17 Ekim 2020 Cumartesi

SOR

                                                                               SOR (*)

                                                                                                                        Recep Nas

                                                                                                                                                                  İnsan ilkin ne zaman, ne sordu, bilinmez. Belki gece olunca Güneş nereye gidiyor diye sordu, belki şimşek neden çakıyor diye sordu, deprem neden oluyor diye sordu belki de. Ama sordu, sorularına kendince yanıtlar buldu. Dünya düz dendi, evrenin merkezi sayıldı. Deprem Tanrının gazabı sanıldı. Bunlar değişmez doğrular diye bellendi, belletilmeye çalışıldı. Ama insan düşünmekten, sormaktan vazgeçmedi, aykırı sorular sormayı sürdürdü. Bu yalan yanlış bilgiler üzerinden egemenlik kuranlar aykırı sorulara, görüşlere izin vermediler. Abraham Flexner (2018: 67) demiş ya, “İnsanlığın asıl düşmanları, kanat açan insan zihnini, kanatlanmasına cüret edemeyeceği bir kalıba sokmaya çalışanlardır.”

     Düşünen sorar, soran düşünür. Soru soranlarsa en çok korkulan kişiler oldu. Bir soru bin yanıttan daha güçlü olabilir çünkü (Gaarder, 1994: 80). Yeni, alışılmadık soru soranlar, düşüncelerinin doğruluğunu savunup direnenler sapkınlıkla, dinsizlikle suçlandılar. Bunlardan biri Giordano Bruno (1548-1600), Kopernik’ten (Nicolaus Copernicus/1473-1543) de esinlenerek Dünyanın Güneşin çevresinde döndüğünü, üstelik Güneşin bir tane değil, sonsuz sayıda olduğunu söylediği için hapse atıldı, bu da yetmedi, diri diri yakıldı. Ama şimdi yakıldığı yerdeki heykeli bütün görkemiyle kendisini yakanlara meydan okuyor. Bir de Galileo Galilei (1564-1642) var tabii, o da Dünya yuvarlak ve dönüyor dediği için suçlandı, canını zor kurtardı. Ama yüzyıllarca acı çekmiş olsalar da sonunda soranlar, düşünenler, sorgulayanlar, dolayısıyla bilim kazandı, aklı yok sayanlar, aydınlanmadan korkanlar yenildi, geri çekildi. Papalık, Galileo Galilei’den- yüzyıllarca sonra da olsa - özür dilemek zorunda kaldı.

      Çocuk doğuştan meraklıdır, sorar. Ege’de çocuğa ‘kadı yoran’ derlermiş, çok soru sorduğu için… Neden, nasıl, ne, nerede? Israrla sorar. Neden, aklı yatmadıysa gene sorar, ama neden? Döner gene sorar, neden ama? Yanıtları ilgiyle dinler (Oktay, 1999: 119). Hoş, dinlese de yanıtın daha çok kendi düşüncesine uyup uymadığına dikkat eder (Sandström, 1971).

     İşte birkaç örnek:

     *Gözlerim kahverengi, neden her şeyi kahverengi görmüyorum?

     *İki gözüm var, neden tek görüyorum?

     *Allah şeytanı neden öldürmüyor?

     *Gölge nasıl oluşuyor?

     Albert Einstein’ın çocukken sorduğu sorusu da kendine yakışır türden, “Işığa binseydim Dünya acaba nasıl görünürdü?” Ne de olsa “Benim özel yeteneklerim yok, ben sadece tutkulu bir bilme meraklısıyım” diyen biri o (Öztürk, 2012: 23).

     Ünlü evrenbilimci Stephan Hawking de (1942-2018) “Hiç büyümemiş bir çocuğum ben” diyor. “Hâlâ ‘nasıl’ diye, ‘neden’ diye soruyorum. Ve bazen bir yanıt bulabiliyorum.” (1)  

     Felsefeci Nermi Uygur çocukluğunu anlatıyor: “İlkokul günlerimi anımsıyorum da ‘soru yumağı’ gibi bir şeyim ben. (…) Derslikte, toplantıda, evde, sokakta, hangi aşamada, nerde olursam olayım, örtük-açık bana takılan bir ad var, hani çoğumuzun vardır ya, benim de bir ek-adım var: sorucu. Soru dediğimiz şey (…) bir kültür eylemi, bir yorum, bir yaratıdır” (Fuat, 2000: 114)

     Bettina Stiekel (2011), çocukların sorularını Nobel ödüllü bilim insanlarının yanıtlamalarını istiyor. Sonra da bu sorularla yanıtlarını içeren bir kitap oluşturuyor. Çocukların sorularından birkaç örnek:

     *Neden okula gitmek zorundayız?

     *Neden fakir ve zengin vardır?

     *Neden sadece kızarmış patatesle beslenemem?

     *Gökyüzü neden mavi?

     *Savaşlar neden var?    

     *Neden bazı şeyleri unutuyorum da bazılarını unutmuyorum?        

     Soru sormak, bildiğinden daha üst düzeyde bilgi aramak, öğrenmeye istekli, hazır olmak demektir. Soru sormanın bittiği yerde eğitim durur (Yörükoğlu, 1983: 102-103).

     Konya Karatay Medresesi’nin (1251) kapısında şöyle yazıyormuş: Essual’u nısf-ul ilm (Sormasını bilmek bilimin yarısıdır.) (2)

     Benjamin Disraeli’nin deyişiyle, cehalet soru üretmez. Cahil soru sormaz, o her şeyi, her sorunun yanıtını bilir zaten. Bilimse soruyla gelişmiştir. Bilim insanları çevrelerini, doğayı, evreni gözlemlerken sorular sormuşlar, bu sorularına yanıt ararken de bilimsel buluşlar yapmışlardır. Yerçekimi Yasası da bir soruya yanıt ararken bulunmuştur. Isaac Newton (1643-1727) sormuş, elma düşüyor da Ay neden düşmüyor? (Yörükoğlu, 1983: 102).

     Nazi zulmünden kaçıp, en gerçek yol gösterici olarak bilimi seçen ‘Atatürk Türkiyesi’ne sığınan Alman bilim insanlarından biri derslerinde şöyle dermiş,

     “Sorun, ben aptalca yanıtlayabilirim, ama aptalca soru olmaz.”

     Öyle ya, Necip Mahfuz’un deyişiyle, bir insanın zeki olduğu yanıtlarından, bilge olduğu sorularından anlaşılır.

     Ama şu diyalog bize hiç yabancı değil.

     -Hocam, bir soru sorabilir miyim?     

     -Soramazsın, dersi kaynatacaksın değil mi, otur!

     Şöyle de olabiliyor:

     -Hocam, bir soru sorabilir miyim?

     -Sordun işte, otur!

     Öğrenci soru sormayı başarmışsa bu kez de şöyle denebilir,

     “Saçma! Ne kadar aptalca bir soru…”

      Başımıza icat çıkarma da denebilir. Eski bir bakan biz yaratıcı, buluşçu olamayız, ancak ‘ara eleman’ oluruz demişti. Gençlere seslenirken de, kalem efendisi olmayın demişti. Bu İbn Sina (980-1037), Farabi (870-950), Einstein (1879-1955), İbn Haldun (1332-1406) olmayın demek değil mi? Tabii ki doğru soru sorulmalı. Jones Salker’in dediği gibi, doğru soruları sor, yanıtlarını bulursun. Ama belki en doğru soru aptalca sanılandır.

      Soru meraktan doğar. Merak eden, bilme dürtüsü olan soru sorar. Merak körelirse, özgür ve özerk düşünme yetisi de körelir. Öğrense bile, sormadan, düşünmeden öğrenir, anlamadan inanır ve beller. O zaman da ezberci, kopyacı, aktarmacı, aşırmacı olur (Öztürk, 2012: 23).

     Alman Aydınlanmacı G. Ephraim Lessing (1729-1781, “Tanrı karşıma çıksa, bu elimde gerçekler, bu elimde de bu gerçeklere götüren araçlar var, seç birini dese, ben ikinciyi seçerim” diyor. Sormadan, sorgulamadan, eleştirel süzgeçten geçirmeden, hiçbir kuşku taşımadan inanmayı öğrenmiş bir toplum gerçeği aramaz. Osmanlı Mısır’da yaklaşık 350 yıl (1517-1882) kalmış, piramitleri merak eden çıkmamış. (2)

     Nobel Fizik Ödülünü alan İsidor İsaac Rabi’ye (1898-1988) öğrencileri sormuş,

     -Hocam bu başarınızı neye borçlusunuz?

     -Soru sormaya, soru sormayı da anneme borçluyum. Annem, başka annelerin sorduğu gibi, bugün öğretmenin sorularını yanıtladın mı, diye sormaz, tersine, bugün öğretmenine güzel bir soru sordun mu, diye sorardı bana.

     İsmet İnönü’nün kızı Özden İnönü Toker anlatıyor:

     “Atatürk bizimle konuştuğu zaman hep, çocuklar kendinize güvenin, soru sorun, derdi. Bilmemek ayıp değil, öğrenmek için soru sormanız lazım, derdi. Size söylenenleri hemen kabul etmeyin, biraz düşünün. Acaba doğru mu söylüyorlar, yoksa bizi kandırmak mı istiyorlar… Hep aklınızda o şüphecilikle söylenenleri dinleyin. Merak edin, derdi” (Cumhuriyet, 01.02.2013).

     Nitelikli soru sormayı öğrenmek de eğitimin bir parçası. Ama toplum, ne yazık ki, küçücükken doğallığıyla, ayıplanır mıyım diye düşünmeden çocuksuluğuyla soru soran çocuğu öğütüyor, bu yetisini de köreltiyor. Unutulmasın, “Merak, çağdaş düşüncenin ayırt edici niteliğidir” (Flexner, 2018: 51).

     Çocuklar için bir şiir yazmıştım:

 

     ÇOCUK İNSANDIR

 

     Yürüdüm                                                               

     otur                                                                                    

     dediler                                                                         

 

    Konuştum

    sus

    dediler

 

    Sordum

    çok bilme

    dediler

 

    Böyle olmasın, bırakalım çocuk konuşsun, soru da sorsun.

 

                                         KAYNAKÇA

 

Flexner, Abraham (2018) Faydasız Bilginin Faydası Çev. Mehmet Albayrak İzmir:

     Delidolu Yay. 

Fuat, Memet (2000) Din ile Felsefe İstanbul: Adam Yay.

Gaarder, Jostein (1994) Sofi’nin Dünyası İstanbul: Pan Yay.

Oktay, Ayla (1999) Yaşamın Sihirli Yılları: Okulöncesi Dönem İstanbul: Epsilon Yay.

Öztürk, M. Orhan (2012) “Çocukta Bilme Dürtüsünün Gelişimi” 3. Ulusal Çocuk ve Gençlik

     Edebiyatı Sempozyumu Yay. Haz. Sedat Sever vd. AÜ ÇOGEM Yay. (23-28)

Sandström, C. I. (1971) Çocuk ve Gençlik Psikolojisi (Çev. Refia Şemin) İstanbul: İÜEF

     Yay. 1614

Stiekel, Bettina (2011) Çocuklar soruyor, Nobel’liler Cevaplıyor 7. Baskı Çev. Elif Günçe

     İstanbul: T. İş Bankası Kültür Yay. 

Yörükoğlu, Atalay (1983) Değişen Toplumda Aile ve Çocuk Ankara: Aydın Kitabevi

 

( 1) HBT (Herkese Bilim Teknoloji 23.03. 2018 Sayı: 104) Der: Sevda Deniz Karali

 (2) Doğan Kuban, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, 27.05.2011 Sayı: 1262

 

 

(*) Bu yazı Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin e- dergisi (Eylül 2020 Sayı: 36) olan ÇAĞDAŞ BAKIŞ’ta yayımlanmıştır.

18 Eylül 2020 Cuma

BİZİM YUNUS: YUNUS EMRE

                                                BİZİM YUNUS: YUNUS EMRE  (**)

                                                                                                         Recep Nas

                       recepnas@uludag.edu.tr            

     Yunus Emre kimdir, nerelidir, nerde doğmuş, nasıl yaşamış, nerde ölmüş, bilen yok. Kimliğini bilen yok, ama varlığını bilmeyen yok. Onlarca mezarı var, üstünde adı da var, ama içinde kendisi yok. Kitapları var, içlerinde adı var, ama kendi kitabı yok. Ete kemiğe büründüm/ Yunus oluban göründüm demiş, ardından da bu dünyadan gider olduk/kalanlara selam olsun demiş gitmiş. Bir garip ölmüş diyeler/üç gün sonra duyalar/soğuk suyla yuyalar demiş ya, belki ölümü üç gün sonra bile duyulmamış, ölüsü soğuk suyla bile yuyulmamıştır. (1)

     Ama yaklaşık 800 yıldır halkın gönlünde, dilinde yaşayan, bütün dünya insanlarına ‘ayrık’ bakmayan, bizi Türkçenin gür ırmağında yuyan Anadolu kocasıdır, bizim Yunus’umuzdur o.

    Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmiyor, yaklaşık olarak:1241-1323

     Bugün de anlayarak, özüne vararak, iletisini alımlayarak okuyoruz onu.(4) İlkin yabancı sözcükleri Türkçeleştiriyor. Öyle ki ‘çeşm’ demiyor ‘göz’ diyor, ‘murg’ demiyor ‘kuş’ diyor, ‘guş’ demiyor, ‘kulak’ diyor. Onun kurduğu şiir dilini göçebesi de köylüsü de anlamış.(2) Halkın gerçeğini de ülküsünü de kendi çağının en atılgan, en savaşkan diliyle söylemiştir. Onun ‘dost’ kavramında halkın tüm özlemlerini bulur gibi oluruz. (1)

     Arapça, Farsça bilmesine (2-3-6) karşın bu yaban dillere yüz vermemiş, Türk halkının dilini yüceltmiş, yüksek duyguları, düşünceleri halkın diliyle söylemiştir. Yunus Emre’nin dili tümüyle halkın dili değilse de, halkın ağzından konuşmuş, halkı kendi ağzından konuşturmuştur.(1) Halk şairi değil, halkın şairidir o. Dili, yerleşik bir kültürün dilidir, eğitim görmüş bir Türkmen dili. Yazılı yazının (edebiyat) dilini halk diline yaklaştırmak, halk diliyle zenginleştirmek için bilerek çaba harcamıştır.(2)Yunus Emre’nin şiirlerinde yaratıcı yürekliliği görebiliyoruz. Bu yürekliliğiyle Anadolu Türkçesinin yazın dili olmasını sağlamıştır.

     Yunus Emre, Eyuboğlu’nun(1)deyişiyle “(…) [D]ervişlikle şairliği, yani söyleme sanatını, özü söze çevirme gücünü, düşünceyi elle tutulur gibi, gözle görülür gibi, kulakla duyulur gibi somutlaştırma, duyulara sunma yeteneğini bir araya getirmiş bir insanoğlu ve bir Türkmen kocası, bir Anadolu köylüsüdür.”   

     İki Yunus Emre’den söz edilebilir. Taptuk Tekkesi’ne katılmazdan önceki Yunus, katıldıktan sonraki Yunus. İlki Molla Yunus, sonraki Derviş Yunus’tur. İkisinin yazdıkları çelişiyor. Çünkü Yunus gerçek insanı, gerçek doğayı Taptuk Tekkesi’ne vardıktan, tasavvuf yoluna girdikten sonra bulur.(2) Nasıl değiştiğini, olgunlaştığını kendisi açıklıyor zaten.

 

     Taptuk’un tapusunda/kul olduk kapusunda

     Yunus miskin çiğ idik/piştik elhamdülillâh (5)

 

     Aşağıdaki dörtlüklerin ikisi de Yunus Emre’nin:(5)

 

     Andan cennete varam/cennette huriler görem

     Huri ile gılmanı/bir bir koçasım [kucaklayasım] gelir

                                 *          *            *

     Uçmak [cennet] uçmağım dediğin/müminleri yiltediğin [kışkırttığın]

     Bir ev ile birkaç huri/hevesim yok koçmak [kucaklamak] için

 

 Dinci ve kinci kuşaklar yetiştirmek isteyenler Yunus Emre’nin Yaradılanı severiz/Yaradandan ötürü dizelerini gün geçmez seslendirirler ama Adımız miskindir bizim/Düşmanımız kindir bizim/Biz kimseye kin tutmayız/Kamu âlem birdir bize dizelerini görmezden gelirler.

     ‘Tatlı dil’ dediğimde ilkin Yunus Emre gelir benim aklıma.

 

                                              Sözünü bilen kişinin                                               

                                             Yüzünü ağ [ak] ede bir söz                                     

                                              Sözü pişirip diyenin                                                

                                              İşini sağ ede bir söz                                                   

 

                                              Söz ola kese savaşı         

                                              Söz ola kestire başı

                                              Söz ola ağulu aşı

                                              Balıla yağ ede bir söz 

 

                                              Kişi bile söz demini

                                              Demeye sözün kemini

                                              Bu cihan cehennemini

                                              Sekiz uçmağ [cennet] ede bir söz                                                                         

 

     Yunus Emre softalara karşı çıkmış, bağnazlığı, körü körüne yazgıcılığı reddetmiştir: Dervişlik dedikleri / Hırka ile taç değil / Gönlünü derviş eden / Hırkaya muhtaç değil (6)

      Öyle ki din karşısındaki tutumu şaşılacak kadar laikçedir. “Yunus’ta dervişlik, ayağı yerden kesilmeyen, yalancılar, yobazlar, sahte peygamberlerle savaşan bir bilgeliktir, bir köşeye çekilip etliye sütlüye karışmayan bir uysallık, uyduluk, neme lazımcılık değil.” (1)Tanrıyı sevgi, yücelik dolu bir güç olarak tanır, tanıtır. Dogmaları, şeriatın katı kurallarını kırıcıdır. (2)

 

  Yunus Emre der hoca

  Gerekirse bin var hacca          

  Hepisinden iyice

  Bir gönüle girmektir

 

    *      *         *

Müselmanlar zemane yatlu oldı                       

Halal yinmez haram kıymetlu oldı                   

Okunan Kuran’a kulak tutulmaz                        

Şeytanlar semirdi kuvvetlü oldı

 

*     *         *

                      

Bir gönül yıktınısa                                             

Bu kıldığın namaz değil                                     

Yetmiş iki millet dahi                                         

Elin yüzün yumaz değil                                      

 

 

                            Yunus Emre, Tanrıyı korku değil, sevgi kaynağı olarak görür. “Öyle bir sevgi ki, onun coşkusuna düşenler, evreni, insanı, Tanrıyı bir ışık seli içinde birbiriyle kaynaşmış görür. Bu büyük sevginin esrikliğinde, insanları birbirinden ayıran dinlerin, tarikatların, inanışların, milliyet ve ırkların üstüne çıkar ve bütün insanları eşit sayar.” (2) Ondandır ki UNESCO, doğumunun 750. yıl dönümü olan 1991’i ‘Yunus Emre Yılı’ ilan etmiştir.

                            Yunus Emre, içsel yönelimli bir dindardır, hiçbir kara kaplı kitabın, hiçbir dogmanın kölesi olmamıştır.(1)

  

Bu dervişlik beratın                                            

Okumadı müftüler                                             

Onlar nerden bilecek                                            

Bu bir gizli varlıktır                                              

        *      *                      

Bana namaz kılmaz diyen                                                                            

Ben kılarım namazımı                                                                            

Kılarısam kılmazısam

Ol hak bilir niyazımı

*     *

Hâk’tan artık kimse bilmez

Kâfir Müselman kimdürür

Ben kılarım namazımı

Hak geçirdiyse nazımı                                                                            

                                                     

 

     Yunus Emre söz ustasıdır, söz kalabalığı yapmaz, az sözle çok şey anlatır. Bir söylenceye göre, Mevlânâ’ya ‘Mesnevi’si için, “Uzun yazmışsın” diyor, “ben olsaydım Ete kemiğe büründüm/Yunus diye göründüm derdim.”(3) Mevlânâ da “Bunu söyleyebilseydim, Mesnevi’yi yazmazdım” diyor. Dili, zanaatçının, köylünün, esnafın, çobanın dolambaçsız, canlı, renkli dilidir.(1)

 

Az söz erin yüküdür

Çok söz hayvan yüküdür

Bilene bu söz yeter

Sende Güher [cevher] var ise                                                            

 

Yunus Emre insanseverdir, tüm insanları kardeş sayar,  kardeşçe sever.

 

Gelin tanışık olalım                                        

İşi kolay kılalım                                              

Sevelim sevilelim                                            

Dünya kimseye kalmaz                                   

          *            *                                                  

 

Çok cehd edip istedim                                    

Yeri göğü aradım                                                

Hiç mekânda bulmadım

Buldum insan içinde

           *             *

 

Sana ne sanırsan

Ayruğa da onu san

Dört kitabın manası

Budur eğer var ise

            *             *              

Dünya benim rızkımdır

Halkı benim halkımdır

 

     Yunus Emre yüreğini, düşüncesini ezenlere karşı ezilenlerden yana koymuş, ezilen insanları zalimlerden korumaya çalışan dirençli bir derviştir.(1-4)

 

Gitti beyler mürveti                                      

Binmişler birer atı                                         

Yediği yoksul eti                                           

İçtiği kan olusar                                             

        *          *

Çalış kazan ye yedir

Bir gönül ele getir

Yüz kâbeden yeğrektir

Bir gönül ziyareti

         *            *

Beyler azdı malından

Bilmez yoksul halinden

Çıkmış rahmet gölünden

Nefs derdine dalmıştır

 

     Yunus Emre dış ödül istemiyor, onun zaten uçmaktan [cennet] umusu yok/Tamudan [cehennem] korkusu yok

 

Cennet cennet dedikleri/Birkaç köşkle birkaç huri

İsteyene ver anları/Bana seni gerek seni (*)

 

    Talat Sait Halman’ın deyişiyle, Yunus Emre, Doğunun, Batının ‘hümanist’ kavramlarını birleştirip bir ‘Türk hümanizması’nı yaratmış, bunu Anadolu Türkçesiyle, şiirsel boyutlarıyla işleyerek Türk toplumuna, kültürüne armağan etmiştir. O Türk şiirinde ilk kez Tanrıyı insanlaştıran, insanı Tanrılaştıran bir ozandır.(1)

 

                                                 KAYNAKÇA

 

1.Eyuboğlu, Sabahattin (1981) Yunus Emre 6. Baskı İstanbul: Cem Yayınevi

2.Başgöz, İlhan (1999) Yunus Emre I  Dünya Klasikleri Dizisi (Cumhuriyet gazetesinin

    armağanıdır)

3.Yesirgil, Nevzat (1963) Yunus Emre 2. baskı İstanbul: Yeditepe Yay.

4.Timuroğlu, Vecihi (2004) Yunus Emre Üzerine Bir Deneme Eskişehir: Eskişehir Sanat

    Derneği Yay. 1

5.Vakkasoğlu, Vehbi (2002) Yunus Emre İstanbul: Nesil Yay.

6.Bozkurt, Turan (2016) Sevgi ve Aşk Çağlayanı Yunus Emre İstanbul: Halk Kitabevi

 

(*) Bu dörtlük, Türk edebiyatı adlı ders kitabına [Fırat Yayınları, 2012] konan şiirin bütününden çıkarılmış, başka bir deyişle Yunus Emre sansürlenmiştir.

   

(**) Bu yazı ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ dergisinde (Eylül 2020 Sayı: 391) yayımlanmıştır.

9 Ağustos 2020 Pazar

DİSİPLİN NEDİR, NE DEĞİLDİR?

                                               DİSİPLİN NEDİR, NE DEĞİLDİR? (*)

                                                                                                                        Recep Nas


     Disiplinin Anlamı

               Türk Eğitim Derneği’nin (TED) düşünce kuruluşu olan TEDMEM’in, OECD’nin yaptığı Uluslararası Öğretme-Öğrenme Araştırması’nın (TALIS) bulgularına dayanarak hazırladığı rapora (TALIS 2018 Sonuçları ve Türkiye Üzerine Değerlendirmeler) göre, Türkiye’de öğretmenlerin % 81. 4’ü öğrencileri sınıf kurallarına uyması, % 84.5’i de dersi dinlemeleri için ‘sık sık’ ya da ‘her zaman’ uyarıyor. Bir bulgu da şu: Türkiye, anılan çalışmaya katılan ülkeler arasında son on yılda – bir ders süresince – sınıfta düzeni sağlamak için harcanan sürenin en çok arttığı ülke (Cumhuriyet, 30.09.2019).

     Anlaşılan, öğretmenlerimiz sınıfta disiplini sağlamakta zorlanıyorlar. Disiplin nedir, ilkin ona bir bakalım.

     Disiplin, Latince kökenli bir sözcük. Bize yabancı, kökenindeki anlamı bilmiyoruz, bilmeyince de farklı anlamlar yüklüyoruz ona, demokrasi için yaptığımız gibi. Bu sözcüğün ilk çağrıştırdığı sıkı düzen, ceza, itaat…

    Disiplin sözcüğü kökenini Latincede ‘öğrenme’ anlamına gelen ‘discipere’den türeyen ‘discipulus’tan almıştır. Bu sözcük de yardım etmek, yol göstermek anlamına geliyor (Tuncer, 1980: 20)

     Türk Dil Kurumu’nun ‘İngilizce- Türkçe Sözlük’ünde (1971) ‘disciple’ diye  bir sözcük var, bunun Türkçe karşılığı öğrenci, çırak… Aynı sözlükte disiplinin karşılığı olarak da eğitmek sözcüğü verilmiş.

     Bilgisunardaki (internet) sözlüklere de baktım. Tureng Sözlük’te disiplin sözcüğünün karşılığı olarak eğitim, eğitmek, terbiye, terbiye etmek de var.’Family discipline’ için de aile terbiyesi deniyor. Dragomanos’la Zargan sözlüklerinde de – başka karşılıklarının yanı sıra – disiplin için eğitmek, yetiştirmek, terbiye etmek gibi karşılıklar veriliyor.

     Demek ki disiplin, toplumun yapıcı, özdenetimli bireyi olması için çocuğu bilişsel, toplumsal, duygusal yönden sağlıklı iletişim yoluyla eğitmektir (Campbell, 1991: 102). Bunun içindir ki, disiplin, çocuğun kişiliğinin sağlıklı gelişmesi için önem taşıyan tutumları, kuralları içerir (Tuncer, 1980: 20), öğretme – öğrenme sürecinin de ayrılmaz bir parçasıdır (Salk, 1982: 78). Dahası, disiplin, kişinin istekleriyle, gereksinmeleriyle toplum düzeninin gerektirdiği sınırlamalar arasında denge kurmak için gereklidir (Jersild, 1979: 151-152). Böylece çocuk öteki insanların haklarının ayırdına varır, onlara saygı duymayı öğrenir.

     Disiplin, özcesi, çocuğun sağlam bir kişilik geliştirmesine, bağımsızlığını kazanmasına, özdenetimli olmasına, kendisiyle ilgili kararları kendisinin almasına, eleştirel düşünmesine, ‘birey’ olmasına kılavuzluk etme sürecidir. Bunlar eğitimin amaçlarıdır aslında. Öyleyse disiplin temelde, son kertede eğitimle anlamdaştır (Öncül, 2000: 333).

 

     Sevginin Gücü

 

     Peki, çocuğu disipline alıştırmak çok mu zor? Hayır, hiç değil. Disiplinin birincil koşulu çocuğa sevildiğini, sayıldığını, kabul edildiğini duyumsatmaktır. Saygı, sevgi duyulduğunda, empatik yaklaşıldığında çocuğu disiplinli yetiştirmek kolaylaşır. Sevginin karşı konulamaz çekiciliği, sıcaklığı çocuğu kurallara uymaya yöneltir. Güzel bir sözdür: Sevecenlik öyle bir dildir ki, kör görür, sağır duyar.

     Cemal Süreya anlatıyor (2013: 16): “Bizim sınıf, haylaz bir sınıftı! Son sınıf… Adı, Edebiyat-G. Hatta hep iki senelikler. Bizim gibi bir iki parasız yatılı, böyle uysal kişi vardı aralarında. (…) Bütün öğretmenlere karşı haylazlık yaparlardı. Ama Melahat Hanım’a karşı hepsi ayaktaydı. Hepsi hayrandı Melahat Hanım’a!”

     Aşağıdaki de bir öğrencimin mektubundan kısa bir alıntı:

     “(…) Bir de öteki şubeden bazı öğrenciler kendi istekleriyle bana gelmişler. Öğretmenleri bana diyor ki, ‘Onlar çok yaramazdır, benim sınıfımdan dayak yemekten bıktıkları için gitmek istediler’. Belki bayan öğretmen bizi dövmez demişler. İki gündür o öğrencilerimden hiçbir kötü hareket görmedim. Şu anda bana karşı saygılıdırlar ve bu saygılarını kaybetmemek için elimden geleni yapacağım” (M.A. 13.10.1987). Demek ki, Thomas Gordon’un deyişiyle, iyi öğretmenle iyi öğrenciyi yaratan sağlıklı öğretmen-öğrenci ilişkileridir.   

     Eğitmeye başlamadan önce çocuğun duygu deposu doldurulmalıdır. Sevgi deposu dolu olan çocuk kendine yapılan kılavuzluğa içerlemeden olumlu tepki verir (Chapman ve Campbell, 2006: 20). Öğretmen adaylarına söylerdim, dersimi sevmeniz gerekir, seveceksiniz ki koşa koşa geleceksiniz. Ama dersimi sevmeniz için beni sevmeniz gerekir, beni sevmeniz için de benim sizi sevmem gerekir. Görüyorsunuz, iş öğretmende başlıyor, öğretmende bitiyor. Severseniz, sevilirsiniz, dolayısıyla dersinizi de severler. Suna Tanaltay’ın deyişiyle, sevgi alış-veriş değil, veriş-alıştır. Sevgili öğrencilerim ‘etkin dinleme’yi, derse etkin katılmayı öğrenirler ve biz ‘sorunsuz alan’ı yaratarak gülüş cümbüş ders yaparız, ‘öğretme’nin ve ‘öğrenme’nin tadını çıkara çıkara…

     Sokakta şeytan, okulda melek olan Şeker Portakalı’nın Zeze’si bakın ne diyor:

     “En duygulandığım olay da, öğretmenim Dona Cecilia Paim’le olan ilişkimdi. Ona sokakta çocukların en şeytanı olduğum anlatılsa, herhangi birinden daha çok sövdüğüm söylense, inanmazdı. Hele yaramazlıkta benzerim bulunmadığını kanıtlasalar, buna hiç kulak asmazdı. Okulda bir melektim.(…) Beni o kadar çok seviyordu ki onu hayal kırıklığına uğratmamak için uslu duruyordum herhalde” (Vasconcelos, 2013: 107).

     Öğretmen öğrenciyi, öğrenci öğretmeni sever sayarsa, disiplin sorunları gözle görülür biçimde azalır (Gordon, 2000: 212).

     Sevilen, bu da yetmez, sevildiğine inanan çocuk özgüvenli olur. Çevresindekilere inanır, güvenir, duygularını da özgürce dile getirir (Jersild, 1979: 221). Ama en temel ruhsal besin olan sevgiden yoksunsa, çocuğun geriye yitireceği pek bir şey kalmıyor demektir (Salk, 1982: 80). Vuracağı iki tokat değil mi, deyiverir.

                      

     Otorite ve Özgürlük

 

     Özgürlük başıboşluk, başıbozukluk değildir, sorumluluk ister. Zygmunt Bauman’ın deyişiyle, özgürlük, kısıtlamanın hiçbir biçimde geçerli olmadığı alanda yeşermez. Kimi kısıtlamalar, başka bir deyişle, toplumsal yararı gözeten kurallar ortak çıkarın önüne kişisel çıkarın geçirilmesini engellemek için var. Bazı kısıtlamalar olmayınca çocukta özgürlük kavramı gelişmez (Salk, 1982: 88) Disiplin belli sınırlar içinde özgürlük tanır. Çocuk bu sınırlar içinde özgürlüğü kullanmayı öğrenir, özgürlüğünün bir bölümünden vazgeçmeden özgürlüğün meyvelerini tadamaz, değerini bilemez (Jersild, 1979: 152).

     Disiplinin iki boyutu var: otorite ve özgürlük. Peki, disiplin uygularken otorite mi seçilmeli, özgürlük mü? Böyle bir seçim söz konusu değil. Sorun, otoriteyle özgürlükten birinin seçilmesi değil, hangi otoriteyle, hangi özgürlüğün seçileceğidir (Avanzini, 1965 Akt. Onur, 1979: 30).

     Otoriteyle özgürlükten biri dışlanır, göz ardı edilirse disiplin gerçek niteliğini yitirir. Otoriteye ağırlık verilir de özgürlük dışlanırsa otoriter olunur. Özgürlüğe ağırlık verilip de otorite dışlanırsa bu kez de otorite boşluğu yaratılmış olur. Onun için disiplinin içinde otoriteyle özgürlüğün dengelenmesi gerekir. Otoriteyle özgürlük birbirine karşıt, uzlaşmaz kavramlar değil çünkü. Bunlar birbirini tamamlar, bütünler, besler.

    Çocuğun sağlıklı gelişmesi için otoriteye de gereksinmesi var, özgürlüğe de… Otoriteye gereksinmesi var, kılavuzluğa, yol göstericiliğe gereksinmesi var çünkü. Öğretmen de ana-babadan sonra doğal bir otoritedir. Çocuğun özgürlüğe de gereksinmesi var, bağımsızlığa gereksinmesi var çünkü. Gitgide bağımsızlaşması, kendine ilişkin kararları kendisinin alması, kendi kendini yönetmesi gerekir.

     Demek ki öğretmen otoriter olmamalı, otorite boşluğu da yaratmamalı, otoriteyle özgürlüğü dengeleyip otorite sahibi olmalıdır. Bu, ‘olumlu otoritedir. Çocuğun, gencin gereksinme duyduğu, kabullendiği otorite budur. Kabullenmediği ise dayatmacı, baskıcı, itaate zorlayan otoritedir, bu da otoriterliktir.

     Öğrenciler dost öğretmeni kabullenirler, sever sayar, benimserler. Dost öğretmen öğrencilerin öğretmenidir çünkü. Öğrencilerinin yanındadır, karşısında değil. Onlarla yakından ilgilenir.

     Öğrenciler resmi öğretmeni kabullenmezler, bu öğretmen dersin öğretmenidir çünkü. Öğrencilere uzaktır, onlarla ilgilenmez. Yüzü öğrencilere değil tahtaya dönüktür, dersini verir, çeker gider.    

     Otorite sahibi öğretmen otoritesini kullanırken öğrenciyi hiçe saymaz. Kendine güveni, çocuğa saygısı vardır. Akıllıdır, ölçülüdür. Hakça davranır, etkilidir, genellikle sessizdir. Diyalog kurar, tartışır. Carl Rogers’ ın (1975) deyişiyle, empati becerisi yüksek olan öğretmen öğrencilerce benimsenir, sevilir. Bu öğretmen işbirliğine açıktır, kişilerarası ilişkileri kolaylaştırır (Uluğ,2014: 12).

      Otoriter öğretmense seyrek olarak etkilidir, keyfi davranır, genellikle gürültücüdür. Gevezelikten hoşlanmaz, kestirip atar, gücünü, tekliğini tartışanı saf dışı eder (Berge, 1964 Akt. Onur, 1979:28). Aslında kaba gücünden başka gücü yoktur. Otoriterlik, otoritenin yozlaşmış durumudur (Avanzini, 1965 Akt. Onur, 1979: 28).

     Öğretmenin otoritesi olacak, bunda kuşku yok. Peki, öğretmenin otoritesinin kaynağı ne? Bu kaynak öğretmenin meslek bilgisidir, kültürüdür, kişiliğidir. Dahası saygı, sevgi, anlayış temelli tutumudur. Öğretmenin otoritesi dışardan, resmiyetten kaynaklanmamalı. Ben öğretmenim, saygı beklerim, diyen öğretmen istediği saygıyı çok bekler. Godot’yu bekler gibi bekler, ama Godot’nun gelmediği gibi saygı da gelmez. Öğretmen saygı beklemez, bilgisiyle, kültürüyle, tutumuyla saygıyı kendiliğinden yaratır, otoritesini de böylece kendiliğinden kurar (Nas, 2015: 107).

     Talip apaydın, öğretmeni M. Rauf İnan’ı anlatıyor: “En ufak kötü bir söz çıkmazdı ağzından, ama görülmemiş bir saygı toplardı. Şaşılacak şey, onun kurduğu disiplini başka hiçbir okulda ve öğretmende görmedim. Bunu kendiliğinden yaratırdı. İyi yetişmiş, ciddi ve tutarlı kişiliği bizde derin bir saygı uyandırırdı. Bilgiliydi, etkili konuşurdu ve özellikle çalışkandı” (Sarıhan, 2002: 160).

 

     Otorite Çeşitleri (Gordon, 2000: 12-16)

   

     Uzmanlık Otoritesi

 

     Bu emekle, alınteriyle kazanılan bir otorite, doğal, kendiliğinden oluşan… Alanında otorite denir ya, bu işte. Atanmış bir otorite değil, engin bir kültürle bezenmiş, sağlam bir kişilikle donanmış, öğrencilerin benimseyip kucak açıverdiği bir otorite bu. Bu otoritenin kaynağı bilgiden de öte başka şeylerdir. O başka şeyler, etkili ve yapıcı iletişimdir, empatidir, empatik dinlemedir; saygı, sevgi, anlayış temeline dayalı sağlıklı insan ilişkileridir, yapıcı çatışma çözme becerisidir. Bu otorite, öğretmen-öğrenci ilişkilerinde sorun yaratmaz, öğrencinin büyümesiyle azalmaz, üstelik artabilir. Çünkü ‘sorunsuz alan’ yaratılmış, sorunsuz ilişkiler kurulmuştur (Gordon, 2001: 165). Kaba güç kullanmak aklının ucundan bile geçmez. Seneca’nın sözünü bilir: En güçlü kişi, gücüne egemen olandır.

 

     İş Otoritesi

 

     Bu, yapılan işten kaynaklanan bir otoritedir. Doktor, üstünüzü çıkarın, deyince çıkarırsınız. Hostes, kemerlerinizi bağlayın, deyince bağlarsınız. Bu buyruklara uymamak, karşı koymak kimsenin aklının ucundan geçmez. İşini yapan kişinin otoritesi kabul edilir. Öğretmen de örneğin 50. sayfayı açın, deyince tüm öğrenciler açar.

 

     Anlaşma Otoritesi

 

     Derste bir öğrenci sunum yapacaksa öğretmen otoritesini ona devreder, kendisi de ondan izin alarak konuşur.

    

     Güç Otoritesi

 

     Bu otoriterliktir işte, kaynağı da güçtür. Bu öğretmen, öğrenciyi denetlemek, yönetmek, yönlendirmek için iki gücünü, ödülü ve cezayı kullanır. Ama bu iki gücü öğrenci kendine tümüyle bağımlı oldukça kullanabilir. Öğrenciler büyüdükçe, dolayısıyla bağımlılıkları azıldıkça, cezadan korkmamaya, ödüllerini de kendileri elde etmeye başladıklarında öğretmenin bu güçleri önemsizleşir, etkisini yitirir.

     Dört otoriteden tek kötü olanı budur, güç otoritesidir. Güç, çok geçmez, karşı güç yaratır. Denmiş ya, ferman padişahınsa dağlar bizimdir. Hodri meydan, el mi yaman bey mi yaman, denebilir bir gün. Öğrenciler bu güçle baş etme yollarını bulur, kullanırlar. Sonra da öğretmen, kendisinin koyduğu kurallara uymaları için sık sık uyarmak zorunda kalır, dersin de tadı kaçar.

 

   

                                                 KAYNAKÇA     

 

Campbell, Ross (1991) Çocuk sevgiyle Büyür (Çev. Şen Süer Kaya) İstanbul: Altın

     KitaplarYay.

Chapman, Gary- Campbell, Ross (1006) Çocuklar İçin Beş Sevgi Dili (Çev. Pelin Ozaner)

     6. baskı İstanbul: SistemYay.

Gordon, Thomas (2000) Çocukta Dış Disiplin mi? İç Disiplin mi? Çev. Emel Aksay)

     2. baskı İstanbul: Sistem Yay.

_____________  (2001) Etkili Öğretmenlik Eğitimi (Çev. Emel Aksay) 10. baskı

     İstanbul: Sistem Yay.

Jersild, Arthur T. (1979) Çocuk Psikolojisi (Çev. Gülseren Günçe) 3. baskı

     Ankara: AÜEF Yay. 79

Nas, Recep (2015) Sağlıklı Öğretmen-Öğrenci İlişkileri Bursa: Ezgi Kitabevi

Onur, Bekir (1979) “Disiplin Kavramı” Ankara: Eğitim ve Bilim dergisi Cilt: 3

     Sayı: 17 TED Yay. (25-33)

Öncül, Remzi (2000) Eğitim ve Eğitim Bilimleri Sözlüğü İstanbul: MEB Yay.

Salk, Lee(1982)Çocuğun Duygusal Sorunları(Çev. Erzen Onur)2. Baskı İst. Remzi Kitabevi    

Sarıhan, Zeki (Haz. 2002) Unutulmayan Öğretmenler Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.

Süreya, Cemal (2013) Matematik İyi, Kuşlar Pekiyi 24. baskı İstanbul: YKY

Tuncer, Oya (1980) “Çocuk, Aile ve Çevresi” Çocuk ve Eğitim Ankara: TED Yay.

Uluğ, Mücella (2014) “Empati Nedir? Tanımı ve Benzer Kavramlardan Farkı” Empati:

     Kuramdan Uygulamaya ed. Aysın Turpoğlu Çelik İKÜ Yay.202

Vasconcelos, Jose Mauro de (2013) Şeker Portakalı 111. baskı (Çev. Aydın Emeç)

     İstanbul: Can Yay.    

 

 (*) Bu yazı Eleştirel Pedagoji dergisinde (Temmuz-Ağustos-Eylül 2020 Sayı: 65)

         yayımlanmıştır.