konusunda yapılıyorsa… Bakın, bu araştırma ne diyor, demek kolay mı, bilimsel bir bakış mı? Öyle ki, ödev yanlısı kendisine dayanak yapacağı araştırma bulur, ödeve karşı olan da ödevin etkisiz olduğu ya da yararlı olmadığı, hatta zararlı olduğuna ilişkin araştırma bulur. Onun için araştırma sonuçlarını ince eleyip sık dokumak gerekir. Çünkü araştırmalarda, örneklem seçiminden tutun da denetleme değişkenlerine kadar belirsizlikler var. Bundan ötürü her görüşe göre araştırma sonucu bulunabilir. Ödevlerin, öğrencilerin düzeylerinin altında ya da üstünde olması, öğretmen tutumları, ana-babanın beklentileri, geri bildirim verilip verilmemesi, ödevin yaratıcılığı geliştirici olup olmaması gibi birçok etken tam olarak açığa kavuşmuyor. Ödevin neden verildiği de (amacı) açık seçik belirtilmiyor. Okul başarısının artması, çocuğun sorumluluk kazanması, öğretmen- öğrenci- anababa arasında iletişimin sağlanması, belirtilen başlıca nedenler bunlar işte. (4)

     Ödeve ilişkin araştırma deyince akla ilk gelen Duke Üniversitesi Ruhbilim Uzmanı Harris Cooper’in araştırması. 2006’da yapılmış bir ‘meta-analiz’ bu. Bu araştırmada ev ödeviyle okul (akademik) başarısı arasında anlamlı bir bağıntı bulunuyor. Başka bir deyişle ev ödevi yapanlar okulda daha başarılı. Ama gözden kaçırılan ya da görmezden gelinen bir bulgu var, bu bağıntı 7. Sınıf ve üstü, yaşı büyük olanlar için geçerli.  Küçük çocuklarda ev ödeviyle okul başarısı arasında anlamlı bir bağıntı yok. (5) En fazla katkı lisede, o da % 25’’in altında. Tasarı (proje) ya da bulgulama (keşfetme) ödeviyse katkı daha fazla. (6)

     Ödev yanlıları Harris Cooper’in bu araştırmasına sığınıyorlar ama, Cooper’in incelediği kimi araştırmalarsa ev ödevinin bedensel, duygusal yorgunluğa yol açacağını, öğrenmeye karşı olumsuz tutumu körükleyeceğini, çocukların ilgi ve yetenekleri yönünde çalışabilecekleri boş zamanlarını sınırlayacağını gösteriyor. Cooper bu görüşü de kabullenip ev ödevinin olası etkilerinin daha kapsamlı bir biçimde araştırılmasını öneriyor. (5)

    Cooper, küçük çocuklarda ev ödeviyle okuldaki başarı arasında çok güçlü bir bağıntı olmasa da, ‘az miktarda’ ev ödevinin tüm öğrenciler için yararlı olacağına inanıyor. Bir de ’10 dakika kuralı’nı salık veriyor. 1. sınıfta 10 dakika, 2. Sınıfta 20 dakika, böyle gidiyor. İyi de, bu ’10 dakika’ sınıftaki hangi öğrenci için?  

     Kimi eğitim uzmanları Cooper’in görüşüne katılmıyorlar. Missouri-St. Louis Üniversitesi Öğretim Üyesi Cathy Vatterott ’10 dakika kuralı’nı desteklese de, ev ödevlerinin ilkokul öğrencilerine yararlı olduğuna ilişkin yeterince kanıt olmadığına inanıyor. Ev ödeviyle okuldaki başarı arasındaki bağıntının bir nedensellik içermediğini belirtiyor ve şu can alıcı soruyu soruyor: Okulda başarılı olmayı ev ödevine mi borçluyuz, yoksa başarılı olanlar mı daha çok ev ödevi yapıyorlar? (5)

     2011 TIMSS’nin (Uluslararası Matematik ve Fen Eğilimleri Araştırması) ‘fen araştırması’na göre, çocuğun ev ödevi için harcadığı süreyle TIMSS’den alınan puan ters orantılı. Başka bir deyişle, az ödev yapan öğrenciler daha başarılı. (4)

     Bir araştırma da Richard Cowan’la Susan Hallam yapmış. 1881’den bu yana dünyadaki eğitim dizgelerini incelemişler. Bu çalışmaya göre, özellikle ilköğretim döneminde verilen ev ödevleri öğrencilerin ruhsal durumlarını olumsuz yönde etkiliyor. Bitmedi, öğretmenlerde de, velilerde de gerilim yaratıyor. (7)

    

     Ödev Örnekleri



     Haluk Şahin anlatıyor: (8)

     Tam uyumak üzereydim ki telefon acı acı çaldı. Açtım, bir arkadaş…

     “Kusura bakma, gecenin bu saatinde rahatsız ediyorum ama, acele yardıma ihtiyacım var”, dedi.   

     “Hayrola, bir şey mi oldu?”

     “Bana söyler misin, şunlar nedir? ITO, ICAO, FUNT, FAO, UNRRA, UPU, IMCO, ECO”

     “Bu sonuncuyu bir yerden kulağım ısırıyor ama…”

     “Dur, daha bitmedi: IRO, WMO, ETICO, WHO, UNAC, IMF…”

     “Haa”, dedim, dâhiyane bir keşif yapmışım gibi, “bunlar İngilizce kısaltmalar… Birtakım örgütlerin adları. Niye lazım gecenin bu saatinde?”

     “Biraz önce bir arkadaşım telefon etti. Özel bir ilkokulun beşinci sınıfında oğlu var. Öğretmeni dün uzun bir liste vermiş. ‘Yarına kadar bunların ne olduğunu bulacaksınız, sınav var’ demiş. Bir kısmını bulmuş çocuk, gerisini bulamayınca ağlamaya başlamış. Annesi sormuş soruşturmuş, o da tamamlayamamış hepsini. Onun da iki gözü iki çeşme…(…)”

*            *                     *

     Yeni açılan bir kültür merkezine gitmiştim, yıl 1999. Kurucuları olan karıkocayla söyleşiyorduk. Bir ara az ötede masaya yumulmuş, kamburunu çıkarmış bir şeyler yazan bir çocuğa takıldı gözlerim. Sordum, çocuklarıymış. 3. Sınıfa geçmiş, ödevini yapıyormuş. Yaz tatilinde, ağustos sıcağında… Ödev denince dayanamam, ilgilendim. Çocuğun önünde aşağıya yazılan ‘Tatil Ödevi’ vardı. İzin verirlerse bunun tıpkıçekimini çektirmek, kitabıma koymak istediğimi söyledim. Abartmıyorum, annenin rengi attı, ya öğretmenin kulağına giderse… Öğretmenin de okulun da adını yazmayacağımı söyledim, güvence verdim. Gene de gönülsüzce verdiler (Nas, 2006a: 356-357).

             

       TATİL PROGRAMI



     830’ kalkış / 900 kahvaltı / 930-1030 Gazete, dergi okuma / 1030-1130 Televizyonda çocuk programı seyretme / 1130-1300 Problem çözme, işlem yapma / 1300-1330 öğle yemeği / 1330-1500 öğle uykusu / 1530-1630 Hikâye okuma / 1630-1730 oyun oynama / 1730-1900 günlük yazma / 1900-1930 akşam yemeği / 1930-2100 televizyon seyretme / 2100 kitap okuma, serbest çalışma (koleksiyon, resim, elişleri yapma)



     Tatilde Yapacaklarımız

     1. Anne ve babamızı dinleyeceğiz, ailemize yardım edeceğiz.  

      2. Büyüklere saygı, küçüklere sevgi göstereceğiz. (Yazarın notu: Demek ki büyüklere sevgi, küçüklere de saygı yok.)

      3. Güneşte fazla durmayacağız.

      4. Sağlığımıza ve beslenmemize dikkat edeceğiz.(Yemek ayrımı yapmayacağız)

      5. Her gün kitap okuyacağız. Haftada bir, dakika tutacağız. (Dakikada 100 kelimeyi geçmeliyiz.)

     6. Çarpım tablosunu 10’lara kadar ezberleyeceğiz

     7. Günlük tutacağız. (önemli günlerde)

     8. Her gün 3 problem çözeceğiz.

     9. Saymaları çalışacağız (2’şer, 3’er, 4’er, 5’er, 6’şar, 7’şer, 8’er, 9’ar)

     10. Çevremizi temiz tutacağız. (ağaçları, çiçekleri koru)

                                                                                  İYİ TATİLLER

    

     Öğrenciler Ne Diyor?



     Bakanın ödeve ilişkin son açıklamasından sonra, öğretmenlere soruldu mu, diye soranlar var. Peki, öğrencilere soruldu mu? Öğrenciler ne diyor, bir bakalım.

     Kanal B’de (31.10.2010)Yasemin Üçkardeş’in konuğu Ferhunde Öktem (Prof. Dr.). Ev ödevi üzerine konuşuyorlar. Bir video gösterildi, 13-14 çocuk ev ödeviyle ilgili görüşlerini dile getirdiler. Üçü dışında çocuklar ev ödevi gerekli, verilmeli, dediler. Az veriliyor, daha çok verilmeli, diyenler bile oldu. Videoyu izleyen Ferhunde Öktem, şaşırdım, dedi, yüz yüze konuştuğumuzda böyle söylemiyorlar. Yasemin Üçkardeş açıklama yaptı, “çekimi okul bahçesinde yaptık, ondan böyle konuşuyorlar.”

     3. sınıf öğrencisi Sevgi Yılmaz:

     “Öğleden sonracı olduğum için akşam eve geç dönüyorum. O zaman da acıkmış oluyorum. Hemen yemeğimi yiyorum. Biraz oyalanıp ödevimin başına oturuyorum. Bazen annem yardımcı oluyor, bazen de kendim yapıyorum. Ama çoğu kez uykum geliyor. Yarın yaparım, diye yatıyorum. O zaman sabah çok erken kalkıp gene ödevimin başına oturuyorum. Ödevimi yapmadan yatınca uykum da pek rahat olmuyor. Rüyamda ödevleri, okulu görüyorum, sıkıntılı…” (9)

     Işık Lisesi ilk kısmını bu yıl bitirecek olan Merve Berker:

     “Öğretmenimiz bize her zaman fazla ödev veriyor. Çünkü iyi yetişmemizi istiyor. (…) Eve gelince çok acıkıyorum. Acele bir şeyler yiyip, derse gelen öğretmenle ders yapıyorum. (…) Benim amacım iyi bir okulda öğrenim görmek… (…) Elbette, yorulmaz mıyım, yoruluyorum. Bunalıyorum. Belki de bu nedenle tırnak yeme alışkanlığım oldu. Buna annem çok kızıyor. Annem doktordur. Beni tırnak yeme huyumdan vazgeçirmeye çalışıyor.” (9)

     Pendik Lisesi son sınıf öğrencisi Nurel Karataş:

     “Bize de her ders ev ödevi veriliyor. (…) Ev ödevleri çok zamanımı alıyor. (…) Hele ödev sınav zamanına denk düşerse, o zaman ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Ödev yapmayınca, öğretmenler bir not indiriyor, çok parlak bir ödev olunca ancak onun derse biraz katkısı oluyor” (9)

     Bir üniversite öğrencisi çocukluğunu anlatıyor (Neydim, 2001: 140): “(…) [Ö]zlemeye değer bulduğum bir dönem olarak kaldı hafızamda çocukluğum, ilkokul yıllarım…(Ev ödevleri hariç)”

     Çocuklara ‘kitap okuma ödevi verilmeli mi, diye sorulmuş. İşte birkaç yanıt: (10)  

     “(…) Bir de kitap ödevi verilmesini hiç sevmiyorum” (Güneş İdil Altın)

     “Yok, hiç sevmiyorum. (…) Ama sınav olunca insan zorla okuyor ve bu da pek zevkli bir şey değil, yani zorla kitap okumak…” (Alara Günaydın)

     “(…) Bazen okuldan veriyorlar, ödev gibi. Onları hiç sevmiyorum, ama mecburen okuyorum. (…) Ödev kitaplarını okurken sıkılıyorum.” (Öykü Evliya)



     Evlerde Neler Oluyor?



     1.sınıfın ilk aylarında çocuk eve geliyor,

“Anne bu şiiri yazacakmışım”

     Anne bakıyor, uzun bir şiir.

“Kızım, sen bunu nasıl yazarsın?”

“Bilmem, yazacakmışım.”

     Çocuk yemek yiyor, oynuyor, sonra şiiri yazmak için masaya oturuyor, ama uykusu geliyor. Annesi,

     “Ben yazayım” diyor.

“Olmaz anne, öğretmen kızar”

     Ama uykusu iyice bastırınca teslim oluyor.

     “Anne, tamam, yaz. Ama kötü yaz, benim gibi. Öğretmen anlamasın.” (Nas, 2006b: 89)

     Yukarda anılan televizyon izlencesinde Ferhunde Öktem, ”itiraf ediyorum, kızımın ödevini yaptım. Sol elimle yazdım, öğretmen anlamasın diye” dedi.

     ‘itiraf.com’dan bir alıntı (Bu site kapandı, erişim: 2005) : “Ortaokuldayken, annem elişi dersi için benim yerime kazak örmüştü. Ördüğü kazak öğretmenden 9 puan alınca okula gidip, 1 puanı neden kırdın, diye öğretmene çıkışmıştı.”

      Gene itiraf.com’dan: “Saat gecenin ikisi, kızımın dönem ödevini yeni bitirdim. Bu ödeve tam puan gelmezse yuh bana!”

     29 ülkenin incelendiği İngiliz Varkey Vakfı’nın  raporuna göre, gelişmiş ülkelerdeki ana-babalara göre, gelişmekte olan ülkelerin ana-babaları, çocuklarının ev ödevleri için daha çok zaman ayırıyorlar. Ana-babalar Hindistan’da çocuklarına haftada 12 saat yardımcı oluyor, Türkiye’de 9 saat. (11)



     Sonuç



     Bugünkü ödev veriliş biçimiyle çocuklar öğrene öğrene, öğrenmenin ne kadar sıkıcı, bıktırıcı olduğunu öğreniyorlar. “Ev ödevinden nefret ettikçe öğrenmekten de nefret ediyorlar”(Glasser, 1999: 275). Oysa tadını tadan için öğrenme zevkli bir iştir.  Bu bir İngiliz atasözüymüş: Atı zorla dereye götürürsün, ama zorla su içiremezsin. Çocuğa da zorla öğretemezsin, öğrenme isteği içten gelmeli. Çocuk, öğretmen istiyor diye yaptığında, öğretmen istemeyince yapmayabilir.  Ödeve koşullandırılan, hep öğretmence yönlendirilen çocuk kendiliğinden, kendi isteğiyle okumayabilir, çalışmayabilir. Öğretmen ödev verirse çalışırım, vermezse çalışmam diye düşünebilir (Nas, 2006b: 91-92)

     Ev ödevi verilmezse çocuklar çalışmaz diye düşünenler, çocuğu tanımayanlar… Çocuk doğuştan meraklıdır, öğrenme isteğiyle dopdoludur. Yeter ki çocuğun merakı köreltilmesin, kışkırtılsın. Yeter ki evde de okulda da – fiziksel, ruhsal- uygun ortam yaratılsın.

     Sınıfta hedefe götürücü, doyurucu yaşantılar geçiren, ilgisine, yeteneklerine dönük zenginleştirilmiş bir öğretme-öğrenme süreci içinde çalışmalara kendini kaptıran, ‘akış’a geçen çocuk, ders süresi yetmeyince ‘işlerini’ kendiliğinden eve götürür. Çocuk bunu gönüllü yaptığı, öğretmenin zorlaması, beğenip beğenmeyeceği kaygısı olmadığı için gerilim yerini erince, doyuma bırakır. Bu da tek doğru ödül olan ‘içödül’dür. Eğitsel değeri olan çalışma, çocuğun gönüllüce, istekle yaptığı çalışmadır (Nas,  2006c: 87).

     Ödevler de merak uyandırmalı. Değilse ödevler öğrenmeyi sağlamaz, çocuğa da zarar verir. Çünkü çocuğu oyundan alıkoyar, toplumsallaşma zamanından da çalar. Özgür Bolat’ın deyişiyle, öğretmen derste öyle bir merak uyandırmalı ki çocuk evde de öğrenmeyi istemeli, sürdürmeli. Bu durumda okulda ödev verilmez, ama çocuk evde ‘ödev’ yapar. (6) 



                                                     KAYNAKÇA



Açıkalın, Aytaç (1999) İnsan Kaynağının Yönetimi, Geliştirilmesi, Ankara: Pegem Yay.    

Glasser, William (1999) Okulda Kaliteli Eğitim (Çev. Ulaş Kaplan) İstanbul: Beyaz Yay.

Nas, Recep (2006a) Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi 3. baskı Bursa: Ezgi Kitabevi

_________ (2006b) Metinlerle İlkokuma-Yazma Öğretimi 4. baskı Bursa: Ezgi Kitabevi

_________ (2006c) Çocuk İnsandır (Çocuk Eğitimi) Bursa: Ezgi Kitabevi

Neydim, Necdet (Haz./2001) Çocukluğum Nerde Saklı? İstanbul: Bu yayınevi



(1)www.birgun.net 20.06.2018 Erişim:24.06.2018

(2)www.abbasguclu.com Erişim: 23.12.2010


(4)https://tedmem.org/vurus/ev-odevi-ve-mizac (Ziya Selçuk) Erişim:23.06.2018)

(5)Herkese Bilim Teknoloji dergisi 04.08.2017 Sayı: 71


(7)Milliyet, 31.12.1998

(8)Hürriyet Pazar 13.04.1986 Sayı: 15

(9)Hürriyet Pazar, 16.03.1986 Sayı: 11 (Selma Tükel)

(10)Çiğdem Güneş, Cumhuriyet Kitap, 14.10.2010 Sayı: 1078

(11)Herkese Bilim Teknoloji dergisi, 08.06.2018 Sayı: 115

___________________________________________________________________



(*) Bu yazı Öğretmen Dünyası dergisinde (Ağustos 2018 Sayı: 464) yayımlanmıştır. (9-12)


29 Haziran 2018 Cuma

ATATÜRK VE OKUMA SEVGİSİ


                                        ATATÜRK VE OKUMA SEVGİSİ (*) 





                                                                                                                 Recep Nas

                                                                                    


     Başlık benim değil, bir kitabın adı. Yayın dünyasını izlemeye çalışırım, ama böyle bir kitabın varlığından haberim olmadı. Ne yazık ki kimi değerli, yetkin kitaplar kenarda köşede kalıyor, dağıtılmıyor bile. Bu kitap İstanbul’da sahafları dolaşırken gözüme çarptı, kaçırır mıyım, alıverdim. Çabucak da okudum, zaten minik bir kitap, 110 sayfa. Cemil Sönmez yazmış.

     Atatürk’ün kitap sevgisini, okumaya düşkünlüğünü çok kişi bilir. Benim de bildiklerim vardı, elime iki kuruş geçse biriyle kitap alırdım, dediğini; ‘Büyük Taarruz’a hazırlanırken bile Reşat Nuri Güntekin’in Çalı Kuşu adlı romanını okumaya başladığını biliyordum.   3997 kitap okuduğu epeydir dillerde, söyleniyor. Okuduğu kitapların sadece çizdiği satırlarından oluşan 24 ciltlik kitap dizisi yapıldığını da okumuştum bir yerlerde. Yeni öğrendim, bu dizi Anıtkabir Derneği’nce ‘Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar’ adıyla yayımlanmış. Üstelik okuyup da bulunamayan ya da herhangi bir işaret koymadığı, çıkmalar yapmadığı kitaplar bu sayının dışındaymış (Akyüz, 2017).

     Okurken önemli satırları çizmeyi, çarpı işareti koymayı, ‘önemli’ diye yazmayı (o ‘mühim’ sözcüğünü kullanmış), sayfa kenarlarına çıkma yapmayı Atatürk’ten öğrendim ben.  Anıtkabir’de okuduğu kimi kitaplar – sayfaları açık olarak – sergileniyordu, orda görüp benimsedim, o gün bugündür uyguluyorum.

     Mustafa Kemal okuyordu. Daha öğrenciyken ‘hürriyet’e ilişkin yasaklanmış kitapları bulup buluşturup, yatağının içinde ölgün bir ışık altında gizlice okuyor, yönetimden birinin  yaklaştığını sezince kitabı yorganın altına sokup uyur gibi yapıyor (s.29). Daha Selanik’teyken J. J. Rousseau’yu okumuş insan o (s.64). Ruşen Eşref Ünaydın’ın, kendisiyle görüşmek için Çanakkale’ye gittiğinde, masasının üzerinde gördüğü kitaplar şunlar: le Colonel Chabert (Honoré de Balzac), Boule de Suif (Guy de Maupassant), Servir (Lavendan) (Boztepe, 2018)

 Cumhurbaşkanı olduktan sonra daha da çok okumaya başlıyor, yapacağı devrimlere ilişkin ilkin kendisinin bilgilerle donanması gerektiğine inandığı için. Artık okumak onun için bir tutkuya dönüşüyor. Yurtiçinde bulamadığı kitapları yurtdışından getirtiyor. Zevk için de okuyor, bilgi edinmek için de, söylevlerine, yazılarına kaynaklık etsin diye de okuyor (s.51-52). Çağdaşı önderler totalitarizmi benimsemişken, o John Stuart Mill’in ‘Hürriyet’, Joseph Barthélemy’nin ‘Anayasal Haklardan Alıntı’ adlı kitaplarını okuyor (Örs-Baytemir, 2010: 70).

     İlgisini çekmişse koca bir kitap da olsa bitirmeden uyumuyor ya da biraz uyuyup gene okumayı sürdürüyor (s.56). Hızlı okuyor, okuduğunun üzerinde düşünüyor. Bir kez iki gün iki gece durmadan okuyor. Yorulmadınız mı diye sorulduğunda, hayır, diyor, yalnız gözlerim yaşarıyor, onun da çaresini buldum, bezlerle kuruluyorum (s.56-57). Aka Gündüz’ün Dikmen Yıldızı adlı romanını da bir gecede okuyor (s.57).

     Kütüphanesindeki yazı masasında pek oturmuyor, uzun ve geniş bir masa daha var, onu yeğliyor. Bu masanın üstünde çeşit çeşit kitaplar, sözlükler duruyor, bir de çeşitli renklerde kalemler… Karşısında saat, yanında da sigara kutusu (s.57). Satırların altını, yazarın görüşüne katılıyorsa kırmızı kalemle, katılmıyor ya da yetersiz buluyorsa mavi kalemle çiziyor, bu, kuşkulu yaklaştığı, üzerinde daha da düşünülmesi gerektiği anlamına geliyor. Verdiği öneme göre bir, iki, ya da üç çarpı koyuyor (Akyüz, 2017). Kitaba öyle saygılı ki, takım giysisini giyiyor, kravatını takıyor, öyle oturuyor kitabın başına. İsmail Habib Sevük’ün deyişiyle, Atatürk’ün eli, kılıcın kabzasından çok kitabı tuttu (s.106). Çünkü ona göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür. Mustafa Kemal, düşman Polatlı önlerine kadar gelmişken Maarif Kongresi (15-21 Temmuz 1921) düzenliyor. Zamanı mı diye itiraz edenlere, “Cehaletle savaşmak, düşmanla savaşmaktan daha kolay değil ki, bizler gelecekte irfan orduları kuracağız” diyor (Boztepe, 2018).

     Yurt gezilerinde kütüphanelere de uğruyor, okumak için kitap alıyor (s.88). Samsun’a çıktığı gün kaldığı otel kendisine armağan ediliyor, Atatürk’ün isteği üzerine otelin alt katı kütüphane yapılıyor, adı da Gazi Kütüphanesi (s.89). Halk da okusun, kitap sevgisi, okuma alışkanlığı kazansın diye Halkevlerini, Halkodalarını kuruyor (s.104).

     Hastalandığında kendisi okuyamayınca, Afet İnan önceden okuduğu kitapları anlatıyor, gazeteleri de okuyor (s.105).

       1932’de İngiltere’de bir kitap yayımlanıyor, adı Bozkurt. Bu kitapta Atatürk’le ilgili yalan yanlış şeyler yazılmış, onun için yurda sokulması yasaklanmış. Bir gece Atatürk’ün isteği üzerine bu kitap baştan sona okunuyor, Atatürk de dikkatlice dinliyor, sonra soruyor,

     -Ne yaptınız bu kitabı?

     -Yurda girmesini yasak ettik.

     -Niçin?

     -Hakkınızdaki iftiralar dolayısıyla…

     -İçki filan mı?

     -Evet efendim.

     -Az bile yazmış. Bırakın kitabı yurda girsin, millet de okusun (s.66).

          Öğrenciyken kitap yasaklarının sıkıntısını çekmiş bir insan o, kendisiyle ilgili dayanaksız, gerçekdışı savlar ileri süren bir kitabın bile yasaklanmasını istemiyor. Bedia Akarsu anlatıyor (2014: 171): “Atatürk’ün kitaba, yazarlara yaklaşımı çok güzeldir. Refik Halit Karay, ‘Deli’ adlı romanında devrimi kötülüyormuş. Atatürk, ‘Ben de göreyim’ diyor ve kitabı okuyor, ‘Devrimi kötülemiyor, tersine tebarüz ettiriyor’, yani ‘belirtiyor’ diyor. Atatürk onları bağışlayıp 150’likler geri dönünce ikinci baskısı çıktı bu kitabın.”

     Atatürk’ün sofrası ‘içki sofrası’ değil, bilim sofrası. Tartışma, çalışma zamanı, sabaha kadar da sürdüğü oluyor. Orda kitap okunuyor, belli bir konu tartışılıyor. Sofraya Atatürk’ün o gün üzerinde çalıştığı konuyla, okuduğu kitaplarla ilgili olanlar çağırılıyor (s.63). Karatahta bile var, o tahtaya kimler kalkmamış ki, bakanlar, milletvekilleri, profesörler… Atatürk soruyor, konuşulanları – uzun sürse de - sabırla, can kulağıyla dinliyor. Ondan başka herkes yorulurmuş (s. 60-61).

     Yalnızca okumamış, yazmıştır da: Atatürk’ün Yazdığı Yurttaşlık Bilgileri (Medeni Bilgiler), Geometri. Boyut, uzay, üçgen, içters açı, dörtgen gibi birçok sözcük türetmiştir. Atatürk dile, dilde özleşmeye önem vermeseydi, belki hâlâ çocuklar ‘içters açı’ yerine ‘zaviyetan-i mütekabiletan-i dahiletan’ diyeceklerdi, dilleri dönüp de diyebilirlerse… Tabii onun en büyük yazılı yapıtı, tarihi yapanın yazdığı bir tarihsel, siyasal anlatı olan ‘Söylev’dir (Örs-Baytemir, 2010: 80), birçok dile de çevrilmiştir. ‘Söylev’ üzerinde çalışırken üç ay boyunca ağzına içki koymamıştır (Movit, 2011: 115). Bunların dışında dokuz kitap daha yazmıştır, üçünün adı şöyle: Cumalı Ordugâhı (1909), Taktik Tatbikat Gezisi 1 (1911), Zabit ve Kumandan ile Hasbihal (1918) (Akyüz, 2018 – Boztepe, 2018)

     Atatürk sadece büyük bir komutan, büyük bir önder, büyük bir devlet adamı değil, bunların yanı sıra bir aydın, bir Aydınlanmacıdır. Onur Bilge Kula, Atatürk’ün sadece Aydınlanmaya ilişkin elli yedi (57) kitap okuduğunu saptamıştır (Ataol Behramoğlu, Cumhuriyet, 16.12.2017).

     Atatürk, Çankaya Köşkü Kütüphanecisi Nuri Ulusu’ya şunu diyor: (…) Şimdi o savaş bitti, yeni savaşımız başlıyor. O da kültür ve sanat savaşımızdır ve okumakla, kitapla olur. (…) Cephanenin yerini artık kitaplar alsın.” (Akyüz, 2017)

     Dönelim çok bilinen iki kuruş meselesine… Vasıf Çınar,

     -Paşam, tarihle uğraşıp kafanı yorma. 19 Mayıs’ta Samsun’a kitap okuyarak mı çıktın?

     Atatürk gülümsüyor,

     -Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bir kuruşunu kitaba verirdim. Böyle olmasaydı, yaptıklarımın hiçbirisini yapamazdım (s.96).

---------------------------------------------------------------------------

                                                      KAYNAKÇA



Akarsu, Bedia (2014) Bedia Akarsu / Felsefe, Eğitim ve Toplum Üzerine (Söyleşi:

     Mukadder Özgeç)  İstanbul: Remzi Kitabevi

Akyüz, A. Erdem (2017) “Atatürk ve Okuma Tutkusu” Bütün Dünya dergisi, Aralık-2017 (31-34)

------------------ (2018)”Atatürk ve Yazdığı Kitaplar” Bütün Dünya dergisi, Ocak-2018  (27-30)

Boztepe, Kaya (2018) “Atatürk ve Bilgi” Bütün Dünya dergisi, Ocak-2018 (5-9)

Movit, Hüseyin (2011) Atatürk’ün Sofrasında İstanbul: Truva Yay.

Örs, Yaman – Baytemir, Burcu (2010) Atatürk, Felsefe ve Yaşam Ankara: Efil Yay.

Sönmez, Cemil (1993) Atatürk ve Okuma Sevgisi Ankara: Kültür Bakanlığı Yay./1532



(*) Bu yazı Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin Çağdaş Bakış dergisinde (Haziran 2018 Sayı: 27) yayımlanmıştır.