ÖGRETMEN SIRADAN BİR İNSAN MIDIR? *
Recep Nas
recepnas@uludag.edu.tr
Bir kitap geçti elime, yıl
1993.Çeviriydi, adı çekti ilkin beni: Etkili Öğretmenlik Eğitimi. Thomas
Gordon yazmış.Çeviri de bir güzel ki, bayıldım. Türkçemizin güzellikleri duru bir su olmuş usul usul akıp gidiyor
satırlarda, tümce tümce…Eskiden kimi
kitaplarda ‘çeviren’ yerine ‘Türkçeleştiren’ yazıldığını görünce
yadırgardım,’çeviren’ demek yetmez mi
diye düşünürdüm. Sonradan anladım ki öyle değilmiş, ben
yanılıyormuşum. Öyle çeviriler var ki yalnızca sözcükleri Türkçe yazılmış, o
kadar. Türkçenin buram buram kokusunu, güzelim deyimlerini, sözdizimini, ara ki
bulasın, yok. Yabancı dilde düşünülüp Türkçe yazılmış. Bunun en kötü örnekleri
seslendirmelerde(dublaj) ortaya çıkıyor. Bir belgesel izlemiştim, bir
Afrikalıdan yaşamıyla, yaşadığı yöreyle
ilgili bilgi alınıyordu. Afrikalı söze hep, ”Bu doğru” diye başlıyordu, anadili
İngilizce olan, Türkçeyi de bilen bir yakınıma bu durumu sordum. Bire bir çeviri
yapılınca böyle oluyormuş, “Tabii” ya da “Öyle” diye Türkçeleştirilmeliymiş.
İşte bu kitap Türkçeleştirilen
bir kitaptı, YA-PA’nın bir yayınıydı. İçercesine okudum, çok şey öğrendim
ondan, Empati, empatik(etkin) dinleme, ben dili, sorunsuz alan, iletişim
engelleri, çatışmayı çözme yöntemleri ve daha birçok şey… Bu konulara ilişkin
ucundan köşesinden bir şeyler biliyor olsam da bunların derinliği yoktu. Okurken,
yer yer ezberim de bozuluyordu, övgünün sakıncalarından söz ediyordu örneğin. Dedim
ki, izlenceye öyle bir ders konmalı ki, ben bunu öğretmen adayları için ders
kitabı olarak kullanmalıyım.
Ve 2000’li yılların başında bir ders
kondu: Sınıf Yönetimi Bu dersi ben okutmalıydım, tabii Etkili Öğretmenlik
Eğitimi’ni de ders kitabı yapmalıydım ve dileğim gerçekleşti. Bu kez kitap
Sistem Yayıncılık tarafından basılmıştı. İyi de burası üniversite, tek bir
kitapla yetinmek, kitabı, yazılanları
mutlak doğru sayıp satır satır izlemek doğru muydu, değildi elbet. Bir ders
kitabı okunuyor olsa bile öğretmen ders kitabına bağlı kalmamalı, birçok
kaynaktan yararlanarak ona katkıda bulunmalı, budur doğrusu. Öğrencilerime
dedim ki, size birden fazla kitap aldıramam, almak için paranız yetmez, okumak
için zamanınız yetmez, sizin dersiniz sadece bu değil ki… Siz bu kitabı alın,
ben dersimize ilişkin çeşitli kitaplardan,
dergilerden edineceğim en yeni bilgileri
sunacağım size, söz. Dahası kitabımızda
savunulan görüşlerle-varsa- çelişenleri de özellikle sergileyeceğim size,
tartışacağız.
Öğretmen adaylarına şunu da derim: Denetleyin
beni, eleştirin, varsa yanlışımı söyleyin. Ama bunun bir bedeli var, çeşitli
kaynaklar okuyacaksınız, düz okuma yetmez, eleştirel okuyacaksınız, kafa
yoracaksınız. Burda ben ‘bir bilen’ değilim. Kırk kişiyseniz ben kırk
birinciyim sadece. Siz böyle böyle diyorsunuz ama, şu kaynakta şöyle şöyle diyor
deyin. Hadi bu zor geliyor diyelim, öbür bölümlerde de bu ders okutuluyor, onlar
ne, nasıl öğreniyorlar, sorun soruşturun, acaba ben yalan yanlış mı
öğretiyorum, geçerliği kalmamış bilgiler mi veriyorum, böyleyse bunu ortaya
koyun, vurun yüzüme.
Ders kitabını da eleştirel gözle
okuyacağız, irdeleyeceğiz. Hemen kanıp inanmayacağız, ezberlemeyeceğiz, anlayarak
öğreneceğiz. Ezber, eleştirmeden kabullenme, anlamadan bellemedir. Ezberlemek
size yakışmaz, siz öğretmen olacaksınız. Bilgilerin yaşamla bağına, yaşamda
uygulanabilirliğine bakacağız. Ben sizi sınava değil, yaşama, öğretmenliğe
hazırlamaya çalışıyorum.
Gordon’un kitabında bir başlık var: YAYGIN İNANÇLAR, BEKLENTİLER VE ROLLER (
2001,19) Gordon bu başlık altında sekiz
madde sıralamış, ona göre bunların hepsi yanlış, bunlar öyle yaygın inançlar ki
çok kişi tarafından doğru sanılıyor. Gordon’un bunlara yanlış derken çıkış
noktası şu: Öğretmen ermiş değil, etten kemikten değil, duyguları var. İnsan o,
zayıf yanları vardır, yanlışlık da yapar. Kendisi şöyle diyor,” Kısacası
iyi öğretmenler sıradan insanlardan çok daha iyi, çok daha anlayışlı, çok daha
bilgili, çok daha kusursuz olmalıdır. Bu inançları kabul edenler için öğretmen
demek, insanca zayıflıkların üstüne çıkmak, doğruluk, düzenleyicilik, kararlılık,
ilgi gibi özellikleri taşımak demektir. Başka bir deyişle, öğretmenlerden ermiş
olmaları beklenmektedir.”(2001,19-20)
Derste sıra bu konuyu işlemeye gelince
eleştirel gözle bir okuyun, bakın gerçekten tümü yanlış mı, sonra tartışalım
derim. Çeşitli görüşler ileri sürülür, tartışılır. Sonunda bu sekiz maddenin
içinde yalnızca 3. , 7. ve 8. maddelerin tümüyle yanlış olduğunu belirler, Gordon’a
hak veririz. Gordon’un tersine, tümüyle doğru bulduğumuz maddeler de vardır.
Kimi maddelerde de-bize göre- doğruyla yanlış içi içe girmiştir.
Bu maddelere bir daha bakalım şimdi, eleştirel
gözle.
1.İyi
öğretmen sakindir, telaşlanmaz, sinirlenmez. Her zaman soğukkanlıdır ve aşırı
duygularını göstermez.
Atasözlerimizde öfke de var: Öfkeyle
kalkan zararla oturur. Keskin sirke küpüne zarar verir. Öfke baldan
tatlıdır.(Tatlıdır da, yarattığı sonuçlar acıdır.)
Öğretmen, öğretmenlik kişiliğine
sahipse, iletişim becerisi geliştirmişse, duygularını ‘ben dili’yle dışa
vuruyorsa öfkelenmesine gerek kalmaz. Kaldı ki öfkeyi denetlemek de olanaklı,
bunu öncelikle öğretmenin bilmesi, uygulaması gerekir. Öğretmen, öğrencilerine örneklik etme konumunda. Unutulmasın, en iyi, en
kestirme öğretme yolu iyi örnek olmaktır.
Üzülme, incinme, korkma, kaygılanma, kıskanma,
merak etme… Bunlar birincil(temel) duygulardır. Kızgınlıksa daha önce yaşanan
duygudan sonra oluşur, aslında kızgınlık duygudan çok bir tutum olarak
görülebilir.’Psikanaliz’ e göre kişi yetersizliğini, korkusunu- bırakın açıkça
dillendirmeyi-kendine bile söyleyemez. Yetersizliğini, bilinçsizce
karşısındakine yansıtır. Bu yaklaşıma göre, öfkelenmek, benliği kaygıdan
korumak için sergilenen bir davranıştır.(R.W.Novaco,1975 Akt. Dökmen, 1994: 12)
Birincil duygu ‘ben dili’yle dile getirilirse ikincil duygunun ortaya
çıkmasına, öfkelenmeye gerek kalmaz. Konuşa konuşa, daha doğrusu-Doğan
Cüceloğlu’nun deyimiyle- konuşa dinleşe sorunu çözmek, anlaşmak,–bir başka
deyişle –empatik iletişim kurmak,’yitiren yok’ yöntemini uygulamak varken, çözüm
yolu olarak öfkeyi, sözlü ya da bedensel saldırganlığı, şiddeti kullanmak hiçbir insana yakışmaz, öğretmene
hiç… Öfke, güç gösterisi gibi düşünülüyorsa, bu da yanlış. İyi, etkili öğretmen
güç kullanmayandır çünkü. Güç, denetleneni köleleştirir, denetleyeni de
etkisizleştirir.(Gordon, 2000: 80 )
Güç, çok sürmez, karşı güç
yaratır. Yıllar oldu, bir derste olumlu psikolojik ortamın öneminden söz
ederken örnek olsun diye “birinize kızsam, öfkelensem, bir bağırsam, hava nasıl
da soğur,dersin tadı kaçar,hepinize bağırılmış gibi
duyumsarsınız,etkilenirsiniz,öyle değil mi?” dedim.
Öğrencilerimden gelen yanıt şu oldu,
“Siz bağıramazsınız ki…”
Bağıramam değil, bağırmam. Öğretmen
elbette sakin olacak, sakinlik başlı başına bir güçtür
Değerli eğitimci, yurdumuza ışık saçan
köy enstitülerinin işlevinde önemli payı olan M.Rauf İnan (1895-1996) ,Urfa
Sultanisi’nden öğretmeni olan Rüştü Bey’i anlatıyor: “(…) Yürüyüşünde, duruşunda, davranışlarında dikkati çekecek, saygı
esinleyecek bir düzenlilik vardı. Hiçbir
gün onun yüzünün asık olduğunu, sinirlendiğini, başaramayanlara kızdığını
görmedik. Soğuk bir havası olmadığından derslerinde onunla rahatça
konuşabilirdik. Bizlere, tüm öğrencilerine yetişkinler gibi davranır, çocukça
sözlerimize bile değer verirdi.(…) Gülümseyen, tatlı yüzü ve yakınlığıyla
bizleri etkilerdi(…).”(Sarıhan 2002: 88) Demek ki oluyor, surat asmadan, kızmadan
öğretmenlik yapılabiliyor, güler yüzle, tatlı dille…
2.İyi
öğretmen önyargılı ve yanlı değildir. Bütün öğrencilere eşit davranır. Cinsiyet
ayrımı yapmaz.
Öğretmen, bilim
insanı değilse bile bilimsel tutum içinde olmalıdır. Önyargılı olmak, bilimsel
tutumla çelişir. Öğretmene önyargılı olmak yakışmaz. Öğretmen önyargılı olmaz, kin
tutmaz, sabıka kaydı tutmaz. İnsan biyo-psiko, toplumsal bir varlık olduğuna
göre,çocuğu bir bütün olarak, bedensel,zihinsel,toplumsal,duygusal yönleriyle
tanımak gerekir.Çocuğu tanımadan onu eğitmeye başlayamazsınız,başlarsanız çok
yanlışlık yaparsınız.Tanımak içinse çok çeşitli tanıma tekniklerini kullanmak
gerekir.Yalnızca belli bir ortamdaki bir davranışına bakıp,bunu da genelleyip
önyargılı davranmak,bu davranışını da
ikide bir çocuğun yüzüne vurmak
çağdaş eğitim anlayışıyla bağdaşmaz.
“Ben malımı bilmez miyim, sen
yapmışsındır.”
“Sen hep böyle yapıyorsun, yaptıklarını
unuttuğumu sanma”
Aşağıda Şemin’den (1975: 27) iki
alıntı yazılmıştır.
“Denek
10 yaşında bir kız çocuğudur. Fakir bir aileye mensuptur.1.sınıfta iken
Konya’da öğretmeni sınıfta, çocuğun yanında anneye hitaben ‘bu çocuk anormal, on
sene okusa anlamaz’ şeklinde ifadede bulunuyor. Çocuk o sene okula gitmiyor. Ertesi
sene ailenin zoru ile okula başlıyor.”
En yaygın önyargı
budunsal(etnik) önyargılardır, aşağılamayı daha yoğun biçimde içerirler, işte bir örnek:
“Denek 11 yaşında bir erkek çocuktur. Orta
halli bir aileye mensuptur. Babanın tahsili yoktur, emekli işçidir. Anne
tahsilsiz ev kadınıdır. Denek okulda öğretmeni tarafından-Arap olduğu
için-‘Habeş’ tabiriyle çağrılmaktadır. Çocuk bu yüzden
pasif, aşağılık duygusu içinde okula karşı soğukluk duymaya
başlamıştır.”
Okuduğu yatılı
okulun müdürü Balzac için bakın ne demiş”,
Bundan hayır gelmez, ne dersi biliyor, ne de ödev yapıyor. Verilen bir işle
uğraşmaya karşı öyle bir tiksintisi var ki, ne yapsanız boşuna.”(Haylazlar
Kitabı’ından alıntılayan Mavisel yener, Cumhuriyet Kitap,12.08.2010 Sayı:1066 )
Eşit davranmaya gelince… Özel
durumu, gereksinmesi olan çocuklar için
‘olumlu(pozitif) ayrımcılık’ yapılabilir, tabii bunun ölçüsü
kaçırılmadan, kayırmaya dönüşmeden… Bu
çocuklara özel durumunun gerektirdiği ölçüde özel ilgi gösterilebilir.
Bir öğretmen topal bir
öğrencisine-kuşkusuz ki acıma duygusuyla-gereğinden fazla hoşgörü gösteriyor, her
durumda kayırıyor onu. Derken, birden bire mi olmuş, o mu birden fark etmiş, nasıl
olduysa, bir bakıyor ki, sınıfındaki tüm çocuklar topallıyor.
Eşitlik uğruna çocukların özel
durumlarının göz ardı edilmesi, görmezden gelinmesi de bir o kadar yanlış.
Figen Atalay (Cumhuriyet,25.05.2001)
anlatıyor:
“Çocuğun
kolları yoktu. Ama bu durumu resim yapmasına engel değildi. Sağ ayağının
parmakları arasına sıkıştırdığı kalemle ‘yıldızlı beş’ alabilecek güzellikte
resimler yapıyordu. Üstelik henüz yedi yaşındaydı ve kolsuz bedeniyle ne kadar
süreceği belli olmayan öğrenim yaşamının birinci yılındaydı. Ama öğretmeni bu resimleri bir türlü
beğenmiyor, kolsuz çocuğa resim dersinden zayıf veriyordu.”Neden?” diye
sorulduğunda, kendinden çok emin bir şekilde,”Ben hiçbir çocuğa ayrıcalık
tanımam” diyordu. Çok sevdiği resim dersinden zayıf almanın, annesiz, babasız
ve kolsuz bu çocuğu nasıl etkileyebileceğinin farkında bile değildi.
(…)
Çocukları sevmiyorsanız, onlara
hiç tahammülünüz yoksa, onlarla oyun oynamaktan, sohbet etmekten, onları
dinlemekten hoşlanmıyorsanız lütfen öğretmen olmayın.(…)”
Öğretmenin cinsiyet ayrımı yapmasını
doğru bulan insanlara söyleyecek söz bulamıyorum doğrusu. Onlara yalnızca
Türkiye’nin beş yıl gecikmeyle de olsa kabul ettiği Çocuk Hakları
Sözleşmesi’nin cinsler arası eşitliği öngördüğünü anımsatmak isterim.29.
maddede yazılı bu, ne ki Türkiye bu maddeye çekince koymuştur.
Ben erkek egemen olan toplumumuzdan
farklı bir örnek vereceğim. Öğrencilerimle birlikte dayak üzerine küçük bir
araştırma yapmıştık, sorularımıza yanıt verirken bir erkek öğrenci şunları yazmış: ”Öğretmen hep erkekleri dövüyor, kızları hiç
dövmüyor. Ben de kız olmak istiyorum.”
3. İyi öğretmen gerçek duygularını denetler ve öğrencilerine göstermez.
Bu anlayış gerçekten yanlış, duygular
bastırılmamalı. En ufak olumsuz bir davranış, biriktirilip içe atılan
duyguların yanardağ gibi patlamasına, dışarı akmasına neden olur.(Navaro
2003:150) Öğretmen duygularını gizlememeli, dile getirmeli, ama nasıl dile
getireceğidir önemli olan. ‘Ben dili’ kullanmalı, ‘sen dili’ değil. İletişim
engeli kullanmadan, yani suçlamadan, yargılamadan, buyruk vermeden, yönlendirmeden,
aşağılamadan,
Sözlü bile olsa saldırıda
bulunmadan, ahlak dersi vermeye kalkışmadan kendi duygusunu dışa vurmalı, dillendirmeli.
Ben dili, birisine, davranışının sorun yarattığını bildirmenin en iyi yoludur, kişiye,
onun kişiliğine değil, davranışına dönüktür. Öğretmen üzüldüyse üzüldüğünü
belirtsin, rahatsız olduysa bunu dile getirsin. Ben dili çocuğu denetleme
yöntemi değil, özdenetim kurması için sorumluluğu çocuğa yükleyen bir
yöntemdir. Sorumluluk, karar çocuğa bırakılır.(Gordon,1997:105)
“Sen sakız çiğniyorsun, gözüm
takılıyor, ilgim dağılıyor, bu da beni rahatsız ediyor.”
4.
İyi bir öğretmen bütün öğrencileri aynı biçimde kabullenir.İyi bir
öğretmenin hiçbir zaman gözdeleri yoktur.
Öğretmenin gözde öğrencisi olamaz, olmamalı.
Suna Tanaltay’ın deyişiyle, üvey anne olur, üvey baba olur, ama üvey öğretmen
olmaz. Kimine öz öğretmenlik, kimine üvey öğretmenlik yapılmaz. Bakın öğretmen
adayı olan bir kız öğrencim ne diyor: ”İlkokul
2.sınıftayken, öğretmenim bir arkadaşımızı hep övüyor, her işi ona
yaptırıyordu. Öğretim yılı sonunda sınıfça hatıra fotoğrafı çektirmiştik. Çok
sonra fark ettim ki, o fotoğrafta ben o arkadaşımın yüzünü karalamışım.” Kıskançlık, çekememezlik, kendini
dışlanan, sevilmeyen biri olarak duyumsama… Minicik yüreklerin kaldırabileceği
duygular mı bunlar? Kendimden örnek vereyim: Öğretmen okulunda son günlerimiz,
meslek dersleri öğretmenimiz duvar gazetemize bizim için bir veda yazısı
yazmış, yazının içinde “Ahmet’ler, Mehmet’ler, Ayşe’ler “diyerek yedi sekiz
tane ad sıralamış, adları yazılanların çoğu benim sınıf arkadaşım, ama benim
adım yok. Kötü oldum, içim, yüreğim burkuldu. Çocuk da değildim, birkaç ay
sonra öğretmen olacaktım. İşte böyle, öğretmen attığı her adıma, söylediği, yazdığı
her söze dikkat edecek. Öğretmenlik duyarlık, incelik ister, karşısında insan
var. Ben son zamanlarda öğrencilerime ulu orta “Baban, annen ne iş yapıyor”
diye sormaya bile çekinir oldum. Şun-
dandı,”Hayatımdaki En İyi
Öğretmen” başlıklı, annesi ölmüş bir çocuğu anlatan –her okuyuşta duygulandığım-
bir öyküyü sınıfta okurken bir kız öğrencim ağlamaya başlamıştı, ağlaması
dinmeyince beden diliyle benden izin alan bir arkadaşı onu dışarı çıkardı. Sonra
öğrendim, bu öğrencimin annesi bir hafta önce ölmüş.
‘Gözde öğrenci’, ’prenses sendromu ‘
geliştiriyor, ’en’ lerin içinde buluyor kendini. En akıllı o, en çalışkan o, en
başarılı o. Aslında en çok olan ‘gözde öğrenci’ye oluyor, gereksiz bir üstünlük
duygusu yaşıyor. Arkadaşlarınca dışlanıyor, okul değiştirince düş kırıklığına
uğrayabiliyor.
İlk duyduğumda çok etkilenmiş, duygulanmıştım,
bir emekli öğretmen, sevgili ağabeyimiz Mehmet Kaplan anlattı: Sınıfına gelen
müfettiş öğrencilere küçük birer kâğıt dağıtıyor, sonra “Çocuklar, öğretmeniniz
sınıfta en çok kimi seviyorsa, onun adını kâğıda yazın, kâğıdı katlayıp masanın
üstüne koyun” diyor. Sonuç müthiş, her çocuk “Beni seviyor” diye yazmış. Şöyle
de diyebiliriz, öğretmenin gözde öğrencileri vardır, ama hepsi.
5.İyi
öğretmen, coşkulu, uyarıcı ve özgür bir öğretim ortamı yaratır ve bu ortamı her
zaman düzenli tutar.
İlk dersimde
tanışırken derim ki, size söz veriyorum şu kapıdan her zaman güler yüzle gireceğim,
o gün ne yaşamış olursam olayım, özel durumum ne olursa olsun… Bir de öğretme
coşkusuyla dopdolu gireceğim,bu iş coşkusuz olmaz.Öğretme coşkum size öğrenme
coşkusu olarak yansısın istiyorum.Öyle mıy mıy,mız mız ders olmaz, bu ders de bitmek bilmez. Coşkulu
olmayan coşku yaratamaz, öğretme heyecanı olmayan, öğrenme heyecanı yaratamaz. Einstein
“Coşku, zekâdan daha önemlidir” demiş. Şarkıcılardan örnek veririm,onlar
konsere başlarken nasıl da coştururlar dinleyicileri. Onlar gibi de yaparım
kimileyin.”Hazır mıyız? Hazır mıyız? Doksan dakikalık bilim, bilgi yolculuğuna,
heyecan yüklü bir serüvene var mısınız? Defter, kitap, elinde ne varsa, salla, salla,
salla…”
Sınıfı dolaşırım, hepsiyle tek tek
göz teması kurarım, hal-hatır sorarım, etkilenirler bundan. Bu bir etkileşim
işi, öğretmen coşacak ki coştursun, karşısında coşkulu insanlar olacak ki coşsun,
enerji akışı oluşsun. ”Aynı konuyu değişik şubelerde dönüp dönüp
işlemeye(anlatmaya değil) usandım”
diyenlere de tiyatrocuların aynı oyunu kim bilir kaçıncı kez bitmez
tükenmez bir enerjiyle, coşkuyla oynadıklarını anımsatırım hep. Yaptığı işi
seven öğretmen için her ders başka bir serüvendir, yorucu olmaz. ”Öf, daha iki
dersim var, nasıl geçecek” diye oflaya puflaya sınıfa giren öğretmen ne coşar, ne
de coşturur.”
6.İyi
öğretmen her şeyden önce tutarlıdır. Değişmez, unutmaz, çok neşeli ya da çok
asık yüzlü değildir ve hata yapmaz.
Gordon haklı tabii, öğretmen de
yanlışlık yapabilir, unutabilir, öyle ya, insandır o. Yeter ki özür dilesin, bu
onu öğrencinin gözünde küçültmez, tersine saygınlık yaratır. Karışık tutum takınmayacak öğretmen. Aynı
davranışı bir gün kabul edip, başka bir gün reddetmeyecek, yapmacık kabul
içinde olmayacak. İleti kodlama becerisine sahip olacak, çift ileti
göndermeyecek. Öğretmenin kabul ettiği,-olabildiğince az olmak üzere-kabul
etmediği davranışlar olur. Ne ki rahatsız olduğu davranışı kabul etmemeli, kabul
ettiği davranışı da kabul etmez görünmemeli, tutarlı olmalı. Olduğu gibi
olmalı, rol yapmamalı. Derler ya, insanın bir eşref saati, bir de eşek saati
varmış, olmaz öyle şey, öğretmenin sadece tek saati vardır, o da eşref
saatidir. Şu söz öğretmene yakışıyor mu?
“Dua et, iyi günümdeyim, yoksa
görürdün sen…”
Yine de öğretmen, kabul edilemez
saydığı davranışları gözden geçirmeli, belki onlar da zamanla kabul edilebilir
davranışlara katılabilir, iyi de olur.
Öğretmen yapmacık kabul
gösterdiğinde beden diliyle sözleri çelişir. Böylece öğrencilere birbirine
karşıt çift ileti ulaşır, bu da çocuğun kafasını karıştırır.
“Konuşun, konuşun, aferin!”
Bilim, bilgi gün günden geliştiği,
değiştiği, öğretmenin de bilimsel tutum içinde olması gerektiği için o da değişecek
elbette. Ama yanar-döner olmadan, gelen ağam giden paşam demeden, esen yele
göre yön değiştirmeden… Temel değerlerini koruyarak ilkeli olacak.
Neşeli olmaya gelince… Sevgili
öğrencilerim bazen sorarlar bana,”Hocam sizi hep gülerken görüyoruz, sizin hiç
derdiniz, sıkıntınız yok mu, olmaz mı?” Derim ki, “ ‘Bir of çeksem karşıki
dağlar yıkılır’ diye bir türkü var ya, bir of çeksem Uludağ yıkılır. Ama ben
dertlerimi, sıkıntılarımı sınıfa getirmem, paltomu nasıl asıyorsam, onları da
asar, dışarda bırakırım” Gülme, gülümseme bulaşıcıdır ve biz gülüş cümbüş ders
yaparız. Gülmek, güldürmek dersin ciddiyetini bozmaz, derse renk katar, coşku
yaratır. ”Mizah çok ciddi bir iştir. Yorgunluğu
alır, rahatlatır, ayık tutar. Mizahı işin içine kattığınızda veri akışı çok
daha kolaydır” diyor Riccon Doğan.(Cumhuriyet Pazar,15.10.2006,sayı:1073)
Öyledir,”Haz ve başarı duygusu, öğrenmeyi
olumlu yönden etkileyen pozitif hormonal bir denge oluştururlar. Böylelikle
beyin hücreleri arasındaki iletişim ve sinapslardan aktarılan enformasyonlar
hiçbir engelle karşılaşmadan hedefine ulaşır.(…)” (Vester,1994:200)
Adile Naşit, İzmir’e turneye
gitmişken İstanbul’dan çocuğunun ölüm haberini alıyor. İstanbul’a gidip
çocuğunu toprağa verdikten sonra geri dönüyor, sahneye çıkıp gülüyor, güldürüyor.
Suna Pekuysal anlatırdı: ”Babamı
toprağa verdim, o gece sahneye çıktım, oyunumu oynadım. Kocamı toprağa verdim, gene
o gece sahneye çıkıp güldüm, güldürdüm.”
Bir örnek de Suna Kan’dan, İzmir’deyken
(Kasım-2005)konserden önce kocasının ölüm haberini alıyor, konseri erteletmiyor,
çıkıyor sahneye bir buçuk saat keman çalıyor.
Beylik bir öykücük vardır. Kasabanın
psikoloğuna bir kişi geliyor, kaygılı, üzgün olduğundan, yüzünün gülmediğinden
yakınıyor. Psikolog da ona, kasabaya bir sirk geldiğini söyleyip, oraya
gitmesini, özellikle palyaçoyu izlemesini salık veriyor. Adamcağız iç geçirip
acı acı gülerek diyor ki,
“Beyefendi, o palyaço benim…”
7.İyi
öğretmen her sorunun yanıtını bilir, öğrencilerden daha akıllıdır.
İşte gerçekten tümüyle yanlış bir anlayış.
Çok öğrencimden duydum, uygulama için okullara gittiklerinde öğretmenler
uyarıyorlarmış, ”Bilmediğinizi sakın belli etmeyin, gizleyin, yoksa otoriteniz
sarsılır” Bir de, öğretmen, sorulan sorunun yanıtını bilmiyorsa, soruyu soran
öğrenciye sorunun yanıtını öğrenmesi için ödev vermelidir diye bir anlayış var.
Sordu, ödev. Sordu, ödev… Sorduğu her soru kendisine ödev olarak dönerse çocuk
bir daha soru sormayabilir. Oysa çocuğun soru sorması çok önemli, bu, onun her
şeyden önce ilgisini, merakını gösterir. Bilim soruyla gelişmiştir, yerçekimi
yasası, varlığını soruya borçludur:” Elma düşüyor da Ay neden düşmüyor?”Berthold Otto demiş,”Soran çocuk zihnini, ruhunu bilgi için açmıştır.”
Fizik dalında Nobel ödülü kazanan bilim
insanı İsidor Rabi’ye öğrencileri soruyorlar,
“Hocam başarınızı neye borçlusunuz?”
“Başarımı soru sormaya, soru sormayı da
anneme borçluyum. Annem, başka annelerin sorduğu gibi ‘bugün öğretmenin
sorularını yanıtladın mı?’ diye sormaz, tersine ‘bugün öğretmenine güzel sorular
sordun mu?’ diye sorardı bana.”
Öğretmen her şeyi bilmez, bilmesi de
gerekmez. Elbette alan bilgisine sahip olacak, yine de öğretmenin yanıtını bilmediği
sorular olabilir, hele bunlar ansiklopedik bilgiyi içeriyorsa… Sonra akıl
baştadır, yaşta değil. Kaldı ki öğretmen sorunun yanıtını bilse bile
söylememeli, ödev vermemeli ama, çocuğu hazıra da alıştırmamalı. İpucu vere
vere yanıtı çocuğa buldurabilir. Sokrates’in yaptığı da bu değil mi zaten,’ düşünce
doğurtmak’… Bir profesör demişti, ”Öğrencilerimin hiçbir sorusunu yanıtlamam. Sorun
çok güzel, teşekkür ederim der, sonra sorunun yanıtı şu şu kitapların şu
bölümlerinde var derim”
8.İyi
öğretmenler birbirine destek olur, kendi duyguları, değer yargıları ve inançlarından
etkilenmeden öğrencilere karşı ‘birleşik cephe’ oluştururlar.
Tabii bu anlayış da
yanlış, Gordon haklı. Öğrencilerim zaman zaman kimi öğretmenlerden yakınırlar, dinlerim
onları, en azından onları anlayan, empatik dinleyen biri olduğunu bilsinler, duygularını
dışa vurup rahatlasınlar. Dinlerim de, ilkin bir koşul ileri sürerim ama, ad
vermeyin derim. Bunu yapmayıp da yanlışı yapan öğretmeni savunmaya kalksam
yanlışı da savunmuş olmaz mıyım?
Sonuç
Tabii öğretmen
ermiş değil, derviş değil, olması da gerekmez. İnsan o, insana özgü
zayıflıkları var tabii. Ama öğretmen sokaktaki biri, sıradan bir insan
değildir. Değilse, öğretmen adaylarına dört yıl boyunca neden mürekkep yalatıyoruz,
dirsek çürüttürüyoruz, boşuna mı? Öğretmenlik meslektir, ”ben öğretmenim” diyen
de mesleğinin gereklerini yerine getirmelidir.
KAYNAKÇA
Dökmen, Üstün (1994)”’Müdür Bey’
Niçin Bağırıp Çağırıyor?”Cumhuriyet
Bilim Teknik 05.03.1994 Sayı:363
Gordon, Thomas (1997) Etkili Anababa Eğitimi( Çev. Emel
Aksay) 3.baskı İstanbul: Sistem
Yayıncılık
______________(2000)Çocukta Dış Disiplin mi? İç disiplin mi?
(Çev. Emel Aksay) 2.baskı İstanbul: Sistem Yayıncılık
_____________ (2001) Etkili Öğretmenlik Eğitimi (Çev. Emel
Aksay) 10.baskı İstanbul: Sistem Yayıncılık
Navaro, Leylâ (2003) Gerçekten Beni Duyuyor musun? 9.baskı
İstanbul: Remzi Kitabevi
Sarıhan, Zeki(Haz.) (2000) Unutulmayan Öğretmenler Ankara: Kültür
Bak.
Şemin, Refia (1975) Okulda Başarısızlık İstanbul: İÜ
Edebiyat Fakültesi Yayınları:2035
Vester, Frederic
(1994) Düşünmek, Öğrenmek, Unutmak(Çev.
Aydın Arıtan) İstanbul: Arıtan Yayınevi
* Bu yazı ÖĞRETMEN
DÜNYASI dergisi’nin 371.sayısında(Kasım 2010) yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder