3 MART 1924:AYDINLIK
BİR GÜN (*)
Recep Nas
recepnas@uludag.edu.tr
Karakış yaz aydınlığına evrilirken bir
bahar günü genç Türkiye Cumhuriyeti’nin aydınlanma yolunu açacak olan üç büyük
adım atıldı. TBMM 3 Mart 1924’te üç yasayı kabul etti. Bunlardan biri Tevhid-i
Tedrisat (öğretim birliği)Kanunu’ydu. Bu yasa 1982 Anayasasının 174.maddesine
göre devrim yasalarından biridir.
“Tevhid-i Tedrisat Kanunu, ‘yükselen yeni
neslin’ gerçekten inkılâpçı, laik ve demokrat, kısacası ulusal ve çağdaş bir
aydın nesli olabilmesi için, ‘mevzuat zeminini’ böylece hazırlamış oluyordu.”
(İlhan, 1996)
Cumhuriyetin kuruluşundan sadece dört ay
sonra çıkarılıyor bu yasalar. Bu, Türkiye Cumhuriyeti laik olacaktır demektir.
Gerçi anayasada “Devletin dini islamdır” yazıyordu ama, bu söz 1928’de anayasadan
çıkarıldı, 1937’de de laiklik anayasada yerini aldı.
Öğretimin birleştirilmesine neden gerek
görüldü, bunu yasanın gerekçesinden öğrenelim: “(…) Osmanlı Saltanatı öğretimin birleştirilmesine başlamak istemişse
de bunda başarılı olamamıştır, aksine bu hususta bir ikilik meydana gelmiştir.
Bu ikilik, eğitim ve öğretim birliği bakımından birçok zararlı sonuçlar
doğurdu. Bir milletin bireyleri bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim bir
memlekette iki türlü insan yetiştirir,
bu ise duygu ve düşünce birliğine ve dayanışma amaçlarına tümüyle aykırıdır.
Bir devletin kültür ve genel
maarif siyasetinde, ulusun düşünce ve duygu yönünden birliğini sağlamak için
öğretimin birleştirilmesi en doğru, en bilimsel ve en çağdaş ve her yerde
yararları ve iyiliği görülmüş bir
ilkedir.” (Turan,1995:69)
Bu ikilik nedir, bunu
yaşamış kişilerden dinleyelim. Ziya Gökalp (1876-1924) 1890’lı yıllarda
Diyarbakır İdadisi’nde okuyor. Anılarında bir yandan doğal bilimlerin, bir
yandan da kelâm derslerinin zıt elektrik akımları arasında bocaladığını,
gerçeklere ulaşma yerine ‘kuşku’ içine düştüğünü belirtiyor. A.Adnan Adıvar
(1882-1955) anlatıyor: “ Bu gençler,
mektepte bir gün din dersi hocasının kestirip atan, tartışmaya yer bırakmayan
anlatımlarla anlattığı derslerden çıkan yargıları düşünürken, ertesi gün açık
fikirli fizik ya da kimya hocasından din hocasının sözlerine karşı koyacak gibi
gözüken sözler işitiyorlardı. O gençler bilmiyorlardı, din hocasının kestirip
atılmış (dogmatik) yargılarına inanmakla mı, yoksa fizik hocasının aklı serbest
bırakan ama sonradan gene her şeyi doğa yasalarına bağlayan yargılarına
inanmakla mı rahat ve huzura kavuşacaklardı?(…)” (Akyüz, 1997:164)
Bugünü anlamak için düne, dünkü
eğitime-kuşbakışı da olsa- bakalım. Winston Churchill’in dediği gibi, “Ne kadar
ilerisini görebileceğin, ne kadar geriye bakmak istediğine bağlıdır.” Osmanlı
İmparatorluğunda Tanzimat okullarının açılmasıyla ikilik, -azınlık okulları da
düşünüldüğünde üçlülük- oluştu. Görece olarak çağdaş okullar açan devlet
medreselere hiç dokunmamıştır. Medreselerse bütün yeniliklere karşı çıkıyor,
‘Tanzimat okulları’nı rakip olarak görüp etkisi altına almaya çalışıyordu.
Böylece yenileşme, çağdaşlaşma çabaları verimsiz, kısır, güdük kalıyordu. Darülmuallimin-i Sıbyan’ın Müdürü Mehmet
Cevdet Efendi yeni bir ‘abece’ yöntemi denediği için medreseliler velilere okulu
boykot ettiriyorlar, okul 1871’de bir yıl kapalı kalıyor. Satı Bey,
Darülmuallimin-i İptidaiye’ye müdür olunca (1909) yaptığı ilk iş, medresenin
etkisinden kurtarmak için okulu Fatih’ten Cağaloğlu’na taşımak oluyor. (Akyüz,
1997:161, 242)
Ziya Gökalp belirtiyor, Evkaf’ın yönetimindeki
okulları denetlemek olanaksızdı, devlet örgütü bu yetkiyi eğitim bakanlığına
vermemiştir. (Osman Ergin’den (1977) akt. Başgöz, 1999:76) Maarif Nezareti ise sınırlı bütçesiyle açtığı yeni okulları
geliştiremiyordu. Oysa medreseler vakıflar aracılığıyla öğrencilerini yedirip
içiriyor, barındırıyordu. Medreseler, kendilerini geliştirmek bir yana,
kendilerinin yanı sıra toplumu da geriletmişlerdir, bilgi üretmemişlerdir
çünkü. (Özyılmaz, 2002:203) II. Abdülhamit döneminde medrese öğrencileri
askerlikten muaf tutulmuşlardır, bu da medreseye olan ilgiyi daha da
artırmıştır. Giderek medreselilerle ‘mektepliler’ birbirlerine düşman
olmuşlardır. Mekteplerde de din derslerinin ve ibadetlerin zorunlu olması, bazı
bilim dallarının dinin süzgecinden geçirilmesi bile bu düşmanlığı
engelleyememiştir. (Ergün, 1982: 46)
1846’da Darülfünun’un (üniversite)
açılmasına karar veriliyor, medrese karşı çıktığı için ancak on yedi yıl sonra
(1863) açılabiliyor. 1865’te binası yanınca Darülfünun ortadan kalkıyor.
Darülfünun 1869’
da yeniden kurulup 1870’
te ikinci kez öğretime başlıyor, gene medresenin baskısıyla üç yıl sonra
kapatılıyor. 1874’te medreselilerin uzağında, Galatasaray Sultanisi içinde
açılıyor, 1881’de gene kapatılıyor. Darülfünun yeniden 1900’de açılabiliyor.
(Hatipoğlu, 2011; Akyüz, 1997:146-148) Doğan Kuban şöyle diyor (2011): “(…) Cemalettin Afgani’nin ikinci Darülfünun
açıldıktan sonra maruz kaldığı davranışlar ve ikinci Darülfünun’un açıldıktan
bir iki yıl sonra kapatılması, Osmanlı düşünce ortamının düşünce üretmeyen ve
ithal eden, örgütlenmemiş, dünyadan habersiz insanların elinde olduğunu
göstermektedir.(…) Türkiye’nin hâlâ çözemediği sorunlar Osmanlı mirasıdır.
Öğretim, bilim, teknoloji ve günümüzde onlardan ayrılamayan üretim ve enerji, pazar
ekonomisi ile çözülecek sorunlar değil, uygarlık sorunlarıdır.”
Peki, Mustafa Kemal,
Cumhuriyet kurulur kurulmaz neden öğretimin birleştirilmesini istedi, acelesi
neydi?
Mustafa Kemal
öğretimdeki ikiliği daha çocukluğunda yaşamıştı. Mahallesinde iki okul vardı:Fatma
Mollakadın, bir de Şemsi Efendi. Küçük Mustafa ilkin Fatma Mollakadın’a
veriliyor. Bu okulda diz çöküp oturmak ona zor gelmiştir. Bir gün ayağa
kalkıyor, hoca azarlayıp oturmasını istiyor, ama o oturmuyor.
-
Bana karşı mı geliyorsun?
-
Evet, karşı geliyorum. (Meydan Larousse Cilt I s.799)
Bu olaydan sonra görece olarak çağdaş öğretim
yapan Şemsi Efendi ilkokulu’na veriliyor. Şemsi Efendi’nin okulu da
medreselilerden nasibini alıyor, medreseliler ve onların kışkırttıkları okula
saldırıyorlar, sıraları parçalıyorlar. (Akyüz, 1978:45)
Mustafa Kemal
eğitime çok önem veriyordu, öyle ki düşman Polatlı önlerine kadar gelmişken,
sabaha kadar çalıştıktan sonra yorgun, uykusuz olsa da 15.07.1921’de düzenlenen
Maarif Kongresi’ne katılmış, orda bir konuşma yapmıştır. Bu kongrede kadın ve
erkek öğretmenlerin aynı salonda oturtulması TBMM’deki medreselilerce
eleştirilmiştir. (Akyüz, 1997:280) Bakış açılarının farklılığına bakın, Mustafa
Kemal’se o kongrede kadın öğretmenlerin ayrı oturtulmasını (harem-selamlık)
eleştirmiştir.
Mustafa Kemal ümmetten ulus, kuldan
yurttaş (birey) yaratmak istiyordu. Bilim dinden, akıl inançtan
bağımsızlaşmalıydı. İnanç sorgulanmaz çünkü. Dinin sömürülmesine izin verilmeyecek,
din vicdanlarda, yüreklerde saygın yerini alacaktı. O biliyordu, “Bizi yanlış yola yönelten habisler, çok
kez din perdesine bürünmüşlerdir. Tarihimizi okuyunuz, görürsünüz ki milleti
mahveden, tutsak eden, harap eden fenalıklar hep bu din kisvesi altındaki küfür
ve melanetten gelmiştir.” Yapılması
gereken, gerçek yol gösterici olan bilimin ışığında ‘fikri hür, vicdanı hür,
irfanı hür’ kuşaklar yetiştirmektir, bunun birincil koşuluysa öğretim birliğini
sağlamaktır.
Öğretimin birleştirilmesine ilişkin
yasanın çıkmasından bir yıl önce (01.03.1923) Mustafa Kemal şunları söylüyor: “Yurt çocuklarının birlikte ve eşit olarak
edinmek zorunda oldukları bilim ve fen vardır. Yüksek meslek ve uzmanlık
sahiplerinin ayrılacakları öğrenim basamaklarına kadar eğitim ve öğretimde
birlik, toplumumuzun ilerleme ve yükselmesi bakımından çok önemlidir.”
Mustafa Kemal kararlıydı, tam bağımsız,
laik Türkiye Cumhuriyeti kurulacaktı. Egemenlik, Tanrı adına birilerinin
değil,’kayıtsız şartsız’ ulusun olacaktı.
Diyordu ki,”Artık bizim dinin
gereklerini öğrenmek için şundan bundan ders almaya, akıl hocalarına gereksinmemiz
yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile bize
dinimizin temellerini anlamaya yeterlidir.(…) Hangi şey akla-mantığa, kamu
yararına, insanın yararına uygunsa, kimseye sormayın, o şey dine uygundur.” Bunun içindir ki 1935-1948 yılları arasında
okullarda din dersi verilmemiştir. Mustafa Kemal’e göre, “Korkuya dayalı ahlak
bir erdem olmadığı gibi güvenilir de değildir.” Erdal Atabek’in (2009:52-54)
dediği gibi, “Ahlak bir bilinç ürünüdür, korkuyla sağlanamaz.(…) Ahlak kültürü
din kültürüyle de özdeş değildir. (…) ‘[A]hlak’ din öğretisi ile sınırlı
olmayan laik ve bilimsel bir kavramdır.”
Öğretimin birleştirilmesine ilişkin yasa çıkar
çıkmaz titizlikle, hiç ödün verilmeden uygulanmıştır. Laiklik ilkesinin azınlık
okullarında da olduğu gibi uygulanması için özen gösterilmiştir. Yabancı
okullara gönderilen bir genelgeyle dine dayalı eğitim ve din
propagandasının yapılması
yasaklanmıştır, bu yasaklara uymayan okullar kapatılmıştır. (Başgöz, 1999:80-81)
Gelgelelim, 1946’dan sonra, Can Yücel’den
ödünç alarak söyleyeyim, ‘hava döndü’, Aydınlanma karşıtlarından yana esmeye
başladı yel. Laiklikten ödün verilmeye başlandı.1948’de isteğe bağlı din
dersleri kondu.
Orhan Veli’den dinleyelim (Yaprak dergisi,
15.02.1949) “(…) Gönül ferahlığına küçücük bir haberden
geliyoruz. Nüfus sayısı 1 milyon olan İstanbul’da bir imam-hatip kursu açıldı. Gazetelerde
okuduk, bu kurstaki öğrenci sayısı 17 imiş. Bu 17 kişinin 6’sı sakallı imiş; üçününse
sakalı bembeyaz… Milyonda 17, binde yarım bile etmez. Liselerimizi,
fakültelerimizi dolduran binlerce, on binlerce gence karşılık, o 17 ihtiyar.
İmam-hatip kursunun bir ayağı çukurda demektir.” Ama o çukura Türkiye
çekildi. Gene de Orhan Veli çabuk ayıkmış, 15 ay sonra aklı başına
gelmiş.15.05.1950 günlü Yaprak dergisinde bu kez şunları söylüyor:”Seçimler bitti. Demokrat Parti, Halk
Partisi’ni korkunç bir bozguna uğrattı. Oysaki Halk Partisi, halkı kazanacağını
umarak fikirleriyle ilkelerinden son zamanlarda ne fedakârlıklar etmişti. Bütün
yayınlarına göz yumulan din dergileri, yeniden açılan ilahiyat fakültesi,
imam-hatip kursları, türbeler…(…) Her türlü irticaa tanınan haklar… Zavallı
Halk Partisi…”
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 4.maddesi
şöyle:”Milli Eğitim Bakanlığı yüksek din uzmanları yetiştirmek için
Darülfünun’da bir ilahiyat fakültesi kuracak, imam-hatip gibi din hizmeti
görecek memurların yetişmesi için de ayrı
mektepler açacaktır.” Şimdi sormak gerekmez mi, imam-hatip yetiştirmek için
açılan bu ‘ayrı’ okullar neden liseleştirildi? Attilâ İlhan sormuştu
(Cumhuriyet, 28.01.1997):”İmam/Hatip Okullarının ‘liseleştirilmesine’ kimlerin,
nasıl ve neden karar verdiği araştırılmamalı mıdır? Amaçları neydi? Yoksa
‘gerekçe’de altı çizilen ‘ikiliği’ yeniden hortlatmak mı?”
Psikiyatrist Aysel Ekşi (1990:257-259), “
Son yıllarda bazı okullarda din ve ahlak dersleri öğretmenlerinin maksatlı
tutumlarının öğrencilerde din çevresinde yoğunluk kazanan korku ve saplantılara
yol açtığını da çok sık görmekteyiz” diyor ve sağaltım için kendisine
gönderilen öğrencilerle yaptığı konuşmalardan örnekler veriyor. İşte iki öğrencinin
söylediklerinden kısa alıntılar:”(…) Din hocamız dedikodu yapmak günahtır
diyor, ama bazen oturup başkası hakkında konuşuyoruz. (…) Din hocamız ateşle
barut nasıl bir arada olmazsa, kızla erkek de bir arada olmaz, diyor, bizi yan
yana oturtmuyor, ayırıyor. [B]aşınızı bağlayın, diyor, eğer anneniz babanız
imam nikâhı ile evli değilse siz gayri meşru sayılırsınız din indinde.(…) (D.Ö.
15 yaşında, kız) “(…) Uykumda bile hep
iradem var mı yok mu, Allah beni cezalandırır mı, sanki onları düşünüyorum,
bakıyorum sabah olmuş, sanki hiç uyumamışım gibi oluyorum. Belki bir uyku ilacı
verirsiniz diye beni size getirdiler.” (Ö.G. 15 yaşında, kız)
Bu da bir öğrencimin mektubundan:” Önceki
hafta çocuklara yeni yıl kutlamanın günah olmadığını söyledim. Niçin
kutladığımızı söyledim. Hafta sonu bir vaiz gelmiş ve yeni yılı kutlayanların
yanacağından, günahından bahsetmiş. Öğrencilerimden birisi de kardeşine, yeni
yılın kutlu olsun, demiş ve babasından dayak yemiş. Okuldaki ve evdeki eğitimde
ikilik karşısında şaşırdım kaldım.(…)” (N.P.Ç., Kahramanmaraş, 30.12.1986)
Laiklik demokrasinin önkoşuludur, özel
adıdır. Toplumsal barışın güvencesidir, hukuksal birliğin de kaynağıdır.
3 Mart 1924 aydınlık bir gündü,
geleceğimizi de ışıtan, kararmasın.
KAYNAKÇA
Akyüz, Yahya (1978) Türkiye’de Öğretmenlerin Toplumsal
Değişmedeki Etkileri
(1848-1940) Ankara:Kendi yayını
___________ (1997) Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan
1997’ye) İstanbul:İstanbul Kültür
Üniversitesi Yayınları
Atabek, Erdal (2009) Dürüstlük, Sevgili Çocuğum (4.baskı)
İstanbul:Cumhuriyet Kitapları
Başgöz, İlhan (1999) Türkiye’nin Eğitim Çıkmazı ve Atatürk Ankara:T.C.
Kültür Bak.Yay.
Ekşi, Aysel (1990) Çocuk, Genç, Ana Babalar Ankara:Bilgi
Yayınevi
Ergün, Mustafa (1982) Atatürk Devri Türk Eğitimi Ankara:AÜ
Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Yayınları:325
Hatipoğlu, M. Tahir (2011) “Özgür
Üniversite ve Bilim” Ankara: abece
dergisi Mayıs 2011,
Sayı:297
İlhan, Attilâ (1996) “O Mel’un
‘İkilik’!..” Cumhuriyet gazetesi,28.10.1996
Kuban, Doğan (2011) “Avrupa
Felsefesi ve Bilimi Osmanlı’da Neden Olamazdı?”
Cumhuriyet Bilim Teknoloji,
18.11.2011 Sayı:1287
MEYDAN LAROUSSE (1969) Cilt I İstanbul:Meydan Yayınevi
Özyılmaz, Ömer (2002) Osmanlı Medreselerinin Eğitim Programları
Ankara:T.C. Kültür
Bak. Yay.
Turan, Şerafettin (1995) Türk Devrim Tarihi Ankara:
Bilgi Yayınevi
Bu yazı ÖĞRETMEN DÜNYASI
dergisinde (Mart 2013, Sayı: 399)
yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder