16 Ekim 2019 Çarşamba

TATLI DİL

                                                          TATLI DİL (*)

                                                                                                                     Recep Nas

        Sözel iletişimin iki boyutu var: anlatma ve anlama… Anlatırız, bunu konuşarak, yazarak yaparız. Konuşulanları dinleyerek, yazılanları da okuyarak anlarız.  Sağlıklı, etkili bir iletişim için bu dört becerinin de kazanılması gerekir, değilse anlaşmazlıklar, yanlış anlamalar, kırgınlıklar, kısacası iletişim kazaları ortaya çıkar. Herkes için geçerli bu, mesleği, çalıştığı alan ne olursa olsun… Yeri gelir anlatan olur, yeri gelir anlayan olur.

     Biz konuşma üzerinde odaklanalım. İnsanın, can kulağıyla dinlenilmesi, bu da yetmez, tam ve doğru anlaşılması için doğru, düzgün konuşması gerekir, hele bir de etkili konuşursa tadından yenmez. Konuşma yalnızca anlatım aracı değil çünkü, dinlemeyle bütünleşince anlaşma aracıdır da… (Taşer, 1982) Konuşma yetkinliği, H.A. Overstreet’in dediği gibi, kişiliği de, düşünsel gelişimi de belirleyen ana etmendir (Özdemir, 1986: 15) Doğru, düzgün konuşmak için birincil koşul, çok okumak… Okudukça insanın sözcük dağarcığı zenginleşir, düşünme gücü gelişir, derinleşir. Bilgili olmalı, bu da ikinci koşul… Söyleyeceği sözü, konuşacağı ‘bir şeyleri’ olmalı. İnsan konuşacağı konuda fazlaca bilmeli ki, bazılarını unutsa bile aklında kalanlarla akıcı, dinleyenin tat alacağı biçimde konuşabilsin. Dahası, iyi konuşma örneklerini dinlemeli, tabii ki- beceri yapıla yapıla kazanılacağına göre- konuşmalı…     

     Ne ki bir yapıcı konuşma var, bir de yıkıcı… Yapıcı konuşma insanı yaklaştırır, çeker. Yıkıcı konuşmaysa insanı uzaklaştırır, kaçırtır. Yıkıcı konuşan en son bile söylenmeyecek olanı en başta söyler, öyle söyler ki, ineğe buzağısını attırır.

     Nasıl yeri geldiyse, bir derste, en son bile söylenmeyecek olanı başta söylemek çok daha   kötü, çok daha yanlış, dedim. Bu sözüm üzerine bir kız öğrencim sessizce, için için ağlamaya başladı, gözyaşları sicim gibi yanaklarından süzülüyordu. Dersten çıkınca göz göze geldik. Yanıma geldi, hocam konuşabilir miyiz, dedi. Yorgunum, hemen yemeğe gidip gelecek kadar vaktim var. Ateşim de var, üstelik yeniden yükseldi. Ama nasıl hayır derim. Zaman ayırdım, dinledim.

     Sonda söylenmeyecek olanı bile ilkin söyleyen öz annesiymiş. Özlemiş ailesini, hafta sonu gitmiş. Ama annesi açmış ağzını yummuş gözünü, söylenmiş durmuş, suçlamış hep.

     Şu sözleri annemden çok duyardım:

     *Üç yutkun bir söyle

     *Söylediğini ilkin kulağın duysun

    *Küçük seninle konuş (Sakin konuş, bağırma)

  Leylâ Navaro (2003: 117), bir mimarı anlatıyor. Bilinir, mimarın işlerinin bir ucu belediyede. Bu mimar belediyedeki işleri çabucak olsun diye kızıp bağırdıkça, işiniz bu, göreviniz, yapacaksınız diye ikide bir çalışanlara çıkıştıkça, inadına işi yürümüyor, bir yerde takılıp kalıyor. Bugün git, yarın gel deniyor, git gel işi bitmiyor. Bu arada mimar ‘insan ilişkileri’ seminerine katılıyor. Seminerdeki eğitim ilerledikçe ayırdına varıyor ki, belediyede çalışanlar da saygı duyulması gereken insanlar… Sonrasında yaklaşımını değiştiriyor, güler yüz gösteriyor, hal hatır soruyor, teşekkür ediyor. Hayret, günlerdir aksayan, tıkanan işleri çabucak sonuçlandırılıyor. Yaa, atalarımız boşuna dememiş, tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır diye.

     Dale Carnegie, postanede sıra beklerken görevlinin mektup tartmaktan, pul vermekten, para alıp üstünü vermekten yorulduğunu gözlemliyor. Bu insana güzel bir şey söylemeliyim diyor, ama sözüm inandırıcı olmalı. Dikkatlice baktığında saçlarının çok güzel olduğunu ayrımsıyor, bunu söylüyor. Söyler söylemez görevli canlanıyor, yorgunluğunu üzerinden atıveriyor, gülümseyerek “Eskiden daha da güzeldi” diyor (Akt. Işık, 2004: 78).

     Televizyonda bir belgesel  (Zihin Oyunları) izledim. Kafeteryanın kasiyeri olan kadın –deney gereği- tüm müşterilerine para üstünü fazla veriyor. Ama kimine güler yüz gösterip güzel sözler söylüyor, kimine soğuk, kaba davranıyor. Güler yüz gösterdikleri fazla parayı dönüp geri veriyorlar, öbürleriyse –fark etseler bile – parayı ceplerine atıp gidiyorlar.

     Dilbilimci, çevirmen Mîna Urgan (1915-2000), yaşamının son yıllarında yazdığı çok satılan ‘Bir Dinozorun Anıları’ adlı kitabında anlatmıştı. Arnavutköy Amerikan Kız Kolej’inde okurken bir öğretmenin yüzüne sertçe “sizden nefret ediyorum” diyor. Öğretmen sıcacık, yumuşacık bir sesle, “ama neden?” diye soruyor. Mîna Urgan’ın bu sakin, sevecen duruş karşısında söyleyeceği bir sözü yok, ağlayarak oradan kaçıyor.             

     Denir ya, hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa… Konuşa konuşa, ama ne söyleneceğinden daha önemli olan, nasıl söyleneceği…

     Bir kral geleceğini merak etmiş, “Bana bir bilici (kahin) bulun” diyor. Arayıp, sorup soruşturup bir bilici buluyorlar. Bilicilerin önünde bir küre olur ya, ona bakıyor. Durum kötü, kralın ömrü azalmış, yakında ölecek. Bilici gördüğünü- sözünü sakınmadan- söylemiş.

     “Kralım yakında öleceksiniz!”

     Kral bozuluyor, böyle bir sözü kimse duymak istemez, kral da… “Uçurun kellesini” diyor, “bana doğru dürüst bir bilici bulun.” Başka bir bilici bulup getiriyorlar, o da bakıyor küresine, sonuç aynı, kral yakında ölecek. Ama o şöyle diyor, 

     “Kralım, müjdemi isterim. Siz Tanrının sevgili kulusunuz. Tanrı size evlat acısı göstermeyecek.”

     Bu sözler kralın çok hoşuna gidiyor, kese kese altın veriyor ona.

     Bir öykücük daha… Bir kralın düşünde (rüya) otuz iki dişi birden dökülüyor. Hayırlı olsun deyip getirtilen ‘düş yorumcusu’na düşünü anlatıyor. Yorum şöyle,

     “Kralım yakınlarınızın hepsi ölecek, siz yalnız kalacaksınız” Bunun da kellesi gidiyor. Başka bir yorumcuysa,

     “Kralım, siz yakınlarınızın hepsinden çok yaşayacaksınız” deyip altınları kapıyor.                                   

      Yusuf Has Hacib’den iki dize:

     İnsan dilince değişir kader

     Ya yurda baş olur ya başı gider

     Atasözlerimiz de var:

     *Dilin kemiği yok

     *Dilin cirmi (oylum) küçük, cürmü (kabahat)büyük

     *Dil söyler saklanır, baş belaya katlanır

     *İstediğini söyleyen, istemediğini işitir

     Mevlânâ’nın da bir dörtlüğü var:

     İnsanda güzel olan yüzdür

    Yüzde güzel olan gözdür

    Ama insanı insan yapan

    Ağzından çıkan sözdür

   Ama en güzelini Bizim Yunus, Yunus Emre söylemiş (Eyuboğlu, 1981: 58):



    Sözünü bilen kişinin                                                    Kişi bile söz demini

    Yüzünü ağ [ak]ede bir söz                                           Demeye sözün kemini

    Sözü pişirip diyenin                                                     Bu cihan cehennemini

    İşini sağ ede bir söz                                                     Sekiz uçmağ [cennet] ede bir söz



    Söz ola kese savaşı

    Söz ola kestire başı

    Söz ola ağulu aşı

    Balıla yağ ede bir söz



     Beslenme uzmanları tatlıdan uzak durun, diyorlar ya, tatlı dilden değil tabii. Tatlı dil kendine çeker zaten. Tatlı yemesek de tatlı konuşalım, hadi buyurun…



   

                                                   KAYNAKÇA



Eyuboğlu, Sabahattin (1981) Yunus Emre İstanbul: Cem Yayınevi

Işık, Metin (2004) Sizinle İletişebilir miyiz? Konya: Eğitim Kitabevi

Navaro, Leylâ (2003) Gerçekten Beni Duyuyor musun? 9. Baskı İstanbul: Remzi Kitabevi

Özdemir, Emin (1986) Güzel ve etkili Konuşma Sanatı İstanbul: Remzi Kitabevi

Taşer, Suat (1982) “Konuşma Eğitimi” Cumhuriyet gazetesi 26.06.1982





(*) Bu yazı ÇAĞDAŞ EĞİTİM KOOPERATİFİ’nin e-dergisi olan ÇAĞDAŞ BAKIŞ’ta

         (Eylül 2019 Sayı: 32) yayımlanmıştır. (49-50)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder