7 Mart 2016 Pazartesi

LAİKLİK


 LAİKLİK (* )







                                                                                         Recep  Nas



                                                                                     recepnas@uludag.edu.tr





     Bir öğretmen anlatmıştı. Arkadaşı,

     “Bana laikliği anlat” demiş.

     Soruyu yanıtlamaya hazırlanırken,

     “Dur! Dinle devlet işlerinin ayrılması deme, onu biliyorum.

      Doğru, bunu – dinin devlete egemen olması isteyenler dışında-

herkes biliyor. Ama laikliği tüm boyutlarıyla anlamak, anlatmak için bu yeter mi?

     Laiklik Türkçe bir sözcük değil, demokrasi gibi. Kökeninde ne var, hangi anlam yatıyor, bilmiyoruz. Bilmeyince de anlamakta zorlanıyoruz.

     Bektaşiye sormuşlar,

     “Erenler, sen laik misin?”

     “Allah layığını versin, o nasıl soru?” demiş.

Laik sözcüğü eski Yunancadan geliyor. Helen sitelerinde  beş sınıf varmış:

  1. Aristos (soylular)
  2. Klerikos (rahipler)
  3. Demos (orta sınıf)
  4. Yorgos (köylüler, çiftçiler)
  5. Laikos (Yurttaş bile sayılmayan – dolasıyla seçme hakkı olmayan -  yoksul çoğunluk: kadın- erkek köleler, çocuklar, yaşlılar…)
          İşte laik sözcüğü bu ‘laikos’tan türüyor, kutsala değil, insana ilişkin olan, dünyasal olan anlamına geliyor.
         Dedim ya, laikliği anlamakta zorlanıyoruz. Körlerin fili tarif etmesi gibi, laikliği herkes işine geldiği gibi tanımlıyor, anlatıyor. Laiklik din ve vicdan özgürlüğüdür deyip kestirip atanlar da var. Laiklik ilkesi, din ve vicdan özgürlüğünün de güvencesidir, bu doğru. Ama sınırsız özgürlük yok, inancımı her yerde, her koşulda, resmi alanda da yaşarım diyemezsin. İnançlar, inançların göstergeleri resmi alanın dışında kalır. Laiklik inançlara ilişmez, karışmaz, ama resmi alanlarda inançların ayraç içine alınmasını ister. Resmi bir kurumda görevliysen, oraya tüm inançlarından sıyrılarak, dini aidiyetini dışarda bırakarak girmen gerekir. Toplumun özgürlüğü, barışı için bireysel özgürlüğünün bir parçasından vazgeçeceksin. Resmi kurumlar, ayrıştırıcı olabilecek simgelerin görülmemesi gereken yerlerdir. Pasteur “Ben laboratuvara girerken yalnız ayakkabılarımı değil, inançlarımı da kapının dışında çıkarırım” dermiş.  
         Laiklik din değil, inanç değil. Hiçbir dinin, mezhebin, inancın yanında da değil, karşısında da değil. Laik devlet dini olmayan devlettir, ama dinsiz (ateist ) devlet de değildir.  Türkiye Cumhuriyeti bir islam devleti değildir, ama ateist de değil, laik bir devlettir. Laik devlet dine karşı değil elbette, ama bu devletin yurttaşlarını daha dindar yapma gibi bir görevi de yok. Dini olmayan devlet, okullarında din dersi vermez. Ama ateizm dersi de vermez. Dinde zorlama yoktur ama, zorunlu din dersi olur, ne yaman bir çelişkidir bu. Arthur Schopenhauer’ın sözü bu: “Dünya, 15 yaşından küçük çocuklara din dersi vermeyecek kadar dürüst olursa, belki o zaman ona umut besleyebiliriz.”  Laik devlet dinlere, mezheplere karşı yansızdır, inançlara karşı kördür.
         Kolluk güçlerinin zoruyla ibadet yapılmaz, son zamanlarda çocuklar üzerinde denendiği gibi, ibadet etsinler diye ödüllerle isteklendirmeye kalkışmak özünde zorlama olmayan Müslümanlığın doğasına aykırıdır, laiklikle de bağdaşmaz. Zorla ya da çıkar için yapılan ibadetin hiçbir değeri yoktur. Atatürk ne güzel söylemiş: “Din bir vicdan meselesidir, herkes vicdanının sesine uymakta serbesttir.”
         Dinin üç boyutu var: inanç, ibadet, muamelat (işlemler). İnançla ibadet bireyi ilgilendirir. İnanır inanmaz, namaz kılar kılmaz, oruç tutar tutmaz, onun bileceği bir şey bu, Tanrıyla kul arasında. İşlemlerse hem bireyi hem toplumu hem de devleti ilgilendirir. Toplumsal, hukuksal alan burası, mirastan tut da, yargıya, evlenme işlerine kadar…
         İnanç, ibadet değişmez, işlemlerse değişir. Osmanlıların ‘mecelle’sinde dendiği gibi, ezmanın tagayanıyla ahkamın tagayanı inkâr olunamaz. Yani zaman değişince yargılar da değişir.
         İşte Atatürk bu muamelatı (işlemleri) değiştirdi, çağdaş hukuku getirdi. Laikliği getirerek dini, o kutsal duyguyu yobazların, şıhların, şeyhlerin, din tüccarlarının elinden alıp saygın yerine, vicdana koydu, Tanrıyla kul arasına girmek isteyenleri engelledi. Aslında müslümanlıkta ruhban sınıfı yok. Laik devlet, dine kişisel vicdan sorunu olarak bakar, insanların ne inancına ne de ibadetine karışır, inançları şöyle ya da böyle biçimlendirmeye de kalkışmaz. Atatürk demiş ya, “Bizi yanlış yola yönelten soysuzlar çok kez din perdesine bürünmüşlerdir. Tarihimizi okuyun göreceksiniz. Milleti mahveden, tutsak eden, harap eden fenalıklar hep bu din kisvesi altındaki küfür ve kötülüklerden gelmiştir.”
         Atatürk, Batı toplumlarının, kilisenin baskısından, egemenliğinden kurtulup devlet yönetiminde bilimi, aklı egemen kılınca geliştiklerini görmüş bir insan. Bulgaristan’da görevliyken opera seyrettikten sonra Balkan Savaşında neden yenildiğimizi anladım demiştir.
         Mehmet Barlas, “Laikler şunu bilsin, din duygusunu yok edemezsiniz” demiş. Lafa bakın, sanki laikliğin böyle bir amacı, niyeti varmış da… Nasıl da saptırıyor, bu arada birilerini de kandırıyor. Öyle işte, insanları kandırmak kolay, ama kandırıldığına inandırmak zordur. Bülent Ecevit de son yıllarında ‘inançlara saygılı laiklik’ diye bir söz söylerdi durup durup. İlk iki sözcük fazlalık, ‘yumurtalı omlet’ der gibi. Laiklik inançlarla kavgalı değil ki, inançların dayatılmasıyla kavgalı. Bireyi, toplumu dincilerin, şeriatçıların saldırısından korur. İlhan Selçuk’un dediği gibi, demokrasi inanca karşı değildir, ama dinsel şeriat demokrasiye karşıdır.
         Laiklik devletin dine, dinin devlete karışmadığı bir düzendir, diyenler var, yanlış bu. Laik devlet inanç farkı gözetmeden tüm yurttaşlara eşit uzaklıkta durur, inançsızlara da. Ama bir din – ya da bir mezhep, bir tarikat  – öbürlerini ezmeye kalkarsa, bana ne demez, karışır. Ali Fuat Başgil’in dediği gibi, laik devlet, dini, dindarı her çeşit saldırıya karşı korur. Anayasanın (1982) 24. Maddesi de bununla ilgili: “Kimse devletin, sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırmaya veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne surette olursa olsun dini veya din duygularını dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”
         Laiklik demokrasinin önkoşulu, toplumsal barışın güvencesidir, hukuksal birliğin de kaynağıdır.
         “Devlet laik olur, birey olmaz.” Yanlış, birey de laik olur. Namazında niyazında, içtenlikli, içsel yönelimli dindarın laiklikle bir sorunu, alıp veremediği yoktur.
         Bir yanlış daha: “Hem Müslüman hem laik olunmaz, ya Müslüman olacaksın ya laik…” Laik devletten yana olan Müslüman, laik Müslümandır. Müslüman laik olur da, şeriatçı laik olmaz.  Çocukluğumda -kadın olsun, erkek olsun – nur yüzlü yaşlılar vardı, duaya Atatürk’le başlarlardı. Laik Müslümandı onlar, dindardılar, dinci değildiler. Elinden Kuranıkerim düşmeyen annem, desinler diye yapma evladım, gösteriş için yapma, günahtır, Allah görür bilir, diye tembihlerdi beni hep.
         Bugün Irak’tan Libya’ya, Mısır’dan Suriye’ye kadar İslam dünyasına bir bakın… Geri bıraktırılmış, sömürülüyor. Geçen gün televizyonda izledim, bir Iraklı, iki elinde boş bidonlar, sallayıp duruyor, petrol ülkesiyiz ama mazot yok benzin yok diye feryat ediyor. Müslümanım diyen müslümanı öldürüyor, mezhep kavgaları almış yürümüş. Allahüekber deyip öldürdüğü insanın yüreğini yiyor bir de. Cennette huriler (sayısı bile verilmiş, yetmiş iki tane) vaat edilmiş canlı bombalar kol geziyor.
         Ziya Paşa gözlemlerini dizelere dökmüş içi yana yana:
                                               Diyar-ı Küfrü gezdim
                                               Beldeler kâşâneler gördüm
                                               Dolaştım Mülk-i İslam’ı
                                               Bütün virâneler gördüm

            Neden böyle? Atatürk daha 1920’lerde tanısını koymuş: “ Yeryüzünde yüz milyonlarca Müslüman yığınları şunun bunun tutsaklık ve aşağılayıcılık zincirleri altındadır. Aldıkları manevi eğitim ve ahlak onlara bu tutsaklık zincirini kıracak insanlık niteliklerini vermemiştir, vermiyor. Çünkü eğitimlerinin hedefi ulusal değildir.” Onun için Atatürk ümmetten ulus yaratmıştır. Manevi miras olarak da bilimi, aklı bırakmıştır.
         Demek ki eğitimin akılcı, çağdaş, bilimsel, dolayısıyla laik olması gerekir, öyle olmalı ki çocuklar sorsun, sorgulasın, irdelesin, çok yönlü ve eleştirel düşünsün. Bunun için 3 Mart 1924’te öğretimin birleştirilmesine ilişkin yasa (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) çıkarıldı. Bu yasanın 4. maddesine göre, din işlerini görecekler için de ‘ayrı’ okullar açıldı. Bu ‘ayrı’ sözcüğü büyük önem taşıyor, bu ayrı okulları bitirenler yalnızca din işlerinde görev alacaklardı, başka okullara geçiş yapamayacaklardı. Bu geçişe kimler, neden izin verdi? Dahası, bu yasa, Anayasaya göre (Md. 174) korunması gereken devrim yasalarından biridir. Ne dersiniz, korundu mu?
         Türk Bilgini Maturidi (853-944), din, bireyin yüreğinde saklı olan inançtır, demiş. Ses sanatçısı Volkan Konak’ın dedesi dermiş: “Din yürektedir, dudakta değildir, dudağa düşerse kirlenir.”
         Onun için evindeki çalışma odasında ‘Allah’ın dediği olur’ yazısı olan İsmet İnönü uluorta, resmi ortamlarda Allah, din iman demezmiş. Seçim öncesinde halka seslenmek üzereyken bir partili,
         “Paşam”, demiş, “ Öbürleri söylüyor, siz de söyleyin. Din iman deyin, Allah Peygamber deyin, lütfen…”
         İsmet İnönü,
         “Peki, söylerim” demiş.
         Çıkmış kürsüye konuşmuş, konuşmasından sonra da soruyor,
         “Nasıl, söyledim mi?
         “Ne söylemesi Paşam, hiçbir şey demediniz…”
         “Canım, Allahaısmarladık dedim ya…”
    _____________________________________________________________________
           
         ( * )  Bu yazı Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin Çağdaş Bakış dergisinde (Aralık 2013 Sayı:9 ) yayımlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder