YARIM ÖĞRETMEN OLUR MU?*
Recep Nas
recepnas@uludag.edu.tr
Ordu’nun Ulubey ilçesinin Dikenlice Köyü’ndeyim, yıl
1964.Öğretmenliğimin üçüncü yılı, ’er öğretmen’ im. Köyde üç mahalle var, sacayağı
gibi, birbirinden uzak. Devlet bu köye okul yapmaya karar vermiş, ama hangi
mahalleye? Daha büyükçe olana yapılsa, öbürleri alınacak, sorun edecek besbelli. Bu düşünülmüş olmalı ki, üç
mahallenin ortasına yapılmış okul. Bundan ötürü, okulda kaldığım için benim hiç
komşum yok. Yalan olmasın, bir komşum var: Mezarlık. Mezarlığın ortasında da
yalnızca cuma namazı kılınan bir cami var.
Ben Trakyalıyım, ilk iki yıl Bursa’nın
Gemlik İlçesinin deniz kıyısındaki bir köyünde, Narlı’ da çalıştım. Şimdi ben
burada, köylülerin deyimiyle bu ‘depebaşı’nda ne arıyorum, işim ne burada? Çocukluk
arkadaşlarım üniversitede okuyorlar, ben kaldım buralarda. Üzülüyorum, sıkıntılıyım,
bir şarkıda dendiği gibi ‘depresyonlardayım’
Öğretmen okulu çıkışlı olduğum için
üniversite bana kapı duvar, giremiyorum. Bu uygulama doğru muydu, demokratik
miydi? Tabii doğruydu, demokrasiyle de ilgisi yok. O yıllarda-tabii öncesinde
de- üniversite sadece lise çıkışlıları alıyordu, meslek okulu çıkışlılara
kapalıydı: Öğretmen okulu, sanat okulu, imam hatip okulu çıkışlılara… Siyasal
İslamcılar ‘mağdurları oynamayı’ çok sevdikleri için-epeydir ‘katsayı mağduru’ olduklarını
söyledikleri gibi-, o günlerden de söz ederek, üniversiteye alınmadıklarını, dışlandıklarını-çok
sevdikleri sözcükle-,ötekileştirildiklerini dillerine dolarlar, acındırırlar
kendilerine. Oysa sözü edilen bu okullar, meslek okuluydular, lise değil. Devlet
diyordu ki, seni kısa yoldan meslek sahibi yaptım, bileğine altın bilezik
taktım, git mesleğini yap. Ben üniversiteye mesleği olmayan lise çıkışlılarını
alacağım. Bunda demokrasiye aykırı ne var? Kaldı ki ille de yükseköğrenim
görmek isteyen için MEB’e bağlı yüksekokullar vardı: Eğitim enstitüleri, yüksek
islam enstitüleri, yüksek teknik okullar… Bitmedi, lise fark dersleri verip, lise
diploması da alana üniversitenin kapısı ardına kadar açılıyordu. Ama bunlardan
söz etmeyip ‘mağdurları oynamayı’ yeğliyorlar, bunun siyasal getirisi var besbelli. Cumhuriyeti karalamanın
bir yolu, ayrıca.
Ben altı yıl yatılı okumuştum. ’Devlet
Baba’ bizi barındırdı, baştan ayağa giydirdi, yedirdi içirdi. Yetmedi, cebimize
harçlık koydu. Şimdi de diyor ki, seni okuttum, meslek sahibi yaptım, git, öğretmenlik
yap, çok mu şey istiyor? Aziz Nesin ne çok söylerdi:”Ben yoksul halkın
parasıyla okudum, kendimi halkıma hep borçlu duyumsarım.”Bizim için de
geçerliydi bu, git, halk çocuklarını okut, borcunu ödemeye çalış.
Ama ben şimdi Dikenlice Köyü’nde
yalnızım, bunalıyorum. Gündüz çocuklarla vakit kolay, çabuk geçiyor da, bol
yıldızlı, uzun gecelerin sabahı olmak bilmiyor.
Babamın öldüğünü, kışladan ayrılıp
birkaç gün için köyüme uğrayınca öğrendim. Askerdeyim diye haber vermemişler
bana, yazın ölmüş babam. Babamı yitirmenin hüznünü taşıdım galiba buraya, üzüntülüyüm,
bunalıyorum. Cemal Süreya sormuştu ya, ”Sizin hiç babanız öldü mü?” Babanız
ölmediyse beni anlamanız zor.
Üzüntülüyüm ya, bir gün, birdenbire,
Ridvan öğretmenimin salık verdiği bir kitap geliverdi aklıma: Üzüntüyü Bırak
Yaşamaya Bak, Dale Carnegie’nin… Bu kitabı okumalıydım. İlçede kitapçı bile
yok. Ordu’da aradım, sordum soruşturdum, yok, bulamadım. Yok, n’apalım, aradım
işte… Var mı vazgeçmek, Anadolu’da duyduğum bir atasözünü çok severim:”Çoban
isterse tekeden süt çıkarır.” İstesin, isteğini gerçekleştirmek için de
çalışsın, çabalasın, uğraşsın. Einstein, kendisine başarısının sırrı
sorulduğunda, ”Biliyorum ki, hiçbir olağanüstü yeteneğim yoktur. Merak, çaba, direnme,
bir dolu da özeleştiri, bana özgün düşüncelerimi getiren özelliklerimdir”,diyor.
Ben de kitabı İstanbul’daki arkadaşımdan
istedim, ödemeli olarak gönderdi. Elime aldım kitabı, kutsal bir şeyi tutar
gibi, başladım okumaya. Kitaptaki bir şiire rastlayınca durdum kaldım. Etkilendim,
içime işledi şiir. Döndüm bir daha, kanmadım bir daha okudum. Douglas Malloch’
un şiiri bu,şöyle:
Eğer
zirvede çam olamazsan
Vadide bir çalı ol, ama ol
Derenin yanındaki en güzel çalı sen ol
Ağaç olamazsan küçücük bir çalı ol
Çalı olamazsan bir parça çimen ol
Süsle, şenlendir bir yol kenarını
Balina olamazsan küçücük bir balık ol
Ama göldeki balıkların en kıvrak olanı
Hepimiz kaptan olamayız, tayfalar da olacak
Hepimiz için yapacak şey var dünyada
Büyük işler de var, küçük işler de
Yapmamız gereken şey yanı başımızda
Anayol olamazsan ol bir patika
Güneş olamazsan ol bir yıldız
İster büyük ol, ister küçük
Her zaman en iyi ol yalnız
Bu
şiir yetti bana, kapattım kitabı, düşündüm. Sordum kendime, Aziz Nesin gibi, ”Nesin
sen?” Ben ilkokul öğretmeniyim, hayır, bu tanım dar, sığ. Ben köy öğretmeniyim,
öyleyse bugünden tezi yok, en iyi köy öğretmeni olmak için çalışacağım, çabalayacağım,
tabii ki okuyacağım. Bundan dört yıl sonra Şair Gülten Akın’ın kaymakam olan
eşi Yaşar Cankoçak, beni başkalarına “Atipik köy öğretmeni” diye tanıtırken
bugünümü anımsamışımdır hep, içim ısınmıştır.
Benim öğretmenliğim galiba o gün
başladı. Öğretmen adayı öğrencilerime de hep demişimdir: Benim üçüncü yıl
attığım adım, sizin ilk adımınız olsun istiyorum, diye. Eğitime, öğretime, çocuk
psikolojisine ilişkin okumalarım böyle başladı. Aslında ben okuyordum da, yazınsal
ağırlıklıydı bunlar, keyfe keder şeyler, roman, öykü, ille de şiir…
Okulda eskiden kalma dergiler vardı, özellikle
‘İlköğretim ‘ adlı derginin birçok sayısı. Bu, MEB’in çıkardığı nitelikli, içeriği
yüklü bir dergiydi. Şimdi düşünüyorum da o yılların MEB’i böyle dopdolu bir
dergi çıkarıyor, her okula da ulaştırıyormuş
anlaşılan. 1960’lı yıllarda ÖİYB(Öğretmeni İşbaşında yetiştirme Bürosu)
vardı, bu birim ne güzel, ne kadar da nitelikli kitaplar yayımlar, ulaştırırdı
öğretmenlere. Her ilçedeki ilköğretim müdürlüklerinde ‘Öğretmen İare (borç
verme) kitaplığı’ olduğunu bundan iki yıl sonra keşfettim, Tekirdağ’ın Saray
ilçesinde. Görevli öğretmeni bıktıracak kadar da dadanmıştım o kitaplığa.
Yıllar sonra, ilköğretim
müfettişiyken(1978-1979 öğretim yılı),öğretmenlerin “Kitaplar pahalı, alamıyoruz”
biçimindeki yakınmalarını önlemek için, ceketimi çıkarıp gömleğimin kollarını
sıvayarak, Kırklareli’nin, Babaeski’nin işlevsiz kalmış, unutulmuş olan
öğretmen iare kitaplıklarına daldım. Toza bata çıka bu kitaplıkları düzenledim,
öğretmenlerin hizmetine sundum. Bunu yaparken bir şey fark ettim,1970’lerin
başlarında, MEB bu kitaplıklara kitap göndermeyi durdurmuş. Bunu MEB’ ten gelip
müfettişlerle toplantı yapan üst düzey görevliye söyledim. Aldığım yanıt şu
oldu,
“Göndersek sanki öğretmenler okuyacak
mı?”
Eh, MEB’le öğretmenler aralarında
anlaşmış, biri okumazlar diye göndermiyor, öbürü göndermiyorlar diye okumuyor, bana
ne oluyorsa…
Dönelim 1964’e, dedim ya, aslında
okurdum da, yazınsal kitaplardı bunlar… Gazete de okurdum, alışmıştım, edemezdim
gazetesiz. Gemlik’ in Narlı Köyü’ndeyken gazetem her gün gelirdi. Gemlik’teki
gazeteciye sürdürümcü(abone) olmuştum, sandalcı gazetemi getirir, kahveye
bırakırdı. Ben dersten çıkıp kahveye gittiğimde gazetemi elden ele dolaşmış, okunmuş,
bulmacası da çözülmüş, tabii birazcık da yıpranmış olarak bulurdum, bu beni çok
sevindirirdi. Ama şimdi bu ‘depebaşı’nda gazeteyi günlük olarak okumam
olanaksızdı. Koşullar elvermiyor diye elim kolum bağlı oturamazdım. Yıllar
sonra yine müfettişken, Ağrı’nın bir köyündeki öğretmenin bana yakınırken şu
saçma sapan tümceyle dediği gibi “Burada imkânlar olanak vermiyor” diyemezdim. Ta Ankara’dan sürdürümcü oldum, gazete-en yakın
bucak olan- Gürgentepe’deki PTT’ye gelirdi,ben de en geç haftada bir aldırırdım
ordan. Haberler güncelliğini yitirirdi tabii, olsun, köşe yazıları var, sanat
sayfası var. Dokuz yıl köy öğretmenliği yaptım, hiç gazetesiz kalmadım.
Okudukça bir şey daha anladım, ben
öğretmenliğe ilişkin pek bir şey de bilmiyormuşum. Bir düşünürün dediği gibi, bilmediklerimi
ayaklarımın altına alsam, başım göğe erer, o hesap. Hani derler ya, iki türlü
bilmeyen vardır: Bilmediğini bilen, bilmediğini de bilmeyen… Ben bilmediğimi de
bilmiyormuşum meğer,okudukça anladım bunu.İnsanın okudukça okuyası
geliyor,okumadıkça da okumuyor.Mide açlığa alışamaz,ama beyin ‘açlığa’ çabucak
alırmış. M.Ali Kılıçbay’ın dediği gibi, okumama, okumamanın ürünüdür. Okumayan
öğretmen okutamaz. Unutulmaz, saygın, gencecik yaşta yitirdiğimiz, Atatürk’ün
arkasından ağladığı ve yerine birini koymakta zorlandığı Milli Eğitim Bakanı Mustafa
Necati (1894-1929) şunu dermiş:”Okuttuğundan daha çok okumayan öğretmen eskir. ”Okudukça,
kendimi öğretmenliğe adadıkça babamı yitirmenin hüznü de hafiflemişti. Montesquieu’nün
sözü ne hoş, ne kadar da doğru: ”Hiçbir sıkıntım yoktur ki, bir saatlik bir
okumadan sonra bitmesin.”
Bu arada bir şey daha öğrendim, ya
öğretmen olunur ya olunmaz, ortası yok bunun. Ne güzel demiş atalarımız: ”Yarım
hoca dinden eder, yarım doktor candan eder.”Ya yarım öğretmen neyden eder? Bu
sorunun yanıtı korkutuyor beni.
Ridvan öğretmenim bana yaşam dersi
vermiş meğer, öğretmenin öğrencilerine kitap salık vermesinin, tanıtmasının, okuduğu
kitaplardan söz etmesinin ne kadar önemli, etkili, yararlı olduğunu da anladım.
Bundan olacak, ben de öğretmen adayı öğrencilerime kitap salık verirdim hep. Yıl
1991 olmalı, eğitim fakültesinde öğretmenken, Fransız Dili ve Eğitimi ABD’de
okuyan örencilerime bir araştırmadan söz etmiştim. Bu araştırmanın sonucunda, üniversite
öğrencilerinin pek de okumadığı ortaya çıkmış, bunu söylemiştim. Bir hafta
sonra teneffüste öğrencilerimle konuşurken, bir öğrencim,
“Hocam müthiş doping yapıyorsunuz”
dedi.
Ben bu sözün altındaki anlamı
kavramaya çalışırken, başka bir öğrencim atıldı,
“Evet, hocam” dedi. ”Geçen hafta
üniversite öğrencilerinin pek okumadığından söz etmiştiniz ya, ben de onlardan
biriydim. Ama çok utandım, inanın, eve gider gitmez elime bir kitap aldım, okumaya
başladım.”
*Bu
yazı Öğretmen Dünyası dergisi’nin 357.sayısında
(Eylül-2009) yayımlanmıştır. (31-32)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder