5 Mayıs 2025 Pazartesi

ÇOCUK VE ALLAH

                                ÇOCUK VE ALLAH (*)

                                                                            Recep Nas

     Zeynep Direk bir anısını anlatarak başlıyor kitaba. “Dört beş yaşlarında olmalıydım. Antalya'da oturuyorduk. Annem lisede felsefe öğretmeniydi; yani konuşma ve tartışma arzusu okulda yeterince tatmin edilmiş, benim sorularıma her zaman büyük bir ilgiyle yanıt veremeyen, evdeki hayata da hâkim olmaya çabalayan kafası dolu bir yetişkin. Bir gün mutfakta yemek yapan anneme sordum: 'Anne Allah nerede?' Annem, (...) bana uzunca bir süre baktı, bir sözlü yanıt veremedi. Eliyle yukarıyı işaret etti. Kafamı kaldırıp mutfağın tavanına şöyle bir baktığımı hatırlıyorum.  Hemen aklıma gelen ikinci soru şuydu: 'Filiz teyzelerde mi oturuyor?'”(s. 3-5)

   Çocuk somut düşünür, soyut düşünce henüz yok onda. Allahı da somutlaştırır, 'Allah Baba' der. Neden  'Allah Anne' demez, bu da erkek egemen toplumun çocuğun üzerindeki etkisidir. “Kutsallara saygı, çocuğun kendisinde yok. Bu, ona dışardan, büyüklerin öğrettiği bir şeydir. Ne ölüm bilinci, ne kutsal karşısında insanın kapıldığı saygı ve dehşet, ne inanma ihtiyacı ne de bir ahiret korkusu vardır onda. O bütünüyle aşkınlıktan uzak, dünyevi bir varlıktır.” (s.15)

 Zeynep Direk büyüdüğünde, kimseye kötülüğü olmayan anneannesinden öğrendikleriyse şunlar: “Yaz tatili için İstanbul'a geldiğimde,çok sevdiğim, dindar bir kadın olan ve evinde tek başına yaşayan anneannemle kalırdım. Düzenli bir biçimde ibadet eder, herkese ölçülü, nazik ve iyi davranırdı. (..) Bana dini bilgi vermek için uğraşmazdı ama yaşam biçimi Allah hakkında merakımı artırıyordu. Ondan Allah'ın görünmediği halde bizi gören, iyi, merhametli, affedici bir varlık olduğunu öğrenmiştim. (...) Anneannemin kutsalları bu dünyaya değil, öte dünyaya gönderme yapıyorlardı. Bilinmez, cezanın ve ödülün olduğu bu korkutucu dünyayı ben aklıma getirmek bile istemiyordum” (s. 11, 14)  

     Zeynep Direk, belli ki sevgi dolu bir aile ortamında yetişmiş.  Korku merkezli din anlayışına göre ise  insan kötü bir yaratıktır, bundan ötürü de sürekli gözetlenip korkuyla yönlendirilmesi, denetlenmesi gerekir (Cüceloğlu, 2000: 20) Oysa çocuğa iyi olarak doğduğu söylenmeli, kötü doğduğu değil (Neill, 1978).

     “Allah çarpar”, “Cehennemde yanarsın” gibi dinsel korkutmalar, çocukta benlik özerkliğinden kaynaklanan, bireye özgü içsel yargılama dizgesi olan vicdan yapısı (üstben) yerine, dışardan gelecek cezaya, korkuya dayanan bağımlı bir vicdan yapısı oluşturur (Öztürk, 2002: 32).Oysa temiz ahlaklı olsun diye çocuğun ruhuna Allah korkusu, öbür dünya inancı yerleştirmek gerekmiyor. (s.63).

     Jersild (1979: 612) ana-babaları uyarıyor: “Çocuğa dua etmeyi öğretirken ana-baba birçok tuzağa, birçok yanlışa düşmektedir. Çünkü Tanrıyı her akılsızca dileği kabul eden, dalgın bir büyücü gibi gösterirler çocuklarına. (...) Hiç kuşku yok ki çocuğa gerçekleşememiş istekleri için dua etmesi gerektiği fikrini aşılamak, bu istekleri bir gün gerçekleşmesi için çaba harcaması gerektiğini öğretmekten daha kolaydır.”

       Çalışıp çabalamaktansa dua ederim, dilekte bulunurum. Bir kötülük ettimse tövbe ederim, Allah'ım affeder. Bu ruhsal rahatlama, yaptığı kötülükle yüzleşmekten kaçınmayla kalıyorsa, bir ahlaki değeri yok demektir. Onurunu koruyan bir ateist ya da deist, tövbe etmeyi kendini temize çektirmek için kullanan bir dindardan daha ahlaklı davranıyor olabilir.(s. 59)

     Mazhar Osman Uzman'ın saptaması bu: “Aslında hoşgörü ve alçakgönüllülük; dindarlığın iki büyük hazinesidir. Fakat hem bu yeteneklerden yoksun hem de aşırı bir taassupla dine bağlı olanlar sinir sistemlerinin dengelerini bozarlar ve moral dayanaklarını da kaybederler. Böyle mutaassıplar kendi dininde, düşüncesinde olmayanlara öteki dünyayı da bu âlemi de çok görürler (Akt. Armaner, 1973: 105-106)

     İmmanuel Kant da sahte, araçsal, ahlakla dini eşitleyen, öbür dünyada cezalandırılma korkusuna dayanan patolojik bir dinselliğin ahlakın temeli olabileceğini reddediyor. (s.74)

     Neye inanacağını söylemek, bunu dayatmak, çocuğun sorgulamasının önünü kesebileceği gibi, erdemli insanı yetiştirme amacına ulaşmak bir yana, çıkarcılığı, benmerkezciliği, ikiyüzlülüğü, zorbalığı, hıncı doğurur. Kaldı ki din eğitimi dayatılarak itaatli insan yetiştirilebilse bile, bu, ahlaklı insan yetiştirmenin güvencesi olamaz. (s. 56)

      İnsanın üç yaşında öğrendiği şeylerle sonradan başa çıkması – olanaksız değilse bile - çok zordur. Çocukları ne kadar erken ele geçirebilirlerse o kadar kolay itaat eden bireyler haline getirebilirler. İtaat eden bireyler de, kime itaat ediyorlarsa, ona çok büyük bir siyasal güç devşirirler. (s. 23) Bunu çok iyi biliyorlar. 4-6 yaş diye tutturmaları bu nedenle, '4+4+4'ü uygulamaları da bu nedenle...(Osmanlı'da 4 yıl, 4 ay, 4 günlük çocukları, ilahiler okunarak yapılan 'Amin alayı'yla sıbyan mektebine başlatma geleneği var. (**) '4+4+4' ün anlamı buradan geliyor.) Çocuk, onların gözünde saygı duyulması gereken bir varlık değil, sormayan, sorgulamayan, eleştirel düşünmeyen, itiraz etmeyen, yoksulluğunu yazgısı sanan geleceğin seçmenidir.

     Oysa okul, çocuğa bilimin öğretildiği, çocuğun insanlığın ortak değerleriyle tanıştırıldığı bir yer olmalıdır.(s.23) Atatürk, Cumhuriyetin temeli kültürdür, dedi. Bu kültür demokrasi kültürüdür. Ne ki kamusal alana özgürce fikir tartışması yerine zorbalık ve safsatalardan oluşan bir siyasal söylem egemen olursa, toplumun da ahlaksal olarak çökmeye başlaması kaçınılmaz olur.(s. 41) Bugün de olan budur.

      Çocuklara 15 yaşından sonra din kültürü verilebilir.  İnsanlar neden inanma gereği duydular, dinlerin ortaya çıkışı, dünyadaki çeşitli inanç biçimleri gibi... Ama korkutarak inanç aşılanamaz, hele belli bir dinin, onun da belli bir mezhebinin anlayışı hiç verilemez. Düşünmeyi, eleştirel düşünmeyi öğrensin çocuk. Ne düşüneceğine, neye inanacağına kendisi karar versin.

    Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın Çocuk ve Allah adlı kitabındaki şiirle bitirelim:

    Çocuklar korkunç Allah'ım

    Elleri, yüzleri, saçları

    Uyurlar bütün gece

    Yok sana ihtiyaçları

 

     Çocuklar korkunç Allah'ım

     Bebek yaparlar haçları,

     Aşina değiller hatıramıza

     Severken aynı ağaçları

 

 

(*) Çocuk ve Allah/2018/ Zeynep Direk / Uyarlayan: Nuran Direk/ Ankara: Epos Yay.

 

     Armaner, Neda (1973) Psikopatoloji'de Dini Belirtiler  Ankara: Demirbaş Yay.

     Cüceloğlu, Doğan (2000) İçimizdeki Çocuk  27. baskı İstanbul: Remzi Kitabevi 

     Jersild, Arthur T. (1979) Çocuk Psikolojisi Çev. Gülseren Günçe 3.baskı Ankara: AÜEF Yay.

     Neill, A. S. (1978) Bir Eğitim Mucizesi: Summerhill Çev. Güler Dikmen İskanbul: Hürriyet

            Yay.

     Öztürk, M. Orhan (2002) Sorma-Bilme Dürtüsü ve Girişim Duygusu Nasıl Yok Ediliyor?

            Ankara: Türkiye Bilimler Akademisi Yay.

(**) https://maarifsen.org/amin-alayi-ve-ibretlik-bir-kissa

 

 

Bu yazı çinikitap dergisinde (Mayıs- Haziran 2025   Sayı:90) yayımlanmıştır. (40-41)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


ANADİL – ANADİLİ

                                ANADİL – ANADİLİ (*)

                                                                                              Recep Nas

     Anlamları ayrı olan kimi sözcükler karıştırılıyor, süreyle süreç, çözmeyle çözümleme, salımla salınım gibi...  Karıştırılanlardan biri de anadille anadili. Anadili denileceğine, kolayca anadil deniyor.  Anadil (Langue mére) başka, anadili (Langue maternelle) başka. Sokaktaki insanın karıştırması neyse ne, üzücü olan, Cahit Kavcar'ın   belirttiğine göre yüksek lisans için sınava giren Türk Dili ve Edebiyatı çıkışlıların yüzde 80'inin anadil-anadili ayrımını bilmemesi...

     Anadil, adı üzerinde, dil doğuran dil. Başka bir deyişle, başka diller türetmiş olan dil. Latince bir anadil, ondan Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce türemiş.

    Anadili için, anadan edinilen dil, denebilir. Çoğunlukla da böyledir ama gene de bu eksik bir tanımlama, kapsamlı değil. Bir yakınımın annesi Türk ama anadili İngilizce. Babası Amerikalı, ABD'de doğmuş, orda büyümüş. Köken bağlamında, ilk edinilen dildir anadili. Yeterlik bağlamında, en iyi bilinen dil. İşlevsel anlamda, kişinin en çok konuştuğu dil.  Kimlik bağlamındaysa, kişinin kendini tanımladığı ya da başkalarınn onu tanımladığı dildir. Kısacası, düşünürken, düşlerken, düş görürken kullanılan dil, anadilidir.

     Ses kalıpları, vurgulama (aksan), tonlama gibi dil öğeleri anadilinden kaynaklanır. Birçok kişinin konuşmasından nereli olduğunu kestirebilirsiniz. Tümü değilse bile pek çok Trakyalı sözcüğün başındaki 'h' harfini çıkarmaz, yutar, ben de öyle. Bu, doğal ki, anadilinden kaynaklanıyor, gırtlak öyle oluşmuş. Kaşgarlı Mahmut'un Divanü Lugati't Türk adlı sözlüğünde 'H' başlığı yok. Hiçbir Türkçe Sözcükte 'hı' sesi yoktur, diye yazıyor. Buna ilişkin bir Trakya fıkrası var. Kahvede üç kişi bulmaca çözüyorlar. Ismayıl aga soruyor, a be süleyin be yav, bir (h)ayvan adı, dört (h)arf. Osman aga, a be yaz, (h)orozdur o. (H)üsmen aga ordan atılıyor, a be ne alatlarsınız (acele edersiniz) belkim (h)indidir.

     Nermi Uygur, bir yazısında değiniyor: “Yabanda da yalnız değil insan. Orada da başkaları var. (...) Onların dilini öğrensek, otuz yıl da o dili konuşsak ölüm döşeğinde son sözümüz anadilimizde olacaktır.” Emin Özdemir, konuk öğretim görevlisi olarak gittiği İsveç'te Türklerden oluşan bir topluluğa dil üzerine konuşurken Nermi Uygur'un bu sözünü söylüyor. Dinleyicilerden biri, bu dediğiniz İsveç'te gerçek olmuş, diyerek anlatıyor. Bir zamanlar 20'li yaşlardaki bir genç Artvin'den yola çıkıp İtalya'ya, orda barınamayınca Fransa'ya, orda da tutunamayınca İsveç'e gidiyor. Bir çiftlikte iş buluyor. Yerli bir kızla evleniyor, çoluk çocuğa karışıyor. Adını da  değiştiriyor.  Yıllarca anadili olan Türkçeyi hiç konuşmuyor. Gün geliyor hastalanıyor, hastaneye yatırılıyor. İsveççe konuşuruken arada bir başka bir dilin sözcükleri karışıyor konuşmasına. Doktorlar, başlangıçta , canım hasta değil mi, sayıklıyor işte, diyorlar, önemsemiyorlar. Ama giderek İsveççeyi bırakıp doktorların anlamadığı sözcüklerle konuşmaya başlayınca hasta-doktor iletişimi kesiliyor, iş ciddileşiyor. Bu olgudan bilimsel bir bulgu çıkar diye düşünülüyor, bir bilimsel kurul oluşturuluyor. Anlaşılıyor ki konuştuğu başka bir dil, ama ne? Hastanın geçmişi araştırılıyor, Türk olduğu anlaşılıyor.. Bir Türk bulup ona doğrulatıyorlar. (1)

     İşte böyle, anadili insanın bilinçaltında silinmez bir iz bırakıyor. Nermi Uygur'un kuramsal olarak söylediği de doğrulanmış oluyor.    

      Ataol Behramoğlu'na anlatılmış. Bir Gürcü anadilinde bir türkü çığırıyor. Çığırırken de – iki gözü iki çeşme – ağlıyor. Onu dinleyen Rus meraklanmış. Nedir seni böyle ağlatan, şunu Rusçaya çevirsene, demiş. Çeviriyor: Bir kuş geldi, bir ağacın dalına kondu, öttü, sonra uçtu gitti. Ne var bunda ağlayacak, diyor Rus. Yanıt ilginç, çarpıcı: Ama Gürcücesi ağlatıyor. (2) Çığırdığı türkü,  Gürcü'nün anadilinde ne tatlı acı anılar, sevgiler, yurt özlemi, geçmişe özlem, kim bilir daha  ne çağrışımlar yapıyor, başkası bilemez.

       Peki, insanın iki anadili olabilir mi?  Dilcilerde görüş birliği yok. Necmiye Alpay, olur, diyor. Doğan Aksan, olmaz, diyor, iki dili de çok iyi konuşsa da biri anadilidir. Diyelim bir yersarsıntısı oldu, o korku, ürküntü içinde kişi “Oh my God!” mı diyor, “Aman Tanrım!” mı diyor. Hangisini diyorsa, anadili odur. Ama sözünü ettiğim yakınım, böyle durumlarda ben bazen İngilizce, bazen Türkçe söylüyorum, diyor.

     Emin Özdemir'in deyişiyle, “ Anadili insanın kimliğine, kişiliğine öylesine damgasını vuruyor ki kolay kolay silinmiyor; ama bunun silinmemesi bugünkü kirlenmeyi engellemez; onun için bugünkü kirlenmeye karşı çıkmamız gerekiyor. Bizim kimliğimizi, kişiliğimizi anadilimiz belirliyor.” (1)

     Rıfat Ilgaz'ın içtenlikli bir çağrısı var: Annenden öğrendiğinle yetinme / Çocuğum Türkçeni geliştir / Dilimiz öylesine güzel ki / Durgun göllerimizce duru / Akarsularımızca coşkulu / Ne var ki çocuğum/ Güzellik de bakım ister // (...) Sev Türkçeni çocuğum / Dilini sevenleri sev  

  

(1)               Emin Özdemir'in 6 Haziran 2006 günkü konuşması (Düzenleyen: Nermin Küçükceylan) Çağdaş Türk Dili dergisi Kasım 2006 Sayı: 225 (478-484)

(2)               Çağdaş Türk Dili dergisi Ekim 1990 Sayı: 32

 

 

Bu yazı Çağdaş Eğitim Kooperatifi'nin e-dergisi olan ÇAĞDAŞ BAKIŞ dergisinde (Mart 2025 Sayı: 64)  yayımlanmıştır. (64-65)


3 Mart 2025 Pazartesi

NÂZIM HİKMET: TÜRKİYE'DE HAPİSTE, SOVYETLER'DE GÖZ HAPSİNDE

NÂZIM HİKMET: TÜRKİYE'DE HAPİSTE, SOVYETLER'DE GÖZ HAPSİNDE(*)                   

                                                                                                                     Recep Nas

            

      Nâzım Hikmet 1920'lerin Sovyetler Birliğini bir mektubunda şöyle  anlatıyor: “1921 sonlarıydı, binlerce kez şaşırdım.Yüz kez daha güçlü bir hayranlık ve sevgi duydum. Çünkü yüz kat daha güçlü bir dünyaya karşı verilen kavgaya tanık oldum. Ve sonsuz bir ümidi, sonsuz bir yaşama ve yaratma sevincini gördüm. Tümden farklı bir insanlık buldum.” (**) 1951'deki gidişinde 1920'lerin Sovyetler Birliği'ni aradı, ama bulamadı. Düş kırıklığına uğradı. Ayağının tozuyla eleştirilerine başladı. Kendisine Moskova'yı gezdiriyorlar. Büyük, çirkin, güzelduyudan yoksun yedi tane yapıyı da gösteriyorlar, 'Stalin yoldaşın binaları' diye. Nâzım Hikmet inceden dokunduruyor:“Stalin adında bir mimarınız olduğunu bilmiyordum” diyor. (*)

     Mayerhold Tiyatrosu'nun eski oyunları yok, Mayakovski'nin oyunları da öyle. Stalin'e 'Güneşimiz' diyen, övgüler düzen oyunlar var.  Her yerde Stalin'in heykeli, büstü... Deneysel sanat çökmüş, sosyalizmle, gerçekçilikle ilgisi olmayan bir sanat türemiş. Bu devrimci sanat değil ki, küçük burjuva sanatı.

     Moskova'ya varışından iki hafta sonra Sovyet Yazarlar Birliği Nâzım Hikmet'in onuruna yemek veriyor. Yemekte, Nâzım Hikmet, -Yevgeni Yevtuşenko'nun Can Dündar'a (2015) aktardığına göre – “Bugün yarın yoldaş Stalin'le görüşeceğim. Moskova'da kendini güneş biçiminde betimleyen heykelini, büstünü gördüğümü söyleyeceğim. Putlaştırmanın devrimci düşünce için tehlikelerini anlatacağım.” Ağır sözler bunlar. Yazarlar tepki gösteriyorlar. Konstantin Simonov, böyle konuşamazsın, Stalin bizim güneşimizdir, diyor.  Nâzım Hikmet'in bu isteği gerçekleşmiyor, Stalin'le yüz yüze gelmiyorlar.

      Nâzım Hikmet, Sovyetler Birliği'ni böyle buldu, orda böyle karşılandı. Yetinilmedi, gizli servis tarafından izlendi. Sovyetler Birliği pasapot vermedi. Yaşamının ilk pasaportunu büyük dedesinden ötürü Polonya'dan aldı. [Stalin döneminden sonra pasaport verilmiştir. (**)] Ama o eleştirilerinden vazgeçmedi. İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu? adlı oyunuyla (1955) Sovyetler Birliği'nde oluşan bürokratikleşmeyi yerden yere vururcasına eleştiriyordu. (**) Birçok Türkiyeli Komünistin Sibirya'ya sürgün (1930'lar) edildiği çok sonra ortaya çıkıyor. Bunlardan biri de  Hacıoğlu Salih'dir. Onunla ilgili de şiir yazar (1956), bu şiirinde de Stalin'i anmıyor. Şiirin son bölümü şöyle:

       Bu akşam Moskova'da bayram eyledik

       Kutladık inkılâbın yıldönümünü

       Dolaştı türkü söyleyerek meydanları

                                                          Marks

                                                                 Engels

                                                                        Lenin

ve temize çıkma kâadı Salih'in

       Ya partisi...  Nâzım Hikmet için TKP'nin resmi yayınlarında (1930'lu yıllar) “Nâzım Hikmet gibi dönekler”, “maskeli amele düşmanları”, “polis”, aksi inkılâpçı” denmiştir. (**) Alınan kararları eleştirme özgürlüğü, parti içi demokrasi istedi diye (1932) partiden atılmak istendi.. “Partimden koparmağa yeltendiler beni / sökmedi / yıkılan putların altında da ezilmedim”Ya Türkiye'de... 1930'lu yıllarda şiirleri lise ders kitaplarına konurken sonradan yayımlanması yasaklandı. “Yazılarım otuz kırk dilde basılır/ Türkiye'mde Türkçemle yasak”. Yıllarca  hapis yattı, 'Vatan haini' sayıldı. Örneğin Ahmet Emin Yalman'a göre , Moskova radyosuna kapılanmış adi bir komünist.

     Neden böyle? Çünkü o büyük sanatçı. Sanat doğası gereği muhaliftir, dolayısıyla sanatçı da   muhaliftir, eleştirel gözle bakar her yere, her şeye. Sorgular, çözümlemeli, çok yönlü düşünür. Bir kalıba girmez, sığmaz. Nâzım Hikmet'e  göre, evrende donmuş hiçbir şey yoktur. Bunu kabul edince her şeyin oluş içinde olduğunu, bu oluşun ilerleyişinde yeni yeni şekillerin doğup öldüğünü de kabul etmek gerekir. Sonsuz devinimi kabul edenler için salt, sonul bir aşama, sonul bir amaç olamaz. Bundan ötürü varılan aşamayla yetinmek, bunda da ısrarcı olmak gericiliktir, kültürün yükselmesine engel olmaya çalışmak demektir. (1) Başka bir yazısında da, “ Ben donmuş, değişmez, çizgileri önceden çizilmiş bir düşünüş, bir görüş sisteminin, böyle bir prensibin düşmanıyım.” diyor (2)

     Nâzım Hikmet barışçı ama teslimiyetçi değil. Diyor ya, “mesele esir düşmekte değil /teslim olmamakta bütün mesele” Barışçı ama yayılmacılığa, sömürücüleğe karşı. Şöyle diyor: “Biz (...)siyasi istiklalini antiemperyalist bir kavgadan muzaffer çıkmak suretiyle elde etmiş  bir milletiz. (...) antiemperyalist bir kavgayla istiklalini kazanan bir millet bu istiklali ancak antiemperyalist kalmakla koruyabilir. Bunu biliyoruz.

     Türkiye halkı sulh taraftarıdır. Türkiye halkının muharebeyle elde etmek istediği ne bir müstemleke ne bir pazar vardır. Türkiye halkı harp ederse bu, 1918-22'de olduğu gibi, müstemleke haline gelmemek için olacaktır.”  (3)

     Yurtseverlik, dilseverlikle başlar. Nâzım Hikmet Türkçeyi sevdi, öyle ki oyununda, Ferhat'a “Sen Türkçe gibi güzelsin” dedirtiyor Şirin için. Dünya beni değil, Türkçeyi alkışlıyor, diyor.                                                                                                                                                                                                                                     “Bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de Türk dilini öyle seviyorum” diyor. Türkçenin, Atatürk'ün önderliğinde coşkulu bir atılımla  arılaştırılmasına, özleştirilmesine başlandığı yıllarda söylüyor bunları, bu atılımı destekliyor: “Türkçe bir dönüm yerindedir. Er geç bu dönümü dönecektir. Dilimizin temizliğe, güneşli su gibi ışıklılığa doğru akışının önüne geçilemez. (...) Dönüm yerleri köpüklü olur, bulanık olur... Dönüm yerinde su dalgalıdır...

     Dilimiz de dönümünü dönerken köpüklenecek, bulanacak, dalgalanacak... Bu köpüklenmeden, bu bulanmadan tiksinenler, korkanlar olacaktır. Tiksinenleri böğürtüleriyle, korkakları korkularıyla baş başa bırakalım...

    (...) Ben, kendi payıma, ne yeni sözlerden korkuyorum ne de birçoklarını yadırgıyorum... (...) İş becerikli olmakta... Dil yürüyor... Yürüyenin önüne durulmaz...“ (4) “Halkın dilinde olan, yazı dilinde olmayan sözcükleri de alacağız. İyi uydurma sözlerin yaşayacağı kanısındayım. Bütün iş dilin tazeleğindedir. Taze gıcır gıcır bir dil kullanacağız” (Vâ-Nû, 1975:413).

     Şu garipliğe bakın. Türkçeyi aşağılayanlar, Arapçayı kutsal sayanlarsa Nâzım Hikmet'e 'vatan haini' dediler.  Kendisine vatan haini diyenlere tokat gibi bir yanıt verdi:  “...) Evet, vatan hainiyim, siz vatanseversiniz, siz yurtseversiniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim / vatan çiftliklerinizse / kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan / vatan şose boylarında gebermezse açlıktan / vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmazsa yazın / 199fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, / vatan tırnaklarıysa ağalarınızın / vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa / ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan / Vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donamması topuysa / vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan / ben vatan hainiyim / Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla, / Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ

     Oysa yurdunu, Türkiye'yi çok sevdi, hep sevdi o. İşte ölmeden iki gün önce yazdığı yazıdan birkaç tümce: “(...) Ben yıllardır bu ülkede (Sovyetler Birliği) böyle bir sıcaklığı yaşamaktayım. Ne var ki, her şeye karşın yurdumu unutmuş değilim. Bir an bile aklımdan çıkmıyor yurdum. Hiçbir zaman da çıkmayacak” (1993:283). Pek çok şiirinde yurduna olan özlemini, bu özlemin yüreğine vuran iç sızısını dile getirmiştir: Seni Düşünüyorum: “(...) Bakıyorum Moskova'nın pencerelerinden birinden / seni düşünüyorum memleketim / memleketim, Türkiye'm seni düşünüyorum” Vapur: “(...) Bir vapur geçer Varna önünden ,/ Uy Karadeniz'in gümüş telleri. / bir vapur geçer Boğaz'a doğru / Nâzım usulcacık okşar vapuru / yanar elleri

     Öldüğünde de Türkiye'de gömülmek istemiş. Vasiyet: “(...) alıp götürün / Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni/ Hasan beyin vurdurduğu/ ırgat Osman yatsın bir yanımda/ ve çavdarın dibinde çocuklayıp kırkı çıkmadan ölen şehit  Ayşe öbür yanımda/ (...)Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın/ seher aydınlığında taze insan kokusu/ tarlalar orta malı, kanallarda su /  ne kuraklık ne candarma korkusu/ (...) Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni / ve de uyarına gelirse/ tepemde bir de çınar olursa/ taş maş da istemez hani

    Nâzım Hikmet'le Vâlâ Nureddin'i, Ankara'ya vardıklarında (1921) İsmail Fazıl Paşa, Mustafa Kemal'e adlarını söyleyerek “Genç şairler” diyerek tanıtıyor. Mustafa Kemal doğrudan söze giriyor: “Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız” diyor. Daha da konuşacakken eline tutuşturulan telgrafa göz atıp eliyle selamlayarak uzaklaşıyor.

     Ertesi gün karşılaştıkları bir kişi “Paşayla ilgili bir methiye yazın, bana verin götüreyim” diyor. Bunu ne Mustafa Kemal ister ne de Nâzım Hikmet böyle bir şiir yazar... Vâlâ Nureddin (1975: 91-92) “Ben de Mustafa Kemal'e büyük bir saygı beslediğim halde menfaat kasıtlı şiir yazmayı amaca hizmet saymadım” diyor.

     Ama günü gelir, Kuvayı Milliye Destanı'nda – VÂ-NÛ'nun deyişiyle (1975: 422)-, Atatürk'ü dikkatli bir portre ressamı gibi anlatır:

Birden bire beş adım sağında onu gördü / Paşalar O'nun arkasındaydılar / O saati sordu / Paşalar 'üç' dediler / Sarışın bir kurda benziyordu / Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı / Yürüdü uçurumun başına kadar / Eğilip durdu / Bıraksalar / İnce uzun bacakları üstünde yaylanarak / ve karanlıkta akan bir yılduz gibi akarak / Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı 

     Stalin ölünce (1953) Sovyet Yazarlar Birliği Nâzım Hikmet'ten de Stalin için bir şiir yazmasını istedi. Yazmasa olmazdı. Yazdı ama Stalin'in adını anmadan, Marx'ı, engels'i, Lenin'i öne çıkararak. Yoldaşlarının yasına saygıdan ötürü, acılarını paylaşmak ister gibi... Başsağlığı dileği bu. Bizde ölenin arkasından “İyi biliriz” denir ya, onun gibi... Memet Fuat'a göre, “Bu hiç kuşkusuz Sovyet Yazarlar Birliği'nin nasıl bir şiir istediği bilinerek, günün genel havasına uyularak, bir yandan da ortaya vuramadığı düşüncelerine büsbütün ters düşmemeye çalışılarak yazılmış bir şiirdir” (Dündar, 2015:43) İşte o şiir:

 

Yoldaşlarım,

acınızı duyuyorum,

Sizin duyduğunuz gibi tıpkı,

Aynı şiddetle. 

 

Kardeşlerim,

Hünür Hüngür ağlamak geliyor

içimden

Tutuyorum kendimi sizin gibi tıpkı

Aynı metanetle

 

Seviyorum onu

Marx'ı, Engels'i, Lenin'i sevdiğim gibi

Aynı muhabbetle

Aynı hürmetle

                              3 Mart 1953 /Moskova

 

     Sekiz yıl sonraysa aşağıdaki dizeleri yazdı. Bu dizeler Nâzım Hikmet öldükten sonra yayımlandı.

 

Taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kâattandı iki santimden yedi metreye kadar

Taştan, tunçtan alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik şehrin bütün meydanlarında

Parklarda ağaçlarımızın üstündeydi taştan tunçtan alçıdan ve kâattan gölgesi

Taştan tunçtan alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın

Odalarımızda taştan tunçtan alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik

Yok oldu bir sabah

Yok oldu çizmesi meydanlardan

          gölgesi ağaçlarımızın üstünden

                     çorbamızdan bıyığı

                                     odalarımızdan gözleri

ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın tuncun alçının ve kâadın

 

                                                                                         13 Aralık 1961/Moskova

 

 

                                                KAYNAKÇA

 

Dündar, Can (2015) “Türkiye'de Moskof Ajanı, Rusya'da Stalin Düşmanı” Tarih Dergi Şubat 2015

      Sayı: 9

Hikmet, Nâzım (1993) Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil Yazılar 1 (3. basım) İstanbul: Adam Yay.

Vâlâ Nureddin (1975) Bu Dünyadan Nâzım Geçti (3.basım) İstanbul: CemYay..

 

1.” İnkılâp ve Kültür Birbirinden Ayrı Şeyler midir?” Resimli Ay, Haziran 1930

2. “Dogmatizm ve Metot” Tan, 25.07.1935)

3. “Kimlerin Dostluğundan Şüphe Ederiz?” Akşam, 23.09.1936

4.  “Öz Türkçe Düşünceler” Akşam, 12.11.1934

(*) İlber Ortaylı'dan aktaran Zeynep Oral. Cumhuriyet, 24.11.2024

(**)www.devrimcimarksizm.net/sites/default/files/tutsak_bolsevik_nazim_hikmet_ve_stalinizm_sungur_savran.pdf

 

 (*) Bu yazı Çinikitap dergisinde (Mart – Nisan 2025 Sayı: 89) yayımlanmıştır. (31-32)