23 Ocak 2017 Pazartesi

ÇAĞDIŞI BİR DİSİPLİN ARACI: DAYAK


                                          ÇAĞDIŞI BİR DİSİPLİN ARACI: DAYAK *



                                                                                                            Recep NAS



     Giriş           



       Okullarımızda dayağın varlığı yadsınamaz bir gerçektir. Öğrencisinin kafasına yumruk atan, dayak için özel ‘sopa’ yaptıran öğretmenlere rastlanmaktadır (Yavuzer, 1986: 51). Evde dayak olunca, bu, okula da yansımaktadır. Öğrencisini döven öğretmen de bu toplumun ürünüdür, dayak atan aileden gelmektedir (Yörükoğlu, 1983:113). UÜ Eğitim Yüksekokulu çıkışlı bir öğretmenin mektubundan bir örnek verelim:

     “(…) Göreve başladığım gün alışmak için arkadaşımın sınıfına girdim. Bir köşeye çekildim, dinledim. Ders epey ilerledikten sonra birkaç öğrenci kapıyı çalıp içeri girdi. Öğretmen, ‘Neden geç kaldınız, neredeydiniz?’ diye sordu. Çocuklar cevap vermediler. Hava da öylesine soğuktu ki, cevap verecek halleri kalmamıştı. Öğretmen sopayı aldı, hepsinin ellerine vurdu. Minicik ellere vuruldukça acısını yüreğimde duydum. İlerleyen günlerde gördüm ki, çocuklar dayağa alışmışlar. Ben hiç dövmedim. Dövmememe kendi arkadaşlarım bile karşı çıktılar. ‘Dövmezsen başa çıkamazsın, tepene çıkarlar’ dediler. Yıllar yılı dayakla yoğrulmuşlar ki benim dövmememi yadırgadılar. (…) Bir gün bir veli geldi: ‘Hoca’nım., siz benim oğlanı hiç dövmüyorsunuz, dövün ki sizin emeğiniz de boşa gitmesin, benimki de…’ dedi. (…)” (A.H.İ. 11 Mayıs 1987)



     İlkokul Yönetmeliğinin 26. Maddesinde şöyle denilmektedir:

     “Esas olarak ilkokul öğrencilerine maddi veya manevi ceza verilemez. Öğrencilerin davranış bozuklukları, bunlara sebep olan bedeni, ruhi ve sosyal etkenler, araştırma ve giderici tedbirler alınmak suretiyle düzeltilir. Böyle durumlarda öğrenciye ilk ve etkili yardımı yapmak sınıf öğretmeninin görevidir.(…)”         

     Kâğıt üzerinde kulağa hoş gelen bu sözler acaba işlerlik kazanıyor mu? Önemli olan bu, “Yasak” demiş olmak yetmiyor. Dayak olgusu okullardan kapı dışarı edilemediğine göre, yetmediği belli.

   Peki, neden dövüyor öğretmen? Çocukları mı sevmiyor? Çağdaş disiplin anlayışından mı yoksun? Çocuk psikolojisini, çocukların özelliklerini mi bilmiyor? Sınıfında yeterli iletişim ve etkileşim ortamı mı sağlayamıyor? Otorite sahibi olmanın yollarını mı bilmiyor? Nedenler belki bunların birkaçı, belki hepsi… Değilse, neden çocukları dövme gereği duysun öğretmen? Öyle ya, öğrencilerini seven ve sayan, sınıfında olumlu öğrenme ortamı yaratan, öğrencileriyle sıcak ve içten ilişki içinde olan öğretmen dayak gibi yapay disiplin sağlama yoluna başvurma gereği duymaz. Ama saygı bekleyici olduğu sürece disiplin sorunlarıyla karşılaşır. Oysa güçlü kişiliğiyle, sevecen yaklaşımıyla kendiliğinden saygı sağlayıcı olmalıdır. Öğretmen saygı gösterirse saygı görür, severse sevilir.

     Disiplin



     Yol göstermek ve yardım etmek anlamına gelen disiplin, çocuğun sağlıklı gelişimi için gereklidir (Tuncer, 1980: 20). Disiplinin özünde otorite de vardır, özgürlük de… Otoriteyle özgürlüğün disiplinin içinde dengelenmesi gerekir. Demek ki, öğretmen ne otoriter olmalı, ne de otorite boşluğu yaratmalıdır, otorite sahibi olmalıdır. Otorite sahibi öğretmense ‘çocuk merkezli’ disiplin anlayışını benimser. Kendine güvenir, çocuğu tanır. Saygılıdır, anlayışlıdır, hakça davranır. Öğrencisiyle işbirliği yapar, diyalog kurar. Kararları öğrencileriyle birlikte alır, onlara danışır. Öğrencilerinin yanındadır, karşılarında değil (Onur, 1979: 30-32).

     Çocuğun duygularına sınır konulmamalıdır. Çünkü bastırılan duygular olumsuz duygular olarak dışa yansır. Çocuğa söz hakkı tanınmalıdır. Öğretmen öğrencisiyle diyalog kurabilmeli, ikisinin konuşmaları iki ayrı monoloğa dönüşmemelidir. Çocukla konuşurken onu dinlemek ve anlaşıldığını hissettirmek çok önemlidir. Davranışlara sınır konurken de neyin, neden, nasıl yapılması gerektiği belirtilmelidir, neyin yapılmayacağı değil. Bir başka deyişle, emirler olumlu ve hedef gösterici olmalıdır. Neden öyle yapması ve davranması gerektiğini, kuralların gerekçelerini anlamalıdır çocuk. Yasak ilgi çeker, olumsuz emir tepki yaratır, yapılmaması gerekeni yinelemeye iter çocuğu. Kurallar akla uygun ve kolayca uyulabilir olmalıdır.

     Özdenetim, en etkili disiplin aracıdır (Yörükoğlu, 1978: 162). Çocuk kendini denetleyip yönetebilmelidir. Ama özdenetim yeteneği baskı altında gelişmez. Çocuk doğru olanı, öğretmenden korktuğu ya da ödül beklediği için değil, içten gelen bir istekle yapmalıdır; yanında öğretmen olmadan da uygun biçimde davranmalıdır. Öğretmenden korkmamalıdır çocuk, korkunun olduğu yerde öğrenme gerçekleşmez. Dayağa ilişkin yapılan araştırmalara göre “Öğretmen dayağı ve aşağılayıcı davranışlar arttıkça öğrenci başarısı düşmektedir.” (Yörükoğlu, 1983: 113)

     Çevre, çocuğa göre düzenlenmelidir. Çevrenin denetim alınması, disiplin sorunlarını en aza indirir. Çocuk hareket varlığıdır, unutulmamalıdır bu. Sessizlik ve hareketsizlik içinde hiçbir yetenek gelişmez. Okulda yeterince oyun alanı ve aracı olmalıdır. Çocuklar hareket gereksinmelerini uygun yollarla gidermelidirler. Değilse, daracık koridorlarda itişip kakışırlar.

                                                    

    Dayak



     Önce şunu belirtelim ki, önemli olan ceza vermeyi gerektirmeyecek bir ortamın yaratılmasıdır. Çünkü, ceza, olumsuz davranışı geçici olarak önler. Cezanın baskıcı etkisi kalkınca olumsuz davranışı büyük bir olasılıkla yineler çocuk. Olumsuz davranışından ötürü çocuğu şiddetle cezalandırmak sorunu daha da çözümsüz kılar. Her olumsuz davranışın altında bir ya da birçok neden vardır. İlgi çekmek isteyebilir, kendine yönelik baskıyı ‘protesto’ edebilir. Öğretmenin görevi – İlkokul Yönetmeliği’nde de belirtildiği gibi – bu nedenleri araştırıp ortaya çıkarmak, sorunun çözümü için çocuğa ve ailesine yardımcı olmaktır. Ama öncelikle bedensel, zihinsel, toplumsal, duygusal yönleriyle çocuğu tanımak gerekir. Ailesini de tanımak gerekir, çünkü çocuk ailesinin ürünüdür, aile içi sorunları okula taşır. Anasızlığını, babasızlığını, üvey ana ya da baba elinde oluşunu, ana-baba geçimsizliğini, ana-babanın disipline ilişkin tutumlarını… Tüm bunlardan bilinmeden, dolayısıyla çocuğu tanımadan onun olumsuz davranışını cezalandırmak ateşi külle örtmeye benzer.

     Çocuk, okuldaki başarısızlığı nedeniyle de dövülebilmektedir. Oysa öğrenciler arasında yetenek, güdülenme, anlama gücü bakımından bireysel farklılıklar vardır. Her çocuğun öğrenme biçimi, süresi, hızı farklıdır. Onun için her çocuğa öğrenme fırsatı tanımak, öğretimin niteliğini artırmak gerekir. Çocukları aynı düzeyde var sayıp hepsinin aynı uyarıcılarla aynı sürede öğrenmelerini istemek, sonra da başarılı-başarısız diye ayırmak çağdaş eğitim anlayışıyla bağdaşmaz (Ertürk,1984: 89).

     Okuldaki başarısızlığı nedeniyle çocuğun ‘tembel’ diye suçlanması yanlıştır. ‘Tembellik’ bir ‘hata’ değil, bir sonuçtur (Yavuzer, 1986: 87). ‘Tembellik’ birçok nedenden kaynaklanabilir. Kaldı ki, öğretmen, başarısızlık karşısında öncelikle kendi uygulamalarını,

kullandığı yöntemleri, çocuklarla ilişkilerini gözden geçirmelidir, özeleştiri yapmalıdır.  

     Okul başarısızlığının birçok nedeni olabilir: Görme ve işitme yetersizliğinden, yeterince güdülenmemiş olmaya kadar… Çocuğun, dövmekle çalışması, başarılı olması sağlanamaz. Guy Jacquin’in (1964: 38) dediği gibi, hiçbir hekim hastasını döverek iyileştirmez.

     Dayak onur kırıcı bir olgudur. Döveni de küçültür, dövüleni de… Çocuğun özdenetim yeteneği kazanmasına yardımcı olmaz. Dövülmekle doğru yola yönelmez çocuk. Dayak bir anda yararlı gibi görünür. Oysa olumsuz davranışı yapma eğilimi çocuğun içindedir yine. Dayak sorunu çözmez, çocuğu kısa bir süre sindirir ancak. Öfkesini içine atıp çocuğun kin tutmasına yol açar. Dayak yiyen çocuk itaatsiz olur (Yavuzer, 1986: 50).

    Dayak olumsuz davranışın ne olduğuna, yerine hangi davranışın konulabileceğine ilişkin çocuğa hiçbir ipucu vermez. Dayağın etkisi acısı geçene kadardır. Dövülen çocuk özeleştiri yapma gereği duymaz. İçe dönük olması gereken hesaplaşması, dövülünce dışa, dövene yönelir. Olumsuz davranışının sonuçlarını görüp kendini eleştireceğine döveni suçlar. Başka bir deyişle, dövmekle çocuğa, yaptığı davranışının olumsuz sonuçlarını düşünmesine olanak tanınmamış olur. Dövülerek davranışının karşılığını ödediğine inanan çocuk, o davranışı çekinmeden yineleyebilir, ‘dayağa kaşınır’. Kendini denetleyip yönetemediğinden dayağın etkisi geçince yine bildiğini okur. Dayağın yoğun olduğu okullarda öğrenciler araç-gereç ve eşyalara zarar vermektedirler (Yörükoğlu, 1983: 113).

     Yinelendikçe dayağın etkisi azalır. Çocuk dayağa alışır, gittikçe ‘dayak arsızı’ olur çıkar. Bile bile kötü davranır. “Nasıl olsa vuracakları iki tokat” der, umursamaz. Öğretmen de dövmeye alışır, ikide bir eli kalkar iner.

     Hans Zulliger (1934: 31), çocuklara dövüldüklerinde neler hissettiklerini sorar. Çocuklardan birinin yanıtı şöyle:

     “Mektepte dayak yediğim zaman umurumda değildi, pek çabuk unutuyordum. Haykırıyor, tepiniyordum, hareketlerim arkadaşlarımı güldürüyordu. Acı duymaya alışmıştım, kendimi alıştırmak için sık sık saçımı çekiyordum. Yahut da bana vururlarken kendimi hiç korumuyordum.”

     Dayak tasarlanmaz, öfkeli bir anda atılır. Onun için sınırı belirlenemez. Nitekim öğretmenin döverek öğrencisinin dalağını parçaladığına ya da ölümüne neden olduğuna ilişkin haberlere gazetelerde rastlanabilmektedir. Yalnız şu var: Öğretmen de zaman zaman öfkelenebilir. Öğrencileriyle arasında sevgi bağı kurmuşsa bunu anlayışla karşılar öğrenciler. Ama öğretmenin tepkileri ölçülü olmalı, aşağılayıcı olmamalıdır. Öfke çocuğun kişiliğine yönelmeyecek biçimde boşaltılmalıdır. Öğretmen, öfkenin zararsız biçimde nasıl boşaltılacağına ilişkin örnek olmalıdır. En güçlü öğretme yolu iyi örnek olmaktır. Çocuklar, büyüklerin sözlerini değil, davranışlarını benimserler. Çocukların davranışlarını, tutumlarını büyük ölçüde yetişkinlerin davranışları, tutumları belirler. Dayak doğru yolu gösterme aracı olamaz.

     Dövmenin belki de en kötü yanı şu: Dövülen çocuk dövmeyi öğrenir. Şiddet şiddeti besler. Çocuk da gücü yeteni döver, sorunları saldırganlıkla çözmeye çalışır. Yukarda değinilen Hans Zulliger’in sorusunun benzerini biz de ilkokul 4. ve 5. Sınıf öğrencilerine sorduk.   Yanıtlardan biri şu:

     “Geçen senelerde bir gün öğretmenimiz bir soru sordu, ben bu sorunun cevabını veremedim. Bunun için öğretmen beni dövdü. Ben arkadaşlarımın yanında çok utandım. Ama öğretmenim haklıydı. Ben evde öğretmenin verdiği ödevi okumadım. Öğretmen beni bir ayağımın üzerinde tuttu.

     Dövülürken içimden okula gelmek ne zor diye düşündüm. Öğretmenimizin ne fena olduğunu düşündüm. Okulumuza başka öğretmen gelmesini düşündüm. Öğretmenim benim bir küçüğüm olsa bende onu döverim diye düşündüm. Eğer bir küçüğüm olsa ben de onu dövmek istedim. Ona içimden sövdüm.”

     Dövmek güçlülük değil, güçsüzlük belirtisidir. Dayağa başvuran kişi güçsüzdür, güçlü görünmeye çalışmaktadır. Oysa öğretmen güçlü kişiliğiyle, saygı ve sevgi dolu yaklaşımıyla saygınlık kazanmalıdır ki, öğrencileri onu benimsesinler, onunla etkileşim sürecine girsinler. Bu sözler iki kız öğrencimin (H. Y. , S. G.) birlikte yazdıkları mektuptan (1987) : “Bizden önceki öğretmenler çocukları çok dövüyorlarmış. Biz iki arkadaş çocukları hiç dövmedik. Köyde ‘dövmeyenler öğretmenler gelmiş’ diye duyulunca öğrenci sayımız her gün arttı.”

     Sınıfın birinde Atatürk Devrimleri işlenirken çocuklardan biri “Öğretmenim”, diyor, eskiden öğretmenler dövüyorlarmış falakayla, şimdi dövüyorlar sopayla” İşte bir öğrencinin okula ve öğretmenlere bakışı…

    Bir de ‘sözle dövmek var. İlkokul Programı’nda da belirtildiği gibi çocuklara ‘aptal’, ‘beceriksiz’ vb. aşağılayıcı sözler söylenmemelidir. Bu gibi sözler çocuğun kendine olan güvenini sarsar. Dahası, çocuk bu sözleri kendine mal eder.

     Kısacası, çocuğun sağlıklı bir kişilik ve sorumluluk bilinci kazanması; yapıcı, yaratıcı, kendini denetleyip yöneten, kendine güvenen bir birey olması için çalışılan bir eğitim ortamında dayağın yeri yoktur.



                                                KAYNAKÇA



Ertürk, Selâhattin (1984) Eğitimde ‘Program’ Geliştirme Ankara: Yelkentepe Yay.

Jacquin, Guy (1964) Çocuk Psikolojisinin Ana Çizgileri (Çev. Mehmet Toprak) İstanbul:

     Remzi Kitabevi

MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI (1979) İlkokul Programı

Onur, Bekir (1979) “Disiplin Kavramı” Ankara: Eğitim ve Bilim dergisi Cilt: 3 Sayı: 17

     TED Yay. (25-33)

Tuncer, oya (1980) “Çocuk, Aile ve Çevresi” Çocuk ve Eğitim Ankara: TED Yay.

Yavuzer, Haluk (1986) Ana-Baba ve Çocuk İstanbul: Remzi Kitabevi

Yörükoğlu, Atalay (1978) Çocuk Ruh Sağlığı Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yay.

______________  (1983) Değişen Toplumda Aile ve Çocuk Ankara: Aydın Kitabevi

Zulliger, Hans (1934) Mektepte Psychanalyse (Çev. H.Hüsnü) İstanbul: Resimli ay Matbaası



(*) Bu yazı Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakülteleri Dergisi’nde (1988, Cilt: 3 Sayı: 1) yayımlanmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder