7 Mart 2016 Pazartesi

YARIM ÖĞRETMEN OLUR MU?


                                 YARIM ÖĞRETMEN OLUR MU?*



                          

                                                                      Recep Nas

                                                               recepnas@uludag.edu.tr

                                                          





   Ordu’nun Ulubey ilçesinin Dikenlice Köyü’ndeyim, yıl 1964.Öğretmenliğimin üçüncü yılı, ’er öğretmen’ im. Köyde üç mahalle var, sacayağı gibi, birbirinden uzak. Devlet bu köye okul yapmaya karar vermiş, ama hangi mahalleye? Daha büyükçe olana yapılsa, öbürleri alınacak, sorun edecek besbelli. Bu düşünülmüş olmalı ki, üç mahallenin ortasına yapılmış okul. Bundan ötürü, okulda kaldığım için benim hiç komşum yok. Yalan olmasın, bir komşum var: Mezarlık. Mezarlığın ortasında da yalnızca cuma namazı kılınan bir cami var.

    Ben Trakyalıyım, ilk iki yıl Bursa’nın Gemlik İlçesinin deniz kıyısındaki bir köyünde, Narlı’ da çalıştım. Şimdi ben burada, köylülerin deyimiyle bu ‘depebaşı’nda ne arıyorum, işim ne burada? Çocukluk arkadaşlarım üniversitede okuyorlar, ben kaldım buralarda. Üzülüyorum, sıkıntılıyım, bir şarkıda dendiği gibi ‘depresyonlardayım’

    Öğretmen okulu çıkışlı olduğum için üniversite bana kapı duvar, giremiyorum. Bu uygulama doğru muydu, demokratik miydi? Tabii doğruydu, demokrasiyle de ilgisi yok. O yıllarda-tabii öncesinde de- üniversite sadece lise çıkışlıları alıyordu, meslek okulu çıkışlılara kapalıydı: Öğretmen okulu, sanat okulu, imam hatip okulu çıkışlılara… Siyasal İslamcılar ‘mağdurları oynamayı’ çok sevdikleri için-epeydir ‘katsayı mağduru’ olduklarını söyledikleri gibi-, o günlerden de söz ederek, üniversiteye alınmadıklarını, dışlandıklarını-çok sevdikleri sözcükle-,ötekileştirildiklerini dillerine dolarlar, acındırırlar kendilerine. Oysa sözü edilen bu okullar, meslek okuluydular, lise değil. Devlet diyordu ki, seni kısa yoldan meslek sahibi yaptım, bileğine altın bilezik taktım, git mesleğini yap. Ben üniversiteye mesleği olmayan lise çıkışlılarını alacağım. Bunda demokrasiye aykırı ne var? Kaldı ki ille de yükseköğrenim görmek isteyen için MEB’e bağlı yüksekokullar vardı: Eğitim enstitüleri, yüksek islam enstitüleri, yüksek teknik okullar… Bitmedi, lise fark dersleri verip, lise diploması da alana üniversitenin kapısı ardına kadar açılıyordu. Ama bunlardan söz etmeyip ‘mağdurları oynamayı’ yeğliyorlar, bunun siyasal  getirisi var besbelli. Cumhuriyeti karalamanın bir yolu, ayrıca.

       Ben altı yıl yatılı okumuştum. ’Devlet Baba’ bizi barındırdı, baştan ayağa giydirdi, yedirdi içirdi. Yetmedi, cebimize harçlık koydu. Şimdi de diyor ki, seni okuttum, meslek sahibi yaptım, git, öğretmenlik yap, çok mu şey istiyor? Aziz Nesin ne çok söylerdi:”Ben yoksul halkın parasıyla okudum, kendimi halkıma hep borçlu duyumsarım.”Bizim için de geçerliydi bu, git, halk çocuklarını okut, borcunu ödemeye çalış.

       Ama ben şimdi Dikenlice Köyü’nde yalnızım, bunalıyorum. Gündüz çocuklarla vakit kolay, çabuk geçiyor da, bol yıldızlı, uzun gecelerin sabahı olmak bilmiyor.

       Babamın öldüğünü, kışladan ayrılıp birkaç gün için köyüme uğrayınca öğrendim. Askerdeyim diye haber vermemişler bana, yazın ölmüş babam. Babamı yitirmenin hüznünü taşıdım galiba buraya, üzüntülüyüm, bunalıyorum. Cemal Süreya sormuştu ya, ”Sizin hiç babanız öldü mü?” Babanız ölmediyse beni anlamanız zor.

     Üzüntülüyüm ya, bir gün, birdenbire, Ridvan öğretmenimin salık verdiği bir kitap geliverdi aklıma: Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak, Dale Carnegie’nin… Bu kitabı okumalıydım. İlçede kitapçı bile yok. Ordu’da aradım, sordum soruşturdum, yok, bulamadım. Yok, n’apalım, aradım işte… Var mı vazgeçmek, Anadolu’da duyduğum bir atasözünü çok severim:”Çoban isterse tekeden süt çıkarır.” İstesin, isteğini gerçekleştirmek için de çalışsın, çabalasın, uğraşsın. Einstein, kendisine başarısının sırrı sorulduğunda, ”Biliyorum ki, hiçbir olağanüstü yeteneğim yoktur. Merak, çaba, direnme, bir dolu da özeleştiri, bana özgün düşüncelerimi getiren özelliklerimdir”,diyor.

      Ben de kitabı İstanbul’daki arkadaşımdan istedim, ödemeli olarak gönderdi. Elime aldım kitabı, kutsal bir şeyi tutar gibi, başladım okumaya. Kitaptaki bir şiire rastlayınca durdum kaldım. Etkilendim, içime işledi şiir. Döndüm bir daha, kanmadım bir daha okudum. Douglas Malloch’ un şiiri bu,şöyle:



       Eğer zirvede çam olamazsan

      Vadide bir çalı ol, ama ol

      Derenin yanındaki en güzel çalı sen ol

     Ağaç olamazsan küçücük bir çalı ol



    Çalı olamazsan bir parça çimen ol

    Süsle, şenlendir bir yol kenarını

    Balina olamazsan küçücük bir balık ol

    Ama göldeki balıkların en kıvrak olanı



    Hepimiz kaptan olamayız, tayfalar da olacak

    Hepimiz için yapacak şey var dünyada

    Büyük işler de var, küçük işler de

    Yapmamız gereken şey yanı başımızda



   Anayol olamazsan ol bir patika

  Güneş olamazsan ol bir yıldız

   İster büyük ol, ister küçük

   Her zaman en iyi ol yalnız



   Bu şiir yetti bana, kapattım kitabı, düşündüm. Sordum kendime, Aziz Nesin gibi, ”Nesin sen?” Ben ilkokul öğretmeniyim, hayır, bu tanım dar, sığ. Ben köy öğretmeniyim, öyleyse bugünden tezi yok, en iyi köy öğretmeni olmak için çalışacağım, çabalayacağım, tabii ki okuyacağım. Bundan dört yıl sonra Şair Gülten Akın’ın kaymakam olan eşi Yaşar Cankoçak, beni başkalarına “Atipik köy öğretmeni” diye tanıtırken bugünümü anımsamışımdır hep, içim ısınmıştır.

       Benim öğretmenliğim galiba o gün başladı. Öğretmen adayı öğrencilerime de hep demişimdir: Benim üçüncü yıl attığım adım, sizin ilk adımınız olsun istiyorum, diye. Eğitime, öğretime, çocuk psikolojisine ilişkin okumalarım böyle başladı. Aslında ben okuyordum da, yazınsal ağırlıklıydı bunlar, keyfe keder şeyler, roman, öykü, ille de şiir…

       Okulda eskiden kalma dergiler vardı, özellikle ‘İlköğretim ‘ adlı derginin birçok sayısı. Bu, MEB’in çıkardığı nitelikli, içeriği yüklü bir dergiydi. Şimdi düşünüyorum da o yılların MEB’i böyle dopdolu bir dergi çıkarıyor, her okula da ulaştırıyormuş  anlaşılan. 1960’lı yıllarda ÖİYB(Öğretmeni İşbaşında yetiştirme Bürosu) vardı, bu birim ne güzel, ne kadar da nitelikli kitaplar yayımlar, ulaştırırdı öğretmenlere. Her ilçedeki ilköğretim müdürlüklerinde ‘Öğretmen İare (borç verme) kitaplığı’ olduğunu bundan iki yıl sonra keşfettim, Tekirdağ’ın Saray ilçesinde. Görevli öğretmeni bıktıracak kadar da dadanmıştım o kitaplığa.

   

        Yıllar sonra, ilköğretim müfettişiyken(1978-1979 öğretim yılı),öğretmenlerin “Kitaplar pahalı, alamıyoruz” biçimindeki yakınmalarını önlemek için, ceketimi çıkarıp gömleğimin kollarını sıvayarak, Kırklareli’nin, Babaeski’nin işlevsiz kalmış, unutulmuş olan öğretmen iare kitaplıklarına daldım. Toza bata çıka bu kitaplıkları düzenledim, öğretmenlerin hizmetine sundum. Bunu yaparken bir şey fark ettim,1970’lerin başlarında, MEB bu kitaplıklara kitap göndermeyi durdurmuş. Bunu MEB’ ten gelip müfettişlerle toplantı yapan üst düzey görevliye söyledim. Aldığım yanıt şu oldu,

         “Göndersek sanki öğretmenler okuyacak mı?”

        Eh, MEB’le öğretmenler aralarında anlaşmış, biri okumazlar diye göndermiyor, öbürü göndermiyorlar diye okumuyor, bana ne oluyorsa…

        Dönelim 1964’e, dedim ya, aslında okurdum da, yazınsal kitaplardı bunlar… Gazete de okurdum, alışmıştım, edemezdim gazetesiz. Gemlik’ in Narlı Köyü’ndeyken gazetem her gün gelirdi. Gemlik’teki gazeteciye sürdürümcü(abone) olmuştum, sandalcı gazetemi getirir, kahveye bırakırdı. Ben dersten çıkıp kahveye gittiğimde gazetemi elden ele dolaşmış, okunmuş, bulmacası da çözülmüş, tabii birazcık da yıpranmış olarak bulurdum, bu beni çok sevindirirdi. Ama şimdi bu ‘depebaşı’nda gazeteyi günlük olarak okumam olanaksızdı. Koşullar elvermiyor diye elim kolum bağlı oturamazdım. Yıllar sonra yine müfettişken, Ağrı’nın bir köyündeki öğretmenin bana yakınırken şu saçma sapan tümceyle dediği gibi “Burada imkânlar olanak vermiyor” diyemezdim. Ta  Ankara’dan sürdürümcü oldum, gazete-en yakın bucak olan- Gürgentepe’deki PTT’ye gelirdi,ben de en geç haftada bir aldırırdım ordan. Haberler güncelliğini yitirirdi tabii, olsun, köşe yazıları var, sanat sayfası var. Dokuz yıl köy öğretmenliği yaptım, hiç gazetesiz kalmadım.

         Okudukça bir şey daha anladım, ben öğretmenliğe ilişkin pek bir şey de bilmiyormuşum. Bir düşünürün dediği gibi, bilmediklerimi ayaklarımın altına alsam, başım göğe erer, o hesap. Hani derler ya, iki türlü bilmeyen vardır: Bilmediğini bilen, bilmediğini de bilmeyen… Ben bilmediğimi de bilmiyormuşum meğer,okudukça anladım bunu.İnsanın okudukça okuyası geliyor,okumadıkça da okumuyor.Mide açlığa alışamaz,ama beyin ‘açlığa’ çabucak alırmış. M.Ali Kılıçbay’ın dediği gibi, okumama, okumamanın ürünüdür. Okumayan öğretmen okutamaz. Unutulmaz, saygın, gencecik yaşta yitirdiğimiz, Atatürk’ün arkasından ağladığı ve yerine birini koymakta zorlandığı Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati (1894-1929) şunu dermiş:”Okuttuğundan daha çok okumayan öğretmen eskir. ”Okudukça, kendimi öğretmenliğe adadıkça babamı yitirmenin hüznü de hafiflemişti. Montesquieu’nün sözü ne hoş, ne kadar da doğru: ”Hiçbir sıkıntım yoktur ki, bir saatlik bir okumadan sonra bitmesin.”



        Bu arada bir şey daha öğrendim, ya öğretmen olunur ya olunmaz, ortası yok bunun. Ne güzel demiş atalarımız: ”Yarım hoca dinden eder, yarım doktor candan eder.”Ya yarım öğretmen neyden eder? Bu sorunun yanıtı korkutuyor beni.

        Ridvan öğretmenim bana yaşam dersi vermiş meğer, öğretmenin öğrencilerine kitap salık vermesinin, tanıtmasının, okuduğu kitaplardan söz etmesinin ne kadar önemli, etkili, yararlı olduğunu da anladım. Bundan olacak, ben de öğretmen adayı öğrencilerime kitap salık verirdim hep. Yıl 1991 olmalı, eğitim fakültesinde öğretmenken, Fransız Dili ve Eğitimi ABD’de okuyan örencilerime bir araştırmadan söz etmiştim. Bu araştırmanın sonucunda, üniversite öğrencilerinin pek de okumadığı ortaya çıkmış, bunu söylemiştim. Bir hafta sonra teneffüste öğrencilerimle konuşurken, bir öğrencim,

          “Hocam müthiş doping yapıyorsunuz” dedi.

          Ben bu sözün altındaki anlamı kavramaya çalışırken, başka bir öğrencim atıldı,

          “Evet, hocam” dedi. ”Geçen hafta üniversite öğrencilerinin pek okumadığından söz etmiştiniz ya, ben de onlardan biriydim. Ama çok utandım, inanın, eve gider gitmez elime bir kitap aldım, okumaya başladım.”



    *Bu yazı Öğretmen Dünyası dergisi’nin 357.sayısında (Eylül-2009) yayımlanmıştır. (31-32)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder