24 Ocak 2021 Pazar

DİSİPLİN YA DA SEVGİNİN GÜCÜ

                                 DİSİPLİN YA DA SEVGİNİN GÜCÜ*

                                                                                   Recep Nas

           Giriş

      İlköğretmen okulunda disipline ilişkin ‘bir şeyler’ söylendi mi bize, bilmem, anımsamıyorum. En azından dayağa ilişkin kulağıma küpe olacak bir çift söz edilseydi, kalırdı aklımda. Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre çocukluktan daha yeni çıkmışken öğretmen oldum, sınıfa girdim. Yük yolda düzülür anlayışıyla, kara düzen, birilerinin doğrusunu yanlışını göre göre, sınaya yanıla ilk dört yıl geçiverdi. Ne ki insan üzerinde sınama- yanılma yapılmaz, çocuk (‘da’ denmez) insandır. Asıl öğrenmemiz gerekense ‘çocukla sağlıklı iletişim’di.

     Onun için öğretmen adaylarına derdim, dokuz yıl ilkokul öğretmenliği yaptım. Geriye dönüp baktığımda ilk dört yılımı beğenmem. Eli sopalı bir öğretmen değildim ama, çocukları dövmedim dersem yalan olur. Yüzlerine, başlarına hiç vurmadım. Sayılıdır ama, ellerine vurduğumu acı acı anımsıyorum. Buna inandınız değil mi, inandınız, insan kolay kolay eksiğini gediğini, yanlışını söylemez, saklar. O zaman buna da inanın, son beş yılda- hani sanki hafif, hoş görülecek bir şeymiş gibi ‘kulak bile çekmedim’ denir ya, onu da demem – hiç dövmedim.

     Neden, nasıl değişmiştim? Ordu-Ulubey-Dikenlice Köyü’nde öğretmenim. Köyde üç mahalle var, sacayağı gibi, birbirinden uzak ama… Okulda kalıyorum, hiç komşum yok. Yalan olmasın, bir komşum var, mezarlık… Sıkılıyorum, üzüntülüyüm, bunalıyorum. Kara kara düşünüp dururken bir öğretmenimin salık verdiği bir kitap geldi aklıma: Üzüntüyü Bırak, Yaşamaya Bak. Dale Carnegie’nin kitabı, İstanbul’dan getirttim. Bu kitaptaki Douglas Malloch’un şiiri aklımı başıma getirdi. Şiir uzun, şu kadarını yazayım: Eğer dorukta çam olamazsan/Koyakta bir çalı ol, ama ol / Derenin yanındaki en güzel çalı sen ol (…) Balina olamazsan küçücük bir balık ol/Ama göldeki balıkların en kıvrak olanı (…) İster büyük ol, ister küçük/ Her zaman en iyi ol yalnız. Bu yetti bana, kapattım kitabı. Neyim ben, ilkokul öğretmeni, öyleyse bugünden tezi yok en iyisi olmak için çalışacağım. Benim öğretmenliğim,  içimde çiçeklerin açtığı o gün başladı. Üniversite öğretmenliğimde, benim beşinci yılda attığım adım, öğrencilerimin ilk adımı olsun diye çırpındım, çabaladım. Öğrencilerim de, sağ olsunlar, yüzümün akı, kıvanç kaynağım oldular.

     Ben okuyordum da, ‘keyfe keder şeyler’, roman, öykü, ille de şiir… O günden sonra eğitime ilişkin ne bulduysam okumaya başladım. Okudukça bir şey daha anladım, ben öğretmenliğe ilişkin pek bir şey de bilmiyormuşum.  Denir ya, iki türlü bilmeyen vardır: Bilmediğini bilen, bilmediğini de bilmeyen…  Ben ikinci türdenmişim, okudukça anladım bunu. İnsanın okudukça okuyası gelir, okumadıkça da okumaz. A. Blanqui ne güzel demiş, Mide açlığa alışamaz, ama beyin çabucak alışır.

 

     Disiplin Kavramı

       Disiplin Latince kökenli bir sözcük. Kökenindeki anlam bilinmeyince – kültürün de etkisiyle - farklı anlamlar yükleniyor ona. İlk çağrıştırdığı da sıkı düzen, ceza, itaat… Disiplinli öğretmen denince akla ilk gelen, dediğim dedik, korkutan, korkulan öğretmen. Disiplinli çocuk da büyüklerin karşısında konuşmayan, itiraz etmeyen, boyun eğip itaat eden… Ne de olsa söz büyüğün, sus küçüğün.

     Disiplin, çocuğun sağlam bir kişilik geliştirmesine, bağımsızlığını kazanmasına, özdenetimli olmasına, kendisiyle ilgili kararları gene kendisinin almasına, eleştirel düşünmesine, ‘birey’ olmasına kılavuzluk etme sürecidir. Disiplin, son kertede eğitimle anlamdaştır, özdeştir. Zaten kökeninde, Latince ‘öğrenme’ anlamına gelen ‘discipere’den türeyen ‘discipulus’ var. Bu da yardım etmek, yol göstermek anlamına geliyor. İngilizce - Türkçe sözlüklerde disiplin için eğitim, eğitmek, yetiştirmek, terbiye etmek gibi karşılıklar veriliyor. Şöyle de denebilir: Disiplin, çocuğu, toplumun yapıcı, özdenetimli bir bireyi olması için bilişsel, toplumsal, duygusal yönden sağlıklı iletişim yoluyla eğitmektir.

     Disiplin hem otoriteyi içerir hem de özgürlüğü. İkisinden birini seçmek ya da birine ağırlık vermek olmaz. Disiplinin özünde otoriteyle özgürlüğün dengelenmesi gerekir. Bunlar karşıt kavramlar değil, birbirini tamamlayan, bütünleyen, besleyen kavramlar… Çocuğun sağlıklı gelişmesi için otoriteye de gereksinmesi var, özgürlüğe de… Otoriteye gereksinmesi var, kılavuzluğa gereksinmesi var çünkü. Öğretmen doğal bir otoritedir. Çocuğun özgürlüğe de gereksinmesi var, çünkü bağımsızlığa, özgürleşen aklıyla eleştirel düşünmeye gereksinmesi var.

     Otoriterlik, otoritenin yozlaşmasıdır. Onun için öğretmen otoriter olmamalı, ama otorite boşluğu da yaratmamalı, otoriteyle özgürlüğü dengeleyip ‘otorite sahibi’ olmalıdır. Otoritesinin kaynağı da mesleki bilgisi, kültürü, kişiliği; saygı, sevgi, anlayış temeline dayalı tutumudur. Değilse, ben öğretmenim, saygı beklerim derse, çok bekler, o saygı gelmez. Öğretmen saygı beklemez, bilgisiyle, engin ve zengin kültürüyle, kurduğu sağlıklı insan ilişkileriyle, empatik yaklaşımıyla çocuklar üzerindeki saygıyı kendiliğinden yaratır, otoritesini de böylece doğallıkla kurar.

     Disiplinin birincil koşulu, çocuğa, sevildiğini, sayıldığını, kabul edildiğini duyumsatmaktır. 1. sınıfı okuturken ilk günlerde teneffüse çıkılacağı zaman kapıda dururdum, zebani gibi değil ama, gülümseyerek, göz teması kurarak, beden diliyle varsın, teksin, benim için değerlisin iletisini vererek… Benim varlığım, onların itişip kakışmadan tek tek çıkmalarını sağlardı. Giderek de bu alışkanlığa dönüşürdü.

     Öğretmen, teneffüs zili çalınca ilkin kendisi çıkmaz. Okulun ilk günü ilk ders sonrasında geçenekte 1. sınıftaki çocuklardan biri ağlıyor. Nöbetçi öğretmen soruyor,

     “N’oldu, neden ağlıyorsun?”

      “Öğretmen teneffüse (çocuklar ‘tenefüs’ derler) çıkın, dedi. Teneffüsü bulamadım.”        

 

     Ne Ceza Ne Ödül

      Güce dayalı otorite kurup öğrenciyi denetlemek, yönetmek, yönlendirmek isteyen öğretmen iki gücünü, ödülü ve cezayı kullanır. Ama bu iki gücü öğrenci kendine tümüyle bağımlı oldukça kullanabilir. Öğrenci büyüdükçe, bağımlılığı azaldıkça, cezadan korkmamaya başladıkça, - ilgileri ve gereksinmeleri değiştiğinden – önceki ödüller de çekiciliğini yitirdikçe öğretmenin bu güçleri birer birer ellerinden uçar, etkisizleşir.

     Zamanla cezanın sakıncaları anlaşılınca, – cezadan tümüyle vazgeçilmese de – ödül cezadan daha etkili dendi. Cezadan kaçınan öğretmenler, öğrencilerin ‘uygun’ davranışları göstermeleri için ödüllere bel bağladılar. Ama günümüzde ödülün de sakıncaları olduğu anlaşıldı. Aslında cezalayanla ödüllendirenin amacı aynı, ikisi de istediğini yaptırmaya çalışıyor.

     Cezanın – geçici de olsa – etkili olması için acı vermesi, bu yetmiyorsa caydırıcı olması için daha çok acı vermesi, ayrıca cezalananın kaçamaması, dolayısıyla cezalandırana bağımlı olması gerekir. İyi ama çocuk duyarsızlaşmışsa, acı duymuyorsa, örneğin dayak arsızı olup vuracağı iki tokat değil mi diyorsa, ceza etkisini yitirir, bu koşullar da işlevsiz kalır.

     Bir öğretmen sabrı taşınca dersliğin arkasında gürültü yapan çocuklardan birine bir tokat atıyor. Arkasını döner dönmez, çocuk,

     “Acımadı ki, acımadı ki!” diyor.

     Daha çok acı vermek için öğretmenin bu çocuğu öldüresiye dövmesi mi gerekir, bu olabilir mi? Şu da olabilir: Öğretmenin kendisini ikinci kez döveceğini anlayan çocuk pencereden atlayıp kaçabilir, böylece üçüncü koşul da elden gider. Benim başıma geldi. Şimdiki aklım olsa yapar mıyım, öğretmenliğimin o beğenmediğim yıllarıydı. 14 yaşında, ilgisiz, yasa gereği okula zorla getirdiğimiz bir öğrencim vardı. Ödevini yapmadığı için ‘teneffüse çıkmama cezası’ verdim. Çıkmasın diye de dış kapıda nöbete durdum. Zil çaldı, sınıfa girdim, baktım, yok. Pencereden kaçmış.

     Ödülün de etkili olabilmesi için çocuğun ödüle gereksinmesi olacak, bu yetmez, gereksinmesi öylesine güçlü olacak ki olmasa da olur diyemeyecek. Üçüncü koşul da, ödülü kendisi elde edemeyecek, dolayısıyla yetişkine bağımlı olacak. Ödüle koşullanan çocuk bunu hep ister, bunun sürdürülebilirliği var mı? Özgür Bolat’ın belirttiği gibi, Ödül, içgüdülenmeyi öldürür. Okunan her kitap için bir pizza vaat etmek, okumayı sevmeyen şişman çocuklar yaratmaktan başka bir işe yaramaz, diyor John Nicholls.

     Hayvanlar da bilinçli canlılar diye hayvanseverlerin karşı çıkmalarına karşın, ne yazık ki hayvanlar için kullanılan, ‘koşullandırma yoluyla terbiye etme’ araçları olan ceza ve ödülü çocuklara neden uygun görüyoruz, yetişkine bağımlı olma koşuluyla etkili olabilen bu iki aracı neden kullanıyoruz? Bağımsızlığını kazanmış, eleştirel düşünen, sorgulayan, “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar yetiştirmeyecek miydik biz?

 

     Sevginin Gücü

        Öğretmen adaylarına tanışırken derdim, sizlere yakışanı, zor bir mesleği seçmişsiniz, teşekkür ederim size. Ama bir sorum var, çocukları seviyor musunuz? Kalbinizle konuşun, yanıtı kendinize verin. Sevmiyorsanız, bu ayıp değil, kınanacak bir durum da değil. Çocuklarla birlikte olmak, onlarla oynamak sizi mutlu etmiyorsa yol yakınken vazgeçin. Mutsuz öğretmen mutlu çocuk yetiştiremez. Sevmediğiniz için çocuğun her yaptığı, her davranışı size batar. Halk sözü var ya, sevmiyorsan yürüyüşü lap lap, yemek yiyişi şap şap gelirmiş. Ama Yunus Emre’nin deyişiyle, sevgi gelecek cümle eksikler biter.   

     Saygı duyulup sevilme, beğenilip onanma, olduğu gibi kabul edilme, başarı tadı tatma, özgüvenli olma… Bunlar çocuğun başlıca ruhsal gereksinmeleridir. Bu gereksinmeleri doyurulan, sevgi deposu dolan çocuk – durduk yerde - disiplin sorunu yaratır mı?

     Bir öğretmen anlatmıştı. Sınıfa gelen müfettiş çocuklara küçük kâğıtlar dağıttırmış. Çocuklara da, öğretmeniniz sınıfta en çok kimi seviyorsa onun adını yazın, sonra kâğıdı katlayıp öğretmeninize verin, demiş. Ben düşündüm diyor öğretmen, Ahmet’i yazarlar, belki de Ayşe’yi… Sonuç çarpıcı, hoş! Her çocuk “Beni seviyor” diye yazmış. İşte bu, bu çocuklar öğretmeni üzerler mi?                                          

     İlkokul öğretmeniyken, dışarısı soğuksa, 1. Sınıf öğrencilerimle teneffüste de birlikte olurdum. Oturuyorsam, yanıma gelirler, biri bir parmağımı, biri bir parmağımı tutar, parmaklarım yetmez, kollarıma, omzuma dokunurlar, uzaktan bakınca oğul veren arı topluluğu gibi oluruz. Zil çalınca, hadi arkadaşlar (Birbirlerine ‘arkadaşlar’ desinler diye ben de özellikle ‘arkadaşlar’ derdim), ders başlıyor, derim, tıpış tıpış gider yerlerine otururlar. Bu çocuklar şımarır mı?    

     Öğretmen adaylarına sorardım, hayatta sevdiğiniz, saydığınız hiç değilse bir insan vardır, yoksa yazık size! O sayıp sevdiğiniz insanı üzmek, kırmak aklınızın ucundan geçer mi hiç? Öyleyse sevin, gerisi kolay… Suna Tanaltanay’ın deyişiyle, sevgi alışveriş değil, veriş-alıştır. Dersimi sevmeniz gerekir, seveceksiniz ki koşa koşa geleceksiniz. Ama dersimi sevmeniz için beni sevmeniz gerekir, beni sevmeniz için de benim sizi sevmem gerekir. Görüyorsunuz, iş öğretmende bitiyor. Severseniz, sizi de severler, dolayısıyla dersinizi severler. Sokrates başarısız bir öğrencisi için şunu demiş: Ona ne öğretebilirim, kendimi ona sevdirmeyi başaramadım.

     Sevgi sürekli doyurulması gereken bir duygudur. Karın nasıl acıkıyorsa, kalp de sevgiye acıkır.

     Sevgiden söz ettik de, ya saygı? Yoksa biz saygıyı büyüklere mi ayırdık? Şu sözleri duymuşsunuzdur:

     “Çocuk mu kandırıyorsun?”

     “Çocukmuşum gibi azarladı.”

     Demek çocuk kandırılabilir, azarlanabilir, saygı bunun neresinde? Ayı yavrusunu severken öldürürmüş, sepici de sevdiği deriyi yerden yere vururmuş. Demek ki saygı içermeyen sevgi de yetmiyor.

 

     Sonuç

      İnsan, cezadan korktuğu ya da ödül beklediği için değil, iç yargılama düzeneği olan vicdanının sesini dinleyerek doğru olanı yaparsa ahlaklıdır, uygardır. Öyleyse ne ödül ne ceza, ikisi de değil. Ceza da ödül de bağımlılık yapar, yan etkiler taşır. İkisine de alışılır, ikisi de zamanla ucuzlar, kanıksanır, etkisini yitirir.

     Ceza da ödül de kalkınca yerine ne konacak? Ceza yerine, çocuğun davranışının doğal sonucunu yaşaması… Ödül, övgü yerine de yüreklendirme, isteklendirme (teşvik), yargı içermeyen geribildirim.

    Sokma akıldan akıl olmaz. Şu atasözünü severim: Yığmaca çakıl yedi gün dayanır, koymaca akıl yedi adım…

     Ne varsa içte var, insanın içinde. Disipline ilişkin anahtar sözcükler şunlardır: İçdisiplin, içgüdülenme, özdenetim, özdeğerlendirme, içödül, özeleştiri, özsaygı, özgüven…

     Değişimin kapısı içerden açılır.

____________________________________________________________

      (*) Bu yazı MEB’in çıkardığı ya/da (Eğitim ya da Eğitim) dergisinde (Kasım-Aralık 2020 Sayı: 7) yayımlanmıştır.

1 yorum:

  1. Tüm öğretmenlerin okuması gereken bir yazı.Kaleminize sağlık öğretmenim.Sizin öğrenciniz olmaktan gurur duyuyoruz.Sizden aldığımız eğitimle hem öğretmneiz hem anne.Saygılar.

    YanıtlaSil