30 Nisan 2024 Salı

AĞIT ANITI

 

                                  AĞIT ANITI

 

                                                                                  RECEP Ö. NAS

 

                                                           Çorlu tren kırımında yaşamını yitirenlerin anısına

 

Kalbim,

sevdiklerine taşırken yolcularını

duraksız duruveren trende çarparken

önünde usulca eğildim

                   bir kadın yontunun

 

Karalara bürünmüş

yaslı kadın

gözü yaşlı kadın

saygı duruşunda durdurmuş zamanı

kulaklarında uğul uğul

rayların acılı ezgisi

 

Değil, bu bir kaza değil

geliyorum demiş ölüm

Azrailden habersiz

tınmamış paraya tapanlar

 

Yirmi beş can

zamansız akan kan

en küçüğü altı aylık

oyuncak trenle oynamamış daha

 

             8 Temmuz 2022/ SARILAR

 

 

ÖĞRETMENİM BİR BAKAR MISIN?

                       “ÖĞRETMENİM BİR BAKAR MISIN? (*)

 

                                                                                                                      Recep Nas


    Çok çok önceleri bilen öğretir anlayışı egemendi. Tek ölçüt öğreteceğini bilmekti, biliyorsan, bildiğini öğretirsin de. Öğrenci öğrenmemişse kafasızdır, aptaldır, geri zekâlıdır ya da tembeldir. Vur falakaya aklı başına gelsin. At tokadı, öğretmenin vurduğu yerde gül biter zaten. Eti öğretmenin, kemiği ana-babanın. Osmanlı'da ilk kez öğretmen okulu 1848'de açıldı, Darülmuallimin. Açıldı da yetiştirdiği bir avuç öğretmen. Öncesinde de sonrasında da, mahalle mekteplerinde, sarıklı, sakallı hocaların eline kaldı çocuklar.

     Ortaçağın karanlığında yıldızlaşan düşünürler gibi ışıkları bugüne uzanan öncü eğitimciler vardı tabii.  Ama onların düşüncelerinin, önerdikleri yöntemlerin kök salması, yayılması, anlaşılması çabucak olmadı, benimsenmeleri zaman aldı. Froebel, Pestalozzi, Kerschensteiner, Montessori ... Bunlar Batı'dan, bizden de Selim Sabit Efendi var, örneğin. Darülmuallimin'in ilk öğrencilerinden biri, sonra da müdürü. Öğretmenlerin merhametli, sevecen, sabırlı, geniş yürekli, eşitlikçi, kin gütmeyen, güzel ahlaklı insanların arasından seçilmesini istemiştir. Öğretmen adaylarına da şöyle seslenmiştir: “Şimdiden kendi kendinizi inceleyin, ölçün. Bu özellikler sizde yoksa şimdiden meslekten çekilin. Çünkü çocuklar sizden zarar görebileceği gibi siz de usanırsınız, ömrünüz üzüntüyle geçer.” 

     Hâlâ diyenler var, öğretmen olunmaz, öğretmen doğulur. Yanlış, boşuna mı öğretmen adaylarına dört yıl boyunca dirsek çürüttürüyoruz, mürekkep yalatıyoruz. Yine de  bir doğru yanı var. Öğretmenliğe yatkınlık diye bir kişilik özelliği var, sakin, sabırlı, halden anlayan, cana yakın, sevgi  dolu, sevecen... 

     Sonra sonra öğretmek için sadece bilgili olmanın yetmeyeceği anlaşıldı. Öğretmen ayrıca öğretmesini, nasıl öğreteceğini de bilecek. Dahası hangi yaştakilere öğretiyorsa onların psikolojisini bilecek.   İlkokul öğretmeniyse çocuk psikolojisini, çocuklar nasıl öğreniyor, onu da  bilecek.

     Öğretmen öğretir, bu anlayış da zamanla aşıldı.  Nasıl alıcı varsa satıcı vardır, bunun gibi öğrenme varsa öğretme vardır. Öğretmen öğretmez aslında, öğrencinin öğrenmesi için uygun ortamı hazırlar,  güdüler, kılavuzluk eder, yardımcı olur.  Öğrenme soluk alma gibi bireysel.

     Günümüzde bilgi kaynağı çok, yakınımızda, cebimizde.  Yeter ki çocuk öğrenmeyi öğrensin, bunu da yaşam boyu sürdürsün. Meraklı olsun, öğrenmenin o doyum olmaz tadını tatsın.  Öğretmenin alanında bilgili olması da nasıl öğreteceğini bilmesi de yetmiyor artık. Daha başka özelliklerle, artamlarla donanması gerekiyor öğretmenin. Carl Rogers'a göre üç özellik çok önemli: saygı duyma, içtenlikli olma, eşduyum (empati) kurma...Öğretmenlik zor, karşısında insan var çünkü. Tersten bakalım, öğretmenlik kolay, çünkü karşısında insan var. Çocuk insandır. Çocukları seviyorsanız, onlarla birlikte olmak sizi mutlu ediyorsa işiniz kolay. Çocuklar size sarılıverirler. Ama sadece sevgi de yetmiyor, ayı yavrusunu severken öldürürmüş. Demek ki sevginin yanı sıra saygı gerek.

     Yemek yemek için aç olmak yetmez, öğrencinin de bilgisiz olması öğrenmesi için yeterli değil. Açsınız ama hastaysanız yiyemezsiniz. Yemek için ilkin iştah gerekir. Öğrenmek için de öğrenme isteği, güdülenmiş olmak gerekir. Bu da yetmez, çocuğa göre bir izlencenin, dahası öğrenmeye uygun fiziksel ortamın oluşturulması gerekir, okul binasından tutun da sıralara, araca, kitaba kadar... Öğrenmek için sonuncul koşul, olumlu ruhsal ortam. Öğretmen-öğrenci ilişkileri kötüyse, öğretmen asık suratlıysa, öğrencileri sevmiyor da azarlıyor, aşağılıyor, dövüyorsa, onlarla alay ediyorsa, böyle bir ruhsal ortamda  ilk üç koşulun anlamı, etkisi kalmaz.

     Tabii izlence, yöntemler, araçlar, fiziksel koşullar önemli, bunları yadsımıyorum. Ama ille de öğretmen-öğrenci işbirliğiyle oluşturulacak ruhsal ortam, sınıftaki hava...

     Öğretmenin niteliği neyse eğitimin niteliği de odur.  Teknolojik donanım ne kadar üst düzeyde olsa da, basamaklar halıyla döşense de bir okul öğretmenleri kadar iyidir. Öğretmenin kişiliği, niteliği, kuracağı etkili iletişim, sağlıklı öğretmen- öğrenci ilişkileri izlenceden de yöntemden de araçtan da önemlidir, değerlidir. Etkili öğretmen dersi iyi düzenlemesinin yanı sıra sevecen, neşeli, şakacı, cana yakın olan, seven ve sevilen, saygı duyan ve saygı duyulan öğretmendir. İşte – ışıklar içinde uyusun – sevgili hocamız Doğan Cüceloğlu, Öğretmenim Bir Bakar mısın? adlı kitabında bunu kanıtlıyor.

     27 yıl üniversitede öğretmenlik yaptım. Hep aklımdaydı, en sevdiğiniz,- umarım yoktur – hiç sevmediğiniz öğretmeni yazılı olarak anlatın diye istekte bulunmak... Bugün yarın derken yıllar geçiverdi, soramadım. Ama Doğan Cüceloğlu 'sosyal medya'daki izleyicilerine sormuş, çok da iyi etmiş.

     İlk örnek kendisinden (s. 7-8). Bir adı daha varmış, Mehmet. Ama o bilmiyor. İlkokula başladığı ilk gün.  Sımsıcak sarılıp tek tek adlarını sormak varken, ögretmen soğuk bir ses tonuyla adlarını okuyarak yoklama yapıyor. Mehmet Doğan Cüceloğlu denince şaşırıp kalmış. Ben miyim, değil miyim? Parmağımı kaldırsam mı, kaldırmasam mı? Yarım yamalak parmağını kaldırmış. Öğretmenin, adını bile bilmiyor anlamındaki aşağılayıcı bakışı yetmiş ona. Eve yorgun, utanmış, isteksiz, üzgün, ayaklarını sürüyerek dönmüş. Akşam da yorgan döşek yatacak kadar hasta olmuş.Vurulan iğne de sinirine denk gelmiş, topal olmuş. Bir yıl okula gidememiş. Ertesi yılki öğretmeni cıvıl cıvıl, sevecen biriymiş. Başını okşamış, gülümsemiş. Bu kez hoplaya zıplaya dönmüş eve. Öğretmenim beni seviyor, ben öğretmenimi seviyorum. İşte – yazmaya elim varmıyor ama – kötü öğretmenin kötülüğü, iyi öğretmenin yarattığı tansık! Sistem meselesi bu, tek tek öğretmen neyi değiştirir ki, dememem gerekir. İşte Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı'nın savsözü: Bir çocuk değişir, Türkiye gelişir. Bir de 'deniz yıldızı' öyküsünü anımsayın: Karaya vuran bir deniz yıldızını daha denize atıyor: Bak, bunun için fark etti.

    Ben 'dost öğretmen', 'dersin öğretmeni' diye ayırıyordum. Cüceloğlu 'Öğretmen olan', 'öğretmenlik yapan' diye ayırıyor. İlkine göre  sınfta  kendine özgü kişilikleri olan saygı, sevgi duyulacak insanlar vardır. İkincisine göreyse sınıfta kafalarının bilgiyle doldurulması gereken numaralandırılmış öğrenciler vardır. Dersini verir, işi bitmiştir, çıkar gider.

      Bir sınıf, öğretmenin birini çileden çıkarmış, çıldırtmış. Cüceloğlu'na iletiyi gönderen öğretmeneyse o sınıf çok iyi davranıyor, “ o öğretmene neden öyle davrandınız?” diye soruyor. Yanıt” Çünkü o bizi sevmiyor, bunu bize hep hissettiriyor” (s. 103). Ben derdim, dersimi seveceksiniz, seveceksiniz ki – öyle yoklama için değil – koşa koşa geleceksiniz. Dersimi sevmeniz için beni seveceksiniz. Beni sevmeniz için de benim sizi sevmem gerekir. Sevgi alışveriş değil, verişalıştır..   

     Bir öğretmen iletisinde”Beni en çok 'arıza tipler' sever” diyor. “Çünkü onları, o herkesin çok sevdiği örnek öğrenciler kadar çok severim. Tam da bu sebeple bir disiplin sorunu yaşamam, çünkü benim dersimde hatırım için susarlar. Bence bu işin sırrı, öğrenciyi tanımak ve ona değer vermektir” (s. 85). Tıpkı Şeker Portakalı'nın sokakta şeytan, okulda melek olan Zeze'si gibi. Ne diyordu Zeze: Öğretmenim beni çok seviyordu, ben de onu üzmezdim. Sevginin karşı konulamaz çekiciliği, sıcaklığı çocuğu kurallara uymaya yöneltir.

     İleti gönderenlerden biri ortaokuldayken yaşananlardan söz ediyor, öğretmenlerden yakınıyor. Kızıyorlar, dövüyorlar, en ufak bir yanlışlık yapınca azarlıyor, onun için bilsek bile el kaldırmaya çekiniyoruz, diyor. Kendinden dinleyelim: “[Y]eni bir Türkçe öğretmeni geldi, H.R. Sınıfa girince sıcacık bir gülümsemeyle kollarını açarak 'Merhaba arkadaşlar” dedi. (...) Kendini tanıtıp birkaç soru sordu, kimse el kaldırmadı, âdet olduğu üzere herkes suskundu. Gülümseyerek 'Herkes söz alacak, konuşacak, çekinmeyin, cevabınız doğru ya da yanlış olabilir, hiç önemli değil' dedi, şaşırdık. [H]ayatın farklı alanlarından örnekler sunardı, müfredatta olmayan yaşam dersleri verirdi. Neşe içinde, heyecanla anlatırdı konuları, güldürür ve çokça düşündürürdü bizi. Benim gibi uyumsuz, tembel öğrenciler bile onun dersini iple çeker, diğer derslere göre daha çok çalışırdı. Sorularını cevaplamak için yarışırdık âdeta” (s. 26). Cüceloğlu'nun yorumu şu: Öğretmen, öğrencisini zihinsel, duygusal anlamda var eden, kuran kişidir. Böyle bir öğretmenin öğrencisi var olmanın beş boyutunu da yaşar: varım, doğalım, değerliyim, güçlüyüm, seviliyorum. (s. 26) Sinirbilim alanında yapılan çalışmalara göre, sevildiğini, kabul edildiğini, onaylandığını duyumsayan çocuk zihnini daha verimli, daha etkili kullanıyor (s. 93). Öyledir, zihin paraşüt gibidir, açılmazsa bir işe yaramaz.              

    

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                    Başka bir ileti: “(...) Abilerim benden 10 ve 12 yaş büyüklerdi. Ama onlardan duyduğum eli sopalı,       dayak atan, kötü müdür anılarıydı. Okula dair böyle bir önyargıyla, babamla, abimle birlikte okula yazılmaya gidecektik.(...) Kalbim küt küt atıyordu. (...) Heyecanla babamın elinden tutarak kapıdan içeri girdik. (...) [B]ir kadın öğretmen hemen masasından kalktı, fırladı kapının önüne. Beni karşılamak için koşarak yanıma geldi. O an okulun girişi o güzel öğretmenin sesiyle yankılanıyordu: 'Benim güzel gözlü oğlum gelmiiiiş!' (...)  [O] öğretmenden başkasına asla gitmezdim. Çünkü beni ayakta karşıladı, (...) yere çömelip bana kollarını açarak kendisine sarılmamı ve koşmamı bekledi. Hemen gidip sarıldığımı ve kucağına oturduğumu hatırlıyorum” (s. 18-19) Sevgiyle bir kucaklaşma tüm önyargıları siliyor, öğretmeni de okulu da sevdiriyor.                                                                                                                                                                                                                                                            İlk izlenim son izlenimdir, etkisi yaşam boyu sürebilir. Şilili Biyolog Humberto Maturana Romesin, yıllar süren çalışmalarının sonunda, insanın dil ve uygarlık geliştirmesinin temelindeki en önemli itici gücün sevgi duygusu olduğunu belirtmiştir (s. 155)

      Bir veli anlatıyor. Oğlu ilkokul üçüncü sınıfta, herkesce sevilip sayılan bir öğretmeni var. Veliler sınıfa bir bilgisayar alıyorlar. Nöbetçi öğrenci bir gün masayı temizlerken bilgisayarı düşürüyor. Çocuk korkudan titriyor. Arkadaşları, öğretmen ne diyecek, ne yapacak, kaygıyla bekliyorlar.   Öğretmen diz çöküp öğrenciyle göz göze geliyor,

     “Senden değerli değil!” diyor.

      Öğretmen davranışın sonucuna değil, davranışın arkasındaki niyete odaklanıyor (s.110-111)    

      Bir öğretmenin lise 3. sınıfta okuyan yaramaz, çalışmayan, üstelik madde bağımlısı bir öğrencisi varmış. Bu öğrencinin annesi bir gün okula geliyor. Giyiminden, her halinden belli ki yok yoksul, ezik bir kadın. Oğlunun yanında,

     “Hocam bizim çocuğun durumu nasıl?” diye soruyor.

      “Böyle terbiyeli, akıllı bir çocuk yetiştirdiğiniz için size teşekkür ederim.Dersine biraz daha çalışırsa on numara olacak”

        Bu  sözleri duyan çocuk hüngür hüngür ağlamaya başlıyor: “Hocam hiçbir öğretmen anneme böyle güzel sözler söylemedi.” O günden sonra çocuk olumlu anlamda değişiyor, çevresini de değiştiriyor (s. 138-139). Öğretmen kazandı. Yitirmek çok kolay, kazanmak zordur. Ne yazık ki kimileri bu zor olanı seçemiyor. Bir müdür, okuldan kovmak istediği çocuğun annesi “Na'psın bu çocuk?” diye sonuca, “Gitsin köpek taşlasın” diyor. Sorunlu bir çocuğu okuldan kovmak, hastayı hastaneden atmak gibidir.         

         Örnekler çok, hepsi de ders verici. Kitaba sığmamışlar ki ben yazıya sığdırayım. İşin özü: Öğretmen teknisyen değildir. Eğitim insan insana etkili iletişim, etkileşim işi. Aslında duygularımızla öğreniyoruz.   Öğretme-öğrenme sürecinin etkili, verimli olması için öğretmenle öğrenci arasında çok özel bir ilişkinin, sevgi bağının kurulması gerekir. İyi öğretmenle iyi öğrenciyi yaratan sağlıklı öğretmen-öğrenci ilişkileridir.

                              

 (*)  ÖĞRETMENİM BİR BAKAR MISIN?   'Öğretmen'in  Gücü Üzerine/2018/2. Baskı/Doğan Cüceloğlu/208 s.   İstanbul: Final Kültür Sanat Yayınları                                                                                                                                                                                                                                                                                              

 

     NOT: Kitabı tanıtmak, alıntılar yapmak için yayınevinden yazılı izin alınmıştır.

 

  ** Bu yazı çinikitap dergisinde (Mayıs-Haziran 2024 Sayı: 84) yayımlanmıştır. (25-26)

 

5 Nisan 2024 Cuma

MÜFETTİŞİM RECEP NAS İLE SÖYLEŞİ


                MÜFETTİŞİM RECEP NAS İLE SÖYLEŞİ (*)



SÖYLEŞİ: AHMET KOÇAK

     

     Eğitimin her kademesinde görev yapmış, öğretmenlere yol gösteren kitaplar yazmış bir akademisyen olarak eğitimin bugünkü durumunu değerlendirir misiniz?

     Bugün dünden, çok da önceden başladı. 1946'dan bu ana adım adım Atatürk ilkelerinden, devrimlerinden birkaç oy uğruna ödün verile verile bugünlere geldik. 1946'da halkçılar gitti, popülistler geldi iş başına. Halkçı halk yararına çalışır, popülistse halka yaranır. Halkçı halkın gereksinmelerini önemser, popülistse cahil bıraktığı halkın isteklerini öne çıkarır. Cahil bırak beyninden sana bağlansın, yoksul bırak karnından sana bağlansın, istedikleri bu. Hele 12 Eylül (1980) Aydınlanmacıları, ilericileri, sosyalistleri ezdi geçti, gericilere, tarikatlara alan açıldı.
     Demokrasinin olmazsa olmaz önkoşulları var. Güçlü bir ekonomi, bu da yetmez, hakça, dengeli bir gelir dağılımı... Laiklik de demokrasinin önkoşuludur. İşte Atatürk devrimlerle demokrasiye giden yolu düzlüyordu, altyapısını hazırlıyordu. Laiklik içsel yönelimli, içtenlikli dindarların da güvencesidir.  Laiklik din ve vicdan özgürlüğünü sağlar çünkü. Ama dinin siyasetin, eğitimin, devlet işlerinin, hukukun dışında kalması koşuluyla...
     Eğitimin bugünkü durumuysa içler acısı.  Neredeyse bütün okullar İmam Hatipleştirildi. Seçmeli dersler adıyla din içerikli dersler artırıldı. Aslında kapalı olan, yasak olan tarikatlar, cemaatlar ellerini kolların sallaya sallaya okullara giriyorlar. Öğretmenlik meslek bilgisi olmayanlara, çocuk psikolojisinden anlamayanlara okulların kapıları ardına kadar açıldı. Oysa Milli eğitim Temel Yasasına göre öğretmenlik özel uzmanlığı gerektiren bir meslektir. Ne yasa dinliyorlar, ne anayasa...Bütün bunlar neden yapılıyor, insanların yaşamlarını yitirince mekânları cennet olsun diye mi? Yoo, hayır. Tek amaçları, yurttaşlar yeniden tebaa olsun, onlara biat etsin, oy deposu olsun. Saltanatları da sürsün gitsin. Einstein'ın deyişiyle, bir ülkenin geleceği, o ülke insanlarının göreceği eğitime bağlıdır. Harf devrimini, Millet Mekteplerini düşünün, Atatürk'ün önderliğindeki genç Türkiye Cumhuriyeti okuyan, eleştirel düşünen, soran, sorgulayan insanlar yetiştirmek istiyordu. Aydınlanma süreciydi bu. Aydınlanma, Kant'ın deyişiyle, bir kılavuza gereksinme duymadan aklını  kullanma yürekliliğidir.  Ümmetten ulus, tebaadan yurttaş, kuldan birey yaratılmak isteniyordu. Bu da bilimin ve aklın kılavuzluğuyla olacaktı. Şimdi bu tersine çevrilmek isteniyor. Atatürk uyarmıştı bizi (1923): “(...) Tarihimizi okuyun, göreceksiniz, milleti mahveden, tutsak eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.”

     Son yıllarda yaşananlar sizi endişelendiriyor mu? Bu konudaki görüşlerinizi belirtir misiniz...
      
      Hem de nasıl... Atatürkçü olup da, çağcıl, demokrat olup da, emekten yana, Aydınlanmacı  olup da kaygılanmamak olası mı? 21. yy.ın ilk çeyreği bitmek üzere, şu yapılanlara, olup bitenlere bakın. Anayasa yok, hukuk yok. Anayasa Mahkemesi dinlenmiyor.
     Bir öğretmen olarak beni en çok kaygılandıransa 4-6 yaş arası çocuklar için Kuran Kursu açılması... Bu çocuklar somut düşünüyorlar, soyut düşünce henüz yok. Sorgulama yetileri gelişmiş değil, söylenene inanırlar. Ölüm bilinci yok. Hayalle gerçeği ayıramaz. İnanma gereksinmesi duymaz. Oyun çağı çocukları bunlar. Bu çocuklara cennetten, cehennemden, şeytandan, melekten, cinden söz ederseniz, sadece korkutursunuz. Korku da beyni dondurur. Korku kültürüyle çocukların beyinlerini tutsak ediyorlar. Çok yönlü, eleştirel düşünmesin, neden-sonuç ilişkilerini doğru değerlendiremesin, aklını kullanmasın, sadece inansın. Zihin paraşüt gibidir, açılmazsa işe yaramaz. On beş yaşından önce din eğitimi verilmez, çocuklara yapılan aslında insanlık suçudur. Okula aç giden çocuklara bir öğün parasız yemeği çok görenler, camilere götürüp onların dinlenmeleri, eğlenip oynamaları gereken haftasonlarını da çalmaya hazırlanıyorlar.
     Gelişmiş ülkeler çocuklarına 21.yy. becerileri kazandırıyorlar, etkili iletişim, bağımsız karar verme, ilişki yönetimi, öğrenmeyi öğrenme, eleştirel düşünme, hesap verebilirlik, yaratıcılık gibi. Şimdi de değil, yıllar önce eğitim fakültesinde bir öğretim üyesi derste 'çocuklarda yaratıcılık' deyince, birkaç öğrenci itiraz etmiş, “Yaratıcılık sadece Allaha mahsustur” diye. Bu becerileri geliştiren en uygun iki ders, felsefe ve mantık dışlanıyor, neredeyse okutulmayacak.
     Birçok ülkede Bilim, Teknoloji, Yenilik (inovasyon) Bakanlıkları var. Yapay Zekânın ne getirip ne götüreceğini, nasıl verimli kullanılabileceğini tartışıyorlar. Yapa zekâ kendi kendine öğrenmeye başlamış, 300 milyon kişinin tam zamanlı işini ellerinden alacak, deniyor. Demek ki gençlerimiz sadece dünya gençleriyle değil, yapay zekâyla da yarışacak. Hangi donanımla, ÇEDES'le mi? Kulağa ne hoş geliyor değil mi, çevreye duyarlılık... Oysa ormanlar elden çıkarılıyor, orman özelliğin yitirmiş diye yapılaşmaya açılıyor. Uzmanlara göre yıldırım düşse bile orman kendini yenileyebiliyor. Çocuklara şarkı söyletirdik: Dağlar taşlar ağaç olacak, diye. Tersine, ormanlar dağ taş oldu. Değerler dedikleri de 1400 yıl öncesinin 'nas'ları.

    Uzun yıllar çalışan insanlar emekli olduktan sonra da çalışmaya, topluma ışık tutmaya devam ederler. Emeklilik yıllarınızı nasıl değerlendirdiniz, değerlendiriyorsunuz?

     Bir zamanlar çok tartışıldı, insanın boş zamanı var mıdır, yok mudur? Bence yoktur. Dinlenme, dostlarla söyleşme zaman öldürücü değil, tabii kararınca yapılırsa... Hani denir ya, tiyatro oyuncusu sahne tozunu yuttu mu iflah olmaz, diye. Ben de tebeşir tozu yuttum yıllar yılı. Vazgeçebilir miyim?      Ben okuyorum, yazıyorum. Çağırırlarsa konuşmalar yapıyorum. Dergilerde çıkan yazılarımı, 'blog'um var benim, orda biriktiriyorum. Dedim ya, daha çok okuyorum. İnsanın, okudukça okuyası gelir. Okumadıkça da okumaz. Auguste Blanqui'ın sözünü severim: Mide açlığı alışamaz, ama beyin açlığa çabucak alışır. Yarın derse girecekmişim gibi çalışıyorum ben, öğrenmeyi sürdürüyorum. 21. yy. becerilerinden biri de bu zaten, yaşam boyu öğrenme...
     Öğretmen adaylarına derdim, öğretmenlik 24 saat. Ders zille değil, derse hazırlanırken başlar. Sonra da onlar adına kendime itiraz ederdim. İnsaf be hocam, uyumayacak mıyız? Uyuyacaksınız, hem de derin, deliksiz uyuyacaksınız ki o gün enerjiniz yüksek olsun. Uyuyacaksınız da, düşünüzde dersi göreceksiniz. İnanır mısınız, emekli olduktan sonra değişik zamanlarda belki on kez derse ilişkin düş gördüm. Her düşte de derse geç kalıyormuşum ya da içeriği yetiştiremiyormuşum,  kan ter içinde uyanırdım. Oh! Çok şükür düşmüş.

     Sinema ve dizi oyuncusu Devrim Nas'ın oğlunuz olduğunu ortak dostumuz Zeki Baştürk'ten öğrendim. Hayranlıkla izlediğim Devrim Bey'in öğrenim ve oyuncu olma sürecinden kısaca bahseder misiniz?

     Devrim liseyi bitirince Boğaziçi Üniversitesi İngilizce Bölümü'nü kazandı. Ama gönlünde tiyatro vardı. Annesi de ben de tiyatroya düşkündük. Köylerde öğretmenken büyüklerle de oyunlar sahnelerdik. Zaten 1960'lı yıllar tiyatronun altın yıllarıydı.  Devrim'i daha ilkokuldayken Edirne'ye, İstanbul'a çocuk oyunlarına götürürdük. Yine ilkokuldayken Aziz Nesin'in Pırtlatan Bal oyununda rol aldı. Daha 12 yaşındayken sorulduğunda oyuncu olacağım, derdi.
     Lisedeyken Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu'nda açılan kursa katılmasını önerdim. Çevresi genişlesin, yeni yeni arkadaşlar edinsin istiyordum. Orda da tiyatro sevgisi pekişti iyice. Boğaziçi için kayıt yaptırmaya gidince tiyatro sınavlarına da girmiş, orayı da kazanmış. Hangisine gidecek? Kimi dostlar tiyatro diyordu, İngilizceyi kurslara giderek de öğrenirsin. Kimisi de Boğaziçi bırakılır  mı, tiyatroyu hobi olarak yaparsın diyordu. Ben en son sordum: Boğaziçi'ne gittin, dersler başladı, aklın nerede?? Tiyatro, dedi. Bitti. Tek istekte bulundum. İngilizce bilen bir oyuncu ol, öyle de oldu.   

     Devrim Bey'le yaşadığınız bir anınızı anlatmanız çok ilgi çekecektir. Hayranları için anlatır mısınız...

     Kırklareli-Babaeski'de ilköğretim müfettişiydim. Öğretmenlerle ayda bir seminer düzenliyordum. O ayki konu çocuk yazını (edebiyat) idi. Hazırlık yapıyordum. 1970'li yıllarda çocuklarca en çok okunan yazar Kemalettin Tuğcu'ydu.  Teftişlerde en çok hangi yazarı seviyorsunuz, diye sorduğumda onun adı söyleniyordu. 5. sınıftaki bir kız öğrenciye sordum,
     ^Neden seviyorsun Kemalettin Tuğcu'nun kitaplarını?
      “ Beni ağlatıyor.
       “Canım”, dedim. “Sana ağlamak mı yakışır, gülmek mi?
       “Gülmek ama...”
    Bu yazarın bir kitabını okuyordum, notlar alıyordum. Canımı sıkan sözler geçtikce de söyleniyordum. Devrim'in gözünden kaçar mı,
     “Baba kitabı sevmedin de neden okuyorsun?
      “Eleştirmek için” dedim.
     Aradan aylar geçti, yaz geldi. Annesiyle Şarköy'e gittiler. Ben sonradan gittim. Baktım, elinde kıytırık bir kitap var, gazeteciden almış.
     “Neden bu kitabı okuyorsun?
      Taşı gediğine koydu.
      “Eleştirmek için.”

     Okuyucularımız sizi merak etmiştir; nerede, nasıl bir ailede dünyaya geldiğinizi; unutamadığınız bir çocukluk, gençlik anınızı ister okuyucularımız. Lütfeden misiniz...

      Köy çocuğuyum. Annem, babam iki ağabeyim Romanya'dan gelmişler. 1934, Atatürk dönemi. Ev, kişi başı da onar dönüm tarla verilmiş. Annem, babam 'dini bütün' insanlardı. Dindardılar, dinci, dinbaz değildiler. Annemin tembihidir bana, sakın 'desinler' diye, gösteriş için yapma. Kul bilmesin, Allah bilir, derdi. Mevlitlerde ilkin Atatürk ve silah arkadaşları için dua edilirdi. İçtenlikli,    inancını siyasetle kirletmeyen Müslüman laik olur, onlar da laik insanlardı.
     Beş kardeştik ben en küçükleri, halk deyimiyle tekne kazıntısı. Okuyorum diye, küçüğüm diye kayırıldım, zor işlere koşulmadım. Annem de babam da dövmek ne, bağırmadılar bile bana. Annem Romanya'da mahalle mektebinde okumuş, babam okul yüzü görmemiş. Demek ki çocuk eğitiminde ilkin gerekli olan sevgi, sağduyu. İkisi de yetim kalmış. İki taraftan da ne ninem oldu ne dedem.
     Annem akça pakçaydı. Babamla ablamların biri esmerdi, bir de ben. Ama onlar benim kadar esmer değildi. Onun için – tabii sevdiklerinden - takılırlardı bana, seni sepetçilerden aldık diye. Onlara göre 'kara kuru'ydum. Annem sırtımı sıvazlar, kemiklerin elime geçiyor, derdi. Etin yağlı yerlerini bana yedirirdi.
     Ama ben 'kara kuru'luktan olumsuz etkilenmiştim. Bir yaz günü, nasıl olduysa, evde yalnız kalmışım. Ben anımsamıyorum, babam anlatırdı. Babam yedek parça almak için tarladan eve gelmiş. Beni bahçedeki fıçının suyuyla sabunu süre süre yüzümü yıkarken görmüş, yüzümü bembeyaz etmişim.
     “N'apıyorsun sen?
     “Beyazlıyorum be, beyazlıyorum” demişim.

     Öğrenim ve mesleki yaşamınızdan kısaca bahseder misiniz?

     Öğretmen okulunu bitirince dokuz yıl köy öğretmenliği yaptım. Çocukları, öğretmenliği seviyordum, mutluydum. Çevrem, özellikle Köy Enstitülü yazar Hasan( Kıyafet) Ağabey etkiledi beni. Örneği ilginçti. Okuyorsun, kendini yetiştiriyorsun ama şimdi koyaktaki bir avcısın sen, tarama alanın dar. Okursan tepeye çıkarsın, daha çok kişiye ulaşırsın, dokunursun. İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü'nde okudum.  Sekiz yıl ilköğretim müfettişliği yaptım. Ama sevmedim bu işi. Ben öğretmen okullarına öğretmen olmak istiyordum... 1981'de MEB yükseköğretmen okulu öğretmenliği için sınav açtı. O sınavı kazandım, Necatibey Yükseköğretmen Okulu'na atandım. YÖK kurulunca üniversitede öğretim görevlisi olarak çalıştım. Emekli olduktan sonra da ders vermeyi sürdürdüm, böylece 44 yıl öğretmenlik yaptım.

     Mesleki anılarınızı yazdığınız kitaplarda yeri geldikçe yazdığınızı söylemiştiniz. Öğretmenlik, müfettişlik ve akademisyenlikte yaşadığınız ilginç olaylar ve anılar olmuştur, desem anlatacak çok yaşanmışlıklarınız vardır. Paylaşmak ister misiniz?    

     'Er öğretmen' sanıyla öğretmenliğimin üçüncü yılında Ordu-Ulubey-Dikenlice Köyü'ne atanmıştım Önceki köyüm Bursa-Gemlik- Narlı Köyü'ydü, yıl 1962. Bursalıların bildiği gibi deniz kıyısında şirin bir köy. Ulaşımı kolay, gazetem her gün geliyordu. Şimdi burda köylülerin 'depebaşı' dedikleri yerde ben nasıl duracaktım... Ben silah altındayken babam yaşamını yitirmiş, üzülmeyeyim diye bana bildirmemişler, buraya gelmeden köyüme uğrayınca öğrendim. Üzülüyorum, bunalıyorum. Birden öğretmenimizin salık verdiği kitap geldi aklıma: Üzüntüyü Bırak, Yaşamaya Bak, Dale Carnegie'nin. İstanbul'dan getirttim. Okuyorum, kitaptaki bir şiir aklımı başıma getirdi. Üç dizesini söyleyeyim: Eğer dorukta çam olamazsan / Koyakta bir çalı ol, ama ol / Derenin kenarındaki en güzel çalı sen olmalısın. Kapattım kitabı, neyim ben? Köy öğretmeni, öyleyse bugünden tezi yok en iyi köy öğretmeni olmak için çalışacağım. Okuyordum ama, keyfe keder, roman, öykü, şiir... Eğitim kitaplarını da okumaya başladım. Meğer ben hiçbir şey bilmiyormuşum, bilmediğimi de bilmiyormuşum. Okumak, kendini yetiştirmek akıntıya karşı yüzmeye benzer, durursan gerilersin. İşte o anda başladım ben öğretmenliğe.
     Müfettişken, kasım ortalarıydı, 2. sınıfı teftiş ettim. Sınıf zayıf, ikirciksiz yetersiz verebilirim. İyi ama ben sadece ölçtüm, işin bir de değerlendirme yönü var. Öğretmenle konuştum, eşinden ayrılmış 'terk-i diyar 'eylemiş, bu sınıfı da alalı iki ay olmuş olmamış. Baktım iyi niyetli, 'iyi' rapor gönderdim. Aradan üç dört ay geçti, milli eğitim müdürlüğündeyken ,bir öğretmen sizi görmek istiyor dediler. O öğretmen. “Hocam” dedi. “Verdiğiniz o 'iyi'yi hak etmek için ben çok çalıştım, gelip beni bir daha teftiş etmenizi istiyorum.” Kazandım, insan yitirmek çok kolay, kazanmak zordur. Ben zoru seçtim, kazandım. Güven, güveni doğurur.
     Atanan, doğuya giden öğrencilerimle yazıştım. Neler eksik kalmış, hangi sorunlarla karşılaştınız, yazın bana, demiştim. Mektup yağdı bana, özellikle 1985-1992 arası. Hepsine de yanıt veriyordum. Bir öğrencim ailesiyle gitmiş. Diyor ki, ben eğitimle ilgi bir söz söylesem, nerden biliyorum bunu, Recep  Hocam söylemiştir, dermişim, farkında değilim. Bir gün gene babama bir söz söyledim, Recep Hocam anlatmıştır, dedim. Babam bıyık altından güldü. “Kızım, tutturmuşun Recep Hocam söylemiştir, Recep Hocam anlatmıştır. Kızım, bu sözü geen hafta ben söyledim sana.”
     Öğretmen iz bırakacak, ama yanakta değil, yürekte.

     Kırk yıl önce sınıfımda beni denetlediniz. Müfettişim, amirim olarak söyleşi yapma önerimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Güzel bir söyleşi oldu. Son olarak söyleyeceklerinizle söyleşiye siz son verin lütfen.

     Asıl ben teşekkür ederim, onurlandırdınız beni. Eli öpülesi, eğitim emekçisi öğretmenlere sesleneyim. Koşullar ağır, geçim zor.Ama bu çocukların suçu değil. Öğretmen adayları bana sorarlardı, Hocam siz hep gülümsüyorsunuz, sizin hiç mi derdiniz yok. Ben de derdim ki, hani bir türkü var   ya, bir offf çeksem karşı dağlar yıkılır, bir oofff çeksem Uludağ yıkılır, ama ben bunları sınıfa getirmem. Sınıfa güler yüzle girsinler. Yapmacıkda olsa bir gülüş insanı rahatlatırmış, Sonraki  neşeli bir kahkahaya kapı aralır bu gülüş .Neşeli, gülümseyen insan girdiği yere ışık saçar. Öğretme coşkusu öğrenciye öğrenme coşkusu olarak yansır. Gülmek, güldürmek dersin ciddiyetini bozmaz, tersine renk katar, ilgiyi toplar, coşku yaratır. Gülüş cümbüş işlenen deste öğrenme kolaylaşıyor, öğrenilenler kalıcı oluyor. Korku ve baskı altında öğrenilenlerse kalıcı olmaz.
     Günümüzde iyi bir öğretmenlik için bilgili olmak yetmiyor. Öğretme-öğrenme sürecinin verimli olması için öğretmenle öğrenci arasında çok özel bir sevgi bağının kurulması gerekir. Sevin ki sevilesiniz. Dersi iyi düzenlemek gerekli de yetmez, etkili öğretmen sevecen, cana yakın, şakacı, neşeli, sevilen, halden anlayan öğretmendir. Bir de okuyup kendilerini geliştirsinler. Kendilerini yenilemezlerse yinelerler. Altan Erbulak tiyatrocular için 'oldum' demek, 'öldüm' demektir dermiş. Bu öğretmenler için de geçerli.


(*) Bu söyleşi HABERDE BURSA gazetesinde (3-4-5 Şubat 2024) yayımlanmıştır.