16 Ekim 2019 Çarşamba

ÖĞRETME- ÖĞRENME SÜRECİNİN BİREYSEL FARKLILIKLARA GÖRE YÖNETİLMESİ

     ÖĞRETME- ÖĞRENME SÜRECİNİN BİREYSEL FARKLILIKLARA GÖRE

                                               YÖNETİLMESİ (*)


                                                                                           Recep Nas

                                                                                  

                                                                  Çocuk eğitimi tüm eğitim sanatı demektir. Ama

                                                             çocuğu sevmek, art düşüncesiz sevebilmek için ilkin onu

                                                            tanımak gerekir.

                                                                                                          Édouard Claparéde



     Eğitim Çocuğu Tanımakla Başlar



     Her çocuk tektir, ayrı bir bireydir, parmaklarının izi gibi eşsizdir, biriciktir, benzersizdir. Her çocuğun kendine göre bir gelişme biçimi, hızı vardır. Başka bir deyişle, her çocuğun gelişimsel yolculuğunun tarifesi farklıdır. Gene her çocuğun öğrenme biçimi, süresi, hızı farklıdır. Çocuklar değişik yöntemlerle, tekniklerle, değişik sürelerde öğrenirler. Bundan ötürü eğitim-öğretim çalışmaları çocuğu tanımakla başlar. Özsoy’un (1976: 11) dediği gibi, “Çocuk hakkında ne kadar çok ve ne kadar doğru bilgi sahibi olursak onun eğitimiyle ilgili olarak o kadar iyi karar verebiliriz.”

     Demek ki öğretmenin birincil görevi çocuğu tanımaktır, bunun ilk aşaması da çocuk psikolojisini bilmektir. Günçe’nin (1973:164) sözü ne kadar da doğru: “Eğitimciler, çoğunlukla, çocuk psikolojisini iyi bilmedikleri için, çocuğun zihinsel ve duygusal gelişim sorunlarına da eğilemiyorlar. Neyin, nasıl öğretilmesi gerektiğini saptarken de soyut kalıyorlar; hem de kimden soyutluyorlar kendilerini? Çocuktan…

     Deprem sonrası (1999) İzmit’e atanan bir öğretmenin (Şefika Nurkan Önsoy) anlattıklarından kısa bir alıntı: “(…) Ben burada deprem yıkıntıları arasında anladım, önce insan sonra öğretmen olduğumu… Öğrencilerimi dinlemeyi öğrendim, onların beni pür dikkat dinlemesini istemeden önce. Yoklama fişinde birer ramak değil de insan olduklarını, öncelikle teste değil; ilgiye, sevgiye, güvene ihtiyaçları olduğunu anladım. Birçoğu depremde annesini, babasını veya kardeşini kaybetmiş, enkazdan saatler sonra çıkarılmıştı. (…) Sanki her şey yolundaydı da test sorularımız eksikti, çözülecek… Öğrencilerimi tanıdıkça onlar da beni tanıdı. Zamanla ders anlatmak denilen şeyin bu mesleğin en basit kısmı olduğunu, önemli olan bilgiyi aktarmak için gerekli olan o insani bağı kurabilmek olduğunu anladım. Aramızdaki iletişimin gücü oranında başarı kendiliğinden geliyordu. (…) İnsan psikolojisine bu kadar uzak biri öğretmen midir gerçekten? (…)” (Önsoy, 2009: 22-23).   

     Ne ki çocukların ortak özelliklerini bilmek yetmez, öğretimi bireyselleştirmek için her çocuğun bireysel özellikleri bilinmelidir. Bunun içinse ‘çocukları tanıma teknikleri’ (Gözlem, görüşme, aile ziyareti, sosyometri, bil bakalım kim? vb.) uygulanarak her çocuğun bütün yönleriyle tek tek tanınması gerekir. Sınıfta hiperaktif, dislektik, otistik çocuk - ya da çocuklar - , görme, işitme güçlüğü çekenler olabilir. Böyle özellikli, özel gereksinmesi olan çocuklara tanı koymak öğretmenin işi değil tabii, bu uzmanın işidir. Ama öğretmen böyle çocukların özelliklerini, onlara nasıl davranılması gerektiğini, öğretme-öğrenme sürecinde nelere dikkat edeceğini bilmesi gerekir. Bu çocuklara ‘olumlu ayırımcılık’ yapılabilir. Eşitlik, her çocuğa aynı biçimde davranmak değildir, her çocuğa gereksinmesine göre davranmaktır.

     Öğrencinin Hazır Bulunuşluk Düzeyi Derse Katılımın etkiler



     Önöğrenmeler, belirli bir öğrenme birimindeki davranışların (kazanımların) öğrenilmesini kolaylaştıran önkoşul niteliğindeki öğrenmelerdir. Yeni bir öğrenme bir öncekine dayanır, bir sonrakini hazırlar. Sayı kavramı edinmemiş çocuk dört işlemi yapamaz, dört işlemi bilmeyen de dört işlemi gerektiren bir problemi çözemez. Dolayısıyla öğretmeye nerden başlanılacağının belirlenmesi, çocukların hazır bulunuşluk düzeylerinin saptanması, bunun içinse ‘tanımaya ve yerleştirmeye dayalı değerlendirme’nin yapılması gerekir. Öğrencinin hazır bulunuşluk düzeyi derse katılımını etkiler çünkü. Yeni bir öğrenme için önceki öğrenmeler, bilişsel giriş davranışlarının bir başka boyutu olan önkoşul öğrenmeler niteliğindeyse, bu önkoşul öğrenmelerin oluşması gerekir. Bu yapılmazsa, önkoşul öğrenmelerin eksikliği, giderek birikmesi sonucu öğrenci daha üst düzeydeki öğrenmeleri gerçekleştiremeyecek, dolayısıyla sınıf çalışmalarına etkin olarak katılamayacak, ilgisiz kalacaktır (Özçelik, 1987: 173-183). Demek ki öğretmen, belli bir hedefe ulaşılabilmesi için, bu hedefin önkoşulu olan davranışların öğrencilerinde oluşup oluşmadığını belirlemelidir (Çilenti, 1987:83) Öyle ki “öğretebilmek için ilk önce bireyin neleri, ne seviyede ve ne zaman öğrenmeye hazır olduğunu geçerli ve güvenilir biçimde saptamak gerekmektedir. Psikolojinin ortaya koyduğu öğrenme ilkelerine göre, birey belli bir anlama aşamasına ulaşmadan bazı konuların kendisine gereğince öğretilmesi olanaksızdır. Aynı şekilde, bireyin çok önceleri öğrendiği bazı konuların da kendisine insafsızca talim ettirilmesi, öğrenme ilkelerine ters düşerek çocuğun öğrenme hevesini kırmaktır” (Vassaf, 2003: 16).

      Ders işlerken her öğrencinin etkin katılımını sağlamak zordur. Çünkü katılma miktarı bakımından öğrenciler arasında farklar vardır. Belli bir öğrenme düzeyine çıkabilmeleri için bazı öğrenciler daha çok tekrara, alıştırmaya gerek duyarlar. Ne ki öğrenciler bir öğrenme ünitesine, bu ünitenin gerektirdiği bilişsel giriş davranışlarına sahip olarak girerlerse, duyuşsal giriş özelikleri bakımından da (ilgi, tutum, güdülenme…) birbirlerine benzerlerse, önceden belirlenen bir öğrenme düzeyine erişebilmeleri için gerekli katılım ve alıştırma miktarları birbirine çok yakın olur. Özellikle aşamalı bir öğrenme üniteleri dizisinin sonlarındaki öğrenme ünitelerinde böyle bir durum söz konusudur. Demek ki ilk üniteler tam olarak öğrenilirse, böyle bir dizinin sonlarındaki öğrenme ünitelerinin tam olarak öğrenilebilmesi için gerekli olan katılım açısından öğrenciler eşit duruma gelirler (Bloom, 1979: 120).



     Bu Çocuk Nasıl Öğrenir?



     Öğrenilecek davranışın aynı olması onu kazandıracak yaşantının da (öğretme durumu) aynı olmasını gerektirmez. Çocuk hazır bulunuşluk düzeyini aşan yaşantılar yoluyla öğrenemez. Aynı davranış çeşitli yaşantılar yoluyla kazandırılabilir. Öyleyse kümeleme (gruplama) yapılırken eğitim gereksinmesinde ortaklık (hedefe görelik) tek başına belirleyici değildir. Öğrencinin öğrenicilik özelliklerini de  (öğrenciye görelik) dikkate almak gerekir. Demek ki bir öğrenci aynı (ya da benzer) davranışları kazanacak öğrencilerle (sınıf) ve benzer/yaklaşık öğrenicilik özellikleri (öğrenme biçimi, süresi, hızı) olan öğrencilerle birlikte olacak biçimde kümelendirilebilir (düzey kümesi). Öğrenme hızlarındaki farklılıktan ötürü eğitim gereksinmesi diriktir, onun için düzey kümeleri sabit değil, geçici olmalıdır. Dahası, dış koşullar (eğitim durumları, yöntem, teknik, araç…) iç koşullara göre (öğrencinin hazır bulunuşluk düzeyi, öğrenicilik özellikleri…) düzenleneceği için eğitim durumları çeşitlendirilmeli, gerekirse öğretim bireyselleştirilmedir.

     Çocuklar ilgilerine, yeteneklerine, yatkınlıklarına göre işlenen konuya ilişkin değişik çalışmalar yapabilirler, yaparken de öğrenirler. Şu sözü severim: “Ders bir gemidir. O gemide kaptanından çımacısına kadar herkesin bir işi vardır. Ve sevinç dalgalarında yüzer gemi.” Zaten öğretmen, öğreten değil, nasıl öğrenileceğini öğretendir.      

     Çoklu zekâ kuramına göre, zekâ çeşitleri (alan) her insanda değişik ölçülerde vardır. Bu zekâ çeşitleri birbiriyle ilişkilidir, etkileşim içindedir. Bir insanda biri ya da birkaçı daha ağır basabilir. Bu da bireyin baskın olan zekâ alanına uygun olan yöntemlerle, tekniklerle kolayca, anlayarak öğreneceği anlamına gelir. Özcesi, öğretme-öğrenme sürecinde değişik zekâ alanlarına seslenen yöntemler, teknikler, araçlar kullanılırsa birinden yararlanamayan öğrenci bir başkasından yararlanabilir, böylece her öğrenci için öğrenme kolaylaşır. “(…)  [Ö]ğretmenin derste kullandığı anlatım biçimi, öğrencinin beynindeki modelle benzerlik ve uyum gösteriyorsa, öğrenci dersi anlayacak ve başarılı olacaktır. O halde başarı öğretmenle öğrencinin dalga boylarının (frekanslarının) benzeşmesine ya da aynı olmasına bağlıdır” (Vester, 1994: 60).

     Önceden de değinildiği gibi, öğrenciler arasında ilgi, güdülenmişlik, yetenek, anlama ve kavrama gücü, öğrenme biçimi, süresi, hızı bakımından farklılıklar vardır. Her çocuk öğrenir ama değişik yöntemlerle, tekniklerle, değişik sürelerde. Öyleyse ders işlerken kullanılan yöntemlerin, tekniklerin, araçların çeşitlendirilmesi gerekir. Yöntemlerin, tekniklerin, araçların çeşidi artırıldıkça her öğrenci kendisinin öğrenmesi için en uygun olan ipuçlarını bulabilir (Senemoğlu, 1987: 30).  Tıpta önemli bir ilke vardır: Hastalık yok, hasta vardır. Aynı hastalığa yakalanmış olsalar bile her hastanın özelliğine (yaşı, başka bir hastalığı daha olması…) göre sağaltım yöntemi uygulanır. Öğretmen “Bu çocuk öğrenebilir mi? “ sorusuna aklının ucuna bile getirmemeli, “Bu çocuk nasıl öğrenir?” diye sormalı. Öğrenme ortamı, fırsatı, koşulları,  süresi tanınırsa her çocuk öğrenir.

     “(…) Bir öğrenciye ‘aptal’, ‘tembel’, ‘zeki’ demeden önce, onların farklı öğrenme tiplerine sahip olduklarını bilirse, öğretmen durumu daha başka türlü değerlendirecektir. ‘İyi’ ya da ‘kötü’ öğrenci yoktur. Başarı veya başarısızlık, öğrencinin yeteneğinden çok, onunla, dersin anlatılış biçimi arasındaki uyumdan doğar. Sonuçlar yalnızca öğrencinin çalışkanlığına ya da ilgisine değil, aynı zamanda öğrenme tipleri arasındaki yakınlığa veya uzaklığa da bağlıdır. Öğretmenin burada yapabileceği şey, her öğrencinin kendi öğrenme tipini ortaya çıkarmasına yardımcı olmaktır. Böylece hem öğretmen nasıl davranacağını hem de öğrenciler öğretmeni nasıl anlamaları gerektiğini daha iyi kavramış olacaktır” (Vester, 1994: 150).

     Öğretme, öğrenmeyi kılavuzlama olduğuna göre çeşitli öğrenmeler için öğrenme çeşidine ve öğrenci tipine uygun öğretme yöntemi kararlaştırılıp uygulanır (Ertürk, 1984: 103). Öğretme, öğrenmeye bağlıdır. Öğrenci öğreniyorsa, öğretmen öğretiyor demektir. Çocuk nasıl öğreniyorsa öyle öğretilmelidir. Bir yönüyle, öğrenme, öğretmenin açıklamalarının çeşitliliğine bağlıdır (Tanner ve Tanner 1987 Akt. Başar [?]: 87). Öğretmen değişik sözcüklerle, değişik tümcelerle açıklamasını yinelemelidir. Böylece birini anlamayan, kaçıran  öğrenci öbürünü anlar.



     Çocuğun Kalbine Dokunmak



     İlgisiz görünen, içine kapanık, güdülenmemiş, çekingen, utangaç, iletişim kurmakta zorlanan ya da geç güç öğrenen çocukları dışlamak yerine, bir dokunuş, sıcak bir gülümseme, içtenlikli bir ilgi onlarda büyülü bir etki yapabilir. Çocuğun zihni paraşüt gibidir, açılmazsa işe yaramaz (Robertson, 1002: 60). Ne ki çocuğun aklından önce kalbi eğitilmelidir. Çünkü, öğrenme, duygulardan bağımsız olarak gerçekleşmez (Karen Stone McCown Akt. Goleman, 1998: 327). Her çocuğun bir ‘pin kodu’ vardır. Öğretmene düşen onu bulmaktır, gerisi kolay…  

     Aşağıya bir öğrencimin (Tülay Saydan/ 17.02.1988)  mektubundan bir bölüm kısaltılarak yazılmıştır.

     “(…) Sene başında sınıfıma bir öğrenci getirdiler. Çocuk sınıftan içeri bile girmiyor, yatıyor yerlere bağırıp çağırıyor. Çantasını oradan oraya atıyor. Çocukla ilgilendim, boşuna… Sorup öğrendiğime göre geçen yıl da 1. sınıfa geliyormuş. Öğretmen başıboş bırakmış, ilgilenmemiş. Çocuk dört beş ay öyle boşuna gelip gitmiş. Tabii bu arada diğer çocuklar okumaya, yazmaya başlamışlar. Bu çocukta bir güvensizlik oluşmuş ve okula da gelmemeye başlamış.

     Bu durum karşısında çocuğa önce okulu sevdirmeye çalıştım. İlk günler annesiyle oturdu. Şarkılar söyledik, oyunlar oynadık. Çocuk yavaş yavaş gülmeye, oyunlarımıza katılmaya başladı. Evet… Çocuğu okula alıştırdım ama bu seferde kalemi eline bile almıyor. Oyunlarla falan uğraştım ama olmadı. Elinden tuttum, beraberce yazdık. Fakat ben elini bırakır bırakmaz o da kalemi bırakıyor, öylece oturuyordu. 

     Fiş çalışmalarına geçince bir kez beraber yazdık. Sonra başını okşayarak, haydi şimdi de sen yaz deyip gülümsedim. Yazmak istemedi. Ben diğer öğrencilerle ilgilenirken arada ona bakıyordum. Bir ara bir şeyler yazdığını gördüm. Yanına yaklaştım hemen defterini kapattı. Defteri alıp baktım. Fiş cümlesini yazmış ama kargacık burgacık bir yazıydı. Defteri sınıfa şöyle bir uzaktan gösterdim ve “Aferin R. , ne kadar güzel yazmışsın. Haydi çocuklar R’yi alkışlayalım” dedim. Alkışladılar. (…) O gün bu gündür R. Sınıfımın en iyi öğrencilerinden biri. Okula gelmemek şöyle dursun, okula bir iki dakika gecikse ağlıyormuş.” (Nas, 2006: 125-126).

      İşte böyle, öğretmen değişince öğrenci de değişir. Başarısız sayılan bir öğrenci ya da sınıf öğretmen değişince başarılı olabiliyor. İnsandan ne beklersen onu alırsın, tabii ulaşabildiği kadar… Öğretmenin öğrenciden beklentisi ne yöndeyse, öğrenci o beklentiyi doğru çıkartıyor. Öğrencilerinin zeki, başarılı olduğuna inan öğretmenler de, öğrencilerinin sıradan olduğuna inanan öğretmenler de haklı çıkıyor ve bilicilik (kehanet) kendini doğruluyor. Buna, bu çalışmayı yapan Robert Rosenthal’den ötürü ‘Rosenthal Etkisi’ deniyor (Baltaş, 2007: 20).

      Bir öğrencim (Melise Bıyıklı/ 2009) anlatıyor: “Lise yıllarında özellikle aramızda hiç kimsenin aşamadığı bir engel vardı. Hiç kimse hocamıza soru soramaz, derste çıt çıkaramazdı, mum gibi oturur sadece dinler ve maalesef anlıyor gibi görünürdük. O karmaşık formülleri öyle bir sinirle anlatırdı ki sanki problemle kavga ederdi. Ve bu hocamızın hepimize bakış açısı belliydi: ‘Siz öğrencisiniz, ben öğretmenim, ben sizden üstünüm.’ Derse bile girmek istemezdik. Nitekim çoğu arkadaşımızın dersi zayıf gelmişti. 2. dönem başka bir öğretmen geldi ve sanki hayatımız değişti. Bizi dinliyordu her şeyden önce, anlamadığımız yerleri sorabiliyorduk ve hiç bıkmadan, kızmadan, bağırmadan anlayacağımız yollar deniyordu, üstelik dersi anlatırken gülüyordu. Ve sadece bu öğretmenin sayesinde, onun karakteri, bize yakınlığı sayesinde matematikten 100 aldım ve bu beni daha da kamçıladı. Çünkü artık dersi seviyordum.”  (Nas, 2012: 250-251)

     Üstün yetenekli, yaratıcı, zeki çocuklar anlaşılmadıkları, davranışları ‘garip’ bulunduğu için dışlanabiliyor. Dışlanıp itildikçe küsüp kabuğuna çekilen, yeteneklerini gizleyen bu çocuklar kendileri için de toplum için de birer yitiktirler.

     Thomas Edison’dan (1847-1931) bir öykücükle bitirelim. Edison bir gün kendisine okuldan verilen bir mektupla geliyor eve. Annesine,

     -Bu mektubu öğretmenim verdi, sen okuyacakmışsın, diyor.

     Annesi zarfı açıp şöyle bir baktıktan sonra mektubu gözyaşları içinde sesli okuyor.

     “Oğlunuz bir dâhi. Bu okul ona dar geliyor. Onu okutacak yeterlikte öğretmenimiz yok. Lütfen çocuğunuzu siz eğitin.”

     Aradan yıllar yıllar geçiyor.  Edison artık bir bilim insanıdır, büyük bir buluşçudur. Annesi öldükten sonra bir gün ailesinden kalan eşyaları karıştırırken bir çekmecede bir zarf geçiyor eline, içindeki kâğıdı okumaya başlıyor: “Oğlunuz yetersiz, şaşkın, biraz da ruh hastası bir çocuk. Bundan sonra okula gelmesini istemiyoruz.”

     Edison –annesi gibi- gözünden yaşlar akarken günlüğüne şunları yazmış: ”Thomas Edison, kahraman bir anne tarafından yüzyılın dâhisi yapılmış şaşkın bir çocuktur.”

     Küçük Edison hiperaktif olması yetmezmiş gibi, bir de dislektikti. Öğretmeninden beklediği, saygı, sevgi, sevecen bir dokunuş, anlayış, hoşgörü, sabır, olduğu gibi kabul edilmek, durumunun gereği özel bir ilgiydi. Bir de dışlanmadan kendisi için uygun olan farklı öğrenme yollarını denemesiydi. Çok şey mi istiyordu?



                                                KAYNAKÇA



Baltaş, Acar (2007) Hayalini Yorganına Göre Uzat 2.baskı İstanbul: Remzi Kitabevi

Başar, Hüseyin (?) Sınıf Yönetimi Ankara: Pegem Yay.

Bloom, Benjamin S. (1979) İnsan Nitelikleri ve Okulda Öğrenme (Çev. Durmuş Ali

    Özçelik) Ankara: MEB Yay.

Çilenti, Kâmuran (1987) Fen Bilgisi Öğretimi Eskişehir: AÜAÖF Yay:95

Ertürk, Selâhattin (1984) Eğitime ‘Program’ Geliştirme 5. baskı Ankara: Yelkentepe Yay.

Goleman, Daniel (1998) Duygusal Zekâ (Çev. Banu Seçkin Yüksel) İstanbul: Varlık Yay.

Günçe, Gülseren (1973) Çocukta Zihin Gelişimi: Piaget Kuramına Toplu Bakış

    Ankara: Kendi Yayını

Nas, Recep (2006) Metinlerle İlkokuma-Yazma Öğretimi 4. baskı Bursa: Ezgi Kitabevi

_________ (2012) İnsan Olmak Öğretmen Olmak Bursa: Ezgi Kitabevi

Önsoy, Şefika Nurkan (2009) “Uzaklara Bakmak” Öğretmenin Anı Defteri’nden Yay. Haz.

    Ali Yeşildal vd. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Yay: 8 (17-23)  

Özçelik, Durmuş ali (1987) Eğitim Programı ve Öğretim (Genel Öğretim Yöntemi)

   Ankara: ÖSYM Eğitim Yay: 8

Özsoy, Yahya (1976) Eğitimde Öğrencileri Tanıma Teknikleri 3. baskı Ankara: Kendi Yayını

Robertson, Arthur K. (2002) Etkili Dinleme (Çev. E. Sabri Yarmalı) İstanbul: Hayat Yay.

Senemoğlu, Nuray (1987) “Tam Öğrenme Modeli – Yararları ve Sınırlılıkları” Ankara:

   Eğitim ve Bilim dergisi Cilt. 12 Sayı: 66 (28-34)

Vassaf, Belkıs Halim (2003) Öğrenme Yetersizliği Ankara: MEB Yay: 2222

Vester, Frederic (1994) Düşünmek, Öğrenmek, Unutmak (Çev. Aydın Arıtan)

     İstanbul: Arıtan Yay.





(*) Bu yazı Öğretmen Dünyası dergisinde (Eylül 2019 Sayı: 477) yayımlanmıştır. (17-20)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder