17 Nisan 2017 Pazartesi

EĞİTİMDE ÇAĞDAŞLIK


EĞİTİMDE ÇAĞDAŞLIK (*)



                                                                    

                                                                     




     Eğitim bir süreçtir. Bu süreç içinde bireyin yeterli duruma gelmesi, istenilen yönde değişmesi gerekmektedir. Bu değişim bireyin davranışlarında olacaktır. Bu davranışların çağa uygun, olumlu, bilimsel tutuma yöneltici olması gerekir kuşkusuz. Ama- ne yazık ki-son on yıldır eğitim uygulamalarında bilimsellikten uzaklaşılmakta, aklın yerine inanç getirilmek istenmektedir. İlk ve ortaöğretimde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin zorunlu olması bir yana, kültür dersleri de dinsel açıdan işlenir duruma gelmektedir.



     Bilimsel Düşünme Gücü



     Türk milli eğitim sisteminin genel amaçları 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nda belirlenmiştir. Soyut bir anlatımla ve uzun tümcelerle üç maddede sergilenen bu amaçlar ne derecede gerçekleşmektedir? Sormak gerekiyor: Okullarımızda yalnızca ders kitaplarıyla yetiniliyorsa, düşünmeyi öğretmeye yönelik felsefe, mantık dersleri dışlanıp seçmeli duruma getiriliyorsa ‘Hür ve bilimsel düşünme Gücü’ne nasıl sahip olacaktır öğrenciler? Özgür ve bilimsel düşünme gücünü, doğruluğu yeterince kanıtlanmamış olan hiçbir şeye inanmamayı, araştırıcı, sorgulayıcı, kuşkucu olmayı öğreten bilimsel eğitim sağlayabilir. Bilimde kanıtlamak, dinde ise inanmak esastır. Atatürk bunun için 1930’da okullardan din dersini kaldırarak eğitimi bilimsel temele oturtmak istemiştir.  (Batuhan, Cumhuriyet gazetesi, 6.2.1990)  Öğretimin Birleştirilmesi Yasası’na karşın, bugün uygulamada ikili ve çelişkili eğitiminden söz edilebilir. Canlıların oluşumunun biyoloji dersinde bilimsel açıdan, din dersinde inanç açısından açıklanması çocuğu şaşırtmayacak mıdır? Gerçi biyoloji kitaplarına da dinsel içerik katılabiliyor günümüzde.

     Ortaokul 3. Sınıfta okutulan ‘Vatandaşlık Bilgileri’ kitabında din kuralları, laiklik ilkesine aykırı olarak toplum yaşamını düzenleyen kurallar içinde sayılmakta, “İnsanoğlu, sonuç olarak ne evrenin ne de evrendeki bir varlığın kendiliğinden olamayacağına, evreni yaratan ve yöneten üstün bir yaratıcının varlığına inanmıştır. (…) Bir dine inanan ve onun icaplarını yerine getiren kişi kalbini kötülüklerden, kin ve nefretten arınır; sevgi, iyilik, güzel duygularla doldurur” denilmektedir. Bu sözlerle çocuk dinsel bir zorlamayla karşı karşıya bırakılmış olmuyor mu?

      ‘Din adamı yetiştiren okullardaki bir ders kitabında (***) “Cumhuriyet eğitiminin çarkından geçenler dine karşı yabancılaşmış, Türk-İslam kültüründen soğutulmuşlardır” diye yazılıyorsa, bu kitabı okuyan öğrenciler Atatürk’ün devrim ve ilkelerine nasıl bağlı kalacaklar, üstelik ‘Cumhuriyet eğitiminin çarkından geçenler’ e karşı düşmanca duygular beslemeyecekler midir? Görülüyor ki, çağdaş, devrimci, laik ve bilimsel düşünceli kimliğin karşısına, geleceği geçmişte arayan bir kimlik çıkarılmak isteniyor,

     Atatürk, kendisinin yazdığı, uzun yıllar ortaokullarda ders kitabı olarak okutulan ‘Yurttaşlık Bilgileri’ kitabında şöyle demektedir: “Kimi insanlar, geleceği, geçmişin arasından görmekte direnirler. Bunlar ilgimizi kestiğimiz geleneklere karşı bağlılığın yeniden sağlanmasını isterler. Bu tür insanlar, kendisinin inandığı gibi inanmayan kimseleri, istedikleri gibi ezemezlerse kendilerini cenderede hissederler. Herhalde bağnazlıktan kurtulmak (bağnazlığı aşabilmek) istenen bir tutum durumuna gelmesi de düşünsel eğitimin yüksek olmasına bağlıdır.” Atatürk, düşünmeyi öğretmek yoluyla bağnazlığın aşılacağını vurgulamaktadır. Peki, bugün düşünmeyi öğretebiliyor muyuz?



     Düşünmeyi Öğretmek



     Tekin’in (1978) araştırmasının sonucuna göre, “Lise ve dengi okulları bitirdikten sonra yükseköğretime girebilen öğrenciler ‘okuduğunu anlama gücü’ ile ‘yazılı anlatım becerisi’ni yeterli düzeyde kazanmamış durumdadırlar. (…) Öte yandan yükseköğretim kurumlarındaki Türkçe öğretimi de sözü edilen bu iki özelliği öğrencilere kazandırmada ya da bu özellikler yönünden öğrencilerdeki eksikleri gidermede etkili olamamaktadır” (Tekin, 1980: 60). Demek ki ilkokuldan yükseköğretime kadar öğrencilere okuduğunu tam ve doğru anlama, doğru ve etkili yazma becerisi yeterince kazandırılamıyor.

     İpşiroğlu, üniversite öğrencilerinin anlama, kavrama ve eleştirme güçlerini yoklamak için Ferit Edgü’nün çok ince bir alaylamayla yazdığı ‘Türk Politikacılarının Kültürle ve Sanatla Olan İlişkileri’ başlıklı denemesini, yazarın adını söylemeden öğrencilerine okur. Öğrencilerden, bu yazıdan ne anladıklarını açıklamalarını ister. Sonuç çarpıcı ve üzücüdür. Yazıyı 92 öğrenciden yalnızca 4’ü anlamıştır (İpşiroğlu, 1989: 14-15) Neden böyle? Bunda öğretim programlarının, kullanılan yöntemlerin, araçların etkisi var elbette. Bunların ötesinde en önemli öğe, öğretmen… Öyle ya, programa canlılık katacak, işlerlik kazandıracak, onu zenginleştirecek olan öğretmendir. Ne ki yeterli, uygun araç, kaynak yoksa öğretmen istenilen etkiyi yaratmakta güçlük çekecektir. Okuma parçaları – özellikle ilköğretimde kullanılan sınıf dergilerindekiler – genellikle ‘çocuksu’dur. Dil yavan, anlatım kuru, ilkel… Oysa bu parçaların ‘çocuğa göre’ olması gerekir. Bunun içinse anlatım akıcı, tümceler yalın olmalıdır. Çocuğun ilgileri, gereksinmeleri, dil evreni dikkate alınmalıdır. Türkçenin olanakları, zenginliği parçalara yansımalıdır. Böylece parçalar çocukların düşünce, duygu eğitimine katkıda bulunabilir (Özdemir, 1983: 28 Binyazar, 1983: 65-66)

     Aşağıya bir fikir vermek üzere iki şiir yazılmıştır. Bunlardan hangisinin ‘çocuksu’, hangisinin ‘çocuğa göre’ olduğu belli, apaçık ortada.



CANIM ATATÜRK’ÜM



Atatürk’ü çok severim

Benim canım derim

Öl dese ölürüm

Canım Atatürk’üm



19 Mayısta çıktın Samsun’a

Ordan baktın vatana

Canım feda olsun sana

Canım Atatürk’üm



Atatürk Anıtkabir’de yatar

Ordan yurduna bakar

Canıma can katar

Canım Atatürk’üm



İLKOKUL İKİDEKİ



Ankara kalesinin dibindeydi evimiz

Kardeşim bakardı yamaçtan uzaklara, Türkiye’ye

Anıtkabir parlardı en çok

Neden parlardı en çok

Anlamazdı

Kaçtasın diye sorarlardı ona

İlkokul ikideyim derdi ağır ağır

Sesi titrer biraz

Anlamazdı



Pazarları giyerdi güzel giysilerini

Anıtkabir’e giderdi, Mustafa Kemal’e

Oradan yeryüzü görünürdü daha yakın

Neden görünürdü yeryüzü daha yakın

Anlamazdı

                           Fazıl Hüsnü Dağlarca





     Bugün okullarımızda hâlâ ezbercilik egemen. Öğrenciye bir sürü ad, tarih, formül ezberletilmekte, çocuğun beyni bilgi deposu olarak görülmektedir. Oysa günümüzde öylesine bir bilgi birikimi var ki, bunların hangi biri öğrenciye verilecektir? Bu bilgilerden en gerekliler seçilse bile yine de bunları öğrencinin belleğine yığmak gerekmez. Çünkü bu bilgileri depolayacak, saklayacak birçok araç geliştirilmiştir. Kaldı ki mutlak bilgi yoktur, bilimsel bilgi görelidir. Dahası bilgiler eskir, değişir, bugün doğru sanılan bilginin yarın yanlış olduğu ortaya çıkabilir. Öyleyse çocuk bilgi hamalı olacağına, ilgisi yönünde gereksinme duyduğu zaman hangi bilgiyi, nerden, nasıl elde edeceğini öğrenmelidir. Öğrenme yollarını, kısacası, öğrenmeyi öğrenmelidir (Enç, 1981: 204-205) Demek ki çocuk bilgiyi ezberlememeli, onu kendisine mal etmeli, özümsemelidir. Bugünse çocuklar gereksinmelerini karşılamayan, ilgilerini çekmeyen, birbiriyle bağlantı kuramadıkları, yaşamdan kopuk bilgileri belleklerine yığmak, papağan gibi aktarmak zorunda bırakılıyorlar. Öğretme-öğrenme sürecinin merkezinde öğrenci olacağına, konu ya da öğretmen var. Aktarmacılığın egemen olduğu bir eğitim sisteminde öğrencilerin düşünmeyi öğrenebilecekleri söylenemez.

     Dil düşünceyi, düşünce dili geliştirir. Sözcük dağarı ne kadar genişse, ne kadar çok kavram zenginliğine sahipse, bireyin o ölçüde düşünme yeteneği gelişir, düşünce ufku genişler. Bunun içinse çocukların okuma alışkanlığı, eleştirel okuma gücü kazanmaları gerekir. Bunu sağlamak için ana-baba ve öğretmen çocuğa örnek olmalı; sınıf ve okul kitaplıkları çocuğu özendirecek biçimde düzenlenmeli, çocuğun okuma eğilimlerine uygun ve çağdaş iletiler sunan kitaplarla donanmalıdır. Çocuk, evinde kitaplık kurması için isteklendirilmeli, ona kitap alması için de harçlık verilmelidir. Unutulmamalı ki, okuduğunu anlamayla okul başarısı arasında çok yakın ilişki vardır.

     Okullarımızda öğrencileri etkin ve etkili kılacak yöntemlere yeterince yer verilmiyor, yöntemler çeşitlendirilmiyor. Varsa yoksa anlatım yöntemi… Öğrenciye dinlemek kalıyor yalnızca. Deney, gözlem, inceleme dersi olması gereken Fen Bilgisi dersinde bile ilkokul öğretmenlerin yarısı anlatma yöntemini ‘her zaman’ kullanmaktadırlar (Fidan, 1986: 222)

     Ders kitapları ise çocuğu düşünmeye yönlendirecek, okuma alışkanlığına ulaştıracak nitelikten yoksun, kuru, albenisiz, bilgi yığını; çocuğun kendi kendine öğrenmesini sağlayacak özellikte değil. Sözgelimi yukarda sözü edilen ‘Vatandaşlık Bilgileri’ kitabında devlet şekillerinden tutun da siyasal örgütlenmeye, askerlik yoklamalarına, vergi çeşitlerine, Anayasa Mahkemesi üyelerinin kaç yaşında emekli olduğuna, il ve ilce trafik komisyonlarının görevlerine kadar değişik konulara en ince ayrıntısıyla madde madde yer verilmiştir. İlkokul Programında, Sosyal Bilgiler dersinin ünitelerinin kimi alt başlıklarına ana çizgileriyle değinilmesi istenirken, ünite dergileri aynı ünitelere ilişkin, çocukların düzeylerinin üzerindeki bilgileri sayfalarca art arda sıralamaktadırlar.



Çocuk mu, Ders Çalışma Makinesi mi?

    Bir ilkokul öğrencisine soruldu,

-          Nasıl gidiyor?

-          İyi gidiyor, dedi.

-          İyi giden ne, ben ne sordum ki?

-          Dersleri sordun, büyükler başka ne sorar ki…

Çocuklar yalnızca ders çalışması gereken bir robot olarak algılanırsa bu yanıtı vermesi doğaldır. Çocuğun bedensel, zihinsel, ruhsal, toplumsal yönleriyle bir bütün olarak gelişmesi gerekir. Bunun içinse onun yalnızca dersleriyle, aldığı notlarıyla ilgilenmek yetmez.

     Çocuğun sağlıklı gelişmesinde ve başarılı olmasında düzenli bir aile ortamı; anlayışlı, güvenli, ilgili, saygılı, sevecen ana-baba tutumu çok önemli bir etkendir. Başka bir deyişle, düzenli bir aile yaşamı, çocuğun okul başarısını olumlu yönde etkilemektedir.  Lammermann’a göre, okul başarısıyla uyumlu aile yaşamı arasında %63 bağıntı vardır (Altın köprü, 1979: 121). Çocuğun eğitimi doğumuyla birlikte başladığına göre, öncelikle ana-babanın çocuk eğitimine ilişkin eğitilmesi gerekir. Halk eğitim müdürlükleri dikiş-nakış, çiçekçilik kurslarıyla yetinmeyip bu görevi üstlenebilir.

     Bugün çocuklar okul-ödev-kurs üçgeni içinde bunalmakta, çocukluklarını yaşamamaktadırlar. Çocuğunun iyi bir öğrenim görmesini istemek her ana/babanın hakkıdır kuşkusuz. Ama çocuğun yarış atı durumuna getirilmesi doğru değildir. Çocuklar ana-babanın geleceğinin güvencesi, ilerde ailenin geçim aracı olarak görülmemelidir. Ödev, çocuğun kendi kendine çalışma ve öğrenme becerisi kazanması, öğrendiklerini uygulaması için gereklidir. Ama amaçsız, plansız, gelişigüzel ödev verilmez. Gereğinden çok, düzeyinin üzerindeki ödev çocuğu bunaltır, kopyaya yöneltir, çocuğun baştan savma iş yapmasına neden olur. Çocuk öğrenme isteği, sevgisi kazanacağına, öğrene öğrene, öğrenmenin ne kadar sıkıcı bir şey olduğunu öğrenir. Öğrenmek için de iştah gereklidir. Ödeve koşullandırılan çocuk, ödev verilmeyince okumaz, çalışmaz. Bir Bakanlıkta üst düzeyde görevli bir memur şöyle demektedir: “ İlkokuldan beri bizi ödev yapmaya öyle alıştırdılar ki, şimdi ödev verilince yapıyorum, verilmeyince Bakanlıkta boşuna oturuyorum”(Ergun, 1987: XIV).

     Yapılan bir araştırmaya göre, Anadolu Lisesi ve özel okul sınavlarına hazırlık için haftada sekiz saatten fazla kurs gören çocuklarda, daha az kurs gören çocuklara oranla daha çok uyum ve davranış bozukluklarına rastlanmıştır (Yavuzer, 1984:196). Özellikle ilkokulun son iki sınıfında çocuklar çoktan seçmeli test sorularıyla boğuşuyorlar. Çocuğun gelişimi için çok önemli olan beden eğitimi, müzik ve resim-iş derslerinde bile sınava hazırlık yapılabiliyor. Köroğlu’ndan esinlenerek insanın “Anadolu liseleri icat oldu, çocuğun eğitimi bozuldu” diyesi geliyor. Son yıllarda çocukların karınları tostla, beyinleri testle dolduruluyor.

     Sözü edilen sınavlara hazırlanan bir ilkokul 5. Sınıf öğrencisi duygularını şöyle dile getirmektedir: “(…) Mesela, kapıda bir annem, güler yüzlü, tatlı dilli. Yemeğin hazır olsun. Tabii ki, ben emir vereyim diyemem, ama o gün 5 değil de 4,5’tan 5 aldıysam, ‘Olsun, bir daha dikkatli ol’ deyip yanağımdan öpen bir annem olsaydı, (…) Öğretmenime çok dikkat ediyorum. Kapıda biriyle konuşurken gülüyor. İçeri girince suratı asılıyor. (…) Okulun bir eğlence olmasını, sulu boyalarla bütün sınıfı boyamaya, süslemeyi çok isterdim. (…) Okul olmasaydı, ama oyun olsaydı.” Görülüyor ki, çocuklar, en önemli öğrenme kaynaklarından biri olan oyundan yoksun. Oysa oyun çocuk için bir oyalanma değil, çalışmadır, iştir; çocuğun yaşamında sevgi ve beslenme kadar önemlidir. Çocuk oynayarak becerilerini, us gücünü, kişiliğini geliştirir. Oyun, çocuğun gelişimine katkıda bulunan en doğal araçlardan biridir.

     Çocukların okulu sevdiklerini söylemek zor doğrusu. Okullar sevimsiz, soğuk, resmi görünümlü. Oyun alanı, aracı yeterli değil, kimisinde hiç yok. Dersler ilginçleştirilerek işlenmiyor, ‘oyun içinde eğitim gerçekleştirilemiyor. Birazcık kar yağmaya görsün, çocukların aklı tatilde. Deyim de üretmişler, kar yağınca “tatil yağıyor” diyorlar. Hafif bir deprem sonrasında çocuğun biri şöyle der: “İnşallah okulun duvarları çatlamıştır, okul tatil olur” (Ergun, 1987: XIV).



     Neden Başarısızlık?



      Ruh sağlığı eğitimin ayrılmaz bir parçasıdır. Ruhsal yönden de sağlıklı, sağlam kişilikli bireyler yetiştirmemiz gerektiğini söylemek bile gereksiz. Bugünse duygu ve kişilik eğitimi savsaklanmakta, göz ardı edilmektedir. Oysa duygusal yaşam, zihinsel yaşamdan önce gelmekte ve zihinsel yaşamın kaynağını oluşturmaktadır (Şemin, 1979: 57). Okul başarısı bireyin ilgi, tutum benliğini etkilemektedir. Uzun süreli başarısızlık okula, okuldaki öğrenmeye karşı olumsuz tutumların gelişmesine neden olur. Özellikle ilkokuldaki başarı çocuğun ruh sağlığını etkilemektedir. Okulda sürekli başarılı bir öğrenciyle sürekli başarısız olan bir öğrencinin ilerde sorunları çözme biçimleri farklı olacaktır (Yıldıran, 1984: 24-25)

     Birey tektir, kendine özgüdür. Her çocuk parmaklarının izi gibi eşsizdir, ayrı bir değerdir. Her çocuğun öğrenme biçimi, hızı, süresi farklıdır. Bunun için her çocuğa öğrenme fırsatı ve süresi tanınmalı; yöntemler çeşitlendirilmeli, öğretim bireyselleştirilmelidir. Her çocuğa başarı tadı tattırılmalıdır. Başarı, başarının mayasıdır. Çocuk kendi hızıyla öğrenirse, bilgiyi özümserse öğrenme anlamlı olur, anlayarak öğrenme gerçekleşir. Eğitim sistemimiz-bugünkü işleyişiyle-tek tip birey yetiştirmeye yöneliktir. Oysa her öğrencinin ilgi, yetenek ve gereksinmelerini karşılayacak bir sistemin geliştirilmesi gerekir.

     Eğitim sistemimiz seçici ve eleyicidir. Yüzbinlerce çocuğun zorunlu öğrenim hizmetinden yararlanamaması bir yana, 1988-1989 öğretim yılında ilkokulda öğrencilerin % 10’u, ortaöğretimde % 30’u okulda kalmıştır. Bu olgu, çocukların ruhsal sağlıklarının olumsuz olarak etkilemesinin yanı sıra yeni dersliklere gereksinme yaratmakta, sınıfların kalabalıklaşmasına yol açmakta, dolayısıyla öğretimin niteliğini düşüren bir etken olmaktadır.

     Sınıfta kalan çocuğun ‘tembellikle’ suçlanması çağdaş eğitim anlayışıyla bağdaşmaz. ‘Tembel’ denilen olgu bir neden değil, sonuçtur. Okul başarısızlığının birçok nedeni olabilir: Görme-işitme yetersizliğinden, yeterince güdülenmemiş olmaya kadar… Kaldı ki öğretmen, öğrencilerinin başarısızlığı karşısında öncelikle kendi uygulamalarını, kullandığı yöntemleri, öğrencileriyle ilişkilerini gözden geçirmelidir, özeleştiri yapmalıdır.

     Bloom’un ‘Tam Öğrenme Modeli’ne göre, duyarlı ve planlı öğretim hizmeti sağlanır, öğrenme güçlükleriyle karşılaşanlara yerinde ve zamanında yardım edilir, öğrenmeleri için yeterli zaman tanınırsa hemen hemen bütün öğrenciler yüksek düzeyde öğrenme gücü geliştirilebilirler (Bloom, 1979: 4).



     Okulda Demokrasi

  

     En iyi öğretme yolu iyi örnek olmaktır. Onun içindir ki, çocuk, demokratik davranışları önce yakın çevresinde, sonra okulda göre göre, yaşaya yaşaya benimseyecek, içselleştirecektir. Demokrasi öğretilmez, yaşanır. Ne var ki Türk toplumu olarak demokrasiyi bir yaşam biçimine dönüştürdüğümüzü söylemek çok zor. Ailede uç vermeyen demokrasi okulda da filizlenmiyor bir türlü. Öğretmen de bu toplumun ürünüdür, demokrasinin yeterince işlemediği aileden gelmektedir.

     Okulda demokrasinin tüm kurallarıyla işlemesinin gereğinden söz edilince disiplin olgusu gelmektedir akla. Disiplin, çocuğun sağlıklı gelişimi için gereklidir; ama ‘çocuk merkezli’ bir disiplin anlayışının benimsenip uygulanması koşuluyla… Yetişkine düşen görev çocuğa ve ergene, bağımsızlığını kazanması, kendi kendini yönetmesi için yardımcı ve destek olmaktır.

     Disiplinle otorite, disiplinle özgürlük birbirine karşıt kavramlar değildir. Disiplinin özünde otorite de vardır, özgürlük de… Demek ki disiplinin özgürlük sağlayıcı yanı da vardır. Disiplinin içinde otoriteyle özgürlüğün dengelemesi, uzlaştırılması gerekmektedir (Onur, 1979: 30-32) Bu nedenle öğretmen otoriter de olmamalı, otorite boşluğu da yaratmamalıdır, demokratik tutum takınmalıdır. Demokrat bir öğretmen öğrencisine saygı duyar, sevgiyle yaklaşır, sevecendir. Kendine, öğrenciye güvenir. Hakça davranır. Öğrencisiyle sağlıklı iletişim ve diyalog kurar. Anlayışlı, hoşgörülüdür. Her öğrencisini değerli bir birey olarak kabullenir. Öğrencilerin görüşlerini, düşüncelerini saygıyla dinler, önemser, dikkate alır. Tartışmaya açıktır. Kararları öğrencileriyle birlikte alır, kuralları yine birlikte belirler. Körü körüne itaat beklemez. Mesleki bilgisiyle, davranışlarıyla, kişiliğiyle kendiliğinden saygınlık yaratır. Sınıfının karşısında değil, yanındadır.

     Bugünse öğretmen öğrencisine uzak durmaktadır. Gülümsemenin, şakalaşmanın, espri yapmanın dersin ciddiyetini bozacağı, öğrenciyi şımartacağı sanılıyor, Öğrencilere yeterince söz hakkı verilmiyor. Değişik, özgür düşünceler bastırılıyor. Demokrasinin gereği olan çokseslilik yaratılamıyor. Otorite, korku yoluyla kurulmaya çalışılıyor. Oysa duygulara, düşüncelere sınır konmazsa, davranışlara da sınır koyma gereği duyulmaz. Yasakçı bir ortamda özgün, yaratıcı düşünceler serpilmez. Bir öğrenci şöyle diyor: “Ben bir öğrenci olarak öğretmenlerime yaklaşamıyorum, korkuyorum. Bunun suçu bizde mi, öğretmenlerde mi? Yetişme Yönteminde mi? Okullara atanmadan önce öğretmenlere çocuk ve gençlik psikolojisi öğretilmeli” (Yörükoğlu, 1988: 172).

     Ergenlik, fırtınalı bir dönemdir. Ergen bedensel ve psikolojik değişim içindedir. Tepkilidir, yargılayıcıdır. Ona anlayışla, hoşgörüyle yaklaşılması gerekir. Ama bugünkü uygulamada, okul, öğrencilerin uyum güçlüklerini gidermesi gerekirken, kimi durumlarda bu güçlükleri artırmaktadır (Yavuzer, 1982: 265) Mili Eğitim Bakanlığı’na Bağlı Ortaokul ve Ortaöğretim Kurumları Disiplin Yönetmeliği akla gelmedik ceza türleriyle dopdulu. Gençlere ‘potansiyel suçlu’ gözüyle bakılıyor. Oysa önemli olan ceza vermeyi gerektirmeyecek bir eğitsel ortamın yaratılmasıdır. Ceza, cezalandırılmaya neden olan davranışı bir an için bastırsa bile yeni bir davranış öğretmez (Hovardaoğlu, 1988: 37). Olumsuz davranışı yapma eğilimi kişinin içindedir yine. Kişi her cezalandırılışında kendini korumaya çalışır, yalana başvurur, korkar, kaygılanır. Böylece istenmedik yan ürünler ortaya çıkar. Kaldı ki ‘disiplin olayı’ sayılabilen kimi öğrenci davranışları özünde ergenlik döneminin özelliklerinin ürünüdür.      

     Çoklu katılımın sağlandığı, hoşgörünün ve anlayışın egemen olduğu, eğitsel önlemlerin alındığı bir ortamda disiplin kurulları, demokrasi kuralları işlerlik kazanacaktır.

     Okullarımızda dayağın varlığı yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki Milli Eğitim Bakanlığı ikide bir öğrencilerin dövülmemesine ilişkin genelge yayımlamak zorunda kalmakta; böylece okullarda dayağın varlığını resmi olarak doğrulamış olmaktadır.

     Dayak onur kırcı bir olgudur. Döveni de küçültür, dövüleni de… Dövülen, dövene karşı kin besler.

     Dayak onur kırcı bir olgudur. Döveni de küçültür, dövüleni de… Dövülen, dövene karşı kin besler. A pısırık olur ya da başkaldırır. Dayağın yoğun okullarda öğrenciler araç-gereç ve eşyalara zarar vermektedirler (Yörükoğlu, 1983: 113) Dövülen çocuk dövmeyi öğrenir. Sorunları saldırganlıkla çözmeye çalışır. Şiddet, şiddeti doğurur.

     Bir ilkokul öğrencisi şöyle diyor: “Dövülürken içimden okula gelmek ne zor diye düşündüm. Öğretmenimin ne fena olduğunu düşündüm. Okulumuza başka bir öğretmen gelmesini düşündüm. Öğretmenim benim küçüğüm olsa ben de onu döverim diye düşündüm. Ona içimden sövdüm.” Bir ilkokulda-2. Sınıfta-Atatürk Devrimleri işlenirken, çocuklardan biri “Öğretmenim” diyor, eskiden öğretmenler dövüyorlardı falakayla, şimdi dövüyorlar sopayla”. İşte küçük bir öğrencinin okula ve öğretmenlere bakış… (Nas, 1988: 247-248)

      Peki, öğretmen öğrencisini neden dövüyor? Belli ki çağdaş disiplin anlayışından yoksun. Öyle ya, öğrencisini seven ve sayan, onunla sıcak, içten ilişki içinde olan, sağlıklı iletişim kuran, sınıfında olumlu öğrenme ortamı ve coşkusu yaratan, öğrencisinin ilgisini çekip güdüleyen, dersini ilginç kılabilen bir öğretmen dayak gibi çağdışı disiplin aracına başvurma gereği duymaz. “Bir lise öğretmeni yeni gelen meslektaşına şu öğüdü veriyordu. ‘Meslekte yenisin, bu iş nasıl başlarsa öyle gider. Sınıfta güçlü olduğunu, dizginlerin senin elinde olduğunu ilk gün göstermelisin, yoksa ipin ucunu kaçırırsın. İlk günler bir fırsatını bul, sınıfın elebaşılarından birine bir güzel sopa çek, ondan sonra yıl boyu rahat edersin’” (Yörükoğlu, 1988: 175)

     Hep öğretmene yüklendiğim sanılmasın. Her şeyden önce öğretmenlerin kendileri demokratik koşularda yetişmiyorlar. Düzenli, sağlıklı bir hizmetiçi eğitimden de geçmiyorlar. Bakanlık dayağa ilişkin genelge göndermekle yetineceğine, çağdaş disiplin anlayışı kazandırmaya yönelik kurslar açıp öğretmenlerin kafalarının içini değiştirmelidir. Öte yandan, Atatürk’ün ‘düşünsel devrim’i gerçekleştirmesini beklediği öğretmenler geçim derdinde bugün, örgütlenme hakkından yoksun. Tanilli’nin (1988: 175) “Karanlık güçler, eğitimi çökertirken öğretmeni de ezmiştir.”



     Öğretmenin Yetişmesi



     Öğretmenden beklenen özellikler öncelikle öğretmen yetiştiren öğretmende olmalıdır. Öğretmenlik meslek bilgisi derslerinde öğretmen adaylarına yalnızca bilgi vermekle yetinilmeyip nitelikli bir öğretmende bulunması gereken kişilik özelliklerinin de kazandırılması gerekir. Mesleki kişilik ‘mesleki ortam’ içinde kazandırılabilir ancak (Binbaşıoğlu, 1982: 46) XI. MEŞ’te belirtildiği gibi (s. 95), eğitim sistemindeki öğretmenin niteliği, öğretmen yetiştiren kurumların öğretim elemanlarının niteliğiyle özdeştir. Öğretmenin niteliğiyle eğitimin niteliği arasında doğrudan bir ilişki vardır (Işıksoluğu, 1988: 25) Oysa ilkokul öğretmeni yetiştiren eğitim yüksekokullarında öğretmenlik meslek bilgisi derslerini veren öğretim elemanlarının ancak 1/3’ü ilkokul öğretmenliği yapmıştır; % 6’sı ise ne öğretmen okulu çıkışlı, ne de öğretmenlik sertifikasına sahiptir. Matematik Öğretimi, Türkçe Öğretimi gibi özel öğretim derslerini verenlerin % 68’i ilkokul öğretmenliği yapmamıştır. Yani ilkokul öğretmenliği deneyimi olmayan, ilkokuldaki dersleri okutmayan kişiler bu derslerin nasıl öğretileceğini öğretmeye kalkışmaktadırlar. ‘Bilen öğretir’ anlayışı günümüzde geçersizdir. Öğretmen, nasıl öğreteceğini de bilmelidir. Eğitim fakültelerinde de öğretmenlik meslek bilgisi derslerini verenlerin yaklaşık % 17’si öğretmen kökenli değildir, yarısından fazlası ortaöğretimde öğretmenlik yapmamıştır (Ulusavaş, Nas: 1990)

      Öğretmen yetiştiren öğretmen, deneyimlerini somut, canlı örnekler vererek sunarsa; öğretmen adayı, öğrenme yaşantıları geçirmiş, güdülenmiş olur. Dahası öğretmen adayı; öğretmenlik yapacağı ortamın koşullarını bilen, bu ortamda görev yapmış olan, onu bu koşulların gerektirdiği biçimde yetiştiren öğretmenle daha kolay özdeşleşebilir.

     Sonuç olarak, yapıcı, yaratıcı, çağdaş, bilimsel tavırlı, üretken, sorgulayan, bağımsız ve eleştirel düşünme gücü gelişmiş bireyler yetiştirmek için Atatürk’ün eğitim politikasının ilkeleri ışığında-zaman yitirilmeden-eğitim sistemimizin yeniden yapılandırılması gerektiğini vurgulamak isteriz.



     KAYNAKÇA



Altınköprü, Tuncel (19799 Okulöncesinde, Okulda, Yaşamda Çocuğun Başarısı Nasıl

     Sağlanır?  İstanbul: Altınköprü Yay.

Atatürk’ün Yazdığı Yurttaşlık Bilgileri (Günümüz diline çevirip basıma haz: Nuran Tezcan)

     Çağdaş Yay. İstanbul

Batuhan, Hüseyin “Din Dersleri ve Laiklik” 6.2.1990 günlü Cumhuriyet gazetesi

Binbaşıoğlu, Cavit (1982) “XI. Milli Eğitim Şurası’nda Öğretmen Yetiştirme Sorunu

     Üzerine” Çağdaş Eğitim dergisi Sayı: 67

Binyazar, Adnan (1983) “Anadili Öğretiminde Yazınsal Alanlara Açılım” Türk Dili dergisi

     Sayı:379-380

Bloom, Benjamin S. (1979) İnsan Nitelikleri ve Okulda Öğrenme ( Çev. Durmuş Ali Özçelik) MEB Yay. Ankara

Ekşi, Aysel “Din Eğitimi Adı Altında Okutulanlar” 21.8.1990 günlü Cumhuriyet gazetesi

Enç, Mitat (1981) Eğitim Ruh, Bilimi İnkılâp ve Aka Kitabevi, İstanbul

Ergun, Budun (1987) Sosyoloji ve Eğitim,V Yay. Ankara

Fidan, Nurettin (1986) Okulda Öğrenme ve Öğretme, Kendi yayını, Ankara

Hovardaoğlu, Selim (1988) “Cezanın Davranışlar Üzerindeki Etkisi” Eğitim ve Bilim dergisi

     Cilt: 12 Sayı: 68 TED, Ankara (32-37)

Işıksoluğu, Müberra (1987) “Nitelikli Öğretmen Yetiştirmede Bazı Sorunları” Eğitim ve 

     Bilim dergisi Cilt: 11 Sayı: 63 TED, Ankara

İpşiroğlu, Zehra (1989) Düşünmeyi Öğrenme ve Öğretme, Afa Yay. İstanbul

Nas, Recep (1988) “Çağdışı Bir Disiplin Aracı: Dayak” UÜ Eğitim Fakülteleri Dergisi Cilt:   3   Sayı: 1, Bursa (243-248)

Onur, Bekir (1979) “Disiplin Kavramı” Eğitim ve Bilim dergisi Cilt: 3, Sayı: 17 TED, Ankara (25-33)

Özdemir, Emin (1983) “Anadili Öğretimi” Türk Dili dergisi Sayı: 379-380)

Şemin, Refia (1979) Ruh Sağlığı, Kendi yayını, İstanbul

Tanilli, Server (1988) Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz? Amaç Yay. İstanbul

Tekin, Halil (1980) Okullarımızdaki Türkçe Öğretimi, Kendi yayını, Ankara

Ulusavaş, Mualla-Nas, Recep (1990) “Öğretmen Yetiştiren Kurumlarda Yönetici, Öğretmen

     ve Program Üzerine Bir Çalışma” Yayımlanmamış araştırma

Yavuzer, Haluk (1982) Çocuk ve Suç, Altın Kitaplar Yay. İstanbul

____________  (1984) Çocuk Psikolojisi, Altın Kitaplar Yay. İstanbul

Yıldıran, Güzver (1982) Öğrenme Düzeyleri ve Ürünleri, Boğaziçi Üniversitesi Yay, İstanbul

Yörükoğlu, Atalay (1983) Değişen Toplumda Aile ve Çocuk, Aydın Kitabevi Yay. Ankara

_______________ (1988) Gençlik Çağı, Türkiye İş Bankası Yay. Ankara







(*) Bu yazı ÇAĞDAŞ KÜLTÜRÜMÜZ Olgular ve Sorunlar adlı (ortak kitap) kitapta (Cem Yayınevi- Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Yayınları: 2, 1991-İstanbul) yayımlanmıştır. (311-326)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder