NÂZIM HİKMET: TÜRKİYE'DE
HAPİSTE, SOVYETLER'DE GÖZ
HAPSİNDE(*)
Recep Nas
Nâzım Hikmet 1920'lerin Sovyetler Birliğini bir mektubunda şöyle anlatıyor: “1921 sonlarıydı, binlerce kez şaşırdım.Yüz kez daha güçlü bir hayranlık ve sevgi duydum. Çünkü yüz kat daha güçlü bir dünyaya karşı verilen kavgaya tanık oldum. Ve sonsuz bir ümidi, sonsuz bir yaşama ve yaratma sevincini gördüm. Tümden farklı bir insanlık buldum.” (**) 1951'deki gidişinde 1920'lerin Sovyetler Birliği'ni aradı, ama bulamadı. Düş kırıklığına uğradı. Ayağının tozuyla eleştirilerine başladı. Kendisine Moskova'yı gezdiriyorlar. Büyük, çirkin, güzelduyudan yoksun yedi tane yapıyı da gösteriyorlar, 'Stalin yoldaşın binaları' diye. Nâzım Hikmet inceden dokunduruyor:“Stalin adında bir mimarınız olduğunu bilmiyordum” diyor. (*)
Mayerhold Tiyatrosu'nun eski oyunları yok, Mayakovski'nin oyunları da öyle. Stalin'e 'Güneşimiz' diyen, övgüler düzen oyunlar var. Her yerde Stalin'in heykeli, büstü... Deneysel sanat çökmüş, sosyalizmle, gerçekçilikle ilgisi olmayan bir sanat türemiş. Bu devrimci sanat değil ki, küçük burjuva sanatı.
Moskova'ya varışından iki hafta sonra Sovyet Yazarlar Birliği Nâzım Hikmet'in onuruna yemek veriyor. Yemekte, Nâzım Hikmet, -Yevgeni Yevtuşenko'nun Can Dündar'a (2015) aktardığına göre – “Bugün yarın yoldaş Stalin'le görüşeceğim. Moskova'da kendini güneş biçiminde betimleyen heykelini, büstünü gördüğümü söyleyeceğim. Putlaştırmanın devrimci düşünce için tehlikelerini anlatacağım.” Ağır sözler bunlar. Yazarlar tepki gösteriyorlar. Konstantin Simonov, böyle konuşamazsın, Stalin bizim güneşimizdir, diyor. Nâzım Hikmet'in bu isteği gerçekleşmiyor, Stalin'le yüz yüze gelmiyorlar.
Nâzım Hikmet, Sovyetler Birliği'ni böyle buldu, orda böyle karşılandı. Yetinilmedi, gizli servis tarafından izlendi. Sovyetler Birliği pasapot vermedi. Yaşamının ilk pasaportunu büyük dedesinden ötürü Polonya'dan aldı. [Stalin döneminden sonra pasaport verilmiştir. (**)] Ama o eleştirilerinden vazgeçmedi. İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu? adlı oyunuyla (1955) Sovyetler Birliği'nde oluşan bürokratikleşmeyi yerden yere vururcasına eleştiriyordu. (**) Birçok Türkiyeli Komünistin Sibirya'ya sürgün (1930'lar) edildiği çok sonra ortaya çıkıyor. Bunlardan biri de Hacıoğlu Salih'dir. Onunla ilgili de şiir yazar (1956), bu şiirinde de Stalin'i anmıyor. Şiirin son bölümü şöyle:
Bu akşam Moskova'da bayram eyledik
Kutladık inkılâbın yıldönümünü
Dolaştı türkü söyleyerek meydanları
Marks
Engels
Lenin
ve temize çıkma kâadı Salih'in
Ya partisi... Nâzım Hikmet için TKP'nin resmi yayınlarında (1930'lu yıllar) “Nâzım Hikmet gibi dönekler”, “maskeli amele düşmanları”, “polis”, aksi inkılâpçı” denmiştir. (**) Alınan kararları eleştirme özgürlüğü, parti içi demokrasi istedi diye (1932) partiden atılmak istendi.. “Partimden koparmağa yeltendiler beni / sökmedi / yıkılan putların altında da ezilmedim”Ya Türkiye'de... 1930'lu yıllarda şiirleri lise ders kitaplarına konurken sonradan yayımlanması yasaklandı. “Yazılarım otuz kırk dilde basılır/ Türkiye'mde Türkçemle yasak”. Yıllarca hapis yattı, 'Vatan haini' sayıldı. Örneğin Ahmet Emin Yalman'a göre , Moskova radyosuna kapılanmış adi bir komünist.
Neden böyle? Çünkü o büyük sanatçı. Sanat doğası gereği muhaliftir, dolayısıyla sanatçı da muhaliftir, eleştirel gözle bakar her yere, her şeye. Sorgular, çözümlemeli, çok yönlü düşünür. Bir kalıba girmez, sığmaz. Nâzım Hikmet'e göre, evrende donmuş hiçbir şey yoktur. Bunu kabul edince her şeyin oluş içinde olduğunu, bu oluşun ilerleyişinde yeni yeni şekillerin doğup öldüğünü de kabul etmek gerekir. Sonsuz devinimi kabul edenler için salt, sonul bir aşama, sonul bir amaç olamaz. Bundan ötürü varılan aşamayla yetinmek, bunda da ısrarcı olmak gericiliktir, kültürün yükselmesine engel olmaya çalışmak demektir. (1) Başka bir yazısında da, “ Ben donmuş, değişmez, çizgileri önceden çizilmiş bir düşünüş, bir görüş sisteminin, böyle bir prensibin düşmanıyım.” diyor (2)
Nâzım Hikmet barışçı ama teslimiyetçi değil. Diyor ya, “mesele esir düşmekte değil /teslim olmamakta bütün mesele” Barışçı ama yayılmacılığa, sömürücüleğe karşı. Şöyle diyor: “Biz (...)siyasi istiklalini antiemperyalist bir kavgadan muzaffer çıkmak suretiyle elde etmiş bir milletiz. (...) antiemperyalist bir kavgayla istiklalini kazanan bir millet bu istiklali ancak antiemperyalist kalmakla koruyabilir. Bunu biliyoruz.
Türkiye halkı sulh taraftarıdır. Türkiye halkının muharebeyle elde etmek istediği ne bir müstemleke ne bir pazar vardır. Türkiye halkı harp ederse bu, 1918-22'de olduğu gibi, müstemleke haline gelmemek için olacaktır.” (3)
Yurtseverlik, dilseverlikle başlar. Nâzım Hikmet Türkçeyi sevdi, öyle ki oyununda, Ferhat'a “Sen Türkçe gibi güzelsin” dedirtiyor Şirin için. Dünya beni değil, Türkçeyi alkışlıyor, diyor. “Bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de Türk dilini öyle seviyorum” diyor. Türkçenin, Atatürk'ün önderliğinde coşkulu bir atılımla arılaştırılmasına, özleştirilmesine başlandığı yıllarda söylüyor bunları, bu atılımı destekliyor: “Türkçe bir dönüm yerindedir. Er geç bu dönümü dönecektir. Dilimizin temizliğe, güneşli su gibi ışıklılığa doğru akışının önüne geçilemez. (...) Dönüm yerleri köpüklü olur, bulanık olur... Dönüm yerinde su dalgalıdır...
Dilimiz de dönümünü dönerken köpüklenecek, bulanacak, dalgalanacak... Bu köpüklenmeden, bu bulanmadan tiksinenler, korkanlar olacaktır. Tiksinenleri böğürtüleriyle, korkakları korkularıyla baş başa bırakalım...
(...) Ben, kendi payıma, ne yeni sözlerden korkuyorum ne de birçoklarını yadırgıyorum... (...) İş becerikli olmakta... Dil yürüyor... Yürüyenin önüne durulmaz...“ (4) “Halkın dilinde olan, yazı dilinde olmayan sözcükleri de alacağız. İyi uydurma sözlerin yaşayacağı kanısındayım. Bütün iş dilin tazeleğindedir. Taze gıcır gıcır bir dil kullanacağız” (Vâ-Nû, 1975:413).
Şu garipliğe bakın. Türkçeyi aşağılayanlar, Arapçayı kutsal sayanlarsa Nâzım Hikmet'e 'vatan haini' dediler. Kendisine vatan haini diyenlere tokat gibi bir yanıt verdi: “...) Evet, vatan hainiyim, siz vatanseversiniz, siz yurtseversiniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim / vatan çiftliklerinizse / kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan / vatan şose boylarında gebermezse açlıktan / vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmazsa yazın / 199fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, / vatan tırnaklarıysa ağalarınızın / vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa / ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan / Vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donamması topuysa / vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan / ben vatan hainiyim / Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla, / Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ
Oysa yurdunu, Türkiye'yi çok sevdi, hep sevdi o. İşte ölmeden iki gün önce yazdığı yazıdan birkaç tümce: “(...) Ben yıllardır bu ülkede (Sovyetler Birliği) böyle bir sıcaklığı yaşamaktayım. Ne var ki, her şeye karşın yurdumu unutmuş değilim. Bir an bile aklımdan çıkmıyor yurdum. Hiçbir zaman da çıkmayacak” (1993:283). Pek çok şiirinde yurduna olan özlemini, bu özlemin yüreğine vuran iç sızısını dile getirmiştir: Seni Düşünüyorum: “(...) Bakıyorum Moskova'nın pencerelerinden birinden / seni düşünüyorum memleketim / memleketim, Türkiye'm seni düşünüyorum” Vapur: “(...) Bir vapur geçer Varna önünden ,/ Uy Karadeniz'in gümüş telleri. / bir vapur geçer Boğaz'a doğru / Nâzım usulcacık okşar vapuru / yanar elleri
Öldüğünde de Türkiye'de gömülmek istemiş. Vasiyet: “(...) alıp götürün / Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni/ Hasan beyin vurdurduğu/ ırgat Osman yatsın bir yanımda/ ve çavdarın dibinde çocuklayıp kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda/ (...)Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın/ seher aydınlığında taze insan kokusu/ tarlalar orta malı, kanallarda su / ne kuraklık ne candarma korkusu/ (...) Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni / ve de uyarına gelirse/ tepemde bir de çınar olursa/ taş maş da istemez hani
Nâzım Hikmet'le Vâlâ Nureddin'i, Ankara'ya vardıklarında (1921) İsmail Fazıl Paşa, Mustafa Kemal'e adlarını söyleyerek “Genç şairler” diyerek tanıtıyor. Mustafa Kemal doğrudan söze giriyor: “Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız” diyor. Daha da konuşacakken eline tutuşturulan telgrafa göz atıp eliyle selamlayarak uzaklaşıyor.
Ertesi gün karşılaştıkları bir kişi “Paşayla ilgili bir methiye yazın, bana verin götüreyim” diyor. Bunu ne Mustafa Kemal ister ne de Nâzım Hikmet böyle bir şiir yazar... Vâlâ Nureddin (1975: 91-92) “Ben de Mustafa Kemal'e büyük bir saygı beslediğim halde menfaat kasıtlı şiir yazmayı amaca hizmet saymadım” diyor.
Ama günü gelir, Kuvayı Milliye Destanı'nda – VÂ-NÛ'nun deyişiyle (1975: 422)-, Atatürk'ü dikkatli bir portre ressamı gibi anlatır:
“Birden bire beş adım sağında onu gördü / Paşalar O'nun arkasındaydılar / O saati sordu / Paşalar 'üç' dediler / Sarışın bir kurda benziyordu / Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı / Yürüdü uçurumun başına kadar / Eğilip durdu / Bıraksalar / İnce uzun bacakları üstünde yaylanarak / ve karanlıkta akan bir yılduz gibi akarak / Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı
Stalin ölünce (1953) Sovyet Yazarlar Birliği Nâzım Hikmet'ten de Stalin için bir şiir yazmasını istedi. Yazmasa olmazdı. Yazdı ama Stalin'in adını anmadan, Marx'ı, engels'i, Lenin'i öne çıkararak. Yoldaşlarının yasına saygıdan ötürü, acılarını paylaşmak ister gibi... Başsağlığı dileği bu. Bizde ölenin arkasından “İyi biliriz” denir ya, onun gibi... Memet Fuat'a göre, “Bu hiç kuşkusuz Sovyet Yazarlar Birliği'nin nasıl bir şiir istediği bilinerek, günün genel havasına uyularak, bir yandan da ortaya vuramadığı düşüncelerine büsbütün ters düşmemeye çalışılarak yazılmış bir şiirdir” (Dündar, 2015:43) İşte o şiir:
Yoldaşlarım,
acınızı duyuyorum,
Sizin duyduğunuz gibi tıpkı,
Aynı şiddetle.
Kardeşlerim,
Hünür Hüngür ağlamak geliyor
içimden
Tutuyorum kendimi sizin gibi tıpkı
Aynı metanetle
Seviyorum onu
Marx'ı, Engels'i, Lenin'i sevdiğim gibi
Aynı muhabbetle
Aynı hürmetle
3 Mart 1953 /Moskova
Sekiz yıl sonraysa aşağıdaki dizeleri yazdı. Bu dizeler Nâzım Hikmet öldükten sonra yayımlandı.
Taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kâattandı iki santimden yedi metreye kadar
Taştan, tunçtan alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik şehrin bütün meydanlarında
Parklarda ağaçlarımızın üstündeydi taştan tunçtan alçıdan ve kâattan gölgesi
Taştan tunçtan alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın
Odalarımızda taştan tunçtan alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik
Yok oldu bir sabah
Yok oldu çizmesi meydanlardan
gölgesi ağaçlarımızın üstünden
çorbamızdan bıyığı
odalarımızdan gözleri
ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın tuncun alçının ve kâadın
13 Aralık 1961/Moskova
KAYNAKÇA
Dündar, Can (2015) “Türkiye'de Moskof Ajanı, Rusya'da Stalin Düşmanı” Tarih Dergi Şubat 2015
Sayı: 9
Hikmet, Nâzım (1993) Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil Yazılar 1 (3. basım) İstanbul: Adam Yay.
Vâlâ Nureddin (1975) Bu Dünyadan Nâzım Geçti (3.basım) İstanbul: CemYay..
1.” İnkılâp ve Kültür Birbirinden Ayrı Şeyler midir?” Resimli Ay, Haziran 1930
2. “Dogmatizm ve Metot” Tan, 25.07.1935)
3. “Kimlerin Dostluğundan Şüphe Ederiz?” Akşam, 23.09.1936
4. “Öz Türkçe Düşünceler” Akşam, 12.11.1934
(*) İlber Ortaylı'dan aktaran Zeynep Oral. Cumhuriyet, 24.11.2024
(**)www.devrimcimarksizm.net/sites/default/files/tutsak_bolsevik_nazim_hikmet_ve_stalinizm_sungur_savran.pdf
(*) Bu yazı Çinikitap dergisinde (Mart – Nisan 2025 Sayı: 89) yayımlanmıştır. (31-32)