SINIFTA YOKLAMA (*)
Yoklama oldum olası benim için bir yük, bir
bela olmuştur, zıddıma gider. İlkokul öğretmeniyken sorun değildi. Belli bir
sınıfım vardı, her derse giriyordum, bir bakışta bile yoklama yapmak
olanaklıydı. Müfettişlik yaparken tanık olurdum, birçok ilkokul öğretmeni her
sabah çocukların tek tek adlarını okuyor, yoklamayı böyle yapıyor. Bu boşa
zaman harcama gibi gelirdi bana. Ama çocuklara adlarıyla seslenmek için bir fırsat
oluyor, denebilir. İyi de, çocuklara adlarıyla seslenmenin tek yolu yoklama mı?
Dahası, öğretmen çocuğun adını söylerken sesinin sevecenlik taşıyan tonu, tınısı,
sımsıcak, sevgi dolu bakışı çok önemli. Bir gardiyan tavrı takınılıyorsa, göz
teması kurulmuyorsa, çocuğa sınıfta varlığının önemli olduğu duyumsatılmıyorsa
yoklama giderek sıkıntı yaratabilir.
Bakın Daniel Pennac
(2010:131-132)yoklamayı nasıl neşeli dakikalara dönüştürmüş.
“Bir de sabah yoklaması var.
Öğretmen tarafından adınızın telaffuz edildiğini duymak ikinci bir uyandırma
oluyor. Sabahın sekizinde adınızın çıkarttığı ses diyapazon titreşimlere sahip.
“Acelem bile olsa, yoklamaları,
özellikle de sabah yoklamasını hiçbir zaman atlamam”,diyor bir başka –bu defa
matematik- öğretmen. “Koyun sayar gibi isim listesi okumak imkânsız. Yumurcaklarıma
bakarak yoklama yapıyorum, onları ağırlıyorum, tek tek söylüyorum ve verdikleri yanıtı dinliyorum. Nereden baksanız, soyadını
söyleyerek bile olsa bir öğretmenin her bir öğrencisiyle tek tek muhatap olması
için yoklama günün tek ânıdır. Öğrencinin, bir başkasının değil sadece
kendisinin benim gözümde bir değeri olduğunu anlayabilmesi için küçücük bir
saniye”. Bana gelince, ben elimden geldiğince onu “Buradayım”, deyişinden o
anki ruh halini çözmeye çalışıyorum. Eğer sesi çatlak çıkıyorsa, bunu dikkate
almak gerekir.
Yoklamanın önemi…
Öğrencilerimle ben küçük bir
oyun oynardık. Yoklama yapar, adlarını söylerdim, yanıt verirlerdi, ben de
onların “buradayım “larını kısık sesle aynı tonda tıpkı uzaktan gelen bir yankı
gibi tekrarlardım.
“Manuel?”
“Burada!”
“Burada! Laetitia?”
“Burada!”
“Burada! Victor?”
“Burada!”
“Burada! Carole?”
“Burada!”
“Burada! Remi?”
Manuel’in tutuk, Laetitia’nın
anlaşılır, Victor’un gür, Carlos’un billursu ‘burada’larını taklit ederdim, onların
sabah yankılarıydım. Bazıları seslerini mümkün olduğunca kalınlaştırmaya
çalışır, bazıları da beni şaşırtmak için vurguları değiştirerek eğlenirdi. Veya
“Evet” ya da “Buradayım” ya da “Evet, o benim” diye yanıtlarlardı. Hiçbir
şaşkınlık belirtisi göstermeden, cevap ne olursa olsun kısık sesle aynen tekrarlardım. Bu bizim suç ortaklığı yaptığımız
bir zaman dilimiydi, işe koyulacak bir ekibin sabah selamlaşmasıydı.(…)”
San Francisco’daki Nueva
Öğrenme Merkezi’nin ‘Öz Bilim’ sınıfında yoklama şöyle yapılıyormuş
(Goleman,1998: 326):
Kızılderililer gibi çember
şeklinde yere bağdaş kurmuş on beş sınıf öğrencisiyle yapılan tuhaf bir
yoklamaydı. Öğretmenin isimlerini söylediği öğrenciler okullarda standart yanıt
olan boş bir “Burada” demek yerine, kendilerini nasıl hissettiklerini belirten
bir sayı söylüyorlardı; ‘bir’ morali bozuk, ‘on’ ise enerji dolu anlamına
geliyordu.
Bugün moraller yüksekti:
“Jessica”
“On: Uçuyorum, bugün cuma”
“Patrick”
“Dokuz: Heyecanlı, biraz da
sinirli”
“Nicole”
“On: Huzurlu, mutlu…”
‘Walton Okulu’nda da yoklama şarkıyla
yapılıyor, sırası gelen öğrenci istediği şarkıdan bir bölümü seslendiriyor (
Hüseyin Kotaman http://efdergi.yyu.edu.tr).
Üniversitede yoklama
yapmayı sevmezdim. Bir kez, öğrencileri karşıma zorla getiriyormuşum gibi bir
duyguya kapılırdım, bu da beni rahatsız ederdi. Yoklama yapmayacaksın, ama
öğrenciler koşa koşa gelecek dersine, doğru olan bu. Doğru, ama zor olan. Zor, kendini
sevdireceksin. Zor, dersini ilginç, çekici kılarak sevdireceksin. Atatürk
Eğitim Enstitüsü’nde bir öğretmenimiz vardı(1972-1973), Şükrü Selçikoğlu. Dersine,
değil o sınıfın öğrencileri, öbür sınıflardan, dahası öbür bölümlerden
öğrenciler gelirdi. Bu öğretmenin yoklama yapmasına gerek var mı, yapmazdı
zaten.
Yoklama zorlamadır, dıştan denetimdir.
Öğrencilerime derim, anlaşıyoruz, yoklamadan
siz de hoşlanmıyorsunuz, ben de… Ama bakış açılarımız farklı, siz serbest olmak
istiyorsunuz, bense dışdenetime, zorlamaya başvurmak istemiyorum.
Dış disiplinin eğitsel değeri yok. Korku, şiddet,
ceza, ödül bu disiplinin araçlarıdır. İç disiplinse, ruhsal temelli yapıcı bir
disiplindir. İçsel denetimli kişi daha fazla kişisel sorumluluk üstlenir, işbirliğine
yatkın, uyumlu olur (Yeşilyaprak,1990:6).
İç disiplinde ceza ve ödül araç olarak
kullanılmaz, bunlara gerek de duyulmaz. İnsan cezalandırılacağı korkusuyla ya
da ödül beklentisiyle değil, doğru olduğu için öyle davranmalıdır, doğru olanı
baskıyla, korkuyla değil, içinden gelen bir istekle yapmalıdır. Bunun içinse
kendi kendini denetlemeli, yönetmelidir.
Benim elimde iki güç var: Ceza ve ödül. (Bunu
derken iki elimi yumruk yapıp yukarı kaldırırım, He-man. gibi yaparım: Gölgelerin
gücü adına güç bende artık!) Sol elimde cezalar var. En ufak bir davranışınızda
disipline veririm, canınızı yakarım. Devamsızlıktan bırakırım, tersini nasıl
kanıtlayacaksınız, kimi kime şikâyet edeceksiniz… Düşük not veririm, 90
beklersiniz, ben 40 veririm, ne yaparsınız, ateş olsanız cirminiz kadar yer
yakarsınız. Dilekçe verip ‘maddi hata’ var mı diye kâğıdınızın incelenmesini
isteyebilirsiniz. Sınav kâğıdınıza bakmam bile, baktım derim, bir şey değişmez.
Nasıl güçlüyüm ama, güçlerime bakın…
Sağ elimde ödüller var, bol bol not
veririm örneğin, istediğime tabii.
Hayır, ne ceza, ne ödül… Ben ikisini de
kullanmayacağım, der, açarım ellerimi, üfürürüm. Ne ceza kaldı, ne de ödül… Hadi
çıkın tepeme!
Ceza da, ödül de bağımlılık yapar. İkisine
de alışılır, zamanla ikisi de etkisini yitirir. Zaten ödülle ceza özünde
aynıdır (Bolat, 2016: 62).
Ben çobanım da, siz koyun
musunuz, sizi sayacağım. Ben gardiyanım da, siz mahkûm musunuz, sağdan say, diyeceğim.
Zorla olur mu, zorla güzellik olur mu? Sokma akıldan akıl olmaz. Nasıl yemek
için iştah gerekiyorsa öğrenmek için de istek gerekir. Zorla yemek
yenilmeyeceği gibi zorla öğrenme de olmaz. Öğrenmek istemeyene kimse zorla
hiçbir şey öğretemez. Kimse bana briç oynamayı öğretemez, öğrenmek istemiyorum
çünkü.
Atı zorla, kırbacı şaklatarak, ite kaka
dereye götürürsünüz, ama ona zorla su içiremezsiniz. Sizi de yoklama zoruyla
sınıfa getirir, sıraya oturturum, ama zorla öğretemem. Gelirsiniz, kös
dinlersiniz, derse katılmazsınız. Sıkılır başka şeylerle ilgilenirsiniz. Bundan
rahatsız olurum, benim de öğretme coşkum yiter, dersin de tadı kaçar.
Ama iş bende başlıyor, bende bitiyor. Dersimi
sevmeniz gerekiyor, seveceksiniz ki yoklama aklınızın ucundan bile geçmeden
koşa koşa geleceksiniz. Dersimi sevmeniz içinse beni sevmeniz gerekir, beni
sevmeniz için de benim sizi sevmem gerekir. Görüyorsunuz, iş dönüp dolaşıp
öğretmende bitiyor. Sevgi, Suna Tanaltay’ın dediği gibi alışveriş değil, veriş
alıştır.
Severim, sayarım öğrencilerimi, ilkin
insan oldukları için. Sağ olsunlar, onlar da beni severler, sayarlar. İşte bir
öğrencimin yazdıkları:”Üniversiteye gelince öğretmenlik bizim için bir araçtı, hayatımızı
kurtarmak adına bir araç, fakat siz bize öğretmenliğin bir amaç olduğunu
öğrettiniz. Öğretmenlik mesleğini
sizinle sevdim, sizinle tattım. Bana öğretmenlik mesleğini sevdiren hocam Recep
Nas’ a teşekkür ederim. Sizi çok seviyoruz.”(Z.İ. , 2003)
Başka bir öğrencim de mektubunda şöyle
demiş: ”Sınıfta devamsızlıkla ün yaptım. Övünülecek bir şey değil, biliyorum
ama gerekliliğine inandığım dersler vardır, bir de hiçbir şey öğrenemediğim
dersler… Siz bana, o saatte gelemem, Recep
Bey’in dersi var, dedirttiniz. Ne zevktir, severek bir derse koşmak, böyle
dersler için teşekkürler…(…)” (Ö.S.M. 27.10.2000)
Çocuğu insan oluşu nedeniyle başlı başına
bir değer olarak görmek gerekir. Bu, çocuğu davranışlarından ötürü değerli
görmekten çok, sadece onu bir insan olarak değerli görmek demektir. Hiçbir
koşula bağlı olmadan, sadece insana özgü nitelikleriyle saygı duyarak, incitmeden,
zarar vermeden, kişilik bütünlüğünü bozmadan olduğu gibi kabul etmek… Saygı
duyan, saydığı insanın davranışlarını yönlendirmez, ona kendisi olma, kendi
kendini yaşama hakkı tanır. Malı gibi görmez, ona sahip olmaya kalkışmaz. Bu, koşulsuz
saygı ve sevgidir (Kılıççı, 1999: 41-42)
Saygılı olmak ‘kabul etme’yi gerektirir. ”Kabul,
küçücük tohumları bile en güzel çiçeğe dönüştürecek verimli bir toprak
gibidir.(…) Başkalarını olduğu gibi kabul etmek, ilişkileri kuvvetlendirmede
önemli bir etkendir. Böyle bir ilişkide diğer kişi büyüyebilir, gelişebilir, olumlu
yönde değişebilir, sorunlarını çözmeyi öğrenebilir, daha üretici, daha yaratıcı
olabilir ve gizilgücünü tümüyle kullanabilir.(…) Olduğu gibi, içtenlikle kabul
edildiğini anlayan kişi kendini özgür hisseder ve nasıl değişeceğini düşünmeye
başlar” (Gordon,2001: 51-52) .
Ben derse girince her şeyi unuturum, kendimi
de. Bazen-pek de önem vermediğim için-yoklamayı da unuturum, öğrencilerim
anımsatır. Hoş, bazen onlar da unutur.
Kaç öğrencim var, bilmeliyim. Kaç sınav
kâğıdı bastıracağım, çıksın ortaya. En azından bunun için yoklama yaparım, daha
doğrusu yapmaya çalışırım. Şu da var, tek tük de olsa fazlaca devamsızlık
yapanlara hoşgörülü olursam, dersime hiç aksatmadan gelen öğrencilerimin adalet
duygularını zedeleyebilirim, bunu istemem. Testiyi kıran da bir, suyu getiren
de bir olmasın.
Bir öğrencimin devamsızlığı giderek
artıyordu, sınırı aştı aşacak. Gelse konuşacağım, daha doğrusu onu
dinleyeceğim, eşduyumsal (empati) olarak… Konuşa dinleşe bir çözüm yolu buluruz
elbet, devamsızlıktan bırakmak istemiyorum çünkü.
Bir derste konumuz gereği dedim ki, öğretmen
kendine güvenecek, öğrenciye güvenecek, bitmedi, öğrenci de öğretmene
güvenecek.
Öğretmenin özgüvenli olmasının
koşullarından biri de derse hazırlıklı girmesidir. Araştırmalara göre, öğrenciler,
öğretmenin derse hazırlıklı girip girmediğini beden dilinden anlıyorlar.
Öğretmen öğrenciye de güvenecek. Öğrencilerim
bazen beni eleştirirler, çok iyi niyetlisiniz, insanlara çok güveniyorsunuz, derler.
Öyleyim, kişiyi nasıl bilirsin, diye sorulunca, kendim gibi, denirmiş ya…
Bilirim ki, güven, güven doğurur.
Öğrenci de öğretmene güvenecek. Tutarlıysa, özü sözü birse, yansızsa, içtenlikliyse,
önyargılı davranmıyorsa, kin tutmuyorsa, bu öğretmene güvenir öğrenci.
Bunları söyledikten sonra Tevfik
Fikret’ten (1867-1915) bir öykücük (anekdot) anlattım. Galatasaray
Sultanisi’nde müdürken bir gün Tevfik Fikret’in odasının kapısı çalınıyor. Mubassır(disiplin
görevlisi), iki öğrenciyi yakalarından tutmuş, içeri sokuyor.
“Müdür Bey, bunları duvara yazı yazarken
yakaladım”.
Tevfik Fikret,
“Peki, sen çık”, diyor. Öğrencilere
dönüyor, ”Doğru mu bu?” diye soruyor.
“Değil hocam, biz yapmadık, bir yanlışlık
var”.
“Peki”, diyor Tevfik Fikret. ”Size
güveniyorum, madem siz yapmadınız, çıkabilirsiniz”.
Aradan on dakika geçmiş geçmemiş, Tevfik Fikret’in
odasının kapısı gene çalınıyor, gelenler deminki çocuklar.
“Buyurun çocuklar”
“Hocam siz bize güvendiniz, biz çok
utandık. Çünkü o yazıyı biz yazmıştık. Özür dilemeye geldik”.
Güvenmek ne güzel bir sonuç doğurmuş, ne
kadar eğitici olmuş, çocukların vicdanlarına seslenilmiş.
Şimdi tersinden bakalım, çocuklar “Biz
yapmadık” dediklerinde, ”Ya öyle mi, ben de inandım!” denip sağlı sollu
girişilseydi, ”Defolun şimdi, gözüm görmesin sizi!” denseydi, bu çocuklar o
onur kırıklığı içinde, dövülmenin iç dünyalarında yarattığı fırtınayla şunu
demezler miydi ve yapmazlar mıydı, ”Yazacağım, inadına yazacağım, bugün duvara
yazdım, yarın tavana yazacağım. El mi yaman, bey mi yaman!”
Bunu anlattıktan sonra ders bitti. Öğrencilerimi
her zaman olduğu gibi kapıda uğurladım, şakalaşarak vedalaştık. Masaya
yöneldiğimde baktım, devamsızlığı git gide artan öğrencim beni bekliyordu.
“Hocam”.dedi,”ben çok kötü bir şey yaptım.
Siz Tevfik Fikret’i anlatınca da çok utandım. Lütfen şimdi, gözümün önünde
yanlışımı düzeltin”.
Ben imza atılmayınca o boşluğa kırmızı
kalemle çarpı işareti koyarım. Ama nasılsa onun çarpılarını mavi kalemle
yazmışım, yoklama kâğıdı onun önüne gelince o da tutmuş çarpıların üzerine bastıra
bastıra imza atmış. Onun isteğiyle kırmızı kalemle-bu kez ben bastıra bastıra- yeniden
çarpı koydum.
Bir daha devamsızlık yapmadı. Kazandım
öğrencimi, eğitsel olmayan yollara başvurmadan… O da kazandı. ’Kazan-kazan’ oynadık.
Hep söylerim öğrencilerime, bir insanı
yitirmek kolay, kazanmak zordur. Size zor olanı yapmak yakışır.
Yoklama dışdenetim aracıdır, önemli olan
özdenetimli insan yetiştirmektir. Değişimin kapısı içerden açılır çünkü.
KAYNAKÇA
Bolat, Özgür (2016) Beni Ödülle Cezalandırma 33. baskı
İstanbul: Doğan Egmont Yay.
Goleman, Daniel (1998) Duygusal Zekâ (Çev. Banu Seçkin Yüksel)
İstanbul: Varlık Yay.
Gordon, Thomas,(2001) Etkili Öğretmenlik Eğitimi (Çev. Emel
Aksay)
10.baskı İstanbul: Sistem Yay.
Kılıççı, Yadigâr (1999)”6-15 Yaş
Öğrencilerinin Gelişimsel Güçleri ve Kişilik Gelişimi-
ni
Kolaylaştırma” İlköğretimde
Rehberlik (Ed. Yıldız Kuzgun) Ankara: Nobel Yay.
Nas, Recep (2009) “Çocuk Okula
Başlarken” Eleştirel Pedagoji
dergisi, Eylül-Ekim
2009, Sayı:4-5 (20-26)
Pennac, Daniel (2010) Okul Sıkıntısı (Çev. Barış Behramoğlu)
İstanbul: Can Yay.
Yeşilyaprak, Binnur (1990)
“Davranışlarımızın Belirleyicileri” Cumhuriyet
Bilim Teknik
Sayı: 149
(*)
Bu yazı Öğretmen Dünyası dergisinde
(Nisan 2017 Sayı: 448) yayımlanmıştır. (39-41)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder