ÖYKÜCÜKLERLE KÖY ENSTİTÜLERİ (*)
Recep Nas
Aşağıya Köy Enstitülerine ilişkin öykücükler (anekdot) yazılmıştır,
yorumsuz…
Bunlar da Okursa Bu İşleri Kim
Yapacak?
Toprak ağası Emin Sazak arkadaşlarıyla ağaçların gölgesinde kuzu çevirip
yerken, ortakçısı Durmuş, oğlu Talip
Apaydın’ı elinden tutup ağanın karşısına çıkarır.
“Ağam, 15 yıldır sana ortakçılık yaptım. Bir karış toprağım yok. Oğlumun
anası öldü. Şuncağızı bir okula ver de okusun, kendini kurtarsın.”
“Bre Durmuş dayı, okursa bu oğlan yarın seni de, Allahı da unutur. Bak
yaşlanmışsın, ver eline kazmayı küreği, çalıştır. Hem bizim işimizi görsün, hem
sana baksın. Bunlar da okursa bu işleri kim yapacak?” ( Erdost, 1987: 10)
Bir Bildiği Vardır
Öğrenci Ali Yılmaz, tarım öğretmenlerinin en yakın yardımcısı… At sırtında çalışma alanlarını dolaştıktan
sonra ahıra uğruyor. Bir süre sonra
kız öğrenciler kümebaşı Türkân Gönenç’le birlikte inekleri sağmak için
geliyorlar. O gün 23 Nisan (1941), bayramlık giysilerini giymişler.
Ali Yılmaz, “Bu giysiler içinde süt sağılmaz. İnekler alıştıkları giysileri, her gün
görmeye alıştıkları insanı, o insanın kokusunu ister. Değilse, huysuzlaşır,
hırçınlaşır. Sağım rahat olmaz, tehlikesi bile olabilir. Huysuzlaşan inek tekme
atabilir, süsebilir, sağılan sütü dökebilir. Onun için gidin, her zaman sağıma
geldiğiniz giysilerle gelin, gecikmeden…”
Yatakhane 1 km. uzakta. Git, gel, gidip yeniden giyin, zor. Öğrenciler
itiraz ediyor. Öğretmen de öğrencilerden yana olunca ufak bir tartışma yaşansa
da sonra kabul ediyorlar, anlaşıyorlar.
Sağımcılar üstlerini değiştirmek için geri döndüklerinde müdürle
karşılaşıyorlar. Müdür soruyor,
“Günaydın arkadaşlar! Nereye, hani süt?”
Onlar da Ali Yılmaz’ın söylediklerini
aktarıyorlar. Müdür,
“Bir bildiği vardır, demek ki doğru olanı bu. Hadi, gecikmeyin. Kolay
gelsin!” (Yılmaz, 1993: 42-43)
Öğrencimiz Anlaşmışsa Mesele Yok,
Elbette Vereceksin Tuğlaları
Hamidiye’de, Mahmudiye’de binaların tuğlalarını öğrenciler yapıyor. Bir
gün ocakta tuğla bitmiş, tuğla taşıyıcılar bunu bina yapımında çalışan Ali Yılmaz’a söylüyorlar. Tuğla
bittiyse, iş de bitti demek. Tuğla yapımı kolay iş değil, zaman ister, ama bina
yapımı duramaz. Ali Yılmaz, bir
koşu, Seydisuyu kıyısındaki Sabri Usta’nın tuğla ocağına gidiyor, ondan 5 bin
(5000) tuğla istiyor. Fiyatta da anlaşıyorlar, bin tanesi on lira…
Ama Sabri Usta bir öğrenciye nasıl güvensin, doğru müdüre gidiyor,
“Ali adında bir çocuk geldi, benimle pazarlık yaptı, bini 10 liradan,
vereyim mi?”
“Pazarlık yapıp anlaşmışsınız, elbette vereceksin… Ali’nin 5 bin tuğlayı
teslim aldığına ilişkin imzalı yazıyı getir, paranı alırsın.” (Yılmaz. 1993:
44)
Azık Torbasında Antigone
İsmet İnönü, Savaştepe Köy
Enstitüsü’nde yanındakilerle gezinirken, boz giysili kümes nöbetçisi bir
öğrenciyi (Hatice Kolukısa) görünce merak
edip azık torbasını açtırıyor. Torbadan peynir, ekmek ve Sofokles’in
Antigone’si çıkıyor. İnönü, yanındaki 2.
Ordu Komutanı Abdurrahman Nafiz Gürman’a “Paşam, bu klasikler yeni çıktı. Bak,
benim çocuklarım Antigone’yi okuyor. Bir gün köylü, kentli, erler, paşalar da
böyle bir kitabı kumanyasına katarsa Türkiye işte o gün kurtulur” diyor.
(Aktan, 2014: 56-57 Cimi, 2001:163)
Enstitü Öğrencileri Okuyordu
İlhan Başgöz (2017: 158)
anlatıyor: “(…) Biz, Dil-Tarihi’in solcu gençleri, bir gün Hasanoğlan Köy
Enstitüsü’nü ziyarete karar verdik. 1946 yılı olacak. (…) O yıl Niyazi Berkes, Harold Lasky’den Sosyalizm
adlı küçük bir kitap tercüme etmişti. Lasky, İngiliz İşçi Partisi’nin önde
gelen teorisyenlerinden biri olduğu için kitap Türkiye’de yasaklanmamıştı.
Bizler de kitabı heyecanla okumuştuk. Köy Enstitüsüne gidince elbet gösteriş
yapacaktık. Kitabı cebimize koyduk, trene atladık, ver elini Hasanoğlan…
Enstitüde herhalde bir bayram günüydü. Açık bir alanda kendilerinin çaldığı
mandolinlerin eşliğinde öğrencilerin halay çekişini hayranlıkla seyrettik. Rus
yazar Çehov’un Vişne Bahçesi oyununu
öğrenciler sahneye koymuştu, kendileri oynuyorlardı. Bu derece başarılı
oyuncuları bir konservatuvarda görmemiştik. Bir kafeteryada oturduk, sohbet
ettik. Şişine şişine cebimizdeki Sosyalizm
kitabını çıkarıp gösterdik. Acaba görmüşler miydi? Bizi şaşırtan bir şey
oldu. Öğrenciler kitabı sadece
okumamışlar, sınıfta tartışmasını da yapmışlardı. İyice bozulmuştuk. Enstitü
öğrencileri okuyordu (…).”
İnsan kazanmak Zor, İnsan
Yitirmek Kolaydır
M. Rauf İnan (1984: 40-41)
anlatıyor: “Bir ara enstitünün Hamidiye bölümünde, öğrencilerin eşyasında
yitikler başladı. İlk cumartesi toplantısında bu durum yeğin yakınma konusu
oldu. Çözüm arandı, tek kişi kalmamacasına bütün öğrencilerin isteğiyle ve oy
birliğiyle yatakhanelerde eşyalarının aranması kararlaştırıldı.
Müdür Yardımcısı Tahir Erdem’le
Tarımbaşı Mustafa Şölen bu işi
üstlenmişlerdi; ancak önceden kalem kalem saptanmış bu yitikleri ikisinden hangisi bulursa kimin eşyası arasında çıktığını
öbürüne bildirmeyecekti.
Aramada Sayın Erdem yitiklerin (…) hangi öğrencinin eşyası arasında
bulduğunu yalnız müdüre bildirmişti.
Hafta sonu toplantısında kimi
öğrenciler bu yitikleri almış olanın cezalandırılmasını; kimisi enstitüden
kovulmasını, birkaçı da adının açıklanmasını önermiş, buna karşı çıkanlar da
cezanın bir önleyici, caydırıcı etkisi olmadığını, binlerce yıldan beri hiçbir
olumlu sonuç sağlanamadığını, enstitünün bir eğitim kurumu olduğunu, öğretmen
yetiştirdiğini, bunun için bu sorunu eğitim görüşü ve tutumuyla karşılamak
gerektiğini savunmuşlardır. Bu düşün onay gördü.
Yitiklerin eşyası arasında
bulunan öğrenci, sonradan ileri öğrenimini de yapmış, uzun yıllar müfettiş
olarak çalışmış, en küçük bir yanlış davranışı olmamıştır.”
Dayak mı, Asla!
İsmail Hakkı Tonguç’a bir veli
çocuğunun dövüldüğünü söyler, yakınır.
Daha önce öğrencilerin dövülmeyeceğine ilişkin genelge (13.12.1943)
gönderen, bu genelgenin öğretmen ve öğrencilere üç kez okunmasını isteyen
Tonguç için işin daha da acı olan yanı, yakınılan öğretmen, öğrencisi Osman Yalçın’dır. Tonguç hemen
Pamukpınar (Yıldızeli) Müdürü Şinasi
Tamer’e mektup (02.01. 1946) yazar.
1. Osman Yalçın, bütün
öğrencilerin karşısında dövdüğü çocuktan özür dileyecek.
2. Bir
daha dövmeyeceğine ilişkin namus sözü verecek.
3. Bunların
yapıldığını belgeleyen bir tutanak tutulacak, Osman Yalçın da imzalayacak, bu tutanak kendisine gönderilecek.
4. Osman
Yalçın özür dilemezse, çekilme (istifa) dilekçesini yazıp gönderecek.
Ama sonradan bunun bir yalan, düzmece olduğu, Osman Yalçın’ın öğrenciyi
dövmediği anlaşılır. Bu kez Tonguç bir mektup (22.01.1946) daha yazar:”(…)Benim
size yazdığım mektupta geçen hüküm çok sertti. Bunun içinden nasıl çıkacağınızı
düşünerek mütemadiyen üzülüyordum. Keşke şikâyetçinin iddiası doğru çıkmasa da
bizimkiler suçlu olmaktan kurtulsalar diyordum. (…) Geçmiş on beş yirmi gün içinde sizi belki kendimden çok üzdüğüm için
kusura bakmamanızı rica ediyorum. (…)Senin ve Osman’ın gözlerinden çok çok
öperim.” (Tonguç, 1999: 164-165, 172-173)
Bir Daha Vurursanız Ben de Vururum
Öğrenci (H. Hüseyin Yılmaz) tavlada nöbetçi, üstelik bütün gece bir ineğin
doğumuna yardımcı olmuş, uykusuz… Dersten sonra dere kıyısındaki bir ağacın
gölgesinde uykuya dalmış. Oradan geçen bir öğretmen öğrenciyi bağırarak
uyandırıyor.
-Neden kalkıp selamlamadın, ben öğretmen değil miyim?
-Uyuyordum, sizi görmedim.
-Yalan söylüyorsun. Gördün, uyuyor numarası
yaptın.
-Ben yalan söylemem.
-Ben mi söylerim?
-Onu bilmem…
Öğretmen bir tokat atmış, öğrenci de “Bir daha vurursanız ben de
vururum” demiş. Öğretmen” Küstah! Bana gözdağı mı veriyorsun…” diyerek bir
tokat daha atmış, öğrenci de ona tokatı yapıştırmış, hem de kaç tane…
Öğretmen yüzü gözü mosmor müdüre (M.
Rauf İnan) gidiyor, “Bu öğrenciyi okuldan uzaklaştırmazsanız, ben de çeker
giderim” diyor. Müdür öğrenciyi de dinledikten sonra öğretmene şunları
söylüyor: “ Beni müdür gibi değil, bir ağabey gibi dinle. Çok gençsin, onurun
var. Ama aynısından bu çocuklarda da var. Yarın onlar bizim meslektaşımız
olacak. Kusurları olabilir, onları eğitim yoluyla düzelteceğiz. Dövmek bunu
sağlamaz, daha ters sonuçlar verir.” (İnan, 1988: 25-26)
Okusunlar da Bizi Öldürsünler mi
İstiyorsun?
İsmet
İnönü
yurt gezisine çıkıyor, Tonguç’un
yanı sıra Reşat Şemsettin Sirer de
çağrılı. Gidilen yerlerdeki Köy Enstitüleri de geziliyor. Küçük bir istasyonda
durulunca Sirer, Tonguç’a sormuş,
-Hakkı Bey, bu köylü çocuklarını neden okutmak istiyorsun?
-Ne demek! Nasıl okutmayız, elbette okutacağız.
-Okusunlar da bizi öldürsünler mi istiyorsun?
Trene binilince, ismet İnönü, Tonguç’a,
-Hakkı Bey, nedir bu durgunluğunuz, bir şey düşünüyorsunuz galiba…
-Paşam, köy çocukları okurlarsa
acaba bizi öldürürler mi diye düşünenler var.
-Keşke… Keşke okusalar da ilkin beni kesseler… (Mustafa Ekmekçi, Cumhuriyet, 09.04.1990)
Ziraat Marşı
Yıl 1946, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü, seçimden sonra… Mehmet Başaran (2003: 73-75) anlatıyor:
“Uygulama okulu önünde arabalardan yeni TBMM Başkanı Kâzım Karabekir, yardımcıları Şemsettin
Günaltay’la Feridun Fikri Düşünsel
(…) inmişti. Ağır ağır, çalışan
öğrencilere doğru ilerlemeye başladılar. Yüzleri sert, bakışları soğuk, hatta
küçümseyiciydi. “Siz amele misiniz?” (…) Yevmiyeleriniz ne kadar?” gibi acayip
sorular yöneltmişlerdi öğrencilere.
Enstitüye yerli yabancı, her zaman
konuklar gelirdi; çevrelerine beğenerek, şaşarak bakan, yüzleri aydınlık
insanlardı bunlar çoğu zaman. (…) Ama bunların gelişleri, bakışları
bambaşkaydı. Gergin bir hava yayılıvermişti ortalığa.
Uygulanacak plana ilişkin açıklamalar yapan öğrenciye Kâzım Karabekir,
“Yeter!” dedi birden bire, “söyle bakalım, size tarih de okutuyorlar mı?”
“…!!!”
Niye susuyorsun, Size tarih okutuluyor, şerefli mazimizi öğretiyorlar
mı?” diyorum.
Ses tonu, bakışı suçlayıcıydı.
“Soruyu biraz acayip buldum efendim de… Elbette, öbür okullardaki gibi
biz de tarih okuyoruz. Öğretmenimiz Dil-Tarih’ten Doçent Halil Demircioğlu.”
Başkanla yardımcıları beklenmedik bir yanıtla karşılaşmışlar gibi
bakışıp kaldılar. (…)
Feridun Fikri, kararıp duruyordu, hep kendilerinden bir şeyler
gizleniyormuş gibi sıkıntılı bir kuşkuculuğu vardı,,. Paşanın kulağına eğildi.
Karabekir’in kaşları çatılıverdi, sert sert,
“Hakkı Tonguç için bir marşınız varmış sizin, bir de onu söyleyin
bakalım.”
Herkes birbirine bakıp kaldı, kimse öyle bir marş anımsamıyordu.
“Canım, içinde ‘köylü efendimiz’ sözleri geçiyormuş.”
“haa! Anladım” dedi Hürrem Arman,
Ziraat Marşı… Çocuklar, başlayın!”
Sürer eker biçeriz güvenip ötesine/Milletin her kazancı milletin
kesesine/Toplandık baş çiftçinin Atatürk’ün sesine…
(…) Atatürk’ün adı geçmeye başlayınca kesilmesini istedi Karabekir
nedense… Atatürk’ten pek hoşlanmıyordu galiba.”
Biz Amele Değiliz, Öğretmeniz, İş Üretiyoruz
Yıl 1947, haziran ayı… Osman
Bolulu Akpınar Köy Enstitüsü’nü bitirmiş, ama ayrılmamış, yarım kalmasın diye yapı işinde çalışmayı
sürdürüyor. O arada bir küme insan geliyor, en öndeki Bakan Reşat Şemsettin Sirer,
“Kolay gelsin!”
“Sağ ol!”
“Sizi yakında amelelikten kurtaracağız.”
Bolulu karşılık veriyor,
“Biz amele değiliz, öğretmeniz, iş üretiyoruz.”
Bakan uzaklaşırken söyleniyor,
“İblis, sen dersini almışsın. Özellikle senin gibileri adam edeceğiz.”
Müdür, Bolulu’ya sesleniyor “İn evladım”. Bolulu kötü bir şey olacağını
sanıyor, inmiyor. Müdür gene seslenince inip müdürün yanına geliyor. Müdür,
gözleri yaşlı, “Sağ ol evladım, sağ ol!” diyerek Bolulu’nun alnından öpüyor,
gözyaşlarını silerken konukları uğurlamak için seğirtiyor. (Makal, 1993: 12)
İki Yular, Biri Sana Biri Bana
Osman Bolulu, komşu köyden
birinin şikâyet dilekçesini yazıyor, köylü bu dilekçeyi kaymakama sunuyor. Her
zaman köylülerin yardımına koşan Bolulu böyle çok dilekçe yazmış, kaymakam onun
yazısını tanıyor artık. Dilekçeyi okuyunca,
“Şu Yerkozlu köyünün öğretmeni eşekoğlu eşek mi yazdı bu dilekçeyi, o
mikrop her taşın altından çıkıyor” diyor.
Köylü, kaymakamın söylediklerini, o gün kasabada olan Osman Bolulu’ya iletiyor. Bolulu hemen
pazara gidip iki yular alıyor, biri sıpa, biri eşek yuları. Gidiyor kaymakama,
kendini tanıtıyor.
“Siz bu ilçenin başısınız. Devleti temsil ediyorsunuz. Bizim
büyüğümsünüz.
“Otur hele hoca, bir derdin mi var?”
“Var ya kaymakam bey…”
“Neymiş, anlat bakalım.”
“İki yular aldım kaymakam bey, biri küçük başlar için, biri de büyük
başlar için…”
“Bana ne senin yularından be!”
“Yok efendim, biri zat-ı âliniz için.”
Kaymakam yanındaki hükümet tabibine dönüyor,
“Hemen bir rapor yaz, bu zıpırı tımarhaneye sevk edelim.”
“Kaymakam bey, siz benim için ‘eşekoğlu eşek’ dediniz mi, demediniz mi?”
“Derim, elbette derim, iş karıştırıyorsun.”
“Ben devletin öğretmeni değil miyim, sizin gibi kamu işi yapmıyor
muyum?”
“Devlet memuru olsan ne olacak?”
“Devletin öğretmeni eşekse, başı olan kaymakam daha büyüğüdür. (…)
O arada-nasıl ettilerse-Osman
Bolulu’nun ilkokul öğretmeni olan ‘maarif memuru’nu (Şimdiki ilçe milli eğitim müdürü) araya
sokuyorlar, iş tatlıya bağlanıyor. Bolulu’yu zorla yemeğe götürüyorlar. Ama o
gene ‘kötü adam’ oluyor, kendi payına düşen parayı ödüyor. (Mahmut Makal, Cumhuriyet, 21.04.1990 – 1993:
12)
KAYNAKÇA
Aktan, M. Asaf (2014) “Fakir Baykurt’la
Akçay’da Bir Akşam” İzmir: Yeniden İmece
dergi-si Temmuz2014 Sayı:42 (56-57)
Başaran, Mehmet (2003) Özgürleşme Eylemi Köy Enstitüleri 3.
Baskı İstanbul: Cumhuriyet kitapları Başgöz, İlhan (2017) Gemerek Nire Bloomington Nire İstanbul: Türkiye İş Bankası kültür Yay.
Cimi, Mehmet (2001) Tonguç Baba Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı
Ekmekçi, Mustafa (1987) “Müdürden
Öğretmene Ders” Cumhuriyet,
20.04.1987
Erdost, Muzaffer İlhan
(1987)”Demokratikleşme Açısından Köy Enstitüleri” Ankara: abece dergisi Nisan 1987 Sayı: 13 (6-10)
İnan, M. Rauf (1984) “Köy Enstitülerinde Demokratik
Eğitim, Kişilik Eğitimi” Ankara: Eğitim
ve Bilim dergisi Sayı: 49 (40-41)
_____________ (1988) Bir
Ömrün Öyküsü 2 Köy Enstitüleri ve Sonrası Ankara: Öğretmen Yay.
Makal, Mahmut (1993) “Köy Enstitülü Bir
Ozan Osman Bolulu” abece dergisi
Nisan 1993 Sayı: 80 (12-15)
Tonguç, İsmail Hakkı (1999) Mektuplarla Köy Enstitüsü Yılları
(1936-1946) (Haz. Engin Tonguç) 3. Baskı Ankara: Güldikeni Yay.
Yılmaz, Ali (1993) “Çifteler Köy
Enstitüsü’ndeki Öğrencilik Yıllarımdan iki Anı” Ankara: Çağdaş
Türk Dili dergisi Nisan 1993 Sayı: 62 (42-44)
(*) Bu yazı Çağdaş Türk Dili dergisinde (Nisan
2020 Sayı: 386) yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder