EĞİTİMDE ÇAĞDAŞLIK (*)
Eğitim bir süreçtir. Bu süreç içinde bireyin yeterli duruma gelmesi,
istenilen yönde değişmesi gerekmektedir. Bu değişim bireyin davranışlarında
olacaktır. Bu davranışların çağa uygun, olumlu, bilimsel tutuma yöneltici
olması gerekir kuşkusuz. Ama- ne yazık ki-son on yıldır eğitim uygulamalarında
bilimsellikten uzaklaşılmakta, aklın yerine inanç getirilmek istenmektedir. İlk
ve ortaöğretimde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin zorunlu olması bir
yana, kültür dersleri de dinsel açıdan işlenir duruma gelmektedir.
Bilimsel Düşünme Gücü
Türk milli eğitim sisteminin genel amaçları
1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nda belirlenmiştir. Soyut bir anlatımla
ve uzun tümcelerle üç maddede sergilenen bu amaçlar ne derecede
gerçekleşmektedir? Sormak gerekiyor: Okullarımızda yalnızca ders kitaplarıyla
yetiniliyorsa, düşünmeyi öğretmeye yönelik felsefe, mantık dersleri dışlanıp
seçmeli duruma getiriliyorsa ‘Hür ve bilimsel düşünme Gücü’ne nasıl sahip
olacaktır öğrenciler? Özgür ve bilimsel düşünme gücünü, doğruluğu yeterince
kanıtlanmamış olan hiçbir şeye inanmamayı, araştırıcı, sorgulayıcı, kuşkucu
olmayı öğreten bilimsel eğitim sağlayabilir. Bilimde kanıtlamak, dinde ise
inanmak esastır. Atatürk bunun için 1930’da okullardan din dersini kaldırarak
eğitimi bilimsel temele oturtmak istemiştir.
(Batuhan, Cumhuriyet gazetesi, 6.2.1990)
Öğretimin Birleştirilmesi Yasası’na karşın, bugün uygulamada ikili ve
çelişkili eğitiminden söz edilebilir. Canlıların oluşumunun biyoloji dersinde
bilimsel açıdan, din dersinde inanç açısından açıklanması çocuğu şaşırtmayacak
mıdır? Gerçi biyoloji kitaplarına da dinsel içerik katılabiliyor günümüzde.
Ortaokul 3. Sınıfta okutulan ‘Vatandaşlık Bilgileri’ kitabında din
kuralları, laiklik ilkesine aykırı olarak toplum yaşamını düzenleyen kurallar
içinde sayılmakta, “İnsanoğlu, sonuç
olarak ne evrenin ne de evrendeki bir varlığın kendiliğinden olamayacağına,
evreni yaratan ve yöneten üstün bir yaratıcının varlığına inanmıştır. (…) Bir
dine inanan ve onun icaplarını yerine getiren kişi kalbini kötülüklerden, kin
ve nefretten arınır; sevgi, iyilik, güzel duygularla doldurur” denilmektedir.
Bu sözlerle çocuk dinsel bir zorlamayla karşı karşıya bırakılmış olmuyor mu?
‘Din adamı yetiştiren okullardaki bir ders
kitabında (***) “Cumhuriyet eğitiminin çarkından geçenler dine karşı
yabancılaşmış, Türk-İslam kültüründen soğutulmuşlardır” diye yazılıyorsa, bu
kitabı okuyan öğrenciler Atatürk’ün devrim ve ilkelerine nasıl bağlı
kalacaklar, üstelik ‘Cumhuriyet eğitiminin çarkından geçenler’ e karşı düşmanca
duygular beslemeyecekler midir? Görülüyor ki, çağdaş, devrimci, laik ve
bilimsel düşünceli kimliğin karşısına, geleceği geçmişte arayan bir kimlik
çıkarılmak isteniyor,
Atatürk, kendisinin yazdığı, uzun yıllar ortaokullarda ders kitabı
olarak okutulan ‘Yurttaşlık Bilgileri’ kitabında şöyle demektedir: “Kimi insanlar, geleceği, geçmişin arasından
görmekte direnirler. Bunlar ilgimizi kestiğimiz geleneklere karşı bağlılığın
yeniden sağlanmasını isterler. Bu tür insanlar, kendisinin inandığı gibi
inanmayan kimseleri, istedikleri gibi ezemezlerse kendilerini cenderede
hissederler. Herhalde bağnazlıktan kurtulmak (bağnazlığı aşabilmek) istenen bir
tutum durumuna gelmesi de düşünsel eğitimin yüksek olmasına bağlıdır.” Atatürk,
düşünmeyi öğretmek yoluyla bağnazlığın aşılacağını vurgulamaktadır. Peki, bugün
düşünmeyi öğretebiliyor muyuz?
Düşünmeyi Öğretmek
Tekin’in (1978) araştırmasının sonucuna göre, “Lise ve dengi okulları
bitirdikten sonra yükseköğretime girebilen öğrenciler ‘okuduğunu anlama gücü’
ile ‘yazılı anlatım becerisi’ni yeterli düzeyde kazanmamış durumdadırlar. (…)
Öte yandan yükseköğretim kurumlarındaki Türkçe öğretimi de sözü edilen bu iki
özelliği öğrencilere kazandırmada ya da bu özellikler yönünden öğrencilerdeki
eksikleri gidermede etkili olamamaktadır” (Tekin, 1980: 60). Demek ki
ilkokuldan yükseköğretime kadar öğrencilere okuduğunu tam ve doğru anlama,
doğru ve etkili yazma becerisi yeterince kazandırılamıyor.
İpşiroğlu, üniversite öğrencilerinin anlama, kavrama ve eleştirme
güçlerini yoklamak için Ferit Edgü’nün çok ince bir alaylamayla yazdığı ‘Türk
Politikacılarının Kültürle ve Sanatla Olan İlişkileri’ başlıklı denemesini,
yazarın adını söylemeden öğrencilerine okur. Öğrencilerden, bu yazıdan ne
anladıklarını açıklamalarını ister. Sonuç çarpıcı ve üzücüdür. Yazıyı 92
öğrenciden yalnızca 4’ü anlamıştır (İpşiroğlu, 1989: 14-15) Neden böyle? Bunda
öğretim programlarının, kullanılan yöntemlerin, araçların etkisi var elbette.
Bunların ötesinde en önemli öğe, öğretmen… Öyle ya, programa canlılık katacak,
işlerlik kazandıracak, onu zenginleştirecek olan öğretmendir. Ne ki yeterli,
uygun araç, kaynak yoksa öğretmen istenilen etkiyi yaratmakta güçlük
çekecektir. Okuma parçaları – özellikle ilköğretimde kullanılan sınıf
dergilerindekiler – genellikle ‘çocuksu’dur. Dil yavan, anlatım kuru, ilkel…
Oysa bu parçaların ‘çocuğa göre’ olması gerekir. Bunun içinse anlatım akıcı,
tümceler yalın olmalıdır. Çocuğun ilgileri, gereksinmeleri, dil evreni dikkate
alınmalıdır. Türkçenin olanakları, zenginliği parçalara yansımalıdır. Böylece
parçalar çocukların düşünce, duygu eğitimine katkıda bulunabilir (Özdemir,
1983: 28 Binyazar, 1983: 65-66)
Aşağıya bir fikir vermek üzere iki şiir yazılmıştır. Bunlardan
hangisinin ‘çocuksu’, hangisinin ‘çocuğa göre’ olduğu belli, apaçık ortada.
CANIM ATATÜRK’ÜM
Atatürk’ü çok severim
Benim canım derim
Öl dese ölürüm
Canım Atatürk’üm
19 Mayısta çıktın Samsun’a
Ordan baktın vatana
Canım feda olsun sana
Canım Atatürk’üm
Atatürk Anıtkabir’de yatar
Ordan yurduna bakar
Canıma can katar
Canım Atatürk’üm
İLKOKUL İKİDEKİ
Ankara kalesinin dibindeydi evimiz
Kardeşim bakardı yamaçtan uzaklara,
Türkiye’ye
Anıtkabir parlardı en çok
Neden parlardı en çok
Anlamazdı
Kaçtasın diye sorarlardı ona
İlkokul ikideyim derdi ağır ağır
Sesi titrer biraz
Anlamazdı
Pazarları giyerdi güzel giysilerini
Anıtkabir’e giderdi, Mustafa Kemal’e
Oradan yeryüzü görünürdü daha yakın
Neden görünürdü yeryüzü daha yakın
Anlamazdı
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Bugün okullarımızda hâlâ ezbercilik egemen. Öğrenciye bir sürü ad,
tarih, formül ezberletilmekte, çocuğun beyni bilgi deposu olarak görülmektedir.
Oysa günümüzde öylesine bir bilgi birikimi var ki, bunların hangi biri
öğrenciye verilecektir? Bu bilgilerden en gerekliler seçilse bile yine de
bunları öğrencinin belleğine yığmak gerekmez. Çünkü bu bilgileri depolayacak,
saklayacak birçok araç geliştirilmiştir. Kaldı ki mutlak bilgi yoktur, bilimsel
bilgi görelidir. Dahası bilgiler eskir, değişir, bugün doğru sanılan bilginin
yarın yanlış olduğu ortaya çıkabilir. Öyleyse çocuk bilgi hamalı olacağına,
ilgisi yönünde gereksinme duyduğu zaman hangi bilgiyi, nerden, nasıl elde
edeceğini öğrenmelidir. Öğrenme yollarını, kısacası, öğrenmeyi öğrenmelidir (Enç,
1981: 204-205) Demek ki çocuk bilgiyi ezberlememeli, onu kendisine mal etmeli,
özümsemelidir. Bugünse çocuklar gereksinmelerini karşılamayan, ilgilerini
çekmeyen, birbiriyle bağlantı kuramadıkları, yaşamdan kopuk bilgileri
belleklerine yığmak, papağan gibi aktarmak zorunda bırakılıyorlar.
Öğretme-öğrenme sürecinin merkezinde öğrenci olacağına, konu ya da öğretmen
var. Aktarmacılığın egemen olduğu bir eğitim sisteminde öğrencilerin düşünmeyi
öğrenebilecekleri söylenemez.
Dil düşünceyi, düşünce dili geliştirir. Sözcük dağarı ne kadar genişse,
ne kadar çok kavram zenginliğine sahipse, bireyin o ölçüde düşünme yeteneği
gelişir, düşünce ufku genişler. Bunun içinse çocukların okuma alışkanlığı,
eleştirel okuma gücü kazanmaları gerekir. Bunu sağlamak için ana-baba ve
öğretmen çocuğa örnek olmalı; sınıf ve okul kitaplıkları çocuğu özendirecek
biçimde düzenlenmeli, çocuğun okuma eğilimlerine uygun ve çağdaş iletiler sunan
kitaplarla donanmalıdır. Çocuk, evinde kitaplık kurması için isteklendirilmeli,
ona kitap alması için de harçlık verilmelidir. Unutulmamalı ki, okuduğunu
anlamayla okul başarısı arasında çok yakın ilişki vardır.
Okullarımızda öğrencileri etkin ve etkili kılacak yöntemlere yeterince
yer verilmiyor, yöntemler çeşitlendirilmiyor. Varsa yoksa anlatım yöntemi…
Öğrenciye dinlemek kalıyor yalnızca. Deney, gözlem, inceleme dersi olması
gereken Fen Bilgisi dersinde bile ilkokul öğretmenlerin yarısı anlatma
yöntemini ‘her zaman’ kullanmaktadırlar (Fidan, 1986: 222)
Ders kitapları ise çocuğu düşünmeye yönlendirecek, okuma alışkanlığına
ulaştıracak nitelikten yoksun, kuru, albenisiz, bilgi yığını; çocuğun kendi
kendine öğrenmesini sağlayacak özellikte değil. Sözgelimi yukarda sözü edilen
‘Vatandaşlık Bilgileri’ kitabında devlet şekillerinden tutun da siyasal
örgütlenmeye, askerlik yoklamalarına, vergi çeşitlerine, Anayasa Mahkemesi
üyelerinin kaç yaşında emekli olduğuna, il ve ilce trafik komisyonlarının
görevlerine kadar değişik konulara en ince ayrıntısıyla madde madde yer
verilmiştir. İlkokul Programında, Sosyal Bilgiler dersinin ünitelerinin kimi
alt başlıklarına ana çizgileriyle değinilmesi istenirken, ünite dergileri aynı
ünitelere ilişkin, çocukların düzeylerinin üzerindeki bilgileri sayfalarca art
arda sıralamaktadırlar.
Çocuk
mu, Ders Çalışma Makinesi mi?
Bir
ilkokul öğrencisine soruldu,
-
Nasıl
gidiyor?
-
İyi
gidiyor, dedi.
-
İyi
giden ne, ben ne sordum ki?
-
Dersleri
sordun, büyükler başka ne sorar ki…
Çocuklar yalnızca ders çalışması gereken
bir robot olarak algılanırsa bu yanıtı vermesi doğaldır. Çocuğun bedensel,
zihinsel, ruhsal, toplumsal yönleriyle bir bütün olarak gelişmesi gerekir.
Bunun içinse onun yalnızca dersleriyle, aldığı notlarıyla ilgilenmek yetmez.
Çocuğun sağlıklı gelişmesinde ve başarılı olmasında düzenli bir aile ortamı;
anlayışlı, güvenli, ilgili, saygılı, sevecen ana-baba tutumu çok önemli bir
etkendir. Başka bir deyişle, düzenli bir aile yaşamı, çocuğun okul başarısını
olumlu yönde etkilemektedir.
Lammermann’a göre, okul başarısıyla uyumlu aile yaşamı arasında %63
bağıntı vardır (Altın köprü, 1979: 121). Çocuğun eğitimi doğumuyla birlikte
başladığına göre, öncelikle ana-babanın çocuk eğitimine ilişkin eğitilmesi
gerekir. Halk eğitim müdürlükleri dikiş-nakış, çiçekçilik kurslarıyla
yetinmeyip bu görevi üstlenebilir.
Bugün çocuklar okul-ödev-kurs üçgeni içinde bunalmakta, çocukluklarını
yaşamamaktadırlar. Çocuğunun iyi bir öğrenim görmesini istemek her ana/babanın
hakkıdır kuşkusuz. Ama çocuğun yarış atı durumuna getirilmesi doğru değildir.
Çocuklar ana-babanın geleceğinin güvencesi, ilerde ailenin geçim aracı olarak
görülmemelidir. Ödev, çocuğun kendi kendine çalışma ve öğrenme becerisi
kazanması, öğrendiklerini uygulaması için gereklidir. Ama amaçsız, plansız,
gelişigüzel ödev verilmez. Gereğinden çok, düzeyinin üzerindeki ödev çocuğu
bunaltır, kopyaya yöneltir, çocuğun baştan savma iş yapmasına neden olur. Çocuk
öğrenme isteği, sevgisi kazanacağına, öğrene öğrene, öğrenmenin ne kadar sıkıcı
bir şey olduğunu öğrenir. Öğrenmek için de iştah gereklidir. Ödeve koşullandırılan
çocuk, ödev verilmeyince okumaz, çalışmaz. Bir Bakanlıkta üst düzeyde görevli
bir memur şöyle demektedir: “ İlkokuldan beri bizi ödev yapmaya öyle
alıştırdılar ki, şimdi ödev verilince yapıyorum, verilmeyince Bakanlıkta boşuna
oturuyorum”(Ergun, 1987: XIV).
Yapılan bir araştırmaya göre, Anadolu Lisesi ve özel okul sınavlarına
hazırlık için haftada sekiz saatten fazla kurs gören çocuklarda, daha az kurs
gören çocuklara oranla daha çok uyum ve davranış bozukluklarına rastlanmıştır
(Yavuzer, 1984:196). Özellikle ilkokulun son iki sınıfında çocuklar çoktan
seçmeli test sorularıyla boğuşuyorlar. Çocuğun gelişimi için çok önemli olan
beden eğitimi, müzik ve resim-iş derslerinde bile sınava hazırlık
yapılabiliyor. Köroğlu’ndan esinlenerek insanın “Anadolu liseleri icat oldu,
çocuğun eğitimi bozuldu” diyesi geliyor. Son yıllarda çocukların karınları tostla, beyinleri testle dolduruluyor.
Sözü edilen sınavlara hazırlanan bir ilkokul 5. Sınıf öğrencisi
duygularını şöyle dile getirmektedir: “(…) Mesela, kapıda bir annem, güler
yüzlü, tatlı dilli. Yemeğin hazır olsun. Tabii ki, ben emir vereyim diyemem, ama
o gün 5 değil de 4,5’tan 5 aldıysam, ‘Olsun, bir daha dikkatli ol’ deyip
yanağımdan öpen bir annem olsaydı, (…) Öğretmenime çok dikkat ediyorum. Kapıda
biriyle konuşurken gülüyor. İçeri girince suratı asılıyor. (…) Okulun bir
eğlence olmasını, sulu boyalarla bütün sınıfı boyamaya, süslemeyi çok isterdim.
(…) Okul olmasaydı, ama oyun olsaydı.” Görülüyor ki, çocuklar, en önemli
öğrenme kaynaklarından biri olan oyundan yoksun. Oysa oyun çocuk için bir
oyalanma değil, çalışmadır, iştir; çocuğun yaşamında sevgi ve beslenme kadar
önemlidir. Çocuk oynayarak becerilerini, us gücünü, kişiliğini geliştirir.
Oyun, çocuğun gelişimine katkıda bulunan en doğal araçlardan biridir.
Çocukların okulu sevdiklerini söylemek zor doğrusu. Okullar sevimsiz,
soğuk, resmi görünümlü. Oyun alanı, aracı yeterli değil, kimisinde hiç yok.
Dersler ilginçleştirilerek işlenmiyor, ‘oyun içinde eğitim
gerçekleştirilemiyor. Birazcık kar yağmaya görsün, çocukların aklı tatilde.
Deyim de üretmişler, kar yağınca “tatil yağıyor” diyorlar. Hafif bir deprem sonrasında çocuğun biri şöyle der:
“İnşallah okulun duvarları çatlamıştır, okul tatil olur” (Ergun, 1987: XIV).
Neden Başarısızlık?
Ruh sağlığı eğitimin ayrılmaz bir
parçasıdır. Ruhsal yönden de sağlıklı, sağlam kişilikli bireyler yetiştirmemiz
gerektiğini söylemek bile gereksiz. Bugünse duygu ve kişilik eğitimi
savsaklanmakta, göz ardı edilmektedir. Oysa duygusal yaşam, zihinsel yaşamdan
önce gelmekte ve zihinsel yaşamın kaynağını oluşturmaktadır (Şemin, 1979: 57).
Okul başarısı bireyin ilgi, tutum benliğini etkilemektedir. Uzun süreli
başarısızlık okula, okuldaki öğrenmeye karşı olumsuz tutumların gelişmesine
neden olur. Özellikle ilkokuldaki başarı çocuğun ruh sağlığını etkilemektedir.
Okulda sürekli başarılı bir öğrenciyle sürekli başarısız olan bir öğrencinin
ilerde sorunları çözme biçimleri farklı olacaktır (Yıldıran, 1984: 24-25)
Birey tektir, kendine özgüdür. Her çocuk parmaklarının izi gibi
eşsizdir, ayrı bir değerdir. Her çocuğun öğrenme biçimi, hızı, süresi farklıdır.
Bunun için her çocuğa öğrenme fırsatı ve süresi tanınmalı; yöntemler
çeşitlendirilmeli, öğretim bireyselleştirilmelidir. Her çocuğa başarı tadı
tattırılmalıdır. Başarı, başarının mayasıdır. Çocuk kendi hızıyla öğrenirse,
bilgiyi özümserse öğrenme anlamlı olur, anlayarak öğrenme gerçekleşir. Eğitim
sistemimiz-bugünkü işleyişiyle-tek tip birey yetiştirmeye yöneliktir. Oysa her
öğrencinin ilgi, yetenek ve gereksinmelerini karşılayacak bir sistemin
geliştirilmesi gerekir.
Eğitim sistemimiz seçici ve eleyicidir. Yüzbinlerce çocuğun zorunlu
öğrenim hizmetinden yararlanamaması bir yana, 1988-1989 öğretim yılında
ilkokulda öğrencilerin % 10’u, ortaöğretimde % 30’u okulda kalmıştır. Bu olgu,
çocukların ruhsal sağlıklarının olumsuz olarak etkilemesinin yanı sıra yeni
dersliklere gereksinme yaratmakta, sınıfların kalabalıklaşmasına yol açmakta,
dolayısıyla öğretimin niteliğini düşüren bir etken olmaktadır.
Sınıfta kalan çocuğun ‘tembellikle’ suçlanması çağdaş eğitim anlayışıyla
bağdaşmaz. ‘Tembel’ denilen olgu bir neden değil, sonuçtur. Okul
başarısızlığının birçok nedeni olabilir: Görme-işitme yetersizliğinden,
yeterince güdülenmemiş olmaya kadar… Kaldı ki öğretmen, öğrencilerinin
başarısızlığı karşısında öncelikle kendi uygulamalarını, kullandığı yöntemleri,
öğrencileriyle ilişkilerini gözden geçirmelidir, özeleştiri yapmalıdır.
Bloom’un ‘Tam Öğrenme Modeli’ne göre, duyarlı ve planlı öğretim hizmeti
sağlanır, öğrenme güçlükleriyle karşılaşanlara yerinde ve zamanında yardım
edilir, öğrenmeleri için yeterli zaman tanınırsa hemen hemen bütün öğrenciler
yüksek düzeyde öğrenme gücü geliştirilebilirler (Bloom, 1979: 4).
Okulda Demokrasi
En iyi öğretme yolu iyi örnek olmaktır. Onun içindir ki, çocuk,
demokratik davranışları önce yakın çevresinde, sonra okulda göre göre, yaşaya
yaşaya benimseyecek, içselleştirecektir. Demokrasi öğretilmez, yaşanır. Ne var
ki Türk toplumu olarak demokrasiyi bir yaşam biçimine dönüştürdüğümüzü söylemek
çok zor. Ailede uç vermeyen demokrasi okulda da filizlenmiyor bir türlü.
Öğretmen de bu toplumun ürünüdür, demokrasinin yeterince işlemediği aileden
gelmektedir.
Okulda demokrasinin tüm kurallarıyla işlemesinin gereğinden söz edilince
disiplin olgusu gelmektedir akla. Disiplin, çocuğun sağlıklı gelişimi için
gereklidir; ama ‘çocuk merkezli’ bir disiplin anlayışının benimsenip
uygulanması koşuluyla… Yetişkine düşen görev çocuğa ve ergene, bağımsızlığını
kazanması, kendi kendini yönetmesi için yardımcı ve destek olmaktır.
Disiplinle otorite, disiplinle özgürlük birbirine karşıt kavramlar
değildir. Disiplinin özünde otorite de vardır, özgürlük de… Demek ki disiplinin
özgürlük sağlayıcı yanı da vardır. Disiplinin içinde otoriteyle özgürlüğün
dengelemesi, uzlaştırılması gerekmektedir (Onur, 1979: 30-32) Bu nedenle
öğretmen otoriter de olmamalı, otorite boşluğu da yaratmamalıdır, demokratik
tutum takınmalıdır. Demokrat bir öğretmen öğrencisine saygı duyar, sevgiyle
yaklaşır, sevecendir. Kendine, öğrenciye güvenir. Hakça davranır. Öğrencisiyle
sağlıklı iletişim ve diyalog kurar. Anlayışlı, hoşgörülüdür. Her öğrencisini
değerli bir birey olarak kabullenir. Öğrencilerin görüşlerini, düşüncelerini
saygıyla dinler, önemser, dikkate alır. Tartışmaya açıktır. Kararları
öğrencileriyle birlikte alır, kuralları yine birlikte belirler. Körü körüne
itaat beklemez. Mesleki bilgisiyle, davranışlarıyla, kişiliğiyle kendiliğinden saygınlık
yaratır. Sınıfının karşısında değil, yanındadır.
Bugünse öğretmen öğrencisine uzak durmaktadır. Gülümsemenin,
şakalaşmanın, espri yapmanın dersin ciddiyetini bozacağı, öğrenciyi şımartacağı
sanılıyor, Öğrencilere yeterince söz hakkı verilmiyor. Değişik, özgür
düşünceler bastırılıyor. Demokrasinin gereği olan çokseslilik yaratılamıyor.
Otorite, korku yoluyla kurulmaya çalışılıyor. Oysa duygulara, düşüncelere sınır
konmazsa, davranışlara da sınır koyma gereği duyulmaz. Yasakçı bir ortamda özgün,
yaratıcı düşünceler serpilmez. Bir öğrenci şöyle diyor: “Ben bir öğrenci olarak
öğretmenlerime yaklaşamıyorum, korkuyorum. Bunun suçu bizde mi, öğretmenlerde
mi? Yetişme Yönteminde mi? Okullara atanmadan önce öğretmenlere çocuk ve
gençlik psikolojisi öğretilmeli” (Yörükoğlu, 1988: 172).
Ergenlik, fırtınalı bir dönemdir. Ergen bedensel ve psikolojik değişim
içindedir. Tepkilidir, yargılayıcıdır. Ona anlayışla, hoşgörüyle yaklaşılması
gerekir. Ama bugünkü uygulamada, okul, öğrencilerin uyum güçlüklerini gidermesi
gerekirken, kimi durumlarda bu güçlükleri artırmaktadır (Yavuzer, 1982: 265)
Mili Eğitim Bakanlığı’na Bağlı Ortaokul ve Ortaöğretim Kurumları Disiplin
Yönetmeliği akla gelmedik ceza türleriyle dopdulu. Gençlere ‘potansiyel suçlu’
gözüyle bakılıyor. Oysa önemli olan ceza vermeyi gerektirmeyecek bir eğitsel
ortamın yaratılmasıdır. Ceza, cezalandırılmaya neden olan davranışı bir an için
bastırsa bile yeni bir davranış öğretmez (Hovardaoğlu, 1988: 37). Olumsuz
davranışı yapma eğilimi kişinin içindedir yine. Kişi her cezalandırılışında
kendini korumaya çalışır, yalana başvurur, korkar, kaygılanır. Böylece
istenmedik yan ürünler ortaya çıkar. Kaldı ki ‘disiplin olayı’ sayılabilen kimi
öğrenci davranışları özünde ergenlik döneminin özelliklerinin ürünüdür.
Çoklu katılımın sağlandığı, hoşgörünün ve
anlayışın egemen olduğu, eğitsel önlemlerin alındığı bir ortamda disiplin
kurulları, demokrasi kuralları işlerlik kazanacaktır.
Okullarımızda dayağın varlığı yadsınamaz
bir gerçektir. Öyle ki Milli Eğitim Bakanlığı ikide bir öğrencilerin
dövülmemesine ilişkin genelge yayımlamak zorunda kalmakta; böylece okullarda
dayağın varlığını resmi olarak doğrulamış olmaktadır.
Dayak onur kırcı bir olgudur. Döveni de küçültür, dövüleni de… Dövülen,
dövene karşı kin besler.
Dayak onur kırcı bir olgudur. Döveni de küçültür, dövüleni de… Dövülen,
dövene karşı kin besler. A pısırık olur ya da başkaldırır. Dayağın yoğun
okullarda öğrenciler araç-gereç ve eşyalara zarar vermektedirler (Yörükoğlu,
1983: 113) Dövülen çocuk dövmeyi öğrenir. Sorunları saldırganlıkla çözmeye
çalışır. Şiddet, şiddeti doğurur.
Bir ilkokul öğrencisi şöyle diyor: “Dövülürken içimden okula gelmek ne
zor diye düşündüm. Öğretmenimin ne fena olduğunu düşündüm. Okulumuza başka bir
öğretmen gelmesini düşündüm. Öğretmenim
benim küçüğüm olsa ben de onu döverim diye düşündüm. Ona içimden sövdüm.”
Bir ilkokulda-2. Sınıfta-Atatürk Devrimleri işlenirken, çocuklardan biri
“Öğretmenim” diyor, eskiden öğretmenler dövüyorlardı falakayla, şimdi
dövüyorlar sopayla”. İşte küçük bir öğrencinin okula ve öğretmenlere bakış…
(Nas, 1988: 247-248)
Peki, öğretmen öğrencisini neden dövüyor? Belli ki çağdaş disiplin
anlayışından yoksun. Öyle ya, öğrencisini seven ve sayan, onunla sıcak, içten
ilişki içinde olan, sağlıklı iletişim kuran, sınıfında olumlu öğrenme ortamı ve
coşkusu yaratan, öğrencisinin ilgisini çekip güdüleyen, dersini ilginç
kılabilen bir öğretmen dayak gibi çağdışı disiplin aracına başvurma gereği
duymaz. “Bir lise öğretmeni yeni gelen
meslektaşına şu öğüdü veriyordu. ‘Meslekte yenisin, bu iş nasıl başlarsa öyle
gider. Sınıfta güçlü olduğunu, dizginlerin senin elinde olduğunu ilk gün
göstermelisin, yoksa ipin ucunu kaçırırsın. İlk günler bir fırsatını bul,
sınıfın elebaşılarından birine bir güzel sopa çek, ondan sonra yıl boyu rahat
edersin’” (Yörükoğlu, 1988: 175)
Hep öğretmene yüklendiğim sanılmasın. Her şeyden önce öğretmenlerin
kendileri demokratik koşularda yetişmiyorlar. Düzenli, sağlıklı bir hizmetiçi
eğitimden de geçmiyorlar. Bakanlık dayağa ilişkin genelge göndermekle
yetineceğine, çağdaş disiplin anlayışı kazandırmaya yönelik kurslar açıp
öğretmenlerin kafalarının içini değiştirmelidir. Öte yandan, Atatürk’ün
‘düşünsel devrim’i gerçekleştirmesini beklediği öğretmenler geçim derdinde
bugün, örgütlenme hakkından yoksun. Tanilli’nin (1988: 175) “Karanlık güçler, eğitimi çökertirken
öğretmeni de ezmiştir.”
Öğretmenin Yetişmesi
Öğretmenden beklenen özellikler öncelikle
öğretmen yetiştiren öğretmende olmalıdır. Öğretmenlik meslek bilgisi
derslerinde öğretmen adaylarına yalnızca bilgi vermekle yetinilmeyip nitelikli
bir öğretmende bulunması gereken kişilik özelliklerinin de kazandırılması
gerekir. Mesleki kişilik ‘mesleki ortam’ içinde kazandırılabilir ancak (Binbaşıoğlu,
1982: 46) XI. MEŞ’te belirtildiği gibi (s. 95), eğitim sistemindeki öğretmenin
niteliği, öğretmen yetiştiren kurumların öğretim elemanlarının niteliğiyle
özdeştir. Öğretmenin niteliğiyle eğitimin niteliği arasında doğrudan bir ilişki
vardır (Işıksoluğu, 1988: 25) Oysa ilkokul öğretmeni yetiştiren eğitim yüksekokullarında
öğretmenlik meslek bilgisi derslerini veren öğretim elemanlarının ancak 1/3’ü
ilkokul öğretmenliği yapmıştır; % 6’sı ise ne öğretmen okulu çıkışlı, ne de
öğretmenlik sertifikasına sahiptir. Matematik Öğretimi, Türkçe Öğretimi gibi
özel öğretim derslerini verenlerin % 68’i ilkokul öğretmenliği yapmamıştır.
Yani ilkokul öğretmenliği deneyimi olmayan, ilkokuldaki dersleri okutmayan
kişiler bu derslerin nasıl öğretileceğini öğretmeye kalkışmaktadırlar. ‘Bilen
öğretir’ anlayışı günümüzde geçersizdir. Öğretmen, nasıl öğreteceğini de
bilmelidir. Eğitim fakültelerinde de öğretmenlik meslek bilgisi derslerini
verenlerin yaklaşık % 17’si öğretmen kökenli değildir, yarısından fazlası
ortaöğretimde öğretmenlik yapmamıştır (Ulusavaş, Nas: 1990)
Öğretmen yetiştiren öğretmen,
deneyimlerini somut, canlı örnekler vererek sunarsa; öğretmen adayı, öğrenme
yaşantıları geçirmiş, güdülenmiş olur. Dahası öğretmen adayı; öğretmenlik
yapacağı ortamın koşullarını bilen, bu ortamda görev yapmış olan, onu bu
koşulların gerektirdiği biçimde yetiştiren öğretmenle daha kolay
özdeşleşebilir.
Sonuç olarak, yapıcı, yaratıcı, çağdaş, bilimsel tavırlı, üretken,
sorgulayan, bağımsız ve eleştirel düşünme gücü gelişmiş bireyler yetiştirmek
için Atatürk’ün eğitim politikasının ilkeleri ışığında-zaman
yitirilmeden-eğitim sistemimizin yeniden yapılandırılması gerektiğini
vurgulamak isteriz.
KAYNAKÇA
Altınköprü, Tuncel (19799 Okulöncesinde, Okulda, Yaşamda Çocuğun Başarısı Nasıl
Sağlanır? İstanbul: Altınköprü Yay.
Atatürk’ün
Yazdığı Yurttaşlık Bilgileri (Günümüz diline çevirip basıma haz: Nuran
Tezcan)
Çağdaş Yay. İstanbul
Batuhan, Hüseyin “Din Dersleri ve Laiklik”
6.2.1990 günlü Cumhuriyet gazetesi
Binbaşıoğlu, Cavit (1982) “XI. Milli
Eğitim Şurası’nda Öğretmen Yetiştirme Sorunu
Üzerine” Çağdaş Eğitim dergisi Sayı:
67
Binyazar, Adnan (1983) “Anadili
Öğretiminde Yazınsal Alanlara Açılım” Türk
Dili dergisi
Sayı:379-380
Bloom, Benjamin S. (1979) İnsan Nitelikleri ve Okulda Öğrenme (
Çev. Durmuş Ali Özçelik) MEB Yay. Ankara
Ekşi, Aysel “Din Eğitimi Adı Altında
Okutulanlar” 21.8.1990 günlü Cumhuriyet
gazetesi
Enç, Mitat (1981) Eğitim Ruh, Bilimi İnkılâp ve Aka Kitabevi, İstanbul
Ergun, Budun (1987) Sosyoloji ve Eğitim,V Yay. Ankara
Fidan, Nurettin (1986) Okulda Öğrenme ve Öğretme, Kendi yayını, Ankara
Hovardaoğlu, Selim (1988) “Cezanın
Davranışlar Üzerindeki Etkisi” Eğitim ve
Bilim dergisi
Cilt: 12 Sayı: 68 TED, Ankara (32-37)
Işıksoluğu, Müberra (1987) “Nitelikli
Öğretmen Yetiştirmede Bazı Sorunları” Eğitim
ve
Bilim dergisi Cilt: 11 Sayı: 63
TED, Ankara
İpşiroğlu, Zehra (1989) Düşünmeyi Öğrenme ve Öğretme, Afa Yay.
İstanbul
Nas, Recep (1988) “Çağdışı Bir Disiplin
Aracı: Dayak” UÜ Eğitim Fakülteleri
Dergisi Cilt: 3 Sayı: 1, Bursa (243-248)
Onur,
Bekir (1979) “Disiplin Kavramı” Eğitim
ve Bilim dergisi Cilt: 3, Sayı: 17 TED, Ankara (25-33)
Özdemir,
Emin (1983) “Anadili Öğretimi” Türk Dili
dergisi Sayı: 379-380)
Şemin,
Refia (1979) Ruh Sağlığı, Kendi
yayını, İstanbul
Tanilli,
Server (1988) Nasıl Bir Eğitim
İstiyoruz? Amaç Yay. İstanbul
Tekin,
Halil (1980) Okullarımızdaki Türkçe
Öğretimi, Kendi yayını, Ankara
Ulusavaş,
Mualla-Nas, Recep (1990) “Öğretmen Yetiştiren Kurumlarda Yönetici, Öğretmen
ve Program Üzerine Bir Çalışma”
Yayımlanmamış araştırma
Yavuzer,
Haluk (1982) Çocuk ve Suç, Altın
Kitaplar Yay. İstanbul
____________ (1984)
Çocuk Psikolojisi, Altın Kitaplar Yay. İstanbul
Yıldıran,
Güzver (1982) Öğrenme Düzeyleri ve Ürünleri,
Boğaziçi Üniversitesi Yay, İstanbul
Yörükoğlu,
Atalay (1983) Değişen Toplumda Aile ve
Çocuk, Aydın Kitabevi Yay. Ankara
_______________
(1988) Gençlik Çağı, Türkiye İş
Bankası Yay. Ankara
(*)
Bu
yazı ÇAĞDAŞ KÜLTÜRÜMÜZ Olgular ve
Sorunlar adlı (ortak kitap)
kitapta (Cem Yayınevi- Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Yayınları: 2,
1991-İstanbul) yayımlanmıştır. (311-326)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder