31 Mayıs 2024 Cuma

DEMOKRASİNİN ÖNKOŞULLARI VARDIR

                              DEMOKRASİNİN ÖNKOŞULLARI VARDIR (*)

            
                                                                                                   RECEP NAS
                                                                                         recepnas@uludag.edu.tr
                                                                                
     

     Demokrasi halkın gücüdür, egemenliğidir. Ne ki temel insan haklarının önemsendiği günümüzde bunu aşan bir anlamı var demokrasinin. Halkın çoğunluğu ne istiyorsa o olur, bu değil. Halk neylerse güzel eyler, bu da değil.
       J. J. Rousseau, halkı aydınlatmak, yönetmekten zordur, demiş. Aydınlanmış halkı yönetmek daha da zordur. Onun için çok partili döneme geçilince kolay olanı seçtiler. Halka 'ışık-eğitim' götüreceklerine, sırtını sıvazlayıp adam yerine koyuyormuş gibi görünüp sandık götürdüler. Köy Enstitülerinin mimarı İ. Hakkı Tonguç  1953'te söylemiş: “Demokrasinin iki çeşidi vardır. Biri zor ve gerçek olanı, öbürü de kolay, oyun  olanı. Birincisi, topraksızı topraklandırmadan, işçinin durumunu sağlama bağlamadan, halkı esaslı bir eğitimden geçirmeden olmaz, köklü değişiklikler ister. Bu zordur, ama gerçek demokrasidir. İkincisi kâğıt ve sandık demokrasisidir. Okuma-yazma bilsin bilmesin, işi olsun olmasın, demagojiyle serseme çevrilen halk bir sandığa elindeki kâğıdı atar. Böylece kendi kendini yönetmiş sayılır. Bu oyundur, kolaydır.”
     Demek ki demokrasinin olmazsa olmaz önkoşulları var. İlkin dengeli ve hakça gelir dağılımını içeren güçlü bir ekonomi. Dahası hukukun üstünlüğü, erkler (yasama, yürütme, yargı) ayrılığı. Laiklik demokrasinin yadsınmaz önkoşuludur zaten, inançları farklı olan insanların barış içinde birlikte yaşamalarını sağlar, toplumsal barışın güvencesidir, hukuksal birliğin de kaynağıdır. Laiklik inançlara – inançsızlığa da-  tabii ki saygılı, ama dinin siyasete, eğitime, devlet ve dünya işlerine, hukuka karışmasına karşıdır. Eğitim de laik, bilimsel, akla dayalı olacaktır.  
     Ahmet Taner Kışlalı'nın deyişiyle, laik olmayan bir düzende toplum halk adına yönetilemez, Tanrı adına yönetilir. Laikliği koruyabilirseniz, demokrasiyi yitirseniz bile ona bir gün yeniden kavuşabilme umudunu koruyabilirsiniz.  Laikliği yitirirseniz gitti gider. Gene Kışlalı'nin belirttiği gibi, laiklik – devletçilik dışında- öbür ilkelerin de (devrimcilik, milliyetçilik, cumhuriyetçilik, halkçılık)  önkoşuludur.  
     Tek parti yönetimi diye karalamaya çalışılan dönemde Atatürk demokrasiye giden yolun önkşullarını hazırlıyor, altyapısını oluşturuyordu. Devrimler bunun için yapılıyordu. Ümmetten ulusa, tebaadan yurttaşa geçilmeliydi. Demokrasi bilincinin oluşması, demokrasi kültürü edinilip bunun içselleştirilmesi gerekirdi. Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültür olacaktı.  Demokrasi  mürit , biat eden değil, 'birey' olan yurttaşlar ister. Atatürk boşuna dememiş, “Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.” Cemaatleşmiş bir toplum bütünleşemez. Atatürkçülük, Tarık Zafer Tunaya'nın deyişiyle, uygar bir düzeyde 20. yüzyılın koşulları içinde kurulacak demokratik bir düzene ulaşmayı amaçlamış bir akımdır.
     Zekeriya Sertel, Atatürk'ün sonsuzluğa uğurlanışını Yeni Cami'nin minaresinden izlerken özeleşiri yapıyor. Özü şöyle: Bütün millet ağlıyordu. Atatürk'ün son 15 yılını düşündüm, vicdanımla hesaplaştım. Bu insanı demokrasi ve özgürlük getirmedi diye suçlu sayıyorduk, yaptıklarını diktatörce buluyorduk. Neden? O yıllarda ormanın içindeydik. Ağaçları görüyorduk, ormanın bütününü göremiyorduk. Padişahlığı yıkmış, hilafeti kaldırmış, Cumhuriyeti kurmuştu. İttihatçılar onu öldürmek istemişti. Gerici basın ona karşı yaylım ateşi açmıştı. Bu koşullarda demokrasi ve özgürlük gelişebilir miydi? Devrim düşmanlarına karşı az çok sert davranmak gerekirdi. Gene de Hitler ve Mussolini gibi diktatörlüğe gitmedi. Meclise, halk egemenliğine önem verdi. Yumuşak, sevimli, akıllı bir otorite kurdu. Bu otorite sevgi temelliydi. Oysa bütün koşullar onun doğulu bir diktatör olması için elverişliydi. İşte biz demokrasiye, özgürlüğe ancak onun açtığı yoldan ulaşabiliriz.
     Kalpaksız Kuvvacı Uğur Mumcu vurgulamıştı: Türkiye bugün ayakta duruyorsa, Atatürk döneminde atılan temellerin sağlamlığı nedeniyle duruyor. Demek ki Atatürk'ü yaptıklarıyla, söyledikleriyle, yapıtlarıyla - döneminin koşulları içinde - anlamadan, Atatürkçülüğü içselleştirmeden ne emperyalizme karşı olunur ne emekten yana ne de demokrat olunur.
    Laik ve bilimsel eğitim almış, soran, sorgulayan, eleştirel düşünen, aklı ve bilimi kılavuz seçen, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür' yurttaş özgürce, kendi istenciyle seçim yapar. Seçim elbette demokrasinin olmazsa olmazı, ama tek göstergesi değil.
      

(*) Bu yazı ÇAĞDAŞ EĞİTİM KOOPERATİFİ'nin e-dergisi olan ÇAĞDAŞ BAKIŞ dergisinde
        (Nisan 2024 Sayı: 53) yayımlanmıştır. (39-40)   


21 Mayıs 2024 Salı

ASLOLAN LAİK AHLAKTIR

                                               ASLOLAN LAİK AHLAKTIR (*)

 

                                                                                        RECEP NAS

                                                                               recepnas@uludag.edu.tr

                                                                                  

         Üç bakkal düşünelim.Üçü de  hile hurda yapmıyor, eksik tartmıyor, görünüşte dürüst. Ama birincisi günaha girip cehennemlik olmamak için, Allah korkusuyla  yapıyor bu doğru davranışı. İkincisi bu doğru davranışı müşteri kaçırmamak için yapıyor. Üçüncünün doğru davranışıysa dış kaynaklı değil, içsel.

      Birincisi – gün gelir - hile yapsam da dua edip tövbe ederim, Allah bağışlayıcıdır nasıl olsa diye düşünebilr. Nihat Hatipoğlu'nun (ATV, 23.01.2013) şu sözlerinden de destek alabilir: “Allahutaâlâ meleklere diyor ki, kullarımın sevaplarını yazın, günahlarını yazmayın. Kullarım tövbe ederlerse günahlarını silerim.”  İkincisi nasıl olsa müşterinin güvenini kazandım, arada bir hile yapsam da ayırt edilmez diye düşünebilir.

     Birinci ve ikinci bakkalın davranışları, tutumu dış denetimli, o nedenle güvenilir değil. Atatürk'ün bu konuda da sözü var (25.08.1924):”Korkutmaya dayanan ahlak erdem olmadığı gibi güvenilir de değildir.”  Zaten genç Türkiye Cumhuriyeti'nde, Milli Eğitim Bakanı İsmail Safa'nın yayımladığı genelgede de (8 Mart 1923) belirtildiği gibi, “Toplum yaşamında, dünya ve ahiret cezaları korkusundan doğan ahlak yerine, özgürlük ve düzenin uzlaşmasına dayanan gerçek ahlak ve erdemi egemen kılmak” amaçlanıyor.

     Üçüncü bakkalsa özdenetimli, cezalandıran ya da ödüllendiren hiçbir dış güce, kaynağa bağlı olmadan sadece içsel yargı düzeneği olan vicdanına karşı sorumlu. Vicdansa bağışlamaz. Laik ahlaklı insan doğru olanı yapmak için ne korkutulmayı bekler ne de ödül bekler. Bu bakkalın Yunus Emre gibi “Uçmaktan (cennet) umusu yok / Tamudan (cehennem) korkusu yok”  Kazancı, akşam başını yastığa koyduğunda erinç içinde, mutlulukla gülümseyerek derin bir uykuya dalması...

      İlle de ödülse bu içödüldür. Aristophones 2500 yıl önce söylemiş, en iyi ödül insanın içinin rahat olmasıdır. Ne varsa içte var, insanın içinde: içdisiplin, özdenetim, içgüdülenme, özdeğerlendirme, özeleştiri, özsaygı, özgüven... Ne güzel demiş atalarımız: Yığmaca çakıl yedi gün, koymaca akıl yedi adım.

     İmmanuel Kant'ın örneği çarpıcı: Biri yakalanırsam korkusuyla hırsızlık yapmıyorsa, bu davranışı yasalara uygundur ama ahlaksal değildir. Bir sürücü de cezalanmamak için trafik kurallarına uyuyorsa, bu tutumu da ahlaksal değildir. Trafik polisinin olmadığı yerde, zamanda kurallara uymayacak demek ki. Hani anlatılır ya, kırmızı ışıkta geçerken trafik polisi uyarıyor: “Görmüyor musun, kırmızı ışık yanıyor.” “Kırmızı ışığı görmesine gördüm de memur bey, sizi görmedim.”

     “İnsanlar sadece cezalandırılmaktan korktukları ya da ödül umdukları için iyi kalplilerse, vah vah, acınacak durumdayız” diyor Einstein. Bu da yetmez, dahası var. Lawrence Kohlberg'in deyişiyle, en üst düzeyde ahlaksal davranış, cezalandırılmamak için kurallara  uymak dağil, cezalandırılma pahasına vicdanının sesini dinleyerek kendi ilkelerine uymaktır. Yolsuzlukları, hukuksuzlukları, yüz kızartıcı olayları, cezalandırılmayı göze almaktan öte, yılmayıp aldıkları cezaları da göğüsleyerek ortaya çıkaran, kamuoyuna duyuran saygın gazetecilerin yaptığı bu işte.

     Bebek ahlaklı olarak doğmaz. Ona, vicdanını oluşturmak için çevresindeki yetişkinlerin  davranışlarıyla, tutumlarıyla örnek olması gerekir. Çocuk söze değil davranışa bakar. Lafla, öğütle ahlaklı olunmaz. Ahlak öğretilemez, ahlakın dersi olmaz.  Ahlak, ahlaklı bir çevrede yaşanıla yaşanıla, soluna soluna öğrenilir. Çevresindeki insanlar dürüstse, ahlaklıysa çocuk da onlar gibi olur.

     Demokrasi geleneği güçlü, demokrasinin içselleştirildiği ülkelerde ahlaksal değerler de güçlüdür. Ne kadar demokratsan o kadar ahlaklısın. Demokrasinin önkoşulu da laikliktir. Ahlak akla, bilime dayanmalıdır, bu da laik ahlaktır. Laik ahlak bilişseldir, bireyin aklıyla, istenciyle oluşturduğu içsel yargılar dizgesidir.

 

 

     (*) Bu yazı ÇAĞDAŞ EĞİTİM KOOPERATİFİ'nin e- dergisi olan ÇAĞDAŞ BAKIŞ dergisinde (Mart 2024 Sayı: 52) yayımlanmıştır. (31-32)

 

30 Nisan 2024 Salı

AĞIT ANITI

 

                                  AĞIT ANITI

 

                                                                                  RECEP Ö. NAS

 

                                     Çorlu tren kırımında yaşamını yitirenlerin anısına

 

Kalbim,

sevdiklerine taşırken yolcularını

duraksız duruveren trende çarparken

önünde usulca eğildim

                   bir kadın yontunun

 

Karalara bürünmüş

yaslı kadın

gözü yaşlı kadın

saygı duruşunda durdurmuş zamanı

kulaklarında uğul uğul

rayların acılı ezgisi

 

Değil, bu bir kaza değil

geliyorum demiş ölüm

Azrailden habersiz

tınmamış paraya tapanlar

 

Yirmi beş can

zamansız akan kan

en küçüğü altı aylık

oyuncak trenle oynamamış daha

 

             8 Temmuz 2022/ SARILAR

 

 

ÖĞRETMENİM BİR BAKAR MISIN?

                       “ÖĞRETMENİM BİR BAKAR MISIN? (*)

 

                                                                                                                      Recep Nas


    Çok çok önceleri bilen öğretir anlayışı egemendi. Tek ölçüt öğreteceğini bilmekti, biliyorsan, bildiğini öğretirsin de. Öğrenci öğrenmemişse kafasızdır, aptaldır, geri zekâlıdır ya da tembeldir. Vur falakaya aklı başına gelsin. At tokadı, öğretmenin vurduğu yerde gül biter zaten. Eti öğretmenin, kemiği ana-babanın. Osmanlı'da ilk kez öğretmen okulu 1848'de açıldı, Darülmuallimin. Açıldı da yetiştirdiği bir avuç öğretmen. Öncesinde de sonrasında da, mahalle mekteplerinde, sarıklı, sakallı hocaların eline kaldı çocuklar.

     Ortaçağın karanlığında yıldızlaşan düşünürler gibi ışıkları bugüne uzanan öncü eğitimciler vardı tabii.  Ama onların düşüncelerinin, önerdikleri yöntemlerin kök salması, yayılması, anlaşılması çabucak olmadı, benimsenmeleri zaman aldı. Froebel, Pestalozzi, Kerschensteiner, Montessori ... Bunlar Batı'dan, bizden de Selim Sabit Efendi var, örneğin. Darülmuallimin'in ilk öğrencilerinden biri, sonra da müdürü. Öğretmenlerin merhametli, sevecen, sabırlı, geniş yürekli, eşitlikçi, kin gütmeyen, güzel ahlaklı insanların arasından seçilmesini istemiştir. Öğretmen adaylarına da şöyle seslenmiştir: “Şimdiden kendi kendinizi inceleyin, ölçün. Bu özellikler sizde yoksa şimdiden meslekten çekilin. Çünkü çocuklar sizden zarar görebileceği gibi siz de usanırsınız, ömrünüz üzüntüyle geçer.” 

     Hâlâ diyenler var, öğretmen olunmaz, öğretmen doğulur. Yanlış, boşuna mı öğretmen adaylarına dört yıl boyunca dirsek çürüttürüyoruz, mürekkep yalatıyoruz. Yine de  bir doğru yanı var. Öğretmenliğe yatkınlık diye bir kişilik özelliği var, sakin, sabırlı, halden anlayan, cana yakın, sevgi  dolu, sevecen... 

     Sonra sonra öğretmek için sadece bilgili olmanın yetmeyeceği anlaşıldı. Öğretmen ayrıca öğretmesini, nasıl öğreteceğini de bilecek. Dahası hangi yaştakilere öğretiyorsa onların psikolojisini bilecek.   İlkokul öğretmeniyse çocuk psikolojisini, çocuklar nasıl öğreniyor, onu da  bilecek.

     Öğretmen öğretir, bu anlayış da zamanla aşıldı.  Nasıl alıcı varsa satıcı vardır, bunun gibi öğrenme varsa öğretme vardır. Öğretmen öğretmez aslında, öğrencinin öğrenmesi için uygun ortamı hazırlar,  güdüler, kılavuzluk eder, yardımcı olur.  Öğrenme soluk alma gibi bireysel.

     Günümüzde bilgi kaynağı çok, yakınımızda, cebimizde.  Yeter ki çocuk öğrenmeyi öğrensin, bunu da yaşam boyu sürdürsün. Meraklı olsun, öğrenmenin o doyum olmaz tadını tatsın.  Öğretmenin alanında bilgili olması da nasıl öğreteceğini bilmesi de yetmiyor artık. Daha başka özelliklerle, artamlarla donanması gerekiyor öğretmenin. Carl Rogers'a göre üç özellik çok önemli: saygı duyma, içtenlikli olma, eşduyum (empati) kurma...Öğretmenlik zor, karşısında insan var çünkü. Tersten bakalım, öğretmenlik kolay, çünkü karşısında insan var. Çocuk insandır. Çocukları seviyorsanız, onlarla birlikte olmak sizi mutlu ediyorsa işiniz kolay. Çocuklar size sarılıverirler. Ama sadece sevgi de yetmiyor, ayı yavrusunu severken öldürürmüş. Demek ki sevginin yanı sıra saygı gerek.

     Yemek yemek için aç olmak yetmez, öğrencinin de bilgisiz olması öğrenmesi için yeterli değil. Açsınız ama hastaysanız yiyemezsiniz. Yemek için ilkin iştah gerekir. Öğrenmek için de öğrenme isteği, güdülenmiş olmak gerekir. Bu da yetmez, çocuğa göre bir izlencenin, dahası öğrenmeye uygun fiziksel ortamın oluşturulması gerekir, okul binasından tutun da sıralara, araca, kitaba kadar... Öğrenmek için sonuncul koşul, olumlu ruhsal ortam. Öğretmen-öğrenci ilişkileri kötüyse, öğretmen asık suratlıysa, öğrencileri sevmiyor da azarlıyor, aşağılıyor, dövüyorsa, onlarla alay ediyorsa, böyle bir ruhsal ortamda  ilk üç koşulun anlamı, etkisi kalmaz.

     Tabii izlence, yöntemler, araçlar, fiziksel koşullar önemli, bunları yadsımıyorum. Ama ille de öğretmen-öğrenci işbirliğiyle oluşturulacak ruhsal ortam, sınıftaki hava...

     Öğretmenin niteliği neyse eğitimin niteliği de odur.  Teknolojik donanım ne kadar üst düzeyde olsa da, basamaklar halıyla döşense de bir okul öğretmenleri kadar iyidir. Öğretmenin kişiliği, niteliği, kuracağı etkili iletişim, sağlıklı öğretmen- öğrenci ilişkileri izlenceden de yöntemden de araçtan da önemlidir, değerlidir. Etkili öğretmen dersi iyi düzenlemesinin yanı sıra sevecen, neşeli, şakacı, cana yakın olan, seven ve sevilen, saygı duyan ve saygı duyulan öğretmendir. İşte – ışıklar içinde uyusun – sevgili hocamız Doğan Cüceloğlu, Öğretmenim Bir Bakar mısın? adlı kitabında bunu kanıtlıyor.

     27 yıl üniversitede öğretmenlik yaptım. Hep aklımdaydı, en sevdiğiniz,- umarım yoktur – hiç sevmediğiniz öğretmeni yazılı olarak anlatın diye istekte bulunmak... Bugün yarın derken yıllar geçiverdi, soramadım. Ama Doğan Cüceloğlu 'sosyal medya'daki izleyicilerine sormuş, çok da iyi etmiş.

     İlk örnek kendisinden (s. 7-8). Bir adı daha varmış, Mehmet. Ama o bilmiyor. İlkokula başladığı ilk gün.  Sımsıcak sarılıp tek tek adlarını sormak varken, ögretmen soğuk bir ses tonuyla adlarını okuyarak yoklama yapıyor. Mehmet Doğan Cüceloğlu denince şaşırıp kalmış. Ben miyim, değil miyim? Parmağımı kaldırsam mı, kaldırmasam mı? Yarım yamalak parmağını kaldırmış. Öğretmenin, adını bile bilmiyor anlamındaki aşağılayıcı bakışı yetmiş ona. Eve yorgun, utanmış, isteksiz, üzgün, ayaklarını sürüyerek dönmüş. Akşam da yorgan döşek yatacak kadar hasta olmuş.Vurulan iğne de sinirine denk gelmiş, topal olmuş. Bir yıl okula gidememiş. Ertesi yılki öğretmeni cıvıl cıvıl, sevecen biriymiş. Başını okşamış, gülümsemiş. Bu kez hoplaya zıplaya dönmüş eve. Öğretmenim beni seviyor, ben öğretmenimi seviyorum. İşte – yazmaya elim varmıyor ama – kötü öğretmenin kötülüğü, iyi öğretmenin yarattığı tansık! Sistem meselesi bu, tek tek öğretmen neyi değiştirir ki, dememem gerekir. İşte Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı'nın savsözü: Bir çocuk değişir, Türkiye gelişir. Bir de 'deniz yıldızı' öyküsünü anımsayın: Karaya vuran bir deniz yıldızını daha denize atıyor: Bak, bunun için fark etti.

    Ben 'dost öğretmen', 'dersin öğretmeni' diye ayırıyordum. Cüceloğlu 'Öğretmen olan', 'öğretmenlik yapan' diye ayırıyor. İlkine göre  sınfta  kendine özgü kişilikleri olan saygı, sevgi duyulacak insanlar vardır. İkincisine göreyse sınıfta kafalarının bilgiyle doldurulması gereken numaralandırılmış öğrenciler vardır. Dersini verir, işi bitmiştir, çıkar gider.

      Bir sınıf, öğretmenin birini çileden çıkarmış, çıldırtmış. Cüceloğlu'na iletiyi gönderen öğretmeneyse o sınıf çok iyi davranıyor, “ o öğretmene neden öyle davrandınız?” diye soruyor. Yanıt” Çünkü o bizi sevmiyor, bunu bize hep hissettiriyor” (s. 103). Ben derdim, dersimi seveceksiniz, seveceksiniz ki – öyle yoklama için değil – koşa koşa geleceksiniz. Dersimi sevmeniz için beni seveceksiniz. Beni sevmeniz için de benim sizi sevmem gerekir. Sevgi alışveriş değil, verişalıştır..   

     Bir öğretmen iletisinde”Beni en çok 'arıza tipler' sever” diyor. “Çünkü onları, o herkesin çok sevdiği örnek öğrenciler kadar çok severim. Tam da bu sebeple bir disiplin sorunu yaşamam, çünkü benim dersimde hatırım için susarlar. Bence bu işin sırrı, öğrenciyi tanımak ve ona değer vermektir” (s. 85). Tıpkı Şeker Portakalı'nın sokakta şeytan, okulda melek olan Zeze'si gibi. Ne diyordu Zeze: Öğretmenim beni çok seviyordu, ben de onu üzmezdim. Sevginin karşı konulamaz çekiciliği, sıcaklığı çocuğu kurallara uymaya yöneltir.

     İleti gönderenlerden biri ortaokuldayken yaşananlardan söz ediyor, öğretmenlerden yakınıyor. Kızıyorlar, dövüyorlar, en ufak bir yanlışlık yapınca azarlıyor, onun için bilsek bile el kaldırmaya çekiniyoruz, diyor. Kendinden dinleyelim: “[Y]eni bir Türkçe öğretmeni geldi, H.R. Sınıfa girince sıcacık bir gülümsemeyle kollarını açarak 'Merhaba arkadaşlar” dedi. (...) Kendini tanıtıp birkaç soru sordu, kimse el kaldırmadı, âdet olduğu üzere herkes suskundu. Gülümseyerek 'Herkes söz alacak, konuşacak, çekinmeyin, cevabınız doğru ya da yanlış olabilir, hiç önemli değil' dedi, şaşırdık. [H]ayatın farklı alanlarından örnekler sunardı, müfredatta olmayan yaşam dersleri verirdi. Neşe içinde, heyecanla anlatırdı konuları, güldürür ve çokça düşündürürdü bizi. Benim gibi uyumsuz, tembel öğrenciler bile onun dersini iple çeker, diğer derslere göre daha çok çalışırdı. Sorularını cevaplamak için yarışırdık âdeta” (s. 26). Cüceloğlu'nun yorumu şu: Öğretmen, öğrencisini zihinsel, duygusal anlamda var eden, kuran kişidir. Böyle bir öğretmenin öğrencisi var olmanın beş boyutunu da yaşar: varım, doğalım, değerliyim, güçlüyüm, seviliyorum. (s. 26) Sinirbilim alanında yapılan çalışmalara göre, sevildiğini, kabul edildiğini, onaylandığını duyumsayan çocuk zihnini daha verimli, daha etkili kullanıyor (s. 93). Öyledir, zihin paraşüt gibidir, açılmazsa bir işe yaramaz.              

    

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                    Başka bir ileti: “(...) Abilerim benden 10 ve 12 yaş büyüklerdi. Ama onlardan duyduğum eli sopalı,       dayak atan, kötü müdür anılarıydı. Okula dair böyle bir önyargıyla, babamla, abimle birlikte okula yazılmaya gidecektik.(...) Kalbim küt küt atıyordu. (...) Heyecanla babamın elinden tutarak kapıdan içeri girdik. (...) [B]ir kadın öğretmen hemen masasından kalktı, fırladı kapının önüne. Beni karşılamak için koşarak yanıma geldi. O an okulun girişi o güzel öğretmenin sesiyle yankılanıyordu: 'Benim güzel gözlü oğlum gelmiiiiş!' (...)  [O] öğretmenden başkasına asla gitmezdim. Çünkü beni ayakta karşıladı, (...) yere çömelip bana kollarını açarak kendisine sarılmamı ve koşmamı bekledi. Hemen gidip sarıldığımı ve kucağına oturduğumu hatırlıyorum” (s. 18-19) Sevgiyle bir kucaklaşma tüm önyargıları siliyor, öğretmeni de okulu da sevdiriyor.                                                                                                                                                                                                                                                            İlk izlenim son izlenimdir, etkisi yaşam boyu sürebilir. Şilili Biyolog Humberto Maturana Romesin, yıllar süren çalışmalarının sonunda, insanın dil ve uygarlık geliştirmesinin temelindeki en önemli itici gücün sevgi duygusu olduğunu belirtmiştir (s. 155)

      Bir veli anlatıyor. Oğlu ilkokul üçüncü sınıfta, herkesce sevilip sayılan bir öğretmeni var. Veliler sınıfa bir bilgisayar alıyorlar. Nöbetçi öğrenci bir gün masayı temizlerken bilgisayarı düşürüyor. Çocuk korkudan titriyor. Arkadaşları, öğretmen ne diyecek, ne yapacak, kaygıyla bekliyorlar.   Öğretmen diz çöküp öğrenciyle göz göze geliyor,

     “Senden değerli değil!” diyor.

      Öğretmen davranışın sonucuna değil, davranışın arkasındaki niyete odaklanıyor (s.110-111)    

      Bir öğretmenin lise 3. sınıfta okuyan yaramaz, çalışmayan, üstelik madde bağımlısı bir öğrencisi varmış. Bu öğrencinin annesi bir gün okula geliyor. Giyiminden, her halinden belli ki yok yoksul, ezik bir kadın. Oğlunun yanında,

     “Hocam bizim çocuğun durumu nasıl?” diye soruyor.

      “Böyle terbiyeli, akıllı bir çocuk yetiştirdiğiniz için size teşekkür ederim.Dersine biraz daha çalışırsa on numara olacak”

        Bu  sözleri duyan çocuk hüngür hüngür ağlamaya başlıyor: “Hocam hiçbir öğretmen anneme böyle güzel sözler söylemedi.” O günden sonra çocuk olumlu anlamda değişiyor, çevresini de değiştiriyor (s. 138-139). Öğretmen kazandı. Yitirmek çok kolay, kazanmak zordur. Ne yazık ki kimileri bu zor olanı seçemiyor. Bir müdür, okuldan kovmak istediği çocuğun annesi “Na'psın bu çocuk?” diye sonuca, “Gitsin köpek taşlasın” diyor. Sorunlu bir çocuğu okuldan kovmak, hastayı hastaneden atmak gibidir.         

         Örnekler çok, hepsi de ders verici. Kitaba sığmamışlar ki ben yazıya sığdırayım. İşin özü: Öğretmen teknisyen değildir. Eğitim insan insana etkili iletişim, etkileşim işi. Aslında duygularımızla öğreniyoruz.   Öğretme-öğrenme sürecinin etkili, verimli olması için öğretmenle öğrenci arasında çok özel bir ilişkinin, sevgi bağının kurulması gerekir. İyi öğretmenle iyi öğrenciyi yaratan sağlıklı öğretmen-öğrenci ilişkileridir.

                              

 (*)  ÖĞRETMENİM BİR BAKAR MISIN?   'Öğretmen'in  Gücü Üzerine/2018/2. Baskı/Doğan Cüceloğlu/208 s.   İstanbul: Final Kültür Sanat Yayınları                                                                                                                                                                                                                                                                                              

 

     NOT: Kitabı tanıtmak, alıntılar yapmak için yayınevinden yazılı izin alınmıştır.

 

  ** Bu yazı çinikitap dergisinde (Mayıs-Haziran 2024 Sayı: 84) yayımlanmıştır. (25-26)