23 Ocak 2017 Pazartesi

RECEP NAS’LA ÇOCUK EDEBİYATI ÜZERİNE SÖYLEŞİ








                     RECEP NAS’LA ÇOCUK EDEBİYATI ÜZERİNE SÖYLEŞİ (*)





    

     Örneklerle Çocuk Edebiyatı adlı  kitabınız var, sizi bu kitabı yazmaya iten neden neydi?



     Ben öğretmenim. İlkokul öğretmenliği, ilköğretim müfettişliği yaptım.27 yıl da öğretmen yetiştiren kurumlarda çalıştım.Odakta hep çocuk vardı. Çocukla ilgili, çocuğu ilgilendiren her şeyle ilgiliyim ben, öyle olmalıyım. Dilci,edebiyatçı değilim.Çocuk eğitimcisiyim de diyemem kendime,sınırı aşmak olur bu,yapamam.Ama çocuğun eğitimiyle ilgiliyim.

     Çocuk olduğuna çocukluk dönemi diye bir dönem olduğuna göre,bu çocuğun edebiyatı da olmalıydı.Çocukla ilgili her şeyi bilmek istediğime göre çocuk edebiyatını da bilmeliydim.Onun için çocuk edebiyatıyla 1970’lerin başlarında ilgilenmeye başladım.Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde okurken  de Enver Naci  Gökşen’den bunun dersini aldım.Yanılmıyorsam o yıllarda çocuk edebiyatına ilişkin  derli toplu bir tek bu öğretmenimizin kitabı vardı.O günden bu yana çocuk edebiyatının tam içinde olamadım belki,ama dışında ,uzağında kalmamaya çalıştım.

     Oğlum 1,5-2 yaşına gelince onu kitaplarla tanıştırdım,kitap sevgisi kazansın diye.Giderek ona masallar,öyküler okumaya başladım.Hemen belirteyim,istek ondan geldi hep,o istedi okumamı.Çocuğa “Gel sana kitap okuyayım” denmez,yanlış bu,böyle bir yaklaşım çocuğu kitaptan soğutabilir.Okuma-yazma öğrenene kadar evde olduğum sürece-o istediği için- uykudan önce kitap okudum ona.Oğluma  tabii ki kitap almaya başladım.Hangi kitapları almalıydım,o yaş çocuğunun okuma eğilimleri neydi?Çocuk kitabı nasıl olmalı,nitelikli bir kitabın özellikleri nelerdir?Bunlar üzerine kafa yormaya,okumaya başladım,notlar aldım.

     Dahası ilköğretim müfettişi olarak öğretmenlere kılavuzluk yapmalıydım.Sınıf kitaplıklarında hangi,nasıl kitaplar bulunmalıydı?Öğretmenleri toplantılarda bilgilendirmek için daha çok okuyup derinleşmeye çalıştım bu konuda.   

     Oğlumla birlikte epey kitap okudum,oğlum okumayı öğrendikten sonra onun aldığı kitapları okumayı sürdürdüm.Bu alışkanlığa dönüştü giderek,şimdi de çocuk edebiyatı ürünlerini okurum ben.Cumhuriyet Kitap’ın çocuk edebiyatı sayfasını hiç kaçırmam,okurum.Yeni çıkan çocuk kitaplarını izlerim,tanıtım yazılarını okurum.

     Çok geç kalınmıştı ama,sonunda –yanılmıyorsam 1993’te- sınıf öğretmeni adayları için izlenceye çocuk edebiyatı dersi kondu.Bu dersi de bir yıl okuttum ben,bunun için çok hazırlık yaptım,okudum,notlarımı geliştirdim.Yeniden bulabildiğim tüm kaynakları inceleyip okuyarak kitabımı yazdım,yayımladım.



     Kitabınıza  örnekler koymuşsunuz,buna neden gerek duydunuz?



     Çocuk nasıl gerektiği kadar önemsenmiyorsa,ona yeterince değer verilmiyorsa,çocuk edebiyatı da  küçümsendi,önemsenmedi, göz ardı edildi. Bunlar birbirine bağlı şeyler tabii,birine önem vermezsen,ona bağlı olarak ötekine de önem vermezsin.Çocuklar için”çocuktur,ne yazsan,nasıl yazsan,olur” anlayışı vardı,dolayısıyla ‘çocuksu’ şeyler yazıldı.Değerli,usta yazarlar da çocuk edebiyatına uzak durdular.işte bir Gülten Dayıoğlu,o da zaten öğretmenken öğrencilerine okutacak doğru dürüst bir kitap bulamayınca kendisi yazmaya başlamış.Burda elbette Eflatun Cem Güney’i,Naki Tezel’i,Oğuz Tansel’i anmak gerekir,ama bunlar masal üzerinde çalışmışlardır.Bir ad daha analım,Kemalettin Tuğcu ..Kemalettin Tuğcu birkaç kuşağa okuma tadı tattırmış bir yazar,301 kitap yazmış,elbette saygı duyulur,ama bu yazarın kitaplarının içeriği tartışmalı.1970’li yıllarda ‘sol’un yükselmesiyle(1979 yılının Dünya Çocuk Yılı olmasının da etkisi var kuşkusuz)usta yazarlarımız çocuklar için yazmaya başladılar.Ama –genel olarak- çocuğa ‘sınıf bilinci’ vermek istenirken çocuk gerçekliğine de,edebiyat gerçekliğine de uzak düşüldü.

     Emin Özdemir’in deyişiyle,bizde ‘çocuğa görelik’ ilkesiyle ‘çocuksuluk’ karıştırılıyor,çocuksuluk öne çıkarılıyor.Sanılıyor ki anlatım bozulursa,tümceler çakul çukul olursa çocuğun düzeyine iniliyor,sözüm ona çocuğa göre yazılıyor.Muzaffer İzgü’nün bir sözü vardır,çok severim:”Çocuk kitabı yazarının özür dileme hakkı yoktur.”

     Tümceler kısa ,düzgün olacak.Tamam,ama tümceler kısa,düzgün olsa da duygudan,düşünceden yoksunsa etkileyici olamaz ki, kuru olur,yavan olur anlatım.Yalın ama etkileyici olmalı.Özenli ama özentisiz olmalı.Yalın olmalı ama yalınkat olmamalı.Yalınlık çocuk kitaplarında önemli bir özellik,doğru.Ama yalınlık yüzeysellik değil.Yalın olur,kötü olur.Yalın olur, iyi olur.Yalınlık edebiyat gerçekliği üretmiyorsa kuruluğa,yavanlığa dönüşür. Yalınlık yapıtın derinlik kazanmasına engel değil.Aslında yalın yazmak ustalık ister.Maksim Gorki, “sade ve açık anlatım yazınsal ölçülerin düzeyini düşürmekle değil,ustalıkla olur” diyor.Jan Yolen’in bir sözü vardır,”Çocuklar için yazmakla büyükler için yazmak aynı şey,çocuklar için yazarken biraz daha iyi yazacaksın,hepsi bu”

     Genel edebiyat için ne geçerliyse çocuk edebiyatı için de o geçerlidir.Onun için zordur çocuk edebiyatı.Öyle ki hem edebiyat gerçekliği dikkate alınacak ,hem de çocuğun dünyası…Evet,zordur çocuk edebiyatı,zor olduğu için de çocuğa göre,nitelikli çocuk edebiyatı ürünü azdır.Fatih Erdoğan,”okumayan bir toplum olmamızda,çocukken okuduğumuz zevksiz,edebiyatsız çocuk kitaplarının da etkisi büyüktür diyor”

     Sorunuzun yanıtı kısaca şu:Nitelikli çocuk kitaplarının özelliklerini kuramsal olarak vermekle yetinmeyip okuyucuya  her türün doğru örneklerini sunmak istedim.En çok halk masallarının örneklerini seçerken zorlandım,çünkü bu masallar çocuklar için yazılmamış,kimisi çok uzun,kimisinde de kaba sözcükler ya da anlatımlar var.

    

     ‘Çocuksuluk’tan ve ‘çocuğa görelik’ten söz ettiniz,bunları biraz daha açar mısınız?



     Tabii…Çocuksu olan metinlerde anlatım kurudur,sığdır,yavan  ve tekdüzedir.Özensiz yazılmıştır.Çocuk da önemsenmez,metin de…Savruk bir anlatım söz konusu.Öğreticidir,didaktik yani.İleti doğrudan,edebiyatın gücü kullanılmadan verilir.Bazı kitaplarda öyle ileri gidiliyor ki çocuğa ders,öğüt veriliyor,hatta korkutuluyor çocuk.Dinsel öğeleri içeren kitaplar hep böyle.Sorun da,soru da şu:Yoz,düzeysiz,yavan,kof ürünlerle çocuk nasıl yazınsever olacak,yetişkin olduğunda  reklamlara kanmadan nitelikli ürünlere nasıl ulaşacak,okuma alışkanlığını nasıl kazanacak ve nasıl estetik duygusu gelişmiş biri olacak?

     Çocuğa göre metin de ise dil yetkindir.Türkçenin zenginliği,anlatım olanakları kullanılır.anlatım canlıdır,akıcıdır.Sanatsal değer,şiirsel duyarlık taşır.

      Çocuğa,çocuğa göre metinlerin sunulması,bunun içinse ana-babaların da,öğretmenlerin de çocuksu olanla çocuğa göre olanı ayırması gerekir.Bu ayrımı yapabilmeleri içinse çocuk edebiyatı üzerine yazılmış bilimsel yazılar,kitaplar okunmalı.Dahası kitap tanıtma yazılarının okunması gerekir. Ben kitabıma –içerikleri birbirine yakın olan-kimisi çocuksu ,kimisi çocuğa göre olan örnekler de koydum.

     Kitap alırken seçici davranılması,çocukların nitelikli kitaplarla buluşturulması yakıcı bir sorun günümüzde.Nasılsa çocuk için yazılmış,öyleyse çocuğa göredir denip işin kolayına kaçılamaz.Kitapta fiziksel yönden,içerik ve dil-anlatım yönünden belirli özellikler aranmalıdır.Ne yazık ki pek çok ana-baba,çocuğuna ayakkabı alırken kılı kırk yarar da kitap alacağı zaman bu özeni göstermez.Pek  de suçlayamıyorum ana-babaları,bilmiyorlar ki…Öğretmenin kılavuzluk etmesi gerekir,çocuğa da,ana-babaya da…Ama ilkin öğretmenin bu alanda da kendini yetiştirmiş olması gerekir.Sedat Sever çok güzel söylemiş,yanlış kitap,yanlış ilaç gibidir,olumsuz sonuçlar doğurur



     Gerçekte çocuk edebiyatı olur mu? Çocuk edebiyatı,yetişkin edebiyatı  diye ayırmak doğru mu?



     Bu çok eskilere dayanan bir tartışma,günümüzde aşıldı sanırım.Ama açalım biraz…Çocuğa özgü bir edebiyatın  gerekliliği,ilkin çocuk psikolojisinin gelişmesine koşut olarak eğitimci yazarlarca ileri sürülmüştü.Buna ilk tepki kiliseden geldi,bu tepkiye kimi eğitimciler de katıldı. Bunlar ders dışı okuma etkinliklerine karşı çıkıyorlardı.Bunun yansımasını bizde ne yazık ki hâlâ görmek olanaklı.Bırak o kitabı,dersine çalış,diyen ana-baba hiç de az değil.

     İlginç değil mi,çocuk edebiyatına bir tepki de kimi edebiyatçılardan geldi.Onlara göre çocuğun anlayış,kavrayış sınırlarına çekilmiş bir edebiyat yapıtı olamaz.Bu,sınırlı sayıda,belli sözcüklerle yazılacağından,ola olsa edebiyat altı bir anlatım olur.

     Çocuk edebiyatı olur mu ,olmaz mı,tartışmasının kaynağında asıl şu var:Jules Verne’in kitapları,Küçük Prens,Robinson Crouse gibi kitaplar çocuklar için yazılmadı.Ama bunlar çocuklarca çok sevildi,çocuk edebiyatı klasikleri oldular.Bu durum çocuk edebiyatı-yetişkin edebiyatı ayrımının gereksizliği için gerekçe olarak gösterildi.  

     Bizde de çocuk edebiyatı olmaz diyenler var.Cemal Süreya  örneğin,edebiyattan ayrı bir çocuk edebiyatı olmaz,diyor.Yaşar Kemal de bu ayrıma karşı çıkanlardan,ama o da Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca adlı bir çocuk romanı yazdı.Bu romanı tasarlarken bambaşka bir yöntem uyguladığını,çocukların deneyimlerinin az olduğunu göz ardı etmediğini söyledi.

     Çocukluk  diye bir olgu,bir dönem var.Çocuğun kendine özgü bir dünyası var,algılamaları,düşünme biçimi farklı.Çocuk yetişkinin küçük bir örneği değildir.Yaşamının bu döneminde çocuk edebiyattan yoksun bırakılamayacağına göre  onun için edebiyat yapılacaktır,bu da çocuk edebiyatıdır.

     İnsanlık ‘çocukluk’ kavramına kolay ulaşmadı.Çocukluk 16.yy.da keşfedildi,Rönesans’ın ürünüdür.Daha önce çocuk var,ama çocukluk yoktu.Hoş,gün günden ‘çocukluk’un yeniden yok olacağı dile getiriliyor,kitabı bile yazıldı:Çocukluğun Yokoluşu,Yazarı,Neil Postman.Yani matbaa çocukluğu ortaya çıkardı,elektronik çağ ise çocukluğu yok edeceğe benzer.

     Çocuk edebiyatı ne? Çocuklar için yazılanlar mı,yoksa çocukların okudukları mı?Böyle bakıldığında genel edebiyatla çocuk edebiyatı arasında kalın bir çizgi çizmek doğru değil.Bence doğrusunu Renate Welsh söylüyor:”Çocuk edebiyatı çocuklarca okunan edebiyattır.” Çetin Öner,’Gülibik’adlı kitabını yazarken “büyükler-küçükler kavramını bir kenara itip özgürce çalıştım” diyor.Yine de çocuk edebiyatı ürünü oluşturulurken çocuğun özellikleri de,edebiyatın özellikleri de göz ardı edilemez.Edebiyatın ilkeleri,çocuk edebiyatının da ilkeleridir çünkü.

     Ölçü şu:Çocuklar gibi yetişkinler de tat alarak okuyorlarsa bu iyi bir çocuk kitabıdır.



     Çocuk kitapsız kalmamalı,okumalı.İyi de,çocuğa okuma alışkanlığı nasıl kazandırılacak?



     Okuma değil, ne yazık ki okumama var kültürümüzde. Şu söze bakın: ”Belanın en büyüğü sayfaları hoca edinmektir.” Yani kendi başına okumak günah,sakıncalı,belalı bir iş.Okumayacaksın,hocaya soracaksın,öyle de yapılıyor zaten.

     Çocuğun yakın çevresinde ilk fark edeceği şeyler biri de kitap olmalıdır.Çok küçükken kitapla tanışmalı,8-9 aylıkken.İngiltere örneğini vereyim.Çocuk nesneleri tutmaya  başladığında eline kitap veriliyor.Sağlık ocaklarında kitap armağan ediliyor,bir tane değil,bir paket dolusu.Sağlık ocağında toplumsal görevli var,bu kişi anneleri okuma,drama,oyun kümelerine yönlendiriyor.Düşünebiliyor musunuz,damak kaşıma kitapları var, çocuk bunu kemiriyor.Banyo kitapları var,yumuşak plastikten,çocuk bu kitapla birlikte yıkanıyor.Bebekleri kütüphaneye üye yapıyorlar,aldığı kitap yiterse,yıpranırsa  kimse sorumlu tutulmuyor.

     Görüyorsunuz,bu devlet işi her şeyden önce,devletin önayak olması,bu işe gönül verenleri de desteklemesi  gerekiyor.Bizde öyle mi,gün geldi kitap suç aracı olarak gösterildi,silahların yanında sergilendi.12 martta yapıldı bu,12 eylülde yapıldı.Kitabı 12’den vurdular.İnsanlar korktu,mayısta, eylülde bacalar tüttü, kitaplar yakıldı çünkü. Şöyle diyen bir Başbakanımız var bugün:”Benim zamanımda nice arkadaşım vardı,çok okurlardı,şimdi sefilleri oynuyorlar.Başarı,kitapların dışındaki dünyadadır.” Oysa yazınsal  yapıtları okumanın okura  kazandırdığı yararlar saymakla bitmez.Bir kez yazınsal ürünler  insanı insana tanıtır.Dini,ırkı,kültürü ne olursa olsun o insanlara  yakınlık duyulmasını sağlar.Duygu eğitimine katkıda bulunur,insanlara duyarlık kazandırır.İnsanın bencillikten,sığlıktan kurtulmasına yardımcı olur,ona yaşama gücü kazandırır.İnsanın iç dünyasını zenginleştirir.Eşduyum (empati) yetisi,eleştirel düşünme gücü kazanmasına  katkı sağlar.Bu yararlar,dedim ya,saymakla bitmez.

     “2010’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Mario Vargas Llosa ne güzel demiş”Roman ve öykü olmasaydı, özgürlüğün hayatı yaşanılır kılmadaki öneminin; özgürlüğün bir zorba, bir ideoloji ya da dinin ayakları altında çiğnenmesinin hayatı nasıl bir cehenneme çevirdiğinin farkına varamazdık.”

Onun için baskıcı düzenler,onu yaratıp sürdürenler edebiyattan korkarlar.Yurttaşların okuma alışkanlığı kazanmalarına yönelik etkinliklere,düzenlemelere uzak dururlar.Hepsinden vazgeçtim,kitaptan KDV alınmasa  Türkiye batar mı?Pırlantadan alınmıyor da kitaptan alınıyor. Unutulmasın,Muzaffer İzgü’nün deyişiyle,çocuk okuru olmayan bir toplumun yetişkin okuru da olmaz.



     Peki,çocuklarının okuma alışkanlığı kazanması için ana-baba neler yapabilir?



     Aile-kütüphane-okul… Bu üçlünün çocuğun okuma alışkanlığı kazanmasında çok önemli.Okuma alışkanlığının temelleri  okulöncesinde atılmalı.Kitap sevgisi,okuma isteği kazandırılmalı çocuğa.Önce okuma eğitimi,sonra okuma-yazma öğretimi.Kitabı seven çocuk okumak ister.Kendilerine kitap okunan,kitap sevgisi ,okuma isteği kazanan çocuklar  çoğunlukla okuldan önce kendiliğinden okumaya başlıyorlar. Bülent Yılmaz’ın yaptığı bir araştırmaya göre çok kitap okuyanlar,ana-babası kitap okuyanlar.Tabii ayrıksılar vardır.

     Kitap içinde büyüyecek çocuk.Evde kitaplık olacak ,ama süs için değil,işlevsel olacak.”Kitapsız evleri soğuk,fakir,ruhsuz bulurum” diyor Haldun Taner.Masada,sehpada,hatta televizyon üzerinde kitap görecek çocuk.Öyle ki kitap da giysi gibi,oyuncak gibi çocuğun dünyasının bir parçası olmalı.

     Çocuğa kitap okunacak,ama gene belirteyim,o istediği için. Çocuğa,sevgi,sevecenlik dolu,sımsıcak bir yakınlık içinde  kitap okunmalı,onunla resimlere bakılmalı,işte bu insan insana ilişki içinde çocuk kitabı sevecektir.Kitaptaki anlayamadığı yazılar da çocuk için yetişkinin ağzından eğlenceli masallara,öykülere dönüşecektir.Okulöncesinde kendilerine kitap okunduğunda bu çocuklar-önceden de söylediğim gibi- okuma-yazma becerilerini geliştirmeye hazır olurlar,dahası anadillerini de kolayca öğrenirler,sözcük dağarcıkları zenginleşmeye başlar.

     Oğlumdan örnek vereyim,dört yaşındaydı,Ağrı’daydık.Ona evde olduğumda her akşam kitap okurdum,tabii o istediği için.Yatağına yatar,bana “oku” derdi.Teftişten yorgun argın geldiğim için bazı akşamlar okurken uykum gelir dalardım.O uyuyacağına ben uyurdum.Dürtüp uyandırır,”oku”derdi.Öyle ki beni görünce aklına okumak gelirdi.Annesinin değil,benim okumamı isterdi,ben vurgulamaları,tonlamaları iyi yapmaya,canlandırmaya çalıştığım için. Bir gece oldukça kalabalık  olan konuklarımızı uğurlarken,susamış,su istedi.Çocuk bu,isteğini ertelemeyi henüz bilmiyor,ısrarla “su”,”su” diye yineledi.Biz,konuklarla konuştuğumuz için ona ilgisiz kalınca bu kez “su” diyeceğine-ağzı öyle alışmış ki- “oku” dedi.Herkes güldü,kendisi de…

     Şunu da ekleyeyim,çarşıya çocukla birlikte çıkılınca kitapçılar da gezilmeli.Bir şey daha:Bir araştırmaya göre Türkiye’deki ailelerin gereksinme listesinde kitap 116.sırada.Oysa aile bütçesi yapılırken kitaba,gazeteye de para ayrılmalı.



     Biraz değindiniz ama,belirli bir yaşa kadar çocuğa kitabı  ana-baba ya da yetişkin alacağına göre,kitap alırken nelere dikkat edilmeli?



Kitap alırken çocuğun yaşı,okuma eğilimleri dikkate alınmalı.Bunun için de ana-baba donanımlı  olmak,buna ilişkin bilgisini artırmak,tazelemek zorunda. Yayınevi,yazar,kitabın niteliğiyle ilgili önemli ipuçlarıdır.Ama dedim ya,ana-babanın yayınları izlemesi,yazarları tanıması,hangi yayınevinin nasıl kitaplar yayımladığını bilmesi gerekir. Sadece adına bakıp kitap alınmaz.Bir kitap geçti elime,adı”Hayvanlardaki Harikalar”,adı ne güzel,çocukların nasıl da ilgisini çeker.Ama içine kurnazca islamı siyasallaştıran öğeler serpiştirilmiş,insanların kutsal duygularını kendi siyasal anlayışı için kullanmaya kalkışmış.

    

     Üç sac ayağından söz ettiniz:Ev,kütüphane,okul… Peki çocuğun okuma alışkanlığı kazanması ya da sürdürmesi için öğretmene düşen görevler nelerdir?



     Aynı şeyi söyleyeceğim,ilkin örnek olmak.En iyi öğretme yolu iyi örnek olmaktır.Bir müdür,”ben okumam,okuttururum” dermiş,böyle olmaz.Okuyacak,örneklik edecek öğretmen.Bir köşe yazarının unutmadığı öğretmen,teneffüslerde bile kitap okuyan öğretmen.Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati,”okuttuğundan çok okumayan öğretmen eskir” demiş,ne de güzel demiş.

     Öğretmen çocukların gelişim dönemlerine göre okuma eğilimlerini bilmeli,çocuk yayınlarını izlemeli,gazetelerin kitap eklerindeki kitap tanıtma yazılarını okumalı,velilerle işbirliği yapmalı,bu konuda da onları bilgilendirmeli.

     Sınıf öğretmeniyse,sınıf kitaplığı oluşturmalı,bu kitaplık da göstermelik değil,işlevsel olmalı.Kitapla ilgili gün ve haftalar kutlanmalı.

     Sınıfça –hiç değilse-bir çocuk dergisine sürdürümcü,yani abone olunmalı.

     Olanaklar ölçüsünde çocuklar kitap fuarlarına,imza günlerine götürülmeli.



     Kitabınızda okumada üç aşamadan söz ediyorsunuz…



     1.sınıfta çocuklar okuma-yazma öğreniyorlar,bu temel okur-yazarlıktır.Ama bu yetmez.Hoş,biz bunu bile başaramadık.Ülkemizde 4 kız çocuğundan  ,10 erkek çocuğundan   1’i  okula gitmiyor. Okumayı öğrendi çocuk,ya sonra…Okumayacaksa okumayı unutur,gizli okumaz-yazmaz olur.Mark Twain’in çok güzel bir sözü vardır:Okumayan biriyle,okuyamayan biri arasında hiç fark yoktur.Sonuçta ikisi de okumuyor.Demek ki okumanın işlevsel olması,okuma alışkanlığının kazandırılması gerekir.Bu da yetmez,üçüncü aşama eleştirel okumadır.Eleştirel okuyan,eleştirel düşünme gücü kazanmış insan, kendisine sunulan bilgiyi hemen kabullenmez.Tartar,irdeler.Düşünce üretir.Tabusu,dogmaları yoktur.Metni değişik boyutlarda çözümler,yeniden üretir onu.Enis Batur,”öyle okurlar tanıdım ki ben,yuttukları kitapların şeklini aldılar.İyi okumak,temelde bir muhalefet biçimidir” diyor.



     İzninizle son bir soru sorayım.Çocuklar gerçek bir şiirin tadına nasıl varabilirler,çocuklara şiir nasıl sevdirilir?



     Her şiir nazımdır,ama her nazım şiir değildir.Çocuklar ders kitaplarında şiirle karşılaşıyorlar mı,kuşkuluyum ben.Ders kitaplarındakiler-birkaçı dışında-şiir değil,manzume.Şiir,sanat değeri taşıyan manzum bir yapıttır.Ders kitaplarında çocuklara şiir diye sunulanların çoğu didaktik,söz yığını…

     Şiir,ninnilerle,bilmecelerle,tekerlemelerle  çocuğun dünyasına girer.Giderek çocuk şiir dinlemekten,okumaktan hoşlanmaya başlar,yeter ki onu manzumelerle değil,şiirle tanıştıralım.Fazıl Hüsnü Dağlarca şöyle diyor:”Çocuk şiiri olabilir mi,olabilir.Çocuk şiiri şudur:Çocuk şiirinde yapıyı,nesnelliği,konuları onun açısına göre daha ince seçmek,ilk duyarlıklar,ilk özgürlükler,ilk ölçüler içinde yazmak gereklidir.”

     Şunu da belirteyim,çocuğun şiiri ezberlemesi gerekmez,bu,çocuğa bir yüktür.Zuhal Olcay,küçükken ezberlediği bir şiiri topluluk karşısında okuyacakken unutuveriyor,”Annem” deyip kalıyor. Öyle üzülüyor ki aşırı üzüntüye dayalı sarılık tanısı konuyor.Yazık değil mi,değer mi?Çocuk okuya okuya bakmadan okumaya başlayabilir,o başka.

     Bir de şiir nasıl okunur,ona değineyim.Çocuklar sanıyorlar ki,sesimi ne kadar yükseltirsem o kadar güzel okurum,öyle öğrenmiş.Oysa şiir baston yutmuş gibi durarak da,yapmacık,sert baş-kol devinimleriyle bağıra bağıra  da okunmaz.Shakespeare,”benim dizelerimi bağıra bağıra okuyacaksanız,bunları tellal okusun daha iyi” dermiş.

     Şiir,Memet Fuat’ın deyişiyle,tıpkı konuşur gibi okunur,hiç acele etmeden,bağırmadan,tane tane,özentisiz,yapmacıksız,düpedüz konuşur gibi…



     Teşekkür ederim.



     Bana bu olanağı verdiğiniz için ben de teşekkür ederim.           





(*)Bu söyleşi OLİMPOS dergisinde (Bursa, Mart-Nisan 2011, Sayı: 2 ) yayımlanmıştır.(17-20) Söyleşiyi yapan: Taştan Çıralar

ÇOCUĞUNUZU OKULA HAZIRLADINIZ MI?


           

                  ÇOCUĞUNUZU OKULA HAZIRLADINIZ MI? (*)

                                                                                    



                                                                                                          Recep Nas



       Çocukları bu yıl okula başlayacak olan sokakta rastladığımız bir ana-babaya sorsak, desek  ki,

          “Çocuğunuzu okul için hazırladınız mı?”

          “Acelesi ne,okullar açılmadan bir hafta önce çıkarız çarşıya,çantasını,önlüğünü,ne gerekirse alır,hazırlarız çocuğu…”

         Böyle bir yanıt alma olasılığı hiç de az değil.

         Bir konuşmacı,çocuk eğitimi üzerine konuşurken,dinleyenlerden bir kadın,

         “Çocuğumun eğitimine ne zaman başlamalıyım?” diye soruyor.

         “Ne zaman doğuracaksınız?”

         “Ne doğurması,çocuğum beş yaşında…”

          Bunun üzerine konuşmacı,

         “Çabuk eve koş hanımefendi,tam beş yıl geç kalmışınız” diyor.

         Demek ki çocuğun eğitimi,çocuk doğar doğmaz başlar.Dahası,gebelik dönemi de çok önemli olduğundan,dölyatağına düştüğü anda başlar,çocuğun eğitimi.Çocuğun okula hazırlığı da eğitimiyle birlikte başlar.Okula başlarken ,çocuk, okul çalışmalarının gerektirdiği sorumlulukları üstlenebileceği bir olgunluk düzeyine ulaşmış olmalıdır.Bunun içinse çocuğun sağlıklı,düzenli bir aile ortamında yetişmesi,gelişmesi gerekir.Bu gelişme çok yönlü olmalıdır; bedensel,bilişsel (zihinsel),toplumsal,duygusal…Çocuğun gelişimi bir bütündür,yalnızca bedensel,bilişsel yeterlikle yetinilemez(Yörükoğlu, 1978:56;Kâğıtçıbaşı vd. 1993:11)Okulöncesinde çocuğun eğitimi öylesine önemli ki,bu eğitimin niteliği,bir bakıma,çocuğun okul başarısının,okula uyumunun sınırlarını belirler. Altı yaşına kadar öğrenilenlerin,yaşam boyu öğrenilenlerin büyük bir bölümünü oluşturduğu da unutulmamalı.Demek ki,çocuğu okula hazırlamak,ailede çocuk eğitiminin ayrılmaz bir parçasıdır.

         Meral Alpay’ı dinleyelim:”Çocuğun yetiştirilmesi,beden –ruh ve kafa olarak ilkokula hazırlanması,incelik isteyen,sabır ve bilgi isteyen önemli bir iştir.Doğduğu andan başlayarak duyduğu ninniler,konuşmalar,sesler(ötüş,havlama,miyavlama vb.),kendisine okunan ve anlatılan masallar,sorulan bilmeceler,ezberletilen şiirler,tekerlemeler,söyletilen şarkılar, hep dil ve düşünce gelişmesini biçimlendiren uyaranlardır.”(Akt.Özen,2001:132)Böylesine önemli okulöncesi eğitimi,kişiliğinin temellerinin atıldığı,zekânın hızla geliştiği bir dönem bu. Onun için çocuğun beş duyu organı uyaranlarla beslenmelidir hep,deyim yerindeyse ‘bombardıman’a tutulmalıdır.

        Dille düşünce arasında sıkı bir bağ var.Öyle ki düşünce dili,dil düşünceyi geliştirir.Ailenin dilinin gelişmişlik düzeyi,çocuğun bilişsel gelişmesini ,dolayısıyla okul başarısını etkiler(Fidan,1982:123)Sözcük dağarcığının zenginleşmesi için ana-baba çocukla konuşmalıdır,bol bol,düzgün tümcelerle.Böylece çocuğun dil gelişimi hızlanır.(Dökmen,1994:95-96)Ama çocuk yalnızca dinleyici olmamalı, o da konuşmalıdır.Doğrusu çocukla söyleşmektir,tatlı tatlı,sevgi diliyle.Bu da yetmez,daha bebekken kitapla tanıştırılmalı çocuk.Oyuncaklarını sever gibi sevmeli kitabı da.İlkin okuma eğitimi,ilkokuma-yazma öğretimi daha sonra.

       Çocuk doğuştan meraklıdır,bu merak köreltilmemeli,tersine kamçılanmalı,kışkırtılmalıdır.Merakının gereği olarak da çok soru sorar,bitmez tükenmez bir öğrenme isteği vardır.Unutulmasın,meraklı,ilgili,öğrenme isteği olan çocuk okul ortamına kolayca uyum sağlar.Ama Çocuk yürümeye başladığında “otur”,konuşmaya başladığında “sus”,soru sormaya başladığında da “Öf,yeter.Çok bilme!” denir de çocuğun ilgisi,merakı,isteği  böyle böyle yok edilirse,bu çocuk okulda da öğrenmek istemez.



       Demokrasi,demokratik ortamda soluna soluna,yaşanıla yaşanıla öğrenilir.Onun için ana-babanın demokratik tutum takınması,ailede demokrasinin tıkır tıkır işlemesi gerekir.Ama, Emre Kongar’ın(2000:156) dediği gibi ,babalar bilmeli ki,ailede demokrasi babadan başlar.Ailede çocuğa söz hakkı tanınmalı.Çocuğun davranışlarına sınır konabilir,sonsuz özgürlük yok çünkü,ama duygularına asla.Bunun da birincil koşulu,sağlıklı,etkili iletişimdir.İletişim kurma gücü,okul başarısında etkili olan ‘bilişsel giriş davranışları’ndan birisidir.

          Demokrat ailenin çocuğu araştırmaya;kendisini bedensel,toplumsal,duygusal ,bilişsel yönden geliştiren oyunları oynamaya yatkındır.Kendini güvende duyumsadığı için aşırı kaygılara kapılmaz.Neşeli ve şakacadır.Demokratik tutumla yetiştirilen çocuklarda sigara , içki içme ,uyuşturucu kullanma alışkanlığına çok daha az rastlanır.(The Guardian’dan çev.Rita Urgan Cumhuriyet Pazar dergisi 24.04.2005 Sayı:996)

          Dahası,“Demokratik ailelerin çocukları okula gitme yaşına geldikleri zaman,sosyal gelişmeleri dikkate değer bir biçimde tamamlanmış olur;liderdirler ve arkadaşları tarafından sevilirler;geçimli ve arkadaş canlısıdırlar; sakindirler; ana-babalarına yakındırlar ve öğretmenleriyle kolayca uyum sağlarlar.”(Baldwin vd. 1945 Akt.Gordon 2000: 238)

           Çocuğa okulöncesinde sağlıklı bir okul kavramının kazandırılması gerekir.Bunun en güzel,kestirme yolu çocuğun okulöncesinde kurumsal eğitim almasıdır.Ama ülkemizde okulöncesi okullaşma, ne yazık ki,en iyimser bir  oranla % 21 Geriye kalan evde,ana-babasının dizinin dibinde,sokakta.MEB, okulöncesi eğitimin zorunlu olmasına ilişkin ilk adımı bu yıl atacak,umarız bu sözde kalmaz,gerçekleşir.

           Çocuğa okulla ilgili bilgi verilirken en iyisi gerçekçi olmaktır.Orda karşılaşabileceklerinden söz edilmeli,ilk günlerde kendisini ,yalnız,mutsuz duyumsayabileceği,ama kısa sürede okula alışacağı söylenmeli.(Salk 1982:185) Bunları söylemek,okulun ne kadar eğlenceli,hoş bir yer olduğunu söylemekten çok daha iyidir.Değilse,”hani okulu sevecektim” sözüyle karşılaşabilirsiniz. Bir takvim üzerinde tatil günleri de gösterilebilir,bu rahatlatır çocuğu.

          MEB, birkaç yıldır bir uygulama başlattı,1.sınıfa başlayacak çocukları,öğretim yılı başlamadan bir hafta önce alıyorlar okula,iyi ediyorlar.Doğruya doğru,nasıl olduysa bir doğru yaptılar,onu da görmezlikten gelmeyelim.

          Çocuklara ailede,yakın çevrede verilen çarpık öğretmen,okul kavramının önüne geçilebildi mi,bilemiyorum.Bildiğim, şu sözlerin ve benzerlerinin  okulöncesi dönemde çocuklara sık sık söylendiği:”Şimdi yap bakalım yaramazlığını,okula başlayınca görürsün sen!”

         Bir köyde öğretmenken yolum bir evin önünden geçiyordu,dört-beş yaşlarında çocuğu olan kadın ikide bir çocuğuna beni gösterir,

         “Bak bu öğretmen,söylerim ona,seni döver” der,bununla da yetinmez,bana seslenirdi,”Bu çocuk çok yaramaz,söz dinlemiyor,döv onu!”Bekli de bu çocuk bir yıl sonra benim öğrencim olacak,bakar mısınız,nasıl bir izlenim alıyor benimle,okulla ilgili

          Bir kez de belediye otobüsündeyken,ön koltukta torunuyla oturan biri,”Uslu dur,bak arkada öğretmen var,söylerim,döver seni”dedi.Hâlâ şaşarım,benim öğretmen olduğumu nasıl anladı? 

          Bir bayan öğretmen anlatmıştı,şöyle:

          “Bir köy okulunda öğretmendim,o yıl 1.sınıfı okutacaktım,kayıtları da ben yapıyordum.Bir anne elinden tuttuğu çocuğuna beni göstererek,

-          Bak bu öğretmen…Seni okutacak,dedi.

          Bu söz üzerine çocuk beni yukarıdan aşağıya,aşağıdan yukarıya şöyle bir süzdü,ondaki öğretmen kavramı nasıl olmalı ki,şunu dedi,

-          Öğretmen değil o be,insan o!”







KAYNAKÇA



Dökmen,Üstün (1994Okuma Becerisi,İlgisi ve Alışkanlığı Üzerine Psiko-Sosyal Bir

     Araştırma,İstanbul,MEB yayını                                                                                                                                                                   

Fidan,Nurettin (1982)Öğrenme ve Öğretme,Ankara:Kendi yayını

Gordon,Thomas(2000) Çocukta Dış Disiplin mi? İç Disiplin mi? (Çev.Emel Aksay)2.baskı         

     İstanbul:Sistem Yayıncılık

Kâğıtçıbaşı,Çiğdem ve diğerleri(1993)Başarı Ailede Başlar İstanbul:YA-PA Yayını

Kongar,Emre(2000)Kızlarıma Mektuplar,İstanbul:Remzi Kitabevi

Özen,Ferhat (2001) Türkiye’ de Okuma Alışkanlığı Ankara:Kültür Bakanlığı Yayınları,2705

Salk,lee (1982) Çocuğun Duygusal Sorunları (Çev.Erzen Onur) 2.baskı İstanbul: Remzi Kitabevi

Yörükoğlu,Atalay (1978) Çocuk Ruh Sağlığı Ankara:Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları





(*) Bu yazı ÇAĞDAŞ EĞİTİM KOOPERATİFİ’NİN ÇAĞDAŞ BAKIŞ dergisinin 3. sayısında(Eylül-2009) yayımlanmıştır.

ÇAĞDIŞI BİR DİSİPLİN ARACI: DAYAK


                                          ÇAĞDIŞI BİR DİSİPLİN ARACI: DAYAK *



                                                                                                            Recep NAS



     Giriş           



       Okullarımızda dayağın varlığı yadsınamaz bir gerçektir. Öğrencisinin kafasına yumruk atan, dayak için özel ‘sopa’ yaptıran öğretmenlere rastlanmaktadır (Yavuzer, 1986: 51). Evde dayak olunca, bu, okula da yansımaktadır. Öğrencisini döven öğretmen de bu toplumun ürünüdür, dayak atan aileden gelmektedir (Yörükoğlu, 1983:113). UÜ Eğitim Yüksekokulu çıkışlı bir öğretmenin mektubundan bir örnek verelim:

     “(…) Göreve başladığım gün alışmak için arkadaşımın sınıfına girdim. Bir köşeye çekildim, dinledim. Ders epey ilerledikten sonra birkaç öğrenci kapıyı çalıp içeri girdi. Öğretmen, ‘Neden geç kaldınız, neredeydiniz?’ diye sordu. Çocuklar cevap vermediler. Hava da öylesine soğuktu ki, cevap verecek halleri kalmamıştı. Öğretmen sopayı aldı, hepsinin ellerine vurdu. Minicik ellere vuruldukça acısını yüreğimde duydum. İlerleyen günlerde gördüm ki, çocuklar dayağa alışmışlar. Ben hiç dövmedim. Dövmememe kendi arkadaşlarım bile karşı çıktılar. ‘Dövmezsen başa çıkamazsın, tepene çıkarlar’ dediler. Yıllar yılı dayakla yoğrulmuşlar ki benim dövmememi yadırgadılar. (…) Bir gün bir veli geldi: ‘Hoca’nım., siz benim oğlanı hiç dövmüyorsunuz, dövün ki sizin emeğiniz de boşa gitmesin, benimki de…’ dedi. (…)” (A.H.İ. 11 Mayıs 1987)



     İlkokul Yönetmeliğinin 26. Maddesinde şöyle denilmektedir:

     “Esas olarak ilkokul öğrencilerine maddi veya manevi ceza verilemez. Öğrencilerin davranış bozuklukları, bunlara sebep olan bedeni, ruhi ve sosyal etkenler, araştırma ve giderici tedbirler alınmak suretiyle düzeltilir. Böyle durumlarda öğrenciye ilk ve etkili yardımı yapmak sınıf öğretmeninin görevidir.(…)”         

     Kâğıt üzerinde kulağa hoş gelen bu sözler acaba işlerlik kazanıyor mu? Önemli olan bu, “Yasak” demiş olmak yetmiyor. Dayak olgusu okullardan kapı dışarı edilemediğine göre, yetmediği belli.

   Peki, neden dövüyor öğretmen? Çocukları mı sevmiyor? Çağdaş disiplin anlayışından mı yoksun? Çocuk psikolojisini, çocukların özelliklerini mi bilmiyor? Sınıfında yeterli iletişim ve etkileşim ortamı mı sağlayamıyor? Otorite sahibi olmanın yollarını mı bilmiyor? Nedenler belki bunların birkaçı, belki hepsi… Değilse, neden çocukları dövme gereği duysun öğretmen? Öyle ya, öğrencilerini seven ve sayan, sınıfında olumlu öğrenme ortamı yaratan, öğrencileriyle sıcak ve içten ilişki içinde olan öğretmen dayak gibi yapay disiplin sağlama yoluna başvurma gereği duymaz. Ama saygı bekleyici olduğu sürece disiplin sorunlarıyla karşılaşır. Oysa güçlü kişiliğiyle, sevecen yaklaşımıyla kendiliğinden saygı sağlayıcı olmalıdır. Öğretmen saygı gösterirse saygı görür, severse sevilir.

     Disiplin



     Yol göstermek ve yardım etmek anlamına gelen disiplin, çocuğun sağlıklı gelişimi için gereklidir (Tuncer, 1980: 20). Disiplinin özünde otorite de vardır, özgürlük de… Otoriteyle özgürlüğün disiplinin içinde dengelenmesi gerekir. Demek ki, öğretmen ne otoriter olmalı, ne de otorite boşluğu yaratmalıdır, otorite sahibi olmalıdır. Otorite sahibi öğretmense ‘çocuk merkezli’ disiplin anlayışını benimser. Kendine güvenir, çocuğu tanır. Saygılıdır, anlayışlıdır, hakça davranır. Öğrencisiyle işbirliği yapar, diyalog kurar. Kararları öğrencileriyle birlikte alır, onlara danışır. Öğrencilerinin yanındadır, karşılarında değil (Onur, 1979: 30-32).

     Çocuğun duygularına sınır konulmamalıdır. Çünkü bastırılan duygular olumsuz duygular olarak dışa yansır. Çocuğa söz hakkı tanınmalıdır. Öğretmen öğrencisiyle diyalog kurabilmeli, ikisinin konuşmaları iki ayrı monoloğa dönüşmemelidir. Çocukla konuşurken onu dinlemek ve anlaşıldığını hissettirmek çok önemlidir. Davranışlara sınır konurken de neyin, neden, nasıl yapılması gerektiği belirtilmelidir, neyin yapılmayacağı değil. Bir başka deyişle, emirler olumlu ve hedef gösterici olmalıdır. Neden öyle yapması ve davranması gerektiğini, kuralların gerekçelerini anlamalıdır çocuk. Yasak ilgi çeker, olumsuz emir tepki yaratır, yapılmaması gerekeni yinelemeye iter çocuğu. Kurallar akla uygun ve kolayca uyulabilir olmalıdır.

     Özdenetim, en etkili disiplin aracıdır (Yörükoğlu, 1978: 162). Çocuk kendini denetleyip yönetebilmelidir. Ama özdenetim yeteneği baskı altında gelişmez. Çocuk doğru olanı, öğretmenden korktuğu ya da ödül beklediği için değil, içten gelen bir istekle yapmalıdır; yanında öğretmen olmadan da uygun biçimde davranmalıdır. Öğretmenden korkmamalıdır çocuk, korkunun olduğu yerde öğrenme gerçekleşmez. Dayağa ilişkin yapılan araştırmalara göre “Öğretmen dayağı ve aşağılayıcı davranışlar arttıkça öğrenci başarısı düşmektedir.” (Yörükoğlu, 1983: 113)

     Çevre, çocuğa göre düzenlenmelidir. Çevrenin denetim alınması, disiplin sorunlarını en aza indirir. Çocuk hareket varlığıdır, unutulmamalıdır bu. Sessizlik ve hareketsizlik içinde hiçbir yetenek gelişmez. Okulda yeterince oyun alanı ve aracı olmalıdır. Çocuklar hareket gereksinmelerini uygun yollarla gidermelidirler. Değilse, daracık koridorlarda itişip kakışırlar.

                                                    

    Dayak



     Önce şunu belirtelim ki, önemli olan ceza vermeyi gerektirmeyecek bir ortamın yaratılmasıdır. Çünkü, ceza, olumsuz davranışı geçici olarak önler. Cezanın baskıcı etkisi kalkınca olumsuz davranışı büyük bir olasılıkla yineler çocuk. Olumsuz davranışından ötürü çocuğu şiddetle cezalandırmak sorunu daha da çözümsüz kılar. Her olumsuz davranışın altında bir ya da birçok neden vardır. İlgi çekmek isteyebilir, kendine yönelik baskıyı ‘protesto’ edebilir. Öğretmenin görevi – İlkokul Yönetmeliği’nde de belirtildiği gibi – bu nedenleri araştırıp ortaya çıkarmak, sorunun çözümü için çocuğa ve ailesine yardımcı olmaktır. Ama öncelikle bedensel, zihinsel, toplumsal, duygusal yönleriyle çocuğu tanımak gerekir. Ailesini de tanımak gerekir, çünkü çocuk ailesinin ürünüdür, aile içi sorunları okula taşır. Anasızlığını, babasızlığını, üvey ana ya da baba elinde oluşunu, ana-baba geçimsizliğini, ana-babanın disipline ilişkin tutumlarını… Tüm bunlardan bilinmeden, dolayısıyla çocuğu tanımadan onun olumsuz davranışını cezalandırmak ateşi külle örtmeye benzer.

     Çocuk, okuldaki başarısızlığı nedeniyle de dövülebilmektedir. Oysa öğrenciler arasında yetenek, güdülenme, anlama gücü bakımından bireysel farklılıklar vardır. Her çocuğun öğrenme biçimi, süresi, hızı farklıdır. Onun için her çocuğa öğrenme fırsatı tanımak, öğretimin niteliğini artırmak gerekir. Çocukları aynı düzeyde var sayıp hepsinin aynı uyarıcılarla aynı sürede öğrenmelerini istemek, sonra da başarılı-başarısız diye ayırmak çağdaş eğitim anlayışıyla bağdaşmaz (Ertürk,1984: 89).

     Okuldaki başarısızlığı nedeniyle çocuğun ‘tembel’ diye suçlanması yanlıştır. ‘Tembellik’ bir ‘hata’ değil, bir sonuçtur (Yavuzer, 1986: 87). ‘Tembellik’ birçok nedenden kaynaklanabilir. Kaldı ki, öğretmen, başarısızlık karşısında öncelikle kendi uygulamalarını,

kullandığı yöntemleri, çocuklarla ilişkilerini gözden geçirmelidir, özeleştiri yapmalıdır.  

     Okul başarısızlığının birçok nedeni olabilir: Görme ve işitme yetersizliğinden, yeterince güdülenmemiş olmaya kadar… Çocuğun, dövmekle çalışması, başarılı olması sağlanamaz. Guy Jacquin’in (1964: 38) dediği gibi, hiçbir hekim hastasını döverek iyileştirmez.

     Dayak onur kırıcı bir olgudur. Döveni de küçültür, dövüleni de… Çocuğun özdenetim yeteneği kazanmasına yardımcı olmaz. Dövülmekle doğru yola yönelmez çocuk. Dayak bir anda yararlı gibi görünür. Oysa olumsuz davranışı yapma eğilimi çocuğun içindedir yine. Dayak sorunu çözmez, çocuğu kısa bir süre sindirir ancak. Öfkesini içine atıp çocuğun kin tutmasına yol açar. Dayak yiyen çocuk itaatsiz olur (Yavuzer, 1986: 50).

    Dayak olumsuz davranışın ne olduğuna, yerine hangi davranışın konulabileceğine ilişkin çocuğa hiçbir ipucu vermez. Dayağın etkisi acısı geçene kadardır. Dövülen çocuk özeleştiri yapma gereği duymaz. İçe dönük olması gereken hesaplaşması, dövülünce dışa, dövene yönelir. Olumsuz davranışının sonuçlarını görüp kendini eleştireceğine döveni suçlar. Başka bir deyişle, dövmekle çocuğa, yaptığı davranışının olumsuz sonuçlarını düşünmesine olanak tanınmamış olur. Dövülerek davranışının karşılığını ödediğine inanan çocuk, o davranışı çekinmeden yineleyebilir, ‘dayağa kaşınır’. Kendini denetleyip yönetemediğinden dayağın etkisi geçince yine bildiğini okur. Dayağın yoğun olduğu okullarda öğrenciler araç-gereç ve eşyalara zarar vermektedirler (Yörükoğlu, 1983: 113).

     Yinelendikçe dayağın etkisi azalır. Çocuk dayağa alışır, gittikçe ‘dayak arsızı’ olur çıkar. Bile bile kötü davranır. “Nasıl olsa vuracakları iki tokat” der, umursamaz. Öğretmen de dövmeye alışır, ikide bir eli kalkar iner.

     Hans Zulliger (1934: 31), çocuklara dövüldüklerinde neler hissettiklerini sorar. Çocuklardan birinin yanıtı şöyle:

     “Mektepte dayak yediğim zaman umurumda değildi, pek çabuk unutuyordum. Haykırıyor, tepiniyordum, hareketlerim arkadaşlarımı güldürüyordu. Acı duymaya alışmıştım, kendimi alıştırmak için sık sık saçımı çekiyordum. Yahut da bana vururlarken kendimi hiç korumuyordum.”

     Dayak tasarlanmaz, öfkeli bir anda atılır. Onun için sınırı belirlenemez. Nitekim öğretmenin döverek öğrencisinin dalağını parçaladığına ya da ölümüne neden olduğuna ilişkin haberlere gazetelerde rastlanabilmektedir. Yalnız şu var: Öğretmen de zaman zaman öfkelenebilir. Öğrencileriyle arasında sevgi bağı kurmuşsa bunu anlayışla karşılar öğrenciler. Ama öğretmenin tepkileri ölçülü olmalı, aşağılayıcı olmamalıdır. Öfke çocuğun kişiliğine yönelmeyecek biçimde boşaltılmalıdır. Öğretmen, öfkenin zararsız biçimde nasıl boşaltılacağına ilişkin örnek olmalıdır. En güçlü öğretme yolu iyi örnek olmaktır. Çocuklar, büyüklerin sözlerini değil, davranışlarını benimserler. Çocukların davranışlarını, tutumlarını büyük ölçüde yetişkinlerin davranışları, tutumları belirler. Dayak doğru yolu gösterme aracı olamaz.

     Dövmenin belki de en kötü yanı şu: Dövülen çocuk dövmeyi öğrenir. Şiddet şiddeti besler. Çocuk da gücü yeteni döver, sorunları saldırganlıkla çözmeye çalışır. Yukarda değinilen Hans Zulliger’in sorusunun benzerini biz de ilkokul 4. ve 5. Sınıf öğrencilerine sorduk.   Yanıtlardan biri şu:

     “Geçen senelerde bir gün öğretmenimiz bir soru sordu, ben bu sorunun cevabını veremedim. Bunun için öğretmen beni dövdü. Ben arkadaşlarımın yanında çok utandım. Ama öğretmenim haklıydı. Ben evde öğretmenin verdiği ödevi okumadım. Öğretmen beni bir ayağımın üzerinde tuttu.

     Dövülürken içimden okula gelmek ne zor diye düşündüm. Öğretmenimizin ne fena olduğunu düşündüm. Okulumuza başka öğretmen gelmesini düşündüm. Öğretmenim benim bir küçüğüm olsa bende onu döverim diye düşündüm. Eğer bir küçüğüm olsa ben de onu dövmek istedim. Ona içimden sövdüm.”

     Dövmek güçlülük değil, güçsüzlük belirtisidir. Dayağa başvuran kişi güçsüzdür, güçlü görünmeye çalışmaktadır. Oysa öğretmen güçlü kişiliğiyle, saygı ve sevgi dolu yaklaşımıyla saygınlık kazanmalıdır ki, öğrencileri onu benimsesinler, onunla etkileşim sürecine girsinler. Bu sözler iki kız öğrencimin (H. Y. , S. G.) birlikte yazdıkları mektuptan (1987) : “Bizden önceki öğretmenler çocukları çok dövüyorlarmış. Biz iki arkadaş çocukları hiç dövmedik. Köyde ‘dövmeyenler öğretmenler gelmiş’ diye duyulunca öğrenci sayımız her gün arttı.”

     Sınıfın birinde Atatürk Devrimleri işlenirken çocuklardan biri “Öğretmenim”, diyor, eskiden öğretmenler dövüyorlarmış falakayla, şimdi dövüyorlar sopayla” İşte bir öğrencinin okula ve öğretmenlere bakışı…

    Bir de ‘sözle dövmek var. İlkokul Programı’nda da belirtildiği gibi çocuklara ‘aptal’, ‘beceriksiz’ vb. aşağılayıcı sözler söylenmemelidir. Bu gibi sözler çocuğun kendine olan güvenini sarsar. Dahası, çocuk bu sözleri kendine mal eder.

     Kısacası, çocuğun sağlıklı bir kişilik ve sorumluluk bilinci kazanması; yapıcı, yaratıcı, kendini denetleyip yöneten, kendine güvenen bir birey olması için çalışılan bir eğitim ortamında dayağın yeri yoktur.



                                                KAYNAKÇA



Ertürk, Selâhattin (1984) Eğitimde ‘Program’ Geliştirme Ankara: Yelkentepe Yay.

Jacquin, Guy (1964) Çocuk Psikolojisinin Ana Çizgileri (Çev. Mehmet Toprak) İstanbul:

     Remzi Kitabevi

MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI (1979) İlkokul Programı

Onur, Bekir (1979) “Disiplin Kavramı” Ankara: Eğitim ve Bilim dergisi Cilt: 3 Sayı: 17

     TED Yay. (25-33)

Tuncer, oya (1980) “Çocuk, Aile ve Çevresi” Çocuk ve Eğitim Ankara: TED Yay.

Yavuzer, Haluk (1986) Ana-Baba ve Çocuk İstanbul: Remzi Kitabevi

Yörükoğlu, Atalay (1978) Çocuk Ruh Sağlığı Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yay.

______________  (1983) Değişen Toplumda Aile ve Çocuk Ankara: Aydın Kitabevi

Zulliger, Hans (1934) Mektepte Psychanalyse (Çev. H.Hüsnü) İstanbul: Resimli ay Matbaası



(*) Bu yazı Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakülteleri Dergisi’nde (1988, Cilt: 3 Sayı: 1) yayımlanmıştır.


İLKOKULLARDA ÖDEV


                                         İLKOKULLARDA ÖDEV (*)

                                                                                     
                                                                                                                           Recep Nas

                                                                                







     Öncelikle, kısaca da olsa, öğrenme olgusuna değinmeli. Öğrenme kişiseldir, öğrencinin işidir. Çağdaş okulda öğretmenin görevi öğrenme ortamı hazırlamaktır, kılavuzluk etmektir. “Öğretmen, çocuklara ders vermekten çok, onları kendi kendilerine çalışmaya ve öğrenmeye alıştırdığı derecede başarı sağlamış olur” (İlkokul Programı, 1968: 323) Öğrenme yollarını öğrenmelidir çocuk. Bir başka deyişle, gerek duyduğunda hangi bilgiyi nerde, nasıl sağlayabileceğinin yöntemlerini öğrenmeli. Çocuklar, gereksinmelerinden kaynaklanan amaçlar doğrultusunda gözleyerek, inceleyerek, araştırarak, eleştirel okuma yoluyla, kısacası, etkinlik içinde öğrenmelidirler. Etkinlik öğrenmenin baş koşuludur. Etkinliğin olmadığı yerde öğrenme de yoktur.

     Çocukların ne öğrendiklerinden çok nasıl öğrendikleri önemlidir. Bilgi çocuğun malı olmalı, bilgiyi özümsemeli çocuk. Neden, nasıl öyle olduğunu anlayarak öğrenmelidir. Ezberlemek öğrenmek değildir. Çocuk ezberleyip söyleyebilir ama anlamaz. Doldurulmuş kafalara değil, iyi oluşmuş kafalara gereksinmemiz var. “Çocuğun belleğine birtakım faydasız bilgiler yığmak yerine ilgisine ve ihtiyacına cevap veren bilgilerle davranış değişikliğini sağlamak gerekir.” (İlkokul Programı, 1968: 13) Bilgi amaç değil, araçtır. Amaç, bireyde olumlu yönde davranış değişikliği yaratmaktır. Bu amaca götürmeyen bilgi yüktür. Yeteneği de zekâyı da geliştiren bilginin kendisi değil, o bilginin nasıl, hangi yöntemle elde edilmiş olmasıdır (Enç,1981: 206)

     İşte ödev bu bağlamda önem, değer kazanmaktadır. Bireysel olarak ya da küme çalışmaları yoluyla gereksinmeleri, ilgileri yönünde öğrenme yöntemlerini uygulayarak öğrenmelidir çocuklar. Öğrencidir, etkin olması gereken. Öğretmen bilgi aktarıcı değil, çocuğa kılavuzluk eden kişi olmalıdır. “Öğretmenin vazifesinin münhasıran talebeye malûmat kazandırmak değil, belki onların kendi kendilerine malûmat kazanmalarına yardım etmek olduğunu gayet

iyi idrak etmesi lâzımdır.” (Antel, 1952: 205)

     Alıcıgüzel’e (1979:282) göre “Ödev, işlenmekte olan konunun geliştirilmesi amacıyla öğretmenin kılavuzluğu altında öğrencilerce yapılan çalışmalardır.” Eğitim Terimleri Sözlüğü’nde (Oğuzkan, 1974: 130) şöyle tanımlanıyor ödev: “Tek bir öğrenciye ya da bütün bir sınıfa üzerinde düşünmeleri ve çalışmaları için verilen konu, sorun, iş.” Kocaçınar’a (1969:201) göre ise, “Bireyin bilgi, beceri ve alışkanlıklarını pekiştirmek veya ilgisi ölçüsünde yeni yeni şeyler elde etmek amacıyla yöneldiği veyahut yöneltildiği faaliyetlere ödev denir.” Anlaşılıyor ki ödev çocuğun öğrenme yollarını kullanmasını, kendi başına çalışıp öğrenmesini sağlamanın bir aracıdır. Öğrenme yalnız okula özgü bir olgu değildir, yaşam boyu sürecektir, sürmelidir. Çocukları birbirinden kopuk, ilişkisiz bilgilerle tıka basa doyurmayalım, acıktıralım. Öğrenmek için de iştah gereklidir. Meraklarını kamçılayalım, isteklendirelim onları. Zekâ, kimi eğitimcilerce ‘merak + isteklendirme olarak tanımlanıyor. Bugünse öğrenme isteği köreltiliyor çocukların, tersine. Öyle yükleniliyor ki çocuklara, öğrenme istekleri kırılıyor. Giderek not almayı, diplomayı amaçlıyorlar, kendilerini yetiştirmeyi amaçlayacaklarına. Diplomaya ya da istedikleri nota kavuşunca da tükeniyorlar. Amaçlarına ulaşmış oluyorlar, kitabı, öğrenmeyi bırakıyorlar. Yörükoğlu’nun (1978: 59) deyişiyle, “Biçime, nota, ezbere önem veren öğretmenler kısa sürede başarılı görünebilirler. Ancak öğrettikleri iğreti ve uçucudur. Öğrenmeyi, gittikçe gelişen bir ilgi olarak ayakta tutamazlar. Araştırıcı ve yaratıcılığa doğru gelişen bir öğrenme sevgisi veremezler.” Yaşam boyu sürmeli öğrenme isteği, çabası. İşte, ödev, yaşam boyu sürecek kendi başına çalışma alışkanlığı kazanmayı sağlayacak bir etkinlik çeşididir.

     Ödev, ilkelerine, tekniğine, amacına uygun olarak verilirse, çocuğun yeteneklerinin gelişmesine, yeni yeni yaşantılar kazanmasına yardımcı olur. Değilse, amacı belirli olmayan ya da çocuğun amacını anlamadığı, bıktırıp usandırıcı ödevler yarar yerine zarar getirir. Çocuğu işten, çalışmaktan, dahası okuldan soğutur. Önünde daha uzun süre okul yaşamı varken olumsuz bir okul kavramı geliştirmesine yol açabilir. Çocuk, not için, cezalanmamak için ya da ödül almak için değil, öğrenme isteğiyle dopdolu olarak çalışmalıdır. Okula sinemaya gider gibi, oyuna gider gibi koşa koşa, sevinçle gitmeli. Ama gereksinmelerine, ilgisine dayanmayan, yalnızca öğretmen istedi diye yaptığı ödevi beğenilecek mi, yeterli bulunacak mı kuşkusuyla, kaygısıyla, ayakları geri geri giderek okula varırsa, çocuk, kişiliği yönünden yara alacağı gibi öğrenmeye karşı da olumsuz bir tutum takınabilir.

     Vermiş olmak için, çocuğu meşgul edeyim anlayışıyla ödev verilmez. Ne yazık ki böyle veriliyor çoğunlukla. Son dersin bitimine yakın ya da zil çaldıktan sonra ayaküstü, bir oldubitti içinde veriliyor. Ne amacı belli, ne sınırı… Kimi çocuk anlıyor, kimisi anlamıyor. Öğretmenin neyi, ne kadar istediği belli bile olmuyor. Ana-baba çocuğu ne ölçüde yardımcı, destek olacağını bilemiyor. Ya hiç yardımcı olmuyor, ilgilenmiyor ya da çocuğun yerine yapıveriyor ödevi. Her iki durumda da tedirgin oluyor çocuk. Birincisinde, ödevi gücünün üzerindeyse başarısızlık, yetersizlik duygusuna kapılabiliyor, Sorulduğunda “Ben yaptım” diyerek yalan söylemek zorunda kalıyor, ikincisinde de. Böylece bir ‘yan öğrenme’ çıkıyor ortaya, yalan söylemeyi öğreniyor. Kaş yapmak istenirken göz çıkarılıyor.

     Ödevi veli istiyor anlayışı var kimi öğretmenlerde. Doğru, veliler gerçekten istiyorlar. Ama bildiğinden, anladığından değil, öylesine. Nasıl ki hasta istiyor diye doktor gereksiz bir ilacı vermiyorsa, veli istiyor diye amaçsız, gelişigüzel ödev verilmez. Ödev konusunda da velileri aydınlatmak gerekir. Bu, İlkokul Programı’nın (s.37-21) öğretmenlere yüklediği bir görevdir.

     Belli bir amacı olmalı ödevin. Öğrencilerin gereksinmeleriyle, ilgileriyle çakışmalı bu amaç. Çocuk amacı anlamalı, benimsemeli. Amaç, öğrencinin olmalı. Zaten hiç kimse bir başkasının amacı için öğrenmez. Öğretmen ödev için de bir ön hazırlık yapmalı, vereceği ödevi planlarında belirtmeli.

     Ödevler çocukların bireysel özelliklerine, ilgilerine, yeteneklerine göre çeşitlendirilmeli. Bireysel özellikler kesinlikle göz önünde bulundurulmalı. Her çocuğa aynı düzeyde, aynı yapıda, toptan ödev verilmez. Zorluk dereceleri değişik, çeşitli ilgilere seslenen ödevlerden seçme özgürlüğü tanınmalı çocuklara. Çocuğun ilgisini çekmeyen ödevler baştan savma iş yapma alışkanlığı kazanmasına yol açabilir. Gönüllü olarak ödev yapmaları için de isteklendirilmeli çocuklar (Baymur, 1967: 130). Öğretimin bireyselleştirilmesi gibi ödevler de bireyselleştirilmelidir.

     Çocukların gelişim düzeylerine uygun olmalı ödevler. “Öğrencilerin yetenekleri üstünde olan ve çok zaman alan mekanik ödevler onların ruh sağlığını bozar” (İlkokul Programı, 1968: 379) Başarı, başarının üzerine kurulur. Her çocuk yeteneği, gücü oranında başarılı olmanın tadını tatmalıdır.  “Yavaş öğrenen çocuklar da kendilerine uygun işlerde çalışıp bir şeyler becererek başarı kıvancını duysunlar ve zevkle çalışma alışkanlığını alsınlar” (İlkokul Programı, 1968:379) Aynı süre içerisinde tüm öğrencilerin aynı davranışları öğrenmelerini beklememeli,  öğrencileri başarılı-başarısız diye ayırmamalı (Ertürk, 1975: 89)

     Çocuk evini de birlikte getirir okula. Çocuğu tanımak için ailesini tanımak zorundadır öğretmen. Çocuğa, evinin koşullarını bilerek vermelidir ödevi.

     Ödev, çocuğun oynamasına engel olmamalı. Oyun, çocuk için oyalanma değil, çalışmadır zaten. Bir öğretmen, “Oyun oynayacaklarına ödevlerini yapsınlar” demiştir. Derslerin bile oyunlaştırılması gerekirken çocukların oyun gereksinmelerinin yadsınması çok acı bir olgudur. Oynamalı çocuk, hem de bol bol. Oyun, çocuğun işidir, mesleğidir. Oyun içinde çocuk pek çok şey öğrenir, yetişkinliğe hazırlanır.

     Ödevler gereksinmeden kaynaklanmalı, işlenen konunun doğal bir devamı olmalı. Yapay, konudan kopuk olmamalı. Sonradan, geciktirilerek yapılan bir çalışma pek yarar sağlamaz.

    Konular yaşamdan alınıp derslerin sonuçları yaşama bağlanacağına göre (İlkokul Programı, 1968: 14/13), ödevler de öğrenilenleri yaşamda kullanmaya, uygulamaya elverişli nitelikte olmalı. Böylece çocuklar hem bilgilerini pekiştirirler hem de öğrendiklerini uygulama becerisi kazanırlar. Çocuklar somut düşünürler, yaparlarsa, yaşarlarsa öğrenirler. Bu nedenle gözleme, incelemeye, denemeye, araştırmaya yönelik ödevler verilmelidir (İlkokul Programı, 1968: 38/26)

     Alıştırma niteliğinde ödevler de verilebilir kuşkusuz, öğrenilenleri pekiştirmek için. Ne ki bunların mekanik olmaktansa yeni durumlara uygulamaya elverişli biçimde düzenlenmesi gerekir. “Kitap ve dergilerdeki bir yazıyı aynen kopya etmek veya sınıftaki çalışmaları tekrar tekrar yazmak gibi sıkıcı ve faydasız ödevler verilmemelidir” (İlkokul Programı, 1968: 38/26) Çocukları yaratıcılığa götürmüyorsa, onları otomatikleştiriyorsa böyle bir çalışmanın ödev değeri yoktur. Örneğin özet çıkarmak ödev konusu olabilir, ama bu öğrenildikten sonra ödev değeri taşımaz artık.

     “Kalıcı izin meydana gelmesi için ne miktar tekrara ihtiyaç olduğunu öğrencinin öğrenme hızı tayin eder. Öğrenme hızı ise öğrencinin zekâsı, mevcut öğrenileri ve güdülenmişliği ile ilgilidir. Fazladan tekrar öğrencide ilgi kaybolmasına ve tatminsizliğe yol açabileceği gibi noksan tekrar da gerginliğe meydan verebilir” (Ertürk, 1975: 98) Demek ki öğrenmenin gerçekleşmesi için belli sayıda tekrar gereklidir, ama ne az, ne de çok. Bunun niceliği çocuktan çocuğa değişir. Burada da ödevlerin bireyselleştirilmesinin, çeşitlendirilmesinin gereği ortaya çıkıyor bir kez daha. “Belirli bir yineleme düzeyi aşıldıktan sonra yinelemenin etkisi önemli ölçüde azalmaktadır. Başka bir deyişle, ne kadar çok yineleme yapılırsa o kadar iyi öğrenilmemektedir. Yineleme ancak belirli düzeyde yararlı olmaktadır. Hatta bu düzeyin aşılması, yinelemenin, yorgunluk ve bıkkınlık yönünden olumsuz etkiler yapmasına da neden olmaktadır” (Enç, 1981: 196)

     Çocuklar, kitap sevgisi, okuma alışkanlığı kazanmalı, okumaktan tat almalıdırlar. Yalnızca ders kitaplarıyla sağlanamaz bu. Okuma etkinliği ders kitaplarının dışına taşmalı. Nitelikli, doğru etkiler veren, eleştirel düşünme yeteneğinin gelişmesine katkıda bulunan, öz ve biçim yönünden düzeylerine uygun masal, öykü kitapları okumalı çocuklar. Bu bakımdan “zevkli, dinlendirici okuma ödevleri vermelidir” (İlkokul Programı, 1968: 38).

     Çocuk ödevini önce kendisi okusun, gözden geçirsin, denetlesin. Bu alışkanlığı kazanmalı, kendi ödevini değerlendirilmeyi öğrenmeli her çocuk (İlkokul Programı, 1968: 5) Ayrıca ödevler kesinlikle öğretmence denetlenmeli, varsa eksiklerin tamamlanması sağlanmalı. Ortak yanlışlar üzerinde durulmalı. Ödevler kimi zaman denetlenip kimi zaman denetlenmezse, bu, çocuğun baştan savma iş yapmasına neden olabilir.

     Şunu da belirtmeli; Amacına, özelliğine göre ödevler sınıfta da yapılabilir, evde de. Sınıfta yapılabilecek çalışmaların eve taşınması gerekmez. Yeni konuların alıştırmaları daha çok öğretmenin kılavuzluğu altında sınıf ödevleriyle yapılabilir.

     Sonuç olarak, ama sınıf ödevleri, ama ev ödevleri yoluyla, çocuk, yöntemli çalışma alışkanlığı kazansın. Araştırıcı, yapıcı, yaratıcı olsun, öğrenmeyi öğrensin. Unutmayalım, ilkokul, öğrenciye bilimsel yöntemlere göre çalışma yollarını öğretecek temel eğitim kurumudur (İlkokul Programı, 1968: 13) Şu da var, eğitimin nihai amacı bireyi mutlu etmektir.





(*) Bu yazı ÇAĞDAŞ EĞİTİM dergisinde (Mayıs 1983 Sayı: 78) yayımlanmıştır.

 

                                     KAYNAKÇA



Alıcıgüzel, İzzettin (1979) İlk ve Ortadereceli Okullarda Öğretim İstanbul: İnkılâp ve Aka  

    Kitabevleri

Antel, Sadrettin Celal (1952) Umumi Didaktik İstanbul: Doğan Kardeş Yay.

Baymur, Fuat (1967) Aritmetik Öğretimi İstanbul: İnkılâp ve Aka Kitabevleri

Enç, Mitat (1981) Eğitim Ruhbilimi İstanbul: İnkılâp ve Aka Kitabevleri

Ertürk, Selâhattin (1975) Eğitimde ‘Program’ Geliştirme 2. Baskı Ankara: Yelkentepe Yay.

Kocaçınar, Muhip (1969) Genel Öğretim Metodu İstanbul: İzmir Eğitim Enstitüsü Ders

    Kitapları Yay.

MEB İLKOKUL PROGRAMI (1968) MEB Yay.

Oğuzkan, A. Ferhan (1974) Eğitim Terimleri Sözlüğü Ankara: TDK Yay.

Yörükoğlu, Atalay (1978) Çocuk Ruh Sağlığı Ankara: Türkiye İş Bankası Yay.