25 Şubat 2016 Perşembe

DEĞERLER EĞİTİMİ, AMA NASIL?



DEĞERLER EĞİTİMİ, AMA NASIL? (*)




Recep Nas


     Dinci ve kinci kuşaklar yetiştirmeyi amaç edinenler şimdi de ‘değerler eğitimi’ vereceklermiş çocuklara, değerlerden ne anlıyorlarsa artık…

     Değerler duyuşsal alanla ilgili. İlgi, kişilik, tutum, özgüven, değer yargıları gibi duyuşsal alana ilişkin özelikler(herhangi bir durumu gösterebilme yeteneği) tahta başında matematik öğretilir gibi öğretilemez. Değerler, değerlerin yeşerdiği bir ortamda yaşanılarak öğrenilir, duyumsanır, solunur, bulaşır. Çocuk lafa değil, davranışa bakar. En iyi öğretme yolu iyi örnek olmaktır zaten. Çocuğa nasıl davranacağını öğretmeye gerek yok. Aslında Ahmet İnam’ın (1) dediği gibi, nasıl ahlaklı olunacağına ilişkin hiç konuşulmamalı… Öğrenme, çevreden alınan değerlerin bileşimidir. Çevresindeki insanlar dürüstse, ahlaklıysa çocuk da zamanı gelince onlar gibi olur. (2)

     Bırakın laflamayı, Ziya Paşa’nın sözünü anımsayın, aynası iştir kişinin lafa bakılmaz. Çekin çocukların üzerinden ellerinizi, onları kendi kalıplarınıza sokmaya kalkışmayın, siz değişin… Neler yapmalısınız, bir bakalım…

Çocukları kandırmaktan vazgeçilecek mi? Hani çocuk mu kandırıyorsun, diye deyimimiz var da… Demek çocuk kandırılabilir, hani çocuğa saygı?

Çocukları azarlamaktan vazgeçilecek mi Çocuk gibi azarladı, deyimi de bize özgü ya…

Çeviri çocuk kitaplarına kendi dünya görüşünü yansıtan eklemeler yapan,  illüstrasyonlar koyan yayıncılar bundan vazgeçecekler  mi? Heidi türbanlandı, Küçük Prens’e dua ettirildi de…

Sokak ortasında, çocukların gözleri önünde kurban kesip kanını denize akıtmaktan vazgeçilecek mi?

Aç kalıp köye inen yavru domuzu öldüresiye dövmekten vazgeçilecek mi?

Taşınmaz mal alırken tapuda tam değerini yazdıracak mısınız?

Milletvekilleri ettikleri yemini tutacaklar mı?

 Bu kadar yeter… Bunları yapmayacaksınız da, çocuklara örneklik etmeyeceksiniz de, nutuk atıp öğüt mü vereceksiniz, talkın verip salkım mı yutacaksınız? Ahlak üzerine nutuk atmak da, öğüt vermek de iletişim engelidir, iletişimi keser, durdurur. Sokma akıldan akıl olmaz zaten. Ne güzel demişler eskiler: Yığmaca çakıl yedi gün, koymaca akıl yedi adım… 

     Bektaşi’ye sormuşlar,

     -Erenler, dünyanın en kolay işi nedir?

     -Öğüt vermek…

     -Peki, en zor işi?

     -Kendini bilmek…

      Günah diye diye, cehennemde cayır cayır yanarsın diye diye çocukların minicik yüreklerine korku mu salacaksınız yoksa? Korku merkezli din anlayışında böyle bu, insanın korkuyla yönlendirilmesi, denetlenmesi gerekir.(3) Cüceloğlu’ndan bir anı: (3) “Babamın sırat köprüsünü ve cehennemi tüm korku ve azabıyla anlattığı akşam, kendimi sırat köprüsünde gördüm; altta cehennem alevleri vardı ve çok korkuyordum. Ağlayarak uyandığım zaman beni anlayacak, teselli edecek, korkularımı dağıtacak kimse yoktu. Sabaha kadar korku içinde ağladığımı hatırlıyorum.”

     Evdeki bu korkutmalar okula da taşındı günümüzde. İşte bir örnek: Öğretmen  derste anlatıyor, “Cinler ateşten yapılmıştır, korkmayın size bir şey yapmaz. (…) Üçgenin içine göz çizmeyin, kötü ruhları çağırırsınız.”  Çocuklar korkuyorlar, cin var diye korkudan tuvalete gidemiyorlar, gidebilenler de sesler duyduklarını söylüyorlar (4)

     Sevap- günah, cennet-cehennem… Yani ya ödül ya ceza… Doğru olmak için bu dışdenetim araçları mı gerekli ille de, değil tabii. Önemli olan  içdisiplindir, çocuğun kendi kendini denetleyip yönetmesi, özdenetimli olmasıdır. Bir de empati var tabii, empati ahlaksal kararların, davranışların temelinde yer alır, ahlaksal eyleme dönüşür.(5) Empati becerisi yüksek olan çocukların ahlaksal yargıları da üst düzeyde oluyor. (6) İkisine de hayır, ne ödül ne ceza… Ahmet İnam’ın  (1) deyişiyle “Ahlak (…) körü körüne korkuyla, ödül alma arzusuyla yaşandığında sığlaşır. (…) Bir başkası için ahlaklı olunmaz, bu başkası kim olursa olsun… Dışımızdaki bir kaynağa, bir buyruğa göre ahlaklı olunmaz.” Biri korktuğu için ya da ödül beklediği için doğru olanı yapıyorsa o gerçekte doğru biri değildir. Doğru olan, hiçbir şeyden, Allahtan bile korkmadan yapılmalıdır.

     Haluk Şahin (9) soruyor: “(…) Sakın bizzat dinsel ‘günah’ kavramı bazı insanları ahlaki açıdan daha sorumsuz hale getiriyor olmasın? Sakın işlenen günahın yaptırımının başka bir dünyaya ertelenmesi, bazı kişileri ahlaki konularda daha pervasız hale getirmesin?”

     Bir ev sahibi kiracısına evini tanıtıyor,

     “Mutfakla banyonun suyu kaçak, el yıkama yeri (lavabo) sayaca bağlı.”

     “Neden?”

     “El yıkama yerinde aptes alıyoruz, haram suyla olmaz.”

     Arapların Nasrettin Hocası sayılan Cuha koyun çalıyor, bu koyunları kesip etlerini kurban niyetine yoksullara dağıtıyormuş. Soruyorlar,

     “Bu ne iş, Müslümanlığa sığar mı yaptığın?”

     “Doğru, ben hırsızlık yapıp günaha giriyorum. Ama etleri yoksullara dağıtıp sevap da işliyorum. Böylece sevap günahı siliyor. Eh, deriler de bana kâr kalıyor.”   

     Korktuğunu belirtmek ya da karşısındakini korkutmak için, yukarda Allah var, deniyor ya, yetmedi mi ki şimdi yukarda MOBESE kameraları var?

     Yunus Emre dış ödül istemiyor.

     Cennet cennet dedikleri

     Birkaç köşkle birkaç huri

     İsteyene var anları

     Bana seni gerek seni

     

     Ha ille de ödülse istenen, Aristophanes’in yüzyıllarca önce söylediği gibi, en iyi ödül, insanın içinin rahat etmesidir.

     Melih Cevdet Anday diyor (7): “İnsan korktuğu için iyi oluyorsa gerçekte iyi değildir. (…) İyiyi kendi başımıza gerçekleştirmeliyiz, buyruklarla değil. Yeni ahlakı, gerçek ahlakı bize bilimin getireceğine inanıyorum. Kimsenin görmediği yerde doğru ve iyi olabiliyorsak çağımızın ahlakını yaratmış oluruz.”

      Gerçek ahlakı bilim getirebilir, ama bir de sanat var elbette, insanın duygularını eğiten, zevklerini incelten, ruhunu soylulaştıran, insanı insanlaştıran sanat… Beethoven’in on yaşındaki bir kıza çocuğuna yazdığı mektuptan bir tümce: “Bilim ve sanat yap. Yalnız onlar insanı Tanrı katına yüceltir.” Nurullah Ataç’a (8)kulak verelim bir de, “Bir toplumda ahlakın ilerlemesini, düzelmesini istiyorsanız, o toplumda edebiyat, sanat merakını uyandırın, geliştirin. Çocuklara, gençlere şiirler, öyküler, romanlar okutturun.”

      Ahlak, su ve ateş arkadaş olmuşlar.

     Su demiş,

     “Bir gün beni yitirirseniz, bir şarıltı duyunca oraya gelin.”

     Ateş demiş,

     “Beni yitirirseniz, bir duman görürseniz oraya gelin.”

     Ahlak demiş,

     “Sakın beni yitirmeyin, yitirirseniz bir daha bulamazsınız.”



  1. İnam, Ahmet (2008) “Ahlak” Cumhuriyet Bilim Teknik 02.05.2008 Sayı: 1102
  2. Neill, A.S. (1978) Bir Eğitim Mucizesi: Summerhill (Çev. Güler Dikmen) İstanbul: Hürriyet Yay.
  3. Cüceloğlu, Doğan (2000) İçimizdeki Çocuk  27. Baskı  İstanbul: Remzi Kitabevi
  4. Acar, Özgen, Cumhuriyet 08.10.2013
  5. Goleman, Daniel (1998) Duygusal Zekâ (Çev. B. Seçkin Yüksel) 2. Baskı İstanbul: Varlık Yay.
  6. Çubukçu, Zühal- Girmen, Pınar (2009 “İlköğretim Öğrencilerinin Empati Becerisine Sahip Olma Düzeyleri” Ankara. Çağdaş Eğitim dergisi Aralık 2009 Sayı: 370 (15-21)
  7. Anday, Melih Cevdet, Cumhuriyet, 28. 04. 1995
  8. Ataç, Nurullah (1968) Sözden Söze-Anarken İstanbul: Varlık Yay.
  9. Şahin, Haluk (2003) “Dinsel Ahlak-Laik ahlak” Radikal, 08.08.2003

         (*)  Bu yazı Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin yayımladığı Çağdaş Bakış dergisinde (Mart 2015, Sayı: 14) yayımlanmıştır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder