17 Nisan 2017 Pazartesi

SINIFTA YOKLAMA


                                                 SINIFTA YOKLAMA  (*)     


                                                                                                            recepnas@uludag.edu.tr

     Yoklama oldum olası benim için bir yük, bir bela olmuştur, zıddıma gider. İlkokul öğretmeniyken sorun değildi. Belli bir sınıfım vardı, her derse giriyordum, bir bakışta bile yoklama yapmak olanaklıydı. Müfettişlik yaparken tanık olurdum, birçok ilkokul öğretmeni her sabah çocukların tek tek adlarını okuyor, yoklamayı böyle yapıyor. Bu boşa zaman harcama gibi gelirdi bana. Ama çocuklara adlarıyla seslenmek için bir fırsat oluyor, denebilir. İyi de, çocuklara adlarıyla seslenmenin tek yolu yoklama mı? Dahası, öğretmen çocuğun adını söylerken sesinin sevecenlik taşıyan tonu, tınısı, sımsıcak, sevgi dolu bakışı çok önemli. Bir gardiyan tavrı takınılıyorsa, göz teması kurulmuyorsa, çocuğa sınıfta varlığının önemli olduğu duyumsatılmıyorsa yoklama giderek sıkıntı yaratabilir.

     Bakın Daniel Pennac (2010:131-132)yoklamayı nasıl neşeli dakikalara dönüştürmüş.

     “Bir de sabah yoklaması var. Öğretmen tarafından adınızın telaffuz edildiğini duymak ikinci bir uyandırma oluyor. Sabahın sekizinde adınızın çıkarttığı ses diyapazon titreşimlere sahip.
     “Acelem bile olsa, yoklamaları, özellikle de sabah yoklamasını hiçbir zaman atlamam”,diyor bir başka –bu defa matematik- öğretmen. “Koyun sayar gibi isim listesi okumak imkânsız. Yumurcaklarıma bakarak yoklama yapıyorum, onları ağırlıyorum, tek  tek söylüyorum ve verdikleri yanıtı dinliyorum. Nereden baksanız, soyadını söyleyerek bile olsa bir öğretmenin her bir öğrencisiyle tek tek muhatap olması için yoklama günün tek ânıdır. Öğrencinin, bir başkasının değil sadece kendisinin benim gözümde bir değeri olduğunu anlayabilmesi için küçücük bir saniye”. Bana gelince, ben elimden geldiğince onu “Buradayım”, deyişinden o anki ruh halini çözmeye çalışıyorum. Eğer sesi çatlak çıkıyorsa, bunu dikkate almak gerekir.

     Yoklamanın önemi…

     Öğrencilerimle ben küçük bir oyun oynardık. Yoklama yapar, adlarını söylerdim, yanıt verirlerdi, ben de onların “buradayım “larını kısık sesle aynı tonda tıpkı uzaktan gelen bir yankı gibi tekrarlardım.

     “Manuel?”

     “Burada!”

     “Burada! Laetitia?”

     “Burada!”

     “Burada! Victor?”

     “Burada!”

      “Burada! Carole?”

     “Burada!”

     “Burada! Remi?”

     Manuel’in tutuk, Laetitia’nın anlaşılır, Victor’un gür, Carlos’un billursu ‘burada’larını taklit ederdim, onların sabah yankılarıydım. Bazıları seslerini mümkün olduğunca kalınlaştırmaya çalışır, bazıları da beni şaşırtmak için vurguları değiştirerek eğlenirdi. Veya “Evet” ya da “Buradayım” ya da “Evet, o benim” diye yanıtlarlardı. Hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermeden, cevap ne olursa olsun kısık sesle aynen tekrarlardım. Bu bizim suç ortaklığı yaptığımız bir zaman dilimiydi, işe koyulacak bir ekibin sabah selamlaşmasıydı.(…)”

     San Francisco’daki Nueva Öğrenme Merkezi’nin ‘Öz Bilim’ sınıfında yoklama şöyle yapılıyormuş (Goleman,1998: 326):

     Kızılderililer gibi çember şeklinde yere bağdaş kurmuş on beş sınıf öğrencisiyle yapılan tuhaf bir yoklamaydı. Öğretmenin isimlerini söylediği öğrenciler okullarda standart yanıt olan boş bir “Burada” demek yerine, kendilerini nasıl hissettiklerini belirten bir sayı söylüyorlardı; ‘bir’ morali bozuk, ‘on’ ise enerji dolu anlamına geliyordu.

     Bugün moraller yüksekti:

     “Jessica”

     “On: Uçuyorum, bugün cuma”

     “Patrick”

     “Dokuz: Heyecanlı, biraz da sinirli”

     “Nicole”

     “On: Huzurlu, mutlu…”

      ‘Walton Okulu’nda da yoklama şarkıyla yapılıyor, sırası gelen öğrenci istediği şarkıdan bir bölümü seslendiriyor ( Hüseyin Kotaman http://efdergi.yyu.edu.tr).



     Üniversitede yoklama yapmayı sevmezdim. Bir kez, öğrencileri karşıma zorla getiriyormuşum gibi bir duyguya kapılırdım, bu da beni rahatsız ederdi. Yoklama yapmayacaksın, ama öğrenciler koşa koşa gelecek dersine, doğru olan bu. Doğru, ama zor olan. Zor, kendini sevdireceksin. Zor, dersini ilginç, çekici kılarak sevdireceksin. Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde bir öğretmenimiz vardı(1972-1973), Şükrü Selçikoğlu. Dersine, değil o sınıfın öğrencileri, öbür sınıflardan, dahası öbür bölümlerden öğrenciler gelirdi. Bu öğretmenin yoklama yapmasına gerek var mı, yapmazdı zaten.

     Yoklama zorlamadır, dıştan denetimdir.

     Öğrencilerime derim, anlaşıyoruz, yoklamadan siz de hoşlanmıyorsunuz, ben de… Ama bakış açılarımız farklı, siz serbest olmak istiyorsunuz, bense dışdenetime, zorlamaya başvurmak istemiyorum.

     Dış disiplinin eğitsel değeri yok. Korku, şiddet, ceza, ödül bu disiplinin araçlarıdır. İç disiplinse, ruhsal temelli yapıcı bir disiplindir. İçsel denetimli kişi daha fazla kişisel sorumluluk üstlenir, işbirliğine yatkın, uyumlu olur (Yeşilyaprak,1990:6).  

     İç disiplinde ceza ve ödül araç olarak kullanılmaz, bunlara gerek de duyulmaz. İnsan cezalandırılacağı korkusuyla ya da ödül beklentisiyle değil, doğru olduğu için öyle davranmalıdır, doğru olanı baskıyla, korkuyla değil, içinden gelen bir istekle yapmalıdır. Bunun içinse kendi kendini denetlemeli, yönetmelidir.

     Benim elimde iki güç var: Ceza ve ödül. (Bunu derken iki elimi yumruk yapıp yukarı kaldırırım, He-man. gibi yaparım: Gölgelerin gücü adına güç bende artık!) Sol elimde cezalar var. En ufak bir davranışınızda disipline veririm, canınızı yakarım. Devamsızlıktan bırakırım, tersini nasıl kanıtlayacaksınız, kimi kime şikâyet edeceksiniz… Düşük not veririm, 90 beklersiniz, ben 40 veririm, ne yaparsınız, ateş olsanız cirminiz kadar yer yakarsınız. Dilekçe verip ‘maddi hata’ var mı diye kâğıdınızın incelenmesini isteyebilirsiniz. Sınav kâğıdınıza bakmam bile, baktım derim, bir şey değişmez. Nasıl güçlüyüm ama, güçlerime bakın…

     Sağ elimde ödüller var, bol bol not veririm örneğin, istediğime tabii.

     Hayır, ne ceza, ne ödül… Ben ikisini de kullanmayacağım, der, açarım ellerimi, üfürürüm. Ne ceza kaldı, ne de ödül… Hadi çıkın tepeme!

     Ceza da, ödül de bağımlılık yapar. İkisine de alışılır, zamanla ikisi de etkisini yitirir. Zaten ödülle ceza özünde aynıdır (Bolat, 2016: 62). 

     Ben çobanım da, siz koyun musunuz, sizi sayacağım. Ben gardiyanım da, siz mahkûm musunuz, sağdan say, diyeceğim. Zorla olur mu, zorla güzellik olur mu? Sokma akıldan akıl olmaz. Nasıl yemek için iştah gerekiyorsa öğrenmek için de istek gerekir. Zorla yemek yenilmeyeceği gibi zorla öğrenme de olmaz. Öğrenmek istemeyene kimse zorla hiçbir şey öğretemez. Kimse bana briç oynamayı öğretemez, öğrenmek istemiyorum çünkü.

     Atı zorla, kırbacı şaklatarak, ite kaka dereye götürürsünüz, ama ona zorla su içiremezsiniz. Sizi de yoklama zoruyla sınıfa getirir, sıraya oturturum, ama zorla öğretemem. Gelirsiniz, kös dinlersiniz, derse katılmazsınız. Sıkılır başka şeylerle ilgilenirsiniz. Bundan rahatsız olurum, benim de öğretme coşkum yiter, dersin de tadı kaçar.

     Ama iş bende başlıyor, bende bitiyor. Dersimi sevmeniz gerekiyor, seveceksiniz ki yoklama aklınızın ucundan bile geçmeden koşa koşa geleceksiniz. Dersimi sevmeniz içinse beni sevmeniz gerekir, beni sevmeniz için de benim sizi sevmem gerekir. Görüyorsunuz, iş dönüp dolaşıp öğretmende bitiyor. Sevgi, Suna Tanaltay’ın dediği gibi alışveriş değil, veriş alıştır.

     Severim, sayarım öğrencilerimi, ilkin insan oldukları için. Sağ olsunlar, onlar da beni severler, sayarlar. İşte bir öğrencimin yazdıkları:”Üniversiteye gelince öğretmenlik bizim için bir araçtı, hayatımızı kurtarmak adına bir araç, fakat siz bize öğretmenliğin bir amaç olduğunu öğrettiniz. Öğretmenlik mesleğini sizinle sevdim, sizinle tattım. Bana öğretmenlik mesleğini sevdiren hocam Recep Nas’ a teşekkür ederim. Sizi çok seviyoruz.”(Z.İ. , 2003)

     Başka bir öğrencim de mektubunda şöyle demiş: ”Sınıfta devamsızlıkla ün yaptım. Övünülecek bir şey değil, biliyorum ama gerekliliğine inandığım dersler vardır, bir de hiçbir şey öğrenemediğim dersler… Siz bana, o saatte gelemem, Recep Bey’in dersi var, dedirttiniz. Ne zevktir, severek bir derse koşmak, böyle dersler için teşekkürler…(…)” (Ö.S.M. 27.10.2000)

     Çocuğu insan oluşu nedeniyle başlı başına bir değer olarak görmek gerekir. Bu, çocuğu davranışlarından ötürü değerli görmekten çok, sadece onu bir insan olarak değerli görmek demektir. Hiçbir koşula bağlı olmadan, sadece insana özgü nitelikleriyle saygı duyarak, incitmeden, zarar vermeden, kişilik bütünlüğünü bozmadan olduğu gibi kabul etmek… Saygı duyan, saydığı insanın davranışlarını yönlendirmez, ona kendisi olma, kendi kendini yaşama hakkı tanır. Malı gibi görmez, ona sahip olmaya kalkışmaz. Bu, koşulsuz saygı ve sevgidir (Kılıççı, 1999: 41-42)

     Saygılı olmak ‘kabul etme’yi gerektirir. ”Kabul, küçücük tohumları bile en güzel çiçeğe dönüştürecek verimli bir toprak gibidir.(…) Başkalarını olduğu gibi kabul etmek, ilişkileri kuvvetlendirmede önemli bir etkendir. Böyle bir ilişkide diğer kişi büyüyebilir, gelişebilir, olumlu yönde değişebilir, sorunlarını çözmeyi öğrenebilir, daha üretici, daha yaratıcı olabilir ve gizilgücünü tümüyle kullanabilir.(…) Olduğu gibi, içtenlikle kabul edildiğini anlayan kişi kendini özgür hisseder ve nasıl değişeceğini düşünmeye başlar” (Gordon,2001: 51-52) .

     Ben derse girince her şeyi unuturum, kendimi de. Bazen-pek de önem vermediğim için-yoklamayı da unuturum, öğrencilerim anımsatır. Hoş, bazen onlar da unutur.

     Kaç öğrencim var, bilmeliyim. Kaç sınav kâğıdı bastıracağım, çıksın ortaya. En azından bunun için yoklama yaparım, daha doğrusu yapmaya çalışırım. Şu da var, tek tük de olsa fazlaca devamsızlık yapanlara hoşgörülü olursam, dersime hiç aksatmadan gelen öğrencilerimin adalet duygularını zedeleyebilirim, bunu istemem. Testiyi kıran da bir, suyu getiren de bir olmasın.

     Bir öğrencimin devamsızlığı giderek artıyordu, sınırı aştı aşacak. Gelse konuşacağım, daha doğrusu onu dinleyeceğim, eşduyumsal (empati) olarak… Konuşa dinleşe bir çözüm yolu buluruz elbet, devamsızlıktan bırakmak istemiyorum çünkü.

     Bir derste konumuz gereği dedim ki, öğretmen kendine güvenecek, öğrenciye güvenecek, bitmedi, öğrenci de öğretmene güvenecek.

     Öğretmenin özgüvenli olmasının koşullarından biri de derse hazırlıklı girmesidir. Araştırmalara göre, öğrenciler, öğretmenin derse hazırlıklı girip girmediğini beden dilinden anlıyorlar.

     Öğretmen öğrenciye de güvenecek. Öğrencilerim bazen beni eleştirirler, çok iyi niyetlisiniz, insanlara çok güveniyorsunuz, derler. Öyleyim, kişiyi nasıl bilirsin, diye sorulunca, kendim gibi, denirmiş ya… Bilirim ki, güven, güven doğurur.

     Öğrenci de öğretmene güvenecek. Tutarlıysa, özü sözü birse, yansızsa, içtenlikliyse, önyargılı davranmıyorsa, kin tutmuyorsa, bu öğretmene güvenir öğrenci.

     Bunları söyledikten sonra Tevfik Fikret’ten (1867-1915) bir öykücük (anekdot) anlattım. Galatasaray Sultanisi’nde müdürken bir gün Tevfik Fikret’in odasının kapısı çalınıyor. Mubassır(disiplin görevlisi), iki öğrenciyi yakalarından tutmuş, içeri sokuyor.

     “Müdür Bey, bunları duvara yazı yazarken yakaladım”.

     Tevfik Fikret,

     “Peki, sen çık”, diyor. Öğrencilere dönüyor, ”Doğru mu bu?” diye soruyor.

     “Değil hocam, biz yapmadık, bir yanlışlık var”.

     “Peki”, diyor Tevfik Fikret. ”Size güveniyorum, madem siz yapmadınız, çıkabilirsiniz”.

     Aradan on dakika geçmiş geçmemiş, Tevfik Fikret’in odasının kapısı gene çalınıyor, gelenler deminki çocuklar.

     “Buyurun çocuklar”

     “Hocam siz bize güvendiniz, biz çok utandık. Çünkü o yazıyı biz yazmıştık. Özür dilemeye geldik”.

     Güvenmek ne güzel bir sonuç doğurmuş, ne kadar eğitici olmuş, çocukların vicdanlarına seslenilmiş.

     Şimdi tersinden bakalım, çocuklar “Biz yapmadık” dediklerinde, ”Ya öyle mi, ben de inandım!” denip sağlı sollu girişilseydi, ”Defolun şimdi, gözüm görmesin sizi!” denseydi, bu çocuklar o onur kırıklığı içinde, dövülmenin iç dünyalarında yarattığı fırtınayla şunu demezler miydi ve yapmazlar mıydı, ”Yazacağım, inadına yazacağım, bugün duvara yazdım, yarın tavana yazacağım. El mi yaman, bey mi yaman!”

     Bunu anlattıktan sonra ders bitti. Öğrencilerimi her zaman olduğu gibi kapıda uğurladım, şakalaşarak vedalaştık. Masaya yöneldiğimde baktım, devamsızlığı git gide artan öğrencim beni bekliyordu.

     “Hocam”.dedi,”ben çok kötü bir şey yaptım. Siz Tevfik Fikret’i anlatınca da çok utandım. Lütfen şimdi, gözümün önünde yanlışımı düzeltin”.

     Ben imza atılmayınca o boşluğa kırmızı kalemle çarpı işareti koyarım. Ama nasılsa onun çarpılarını mavi kalemle yazmışım, yoklama kâğıdı onun önüne gelince o da tutmuş çarpıların üzerine bastıra bastıra imza atmış. Onun isteğiyle kırmızı kalemle-bu kez ben bastıra bastıra- yeniden çarpı koydum.

     Bir daha devamsızlık yapmadı. Kazandım öğrencimi, eğitsel olmayan yollara başvurmadan… O da kazandı. ’Kazan-kazan’ oynadık.

     Hep söylerim öğrencilerime, bir insanı yitirmek kolay, kazanmak zordur. Size zor olanı yapmak yakışır.

     Yoklama dışdenetim aracıdır, önemli olan özdenetimli insan yetiştirmektir. Değişimin kapısı içerden açılır çünkü.



                                                          KAYNAKÇA

Bolat, Özgür (2016) Beni Ödülle Cezalandırma 33. baskı İstanbul: Doğan Egmont Yay. 

Goleman, Daniel (1998) Duygusal Zekâ (Çev. Banu Seçkin Yüksel) İstanbul: Varlık Yay.

Gordon, Thomas,(2001) Etkili Öğretmenlik Eğitimi (Çev. Emel Aksay)

     10.baskı İstanbul: Sistem Yay.

Kılıççı, Yadigâr (1999)”6-15 Yaş Öğrencilerinin Gelişimsel Güçleri ve Kişilik Gelişimi-

     ni  Kolaylaştırma” İlköğretimde Rehberlik (Ed. Yıldız Kuzgun) Ankara: Nobel Yay.

Nas, Recep (2009) “Çocuk Okula Başlarken” Eleştirel Pedagoji dergisi, Eylül-Ekim

     2009, Sayı:4-5 (20-26)

Pennac, Daniel (2010) Okul Sıkıntısı (Çev. Barış Behramoğlu) İstanbul: Can Yay.

Yeşilyaprak, Binnur (1990) “Davranışlarımızın Belirleyicileri” Cumhuriyet Bilim Teknik

     Sayı: 149





(*) Bu yazı Öğretmen Dünyası dergisinde (Nisan 2017 Sayı: 448) yayımlanmıştır. (39-41)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder