25 Aralık 2024 Çarşamba

GÜLDÜRÜCÜ ÖYKÜCÜK: FIKRA

GÜLDÜRÜCÜ ÖYKÜCÜK: FIKRA (*)

 

 Recep Nas

 

      Gülmece, duyguları, düşünceleri en kestirme yoldan etkili, yoğun, özlü biçimde iletme yoludur. Ortamı yumuşatır, iletişimi kolaylaştırır. Hoşgörü ortamı yaratarak eleştirmeye, incitmeden takılmaya olanak sağlar. Ruhsal dengeyi koruyup boşalmayı sağlayan, en incelmiş bir savunma düzeneğidir ayrıca. Ruhsal enerjinin salıverilmesi gerginliği giderip gülmeye çağrı çıkarır (Yörükoğlu, 1999: 102) Gülmecenin iyileştirme gücü vardır (Klein, 1999). Gülmece, insan ilişkilerinde etkili anlatım türlerinden biridir. Akılda kalır, kolay kolay unutulmaz. 

     Michael Ende'nin deyişiyle, Gülmece, bağnaz değildir, insanidir. Rahatlamayı sağlayan bir bilinç biçimidir. Andre Comte-Sponville de destekliyor bu sözü: "Gülmeceden yoksunluk cömertlikten, yumuşaklıktan, merhametten, alçakgönüllülükten, bilinç aydınlığından yoksun olmak demektir." Bertolt Brecht'e mal edilerek denir ya, gülmecesiz bir toplumda yaşamak kötüdür, ama daha kötüsü her şeyi gülmece olan bir toplumda yaşamaktır 

     Gülmecenin kökeninde eğlence, hoşgörü var. Hoşgörü, eğlencenin içinde doğal olarak vardır zaten. Gülmece hoşgörüyü, hoşgörü gülmeceyi besler. Gülmece de eğlencenin, hoşgörünün tadını tattırır insana. Ne ki gerçek gülmece yalnızca gülümsetmez, yanı sıra düşündürür de. Gülmece aslında düşündürme sanatıdır.

     Fıkra da gülmece yükünü taşıyan, çabucak da yayan gülmecenin bir türü. Güldüren, güldürürken düşündüren öykücük. Fıkra, çözümsüz çelişkilerin sergilenmesiyle ince, zarif, hoşa giden ama şaşırtıcı bir sonuçla gerilimin giderilmesini sağlar.  Gerçi fıkra - ya da nükte (espri = gülüntü) -  çelişkileri ortadan kaldırmaz, katlanabilir kılar. Başka bir deyişle, fıkra sorunu çözmez ama onun gülünç yanını yakalayıp sergiler. Güldürür, çözümü, çözümsüzlüğü dinleyene bırakır. Çelişki dinleyence kavranırsa gerilim düşer, anlatanla dinleyen birbirine yaklaşır, kaynaşır (Güvenç, 2000: 17, 19).

     Fıkra sevmeyen var mıdır, pek sanmam. Severler de, dinlemeyi severler. Anlatmaya gelince çekinir, anlatmayı beceremem, der çok kişi. Anlatmayı düşünmediği için de  dinlediklerini aklında tutmaz.

     Önemli olan, fıkrayı nasıl anlatacağın... Keramet fıkra da değil aslında, anlatan ve dinleyendedir. Ben anlatacağım fıkraları ilkin kendi kendime anlatırım, prova yaparım. Başkalarına ilk kez anlattığımda da pek etkili olmadıysa özellikle vurucu olan sonunu, son tümceyi değiştiririm. Fıkra, bitişte, gülüntünün (espri) gücünü duyurmak için özlü olmalıdır. Başka bir deyişle, gereksiz ayrıntıya girmeden – ama ballandırmayı da savsaklamadan- az sözcükle, oldukça örtülü bir anlatımla derin bir anlam yaratmalıdır (Boratav, 1969: 92). Fıkrada - çokluk - gülmecenin yükü son önermede saklıdır. Sözün gücü en verimli, en etkin, en kıvrak biçimde kullanılmalıdır. Dahası söz, en uygun ses tonuyla, jestlerle, mimiklerle desteklenmelidir.  Sona yaklaşınca, dinleyenlerin dikkatini daha da yoğunlaştırmak için, kısa bir duraklama, susuş, ardından kahkahayı patlatacak çarpıcı son... Mahmut Baler'in yaptığı gibi ballandıracaksın, renklendireceksin, öylesine  ki dinleyenlerin heyecanı doruğa çıkacak. Anlatan kahkahayı buyur eder, ama kendisi gülmez. Kötü anlatmışsa tek gülen kendisi olur zaten. 

     Dinleyen, söyleyenden arif gerek, demiş atalarımız. Dinleyen de gülmecenin inceliğini kavrayacak, gülüntünün değerini tartacak bir zekâ, anlayış olgunluğuna erişmiş olmalıdır (Boratav, 1969: 92). Gülünen konu – ister düşünme ürünü, ister yaşanmış bir olay, isterse o an yaşanmış bir durum olsun – kişinin içinde bulunduğu eğitim basamağını, yetişme biçimini, uygarlık anlayışını gösterir. Güldürücü nitelik taşıyan konunun, alışılmış olan düşünme çizgisinin dışına çıkması gerekir (Eyuboğlu, 1977: 10-11). İlkin iğneyi kendime batırayım. Şu küçücük fıkranın ince, gizlenmiş gülüntüsünü ilk anda yakalayamadım. İki kadın konuşuyorlar,

     “Seni aradım, ulaşamadım. Neredeydin?”

      “Güzellik salonunda.”

       “Haaa, sıran gelmedi demek ki...”

     Yaşlılık, yaşlılıkta unutkanlık üzerine fıkralar vardır, yeri gelir anlatırım onları. Biri şöyle:  Kendisi de yaşlı olan bir bilim insanı yaşlılık psikolojisi (geriatri) üzerine konuşuyor:

      "Değerli dinleyenlerim, Yaşlılığın üç ana özelliği vardır. Bir, unutkanlık... İki... Ee, iki... Şey, iki... İki neydi ya!"

     Fıkra bu kadar, bitti  Beni dinleyen biri benim unuttuğumu. sandı: "Olsun, üçüncüyü söyle" dedi.

     Anlattığımda şu fıkradaki gülüntüyü çok az kişi yakalardı. Sabahleyin işyerinde biri, arkadaşına,

      “Yüzünden düşen bin parça, neyin var?” diye soruyor.

      “Sorma, akşam karımla atıştık. Tutturdu klasik müzik konserine gidelim. O gidelim, diyor, ben gitmeyelim, diyorum. Gidelim, gitmeyelim... İkimiz de inatlaştık. Hayatım, dedim, ben evde daha rahat uyurum. O da bana ne dese...”

      Arkadaşı sözünü kesiyor,

      “Uzatma, konser güzel miydi?”

     Özdemir Asaf 'r'leri söylemezmiş. İşe bakın, soyadı da 'Arun', sorulduğunda 'Avun' dermiş. Karşı tarafa doğrusunu buldurana kadar da akla karayı seçermiş. Özdemir Asaf bir gün Cağaloğlu'ndan Karaköy'e gidecek. Taksi çağırıyor, sürücü erken davranıp soruyor,

     "Kayaköy'e mi ağabey?"

      Rastlantı bu ya, meğer sürücü de 'r'leri söyleyemezmiş. "Kayaköy'e" dese - sürücü onun da  'r'leri söyleyemediğini nerden bilsin - yansılıyor, alay ediyor sanacak. Onun için "Eminönü'ne" diyor, Ordan Karaköy'e yürüyor. Ne incelik...

     Bunu anlattığımda dinleyenlerden biri  "O da 'evet' deseydi" dedi. Be insan, mantığa vuracağına bu güzelim, tatlı öykücüğün, insancıl yaklaşımın tadını çıkarsana...      

     Zaten gülmecede mantık tersyüz edilir. Kalıplar bozulur, yapılar karıştırılır, Rasgele değil ama, gene bir düzen içinde...

     Anlatılan bir fıkrayı biliyorsanız, nasıl dinleyeceksiniz? Bildiğinizi beden diliyle bile duyumsatırsanız anlatan olumsuz etkilenir. Zor ama doğrusu bilmiyormuş gibi dinlemek, ilk kez dinleyen kadar tepki vermeseniz bile.

     Hadi bir fıkra anlatayım diye fıkra anlatılmaz. Yeri gelecek, konuyla, söyleşiyle ilintili olacak, taşı gediğine koyacaksın. Fıkra anlatmaya ilişkin bir fıkra vardır. Bir kokteylde biri fıkra anlatmak istiyor. İnsanlar üçer beşer kümelenmişler, kendi aralarında söyleşiyorlar. Adam bir kümeye katılıyor, ama fıkrayı anlatacak fırsatı bulamıyor. Bir kümeden öbürüne, o da olmadı sonrakine gidiyor. Yok, olmuyor, uygun ortamı bulamıyor. Bunun üzerine çekiyor belindeki tabancasını, havaya iki el ateş ediyor. Herkes ürkmüş, şaşkın, susmuş, ona bakıyor. Adam,

     "Şey...  Bir kovboy fıkrası anlatacağım da..."

     Durup dururken bir “fıkra anlatayım da gülün" diye fıkraya başlanmaz. Ya gülmezlerse.. Üniversiteye giden belediye arabasının arka tarafındaki boşlukta bir küme öğrenci söyleşip gülüşüyorlardı. Ben de ister istemez dinliyordum. Biri bir fıkra anlattı, kimse gülmedi. Anlatan bozuldu, başını eğdi, kısa bir sessizlikten sonra "Ben zaten", dedi, "gülmeniz için değil, düşünmeniz için anlatmıştım" Bu kez ağız dolusu güldüler.

     Gülünen her şey gülmece değildir, gülünçtür sadece. Fıkra da her durumda, her zaman güldürmeyebilir. Her koşulda güldüren gülüntüdür (nükte). Güldürenlere de 'nüktedan' derdi eskiler.

     Orhan Boran kendi üzerinden anlatırdı. Gemi güvertesinde gençlerden biri "Beş" diyor, öbürleri kahkahayla gülüyorlar. Sonra biri "On" diyor, gene gülüyorlar. Orhan Boran,

     "Gençler, affedersiniz,. siz ne yapıyorsunuz?"

     "Ağabey biz anlatılan bütün fıkraları biliyoruz. Onun için fıkraları numaralandırdık, baştan sona anlatmaktansa fıkranın numarasını söylüyoruz, herkes fıkrayı anımsayıp gülüyor."

      "Öyleyse ben de bir tane anlatabilir miyim?"

      "Anlat" diyorlar.

      "Sekiz" diyor. Ama kimse gülmüyor.

      "Neden gülmediniz?"

      "Sen anlatamadın ağabey"

     Herkese, her ortamda anlatılacak bir fıkra vardır, ama her fıkra herkese anlatılmaz (Güvenç, 2000: 28). Geçenlerde bu yanlışa düştüm ben. İnsanlar tenine, dinine, budununa (etnik kökenine) göre değerlendirilmez, söyleşi konusu buydu. Ben de bağlamına uygun bir fıkra anlatayım dedim. Siyahinin (zenci sözcüğü ırkçılığı çağrıştırıyormuş) biri Tanrıyla konuşuyor,

     "Tanrım benim bacaklarımı neden böyle güçlü yarattın?"

     "Yabanıl hayvanlardan daha hızlı koşabilesin diye"

     "Tanrım saçlarım neden böyle kıvırcık?

     " Yabaıl hayvanlardan kaçarken saçların ağaç dallarına takılmasın diye"

     "Tanrım rengim neden kara?

      "Afrika güneşine dayanasın diye"

      "Peki Tanrım ben şimdi neden Amerika'dayım?"

      Karşımdaki anlamadı, boş boş baktı. Fıkra açıklanmaz. Açıklanırsa fıkra olmaktan çıkar.

      Gülüntü (espri, şaka, nükte), gülmecenin özünü oluşturan bir anlam taşır. Gülüntüde incelik, ölçülü bir güldürüş öğesi, katılığa, bayalığa kaçmayan bir alay saklıdır.  İnceliğin,  ölçütlüğün, derinliğin yerini katılık, bayağılık, kabalık alırsa gülüntü ortadan kalkar (Eyuboğlu, 1977: 31-32). İnsanlar beğenip anlattıkları fıkralara göre değerlendirilebilir. Öyle ki, bir fıkra anlat, sana kim olduğunu söyleyeyim, denebilir. Öyle fıkralar var ki, düzeysiz, yoz, kaba. Kimisi açık saçık, sövgülü. Bunlar utandırıcı, hoş değil. Bir de budunsal (etnik) fıkralar var, bunlar da aşağılayıcı, incitici (Klein, 1999: 49-50). Fıkra anlatmak duyarlılık, incelik, kıvrak bir zekâ  ister. “Nükte, zekânın zekâtıdır” derdi Tarık Minkari.

     Fıkranın gücünden siyasette de yararlanılır. Baskılı dönemlerde fıkralar kulaktan kulağa fısıldanır. Açıkça söylenemeyenler fıkraya yüklenerek dolaylı anlatımla dolaşıma sokulur. Ayşe Emel Mesci'nin deyişiyle, sansür, sanatta, özellikle gülmecede  yaratıcılığı, soyutlama gücünü kışkırtır, bu yaratıcılıkla, bu soyutlama gücüyle de başa çıkılamaz (Cumhuriyet, 16.10.2023).  Soğuk Savaş döneminde Sovyetler'i kötülemek için Amerika'da 'Fıkra Üretim Merkezi' oluşturulmuş. Üretilen fıkralardan biri: Leonid Brejnev zamanında ne almaya gitsen sıra var, uzun uzun kuyruklar... Sırası bir türlü gelmeyince sinirlenen birisi arkadaşına "Yetti be, gidip Brejnev'i vuracağım" diyor. Gidiyor, bir süre sonra geri dönüyor. Arkadaşı "Ne oldu?" diye soruyor. "Bırak ya, orda da kuyruk var."    

     Her dönem kendi fıkrasını yaratır. Bazı fıkralar da eskir, anlamını yitirir. İşte bir örnek: Cep telefonunun ilk yıllarında otobüslerde telefonla konuşulmazdı, yasaktı. Ama bizim Temel açmış telefonunu konuşuyor. Muavin uyarıyor, telefonla konuşmak yasak diye. Temel,

     "Ula İdris haçan penum konuşmam yasakmış, sen konuş, pen dinliyrum da"

     Günümüzün fıkrası da bu: Facebook, instagram, twitter (X)* , whatsApp, bilgisunar (internet) buluşmuşlar, söyleşiyorlar. Derken hangimiz daha önemliyiz diye atışmaya başlıyorlar.

     Facebook,

     "Ben var ya ben, insanların birbiriyle iletişim kurmasını, bilgi alışverişi yapmasını sağlarım. Otuz yıl, kırk yıl önceki sınıf arkadaşlarını buluşturan benim."

     İnstagram,

     "Bu ne ki, ben fotoğraf, video paylaştırırım. İnsanlar mutlu anlarını, yapıp ettiklerini benim sayemde birbirlerine iletirler."

     Twitter (X) ,

     "Pöh! Cak cak cak konuşuyorsunuz. Ben sosyal ağ hizmeti sunarım. 'Tweet'leri (kuş cıvıltısı) yayımlarım. İnsanların görüşlerini, düşüncelerini özgürce yazmalarını sağlarım. Üstelik ben de yazı, fotoğraf, haber, video paylaştırırım."

     WhatsApp atılıyor,

      "Boşa konuşuyorsunuz. Benim yaptığımı hiçbiriniz yapamazsınız. Ben insanları öyle tek tek değil, küme küme buluştururum. Bir tıkla anlık iletişim kurarlar, haberleşirler. Etkinlikler duyurulur. Sadece siz mi, ben de fotoğraf, video, sesli ve yazılı ileti, belge gönderilmesini sağlarım, ne yani!"

     Bilgisunar (internet) bir köşede konuşulanları sabrını zorlayarak dinliyor. Sonunda sabrı taşıyor, patlıyor. "Hadi be, atıp tutuyorsunuz, böbürleniyorsunuz. Yok şunu yaparmış, yok bunu yaparmış...Var ya, ben olmasam siz bir hiçsiniz. Bir kapanırsam işiniz bitiktir, yoksunuz." 

     Ama onları yukardan kıs kıs gülerek dinleyen biri var: ampulün içindeki elektrik... "Hadi ordan, hepiniz... Kendini bir şey sananlar... Görün bakalım, bensiz oluyor mu?" deyip sönüveriyor.

 

      Fıkralar da değişir işte, bu yazı yayımlanana kadar twitter, X oldu.

 

                                                        KAYNAKÇA

 

Boratav, Pertev Naili (1969) Türk Halk Edebiyatı İstanbul: Gerçek Yay.

Eyuboğlu, İsmet Zeki (1977) Gülen Anadolu  İstanbul: Pencere Yay.

Güvenç, Bozkurt (2000) Güldüşün Fıkraları İstanbul: Remzi Kitabevi

Klein, allen (1999) Mizahın İyileştirici Gücü (Çev. Sibel Karayusuf)İstanbul: Epsilon Yay.

Yörükoğlu, Atalay (1999) Çocuk ve Gülmece Cumhuriyet ve Çocuk (2. Ulusal Çocuk Kültürü Kongresi Bildirileri)Yay. Haz. Bekir Onur AÜ ÇOKAUM Yay. (102-106)

 

(*)Bu yazı Çinikitap dergisinde (Ocak-Şubat 2025 Sayı: 88) yayımlanmıştır. (41-43)

 

 

20 Kasım 2024 Çarşamba

“Dağları Kaz”

 

                                             “Dağları Kaz” (*)

      RECEP NAS

     Emekli Öğretim Görevlisi

    

     Cerattepe, yeşil yol, İstanbul Kuzey Ormanları, termik ve nükleer santrallar, HES'ler, Salda Gölü derken şimdi yeniden Kaz Dağları'na göz diktiler. Dahası var tabii, örneğin Akbelen, say say bitmez doğa kıyımı, kırımı...

     Kestiğimiz ağaçlardan fazlasını diktik, dikeceğiz, deyip böbürlenmekle olmuyor. Çünkü orman sadece ağaçlardan oluşmuyor, yüz binlerce yılda toprağıyla, suyuyla, börtü böceğiyle, bitkileriyle (flora), hayvanlarıyla (fauna) oluşan 'ekosistem' denilen bir evren o, doğal bir varlık. Bileşenler zincirleme birbirine bağlı, ağaçlar, çalılar, otsu bitkiler,  mantarlar, mikroorganizmalar, hayvanlar, su kaynakları...

     Kaz Dağları'nda, altın aramak için 195 bin ağaç kesen Kanadalı Alamos Gold'dan sonra şimdi de Cengiz Holding iş başında. İnce gövdeli diye saymadıkları ağaçlar da katılınca en az 1 milyon ağaç kesilecek. Oysa bilim insanları iklim değişikliğini durdurmak için ormanların korunmasını, dahası çok geniş yeni orman alanlarının oluşturulmasını öneriyorlar.  Orman su üretir, yağışın hızını keser, su yapaklardan damlayıp yeraltına iner. Ormansızlıksa küresel ısınmayı artırıp iklim değişikliğini hızlandırıyor, biyolojik çeşitliliği azaltıyor. Ormanlar daha da azalınca zaten su yoksulu olan yudumuzda kuraklık daha da artacak kuşkusuz. Afet, doğa olayının kendisi değil, sonucudur. Doğanın dengesi bozulunca bu sonuç kaçınılmaz oluyor. Başka bir deyişle, önlem alınmayınca doğa olayı afete dönüşüyor.

     1956'dan 2002'ye kadar 250 bin hektar orman alanına maden ve turizm için izin verilmişken, 2002'den bu yana izin verilen alan 540 bin hektar oldu (Şeyda Öztürk, Cumhuriyet, 12.11.2024).  Doğa savunucularının ne güzel sözüdür: Toprağın üstü 'altın'dan değerlidir. Ama Nâzım Hikmet'in dizeleriyle, “Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim / Akarsuyun / Meyve çağındaki ağacın / Serpilip gelişen hayatın düşmanı

     Homeros, İlyada adlı yapıtında 'İda' dediği Kaz Dağları'nı “Bin pınarlı, yabanıl hayvanların anası” diye anlatıyor. İda, 'gölgelik ve serin yer' anlamına geliyor (halkbilimfolklor.blogspot.com). Kaz Dağları mitolojide tanrıların yeridir. Bizim de söylencelerimiz var: Sarı Kız, Hasan Boğuldu...

     Doğa bizsiz yaşar, biz doğasız yaşayamayız. Unutmayalım, Hubert Reeves'in deyişiyle, doğayla savaşıyoruz, kazanırsak yitireceğiz.

      Orman köylüsü Sündüs Çelik çığlık atıyor: “Hayvanlarımızı otlattığımız meralarımız, ekip biçtiğimiz tarlalarımız, bostanlarımız madenin içinde kalacak. Ne yiyip ne içeceğiz?(...) 55 köyü besleyen Kocabaş Çayı da susuz kalacak. Ağaçların kesilmesi durdurulmazsa mantarı, kekiği, ahlatı, kuşburnuyla bizi besleyen, kurdun, kuşun, sincapların yuvası olan ormanımız gözümüzün önünde yok olacak” (Yavuz Alatan, Sözcü, 13.11.2024). Mehmet Cengiz'in tabii ki umurunda değil. Çünkü dünyayı en çok kirletenler küresel ısınma karşısında en korunaklı olanlar. En az kirletenlerse en çok sıkıntı çekenler... (Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 23.11.2023). Böyle de, bilmiyorlar mı yaşanabilir başka bir dünya yok.

     Mehmet Cengiz ve ona izin verenler Kaz Dağları'nın adını tersten okumuşlar,  kendilerine verilen bir buyruk sanmışlar: Dağları kaz...

 

     (*) Bu yazı Cumhuriyet gazetesinde (18 Kasım 2024) yayımlanmıştır.

 

 

 

 

 

 

28 Ekim 2024 Pazartesi

ÇOCUK TEMBEL OLUR MU?

ÇOCUK TEMBEL OLUR MU?

 

 

Recep Nas

 

 

     Çocuk tembel olur mu? Ana özelliği devinim, ana uğraşı oyun olan çocuk tembel olur mu? Gerçekten tembel çocuk var mıdır? Koşan, oynayan, devingen, kıpır kıpır, meraklı çocuk tembel midir?

     Dersine çalışmak istemiyorsa, öğretmenin belirlediği öğrenme hızına ulaşamıyorsa ya da bu hız ona az geldiği için sıkılıp başka şeylerle ilgileniyorsa, bu çocuğa tembel deniveriyor kolayca.

     Kolayca ‘tanı’ konuyor, çocuğun davranışlarının altında neden ya da nedenler varmış, kimin umuru!

     İlköğretim müfettişiyken kimi öğretmenlerden epeyce duydum bu sözcüğü, üstelik çocuğa duyura duyura söyleniyordu: Bu çocuk tembel… Çocuğun incineceğini, minicik yüreğinin yaralanacağını düşünmeden, birazcık olsun duyarlık göstermeden…

     Bir öğrencisi için ‘tembel’ diyen öğretmene sordum,

     “Teneffüste nasıl?”

     “Ohoo” dedi, “Zil çalınca önce o fırlar.”

      Aşağıdaki gibi bir nedensellik ilişkisi olamaz.

     “Bu çocuk neden başarısız?”

     “Çalışmıyor.”

     “Neden çalışmıyor?”

     “Tembel de ondan.”

      ‘Tembel Çocuk’ diye bir çocuk şarkısı var, tabii ille de okulla ilişkilendirilecek: Tembel çocuk kalksana/Artık sabah oldu/Gün doğdu/Okul vakti yaklaştı/Haydi kalk

     Tembellik üzerine fıkralar vardır, tembelliğin tanımı onların içeriğinde gizli.

     Birisi, elinde elli dolarla, miskin miskin yatan insanlara sesleniyor,

     “Hanginiz en tembelse bu parayı ona vereceğim.”

     Biri dışında öbürleri fırlıyorlar, ben ben ben diyerek, parayı kapmaya çalışıyorlar.

    “Hayır” diyor. “ En tembel olan şu yerinden kıpırdamayan, parmağını bile oynatmayan…”

    Parayı ona veriyor.

    Tekkede iki miskin karşı duvarlara yaslanıp oturuyorlar. Biri,

     “Hadi yer değiştirelim” diyor.

     Öbürü bir yıl sonra,

     “Olur” diyor.

     Bir yıl daha geçtikten sonra yer değiştiriyorlar, sonra da,

     “İnsan kuş misali, çat orada, çat burada…” diyorlar.

     Bu çocuk tembel mi, bir bakalım. Henüz okula gitmeyen bir kız çocuğu, ilkokul 5. sınıfta okuyan ağabeyine özeniyor, kitaba, deftere, kaleme meraklı. Ona da ayrıca defter, kalem, boyama kitapları alınıyor.

     Günü gelip okula başlayınca da sevinç içinde, uçuyor, eve gelir gelmez de dersini yapıyor, öylesine meraklı, çalışkan… Ama aradan bir hafta geçmeden, “Ben okulu sevmedim, gitmeyeceğim” diye tutturuyor. Ana-baba öğretmenle görüşüyor, Öğretmen yakınıyor, dersle ilgilenmiyormuş, kendisini dinlemiyormuş, İki satır çizip bırakıyormuş. İstediklerini değil, başka şeyler çiziyormuş. İnatçıymış, uyumsuzmuş, mış, mış, mış...

     Çocuğa, neden böyle yapıyorsun, diye sorulduğunda ağlamaya başlıyor, kalemi, defteri atıp kaçıyor.

     Sınıfta adı ‘tembel kız’a çıkmış. 

     Bir gün öğretmenine “hastayım” diyor. Eve telefon ediliyor, çocuğunuz hasta, gelin alın. Çocuk doktoruna götürülüyor. Bu çocukta okul korkusu var, psikoloğa götürün, diyor doktor. Psikoloğa göre çocuk gerçekten hasta, psikolojik kökenli fizyolojik belirtiler (psiko-somatik) var. Çocuk konuşmuyor. Ana-babanın anlattıklarına göre ağır bir okul korkusu var. Psikolog, çocukla oyun yoluyla diyalog kuruyor. Sözel olmayan testlerde de başarılı, zeki bir çocuk.

     Anlaşıldı ki öğretmenin yapmasını istedikleri ona kolay, basit geliyordu, zaten yapabildiğini neden bir daha, bir daha yapsın… Eli kalem tutmaya alışkındı. Öğretmenin istediği çizimleri – üstelik beş sayfa – yazmak ona sıkıcı geliyordu, daha karmaşık çizgiler çiziyordu. Öğretmen de kendisinin istediklerini çizmediği için kızıyordu, bu gereksiz istek de çocuğu çileden çıkarıyordu, inatlaşıyordu.

     Sonuçta çocuğun okulu değiştiriliyor, çocukları seven, sayan, mesleki bilgisi ve empati yetisi üst düzeyde olan bir öğretmenin sınıfına veriliyor. Çocuk da bu öğretmeni seviyor, başarılı oluyor. (Saygılı –Çankırılı, 2006: 136-138) Bu çocuk tembel miymiş? Çocuk aslında enerjisini koruyor, öğretmenin yapmasını istediği şeyleri kendince anlamsız buluyor. (*)

    Bir çocuk zekâ düzeyi düşük diye Rehberlik ve Araştırma Merkezine gönderiliyor. Sonuç: Çocukta yalnızca görme bozukluğu var.

     Ne yazık ki örnek çok, birini daha yazalım: Ticaretle uğraşan ana-baba, eve de taşıdıkları işlerine (hesaplar, faturalar, senetler, sayılar, sayılar...) daldıklarından kendine dönük olması gereken ilgiyi, sevgiyi sayıların çaldığına inanan çocuk matematik dersinden nefret ediyor, bu derse çalışmıyor (Berge, 1971: 72).

     Çocuğu 1. sınıfta okuyan öğretim görevlisi bir anne şunları söyledi bana: Anaokulundayken kızımın elinden defter, kitap düşmezdi. Ben bazen uyarmak zorunda kalırdım, “Kızım bırak bunları, oyuncaklarını al eline, oyna” derdim. Bu durumu arkadaşlarıma söylediğimde derlerdi, “Merak etme, okula başlayınca ödevlerden bıkar.” Ben “hayır” derdim, “benim kızım hiç bıkmaz.” Yanılmışım, yakınıyor şimdi, bıktı. Şimdi elinde oyuncaklarla dolaşıyor (Nas, 2005: 17).

     Altı yaşına kadar çocuk sorarken, okula başlayınca ana-baba çocuğa sorup yanıtlamasını bekler. Çocuğu, öğretmenin gözüyle görmeye başlar. Böylece çocuğun öğrenme isteği, zevki, şevki körelir. Okulöncesi dönemdeyken hep pohpohlanmış, her yaptığı övülmüşken, şimdi hep çalışmak, öğrenmek zorundadır. Öğrenip öğrenmediği sınanır. Yeterince öğrenmediği düşünülürse azarlanır üstelik. Daha çok çalışmaya zorlanırsa, artık sevilmediğini düşünüp tepki olarak boş verebilir (Elele dergisi Kasım 1979: 29) Çocuk şu iletiyi alabilir: Başarırsan değerlisin, başarılıysan sevilirsin. Böylece çocuk başarıdan, başarılı olmaktan korkar. Çünkü başarırsa sorumluluğu artacak, yetişkinlerin beklentisi de yükselecek.

     Acar Baltaş da bunu anlatıyor: “Başarıyla zehirlediğimiz gençler hata yaptıklarında sebebi dışarıda arıyorlar, çok kolay yalan söylüyorlar, fırsat varsa hile yapıyorlar, yakalanırlarsa da utanmıyorlar. Kendi sınırlarını zorlayacak işlere girmiyorlar, daha güvenli olan tarafı seçiyorlar. Bu da potansiyellerini keşfetmelerine ve bunu kullanmalarına engel oluyor. Bu çok önemli bir nokta. Başarı gurur verir, başarısızlık geliştirir. Bunu anne babaların ve eğitimcilerin bilinçlerinin altına yerleştirmeleri lazım.” (Cumhuriyet Cumartesi Söyleşi: Ebru D. Dedeoğlu 19.12.2020).

     Çocuğun annesi öğretmen, babası doktor.  Lisedeyken üniversiteye hazırlanıyor, özel ders alıyor. Öyle ki, dersini bitirip önceden masaya konan yüz liralardan birini alan bir öğretmen çıkıyor, başka bir öğretmen giriyor çocuğun çalışma odasına. Ders veren öğretmenlerden biri – çocuğun ruh sağlığından kaygılandığı için -, babaya,

     “Bu çocuğun psikolojisine dikkat edin” diyor. Baba,

     “Ediyoruz, ediyoruz, psikoloji dersi de aldırıyoruz.”

     Kimi kez çalışmamak özbenliği korumak içindir. Belki başarısız olmamak için çalışmıyordur, beceriksiz, yeteneksiz değilim, çalışmadığım için başaramadım, demek için. Yargılamak, ille de başarmalısın diye baskı kurmak yanlış. Çocuğa, başarılı olmasan da bizim için değerlisin, iletisi verilmelidir. (**) Çalış, başarırsın, bu değil. Çocuk başarırsa, başarı tadı tadarsa çalışır.

     Dersine çalışmak, ödevini yapmak çocuğun sorumluluğudur. Çocuğu, sorumluluğunu özgürce yüklenmek zevkinden yoksun bırakmayın. Aşırı koruyucu, kollayıcı olmayın. Yaptıklarının sonuçlarını yaşasın, yanlış da öğreticidir. Değilse, çalışmamak, ana-babaya doğal bir tepki olarak ortaya çıkabilir. Birçok yetenekli çocuk, ana-babasının hırsına karşı duyduğu bilinçaltı bir başkaldırıyla derslerinde geri kalır, başarısız olur (Ginott, 1980: 61).

     Tembel çocuk yoktur, tembel olan bunun nedenlerini araştırmayan yetişkinlerdir (Gilbert-Robin Akt. Binbaşıoğlu, 2000:133- Razon, 1981: 37). Londra’da Summerhill adlı okulu kuran (1921) A. S. Neill (1978:313) de tembellik yoktur diyor. “’Tembel çocuk’ ya bedenen hastadır ya da büyüklerin yapması gerektiğini düşündükleri şeylere ilgi duymamaktadır. On iki yaşından önce Summerhill’e gelip de ‘tembel’ olan bir çocuk görmedim. Çoğu kez ’tembel’ bir çocuk bize sert bir okuldan gönderilmiştir. Böyle bir çocuk bir süre ‘tembel’ kalır, gördüğü eğitimden kurtulana kadar sürer bu durumu. Onu zevksiz gelen bir çalışmaya yöneltmem; çünkü henüz böyle bir şeye hazır değildir. (…)[H]içbir eski Summerhill öğrencisi tembellikle suçlanmamıştır."

     Tembel değil, belki ilgisiz, güdülenmemiş. Tembel değil, belki çalışma alışkanlığı edinememiş. Belki verimli ders çalışma tekniklerini bilmiyor. Tembel değil,  çalışmanın, öğrenmenin zevkini tatmamıştır belki. Kendisi değil, belki gözü tembeldir (Nas, 2006: 218).

     Halis Özgü’nün 1948’de yazdığı bir kitabı var. Diline dokunmadım, 75 yıl önce bakalım ne demiş. “Tembellik, bir noksanlığın, eksikliğin vücut veya ruh yapısında mevcut veya sonraları baş gösteren bozukluğun, düzensizliğin, hastalığın, nihayet bunlardan hiçbiri yoksa fena eğitim sisteminin hazin bir eseridir. (…) Çalışmıyan çocuk her şeyden önce çalışamıyan, kendisinde çalışmak için gereken kudreti bulamıyan çocuktur.[T]embellik, (…)tabii bir hal değildir, bir sonuçtur (…).”

     Bir de Guy Jacquin’e (1964: 38-39) kulak verelim:

     “Tembellik, aşırı derecede usluluk, tecessüs [öğrenme merakı] eksikliği, aynı tarzda tedavi edilmesi gereken ve birbirine çok yakın olan üç hastalıktır. Burada hastalık kelimesini kasten kullanıyorum. Bu hastalığı tokatla ve yazı cezası ile tedavi eden namuslu bir doktor tanımıyorum. (…) Bu üç çocuk hastalığının birbirinden farklı ve birbirine karışmış binlerce sebebi olabilir: Beden yetersizliği (sinir yetersizliği, salgı bezlerinin yetersizliği, hatta barsak hastalığı gibi…), miyopluk veya kısmi sağırlık, eğitimcilerin çocuğu yeterince teşvik etmemesi, çocuklar arasındaki kıskançlık, evrim yorgunluğu, yaralayıcı bir çevrenin çocukta yaptığı duygusal sarsıntılar gibi. Beyefendi, bu hastalıklar çocuğun parmaklarına cetvelle vurmakla tedavi edilemez.”

     Özcesi, ‘tembellik’ neden değil, sonuçtur, onun birçok nedenleri vardır. Yetişkinlere düşen de bu nedenleri bulup ortaya çıkarmaktır, yargılamadan, eleştirmeden, saygıyla, sevgiyle, empati kurup dinleyerek…

 

                                                      KAYNAKÇA

Berge, André (1971) Çocuktaki Kötü Huylar ve Düzeltilmesi İstanbul: Remzi Kitabevi

Binbaşıoğlu, Cavit (2000) Ailede ve Okulda Eğitim Sorunları İstanbul: MEB Yay

Ginott, Haim (1980) Siz ve Çocuğunuz (Çev. N. İskit – N. Günay) İstanbul: Redhouse Yay.

Jacquin, Guy (1964) Çocuk Psikolojisinin Ana Çizgileri (Çev. Mehmet Toprak)

     İstanbul: Remzi Kitabevi

Nas, Recep (2005) “Hızlandırılmış İlkokuma-Yazma Öğretimi Ankara: Öğretmen Dünyası

     dergisi Sayı: 304 (13-17)

_________ (2006) Çocuk İnsandır (Çocuk Eğitimi) Bursa: Ezgi Kitabevi

Özgü, Halis (1948) Tembelliğin Gerçek Sebepleri ve Giderilmesi Çareleri

     İstanbul: Kendi Yayını

Razon, Norma (1981) “Tembel Çocuk” Ankara: Eğitim ve Bilim dergisi Sayı: 32 (37-44)

Saygılı, Sefa – Çankırılı, Ali (2006) Babacığım Neredesin? İstanbul: Elit Kültür Yay.

 

(*) https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ozgur-bolat/oyun-cocuklari-nasil-etkiler-40936594

(**)https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ozgur-bolat/cocuklar-neden-tembellik-yapar-40615334

 

(*) Bu yazı ÇEK'in e dergisi olan ÇAĞDAŞ BAKIŞ'ta (Eylül 2024 Sayı: 58) yayımlanmıştır.