27 Mayıs 2020 Çarşamba

ÖYKÜCÜKLERLE KÖY ENSTİTÜLERİ


                             ÖYKÜCÜKLERLE KÖY ENSTİTÜLERİ  (*)


                                                                                                      Recep Nas


     Aşağıya Köy Enstitülerine ilişkin öykücükler (anekdot) yazılmıştır, yorumsuz… 



     Bunlar da Okursa Bu İşleri Kim Yapacak?

     Toprak ağası Emin Sazak arkadaşlarıyla ağaçların gölgesinde kuzu çevirip yerken, ortakçısı Durmuş, oğlu Talip Apaydın’ı elinden tutup ağanın karşısına çıkarır.

     “Ağam, 15 yıldır sana ortakçılık yaptım. Bir karış toprağım yok. Oğlumun anası öldü. Şuncağızı bir okula ver de okusun, kendini kurtarsın.”

      “Bre Durmuş dayı, okursa bu oğlan yarın seni de, Allahı da unutur. Bak yaşlanmışsın, ver eline kazmayı küreği, çalıştır. Hem bizim işimizi görsün, hem sana baksın. Bunlar da okursa bu işleri kim yapacak?” ( Erdost, 1987: 10)



     Bir Bildiği Vardır

     Öğrenci Ali Yılmaz, tarım öğretmenlerinin en yakın yardımcısı…  At sırtında çalışma alanlarını dolaştıktan sonra ahıra uğruyor. Bir süre sonra kız öğrenciler kümebaşı Türkân Gönenç’le birlikte inekleri sağmak için geliyorlar. O gün 23 Nisan (1941), bayramlık giysilerini giymişler.

     Ali Yılmaz, “Bu giysiler içinde süt sağılmaz. İnekler alıştıkları giysileri, her gün görmeye alıştıkları insanı, o insanın kokusunu ister. Değilse, huysuzlaşır, hırçınlaşır. Sağım rahat olmaz, tehlikesi bile olabilir. Huysuzlaşan inek tekme atabilir, süsebilir, sağılan sütü dökebilir. Onun için gidin, her zaman sağıma geldiğiniz giysilerle gelin, gecikmeden…”

     Yatakhane 1 km. uzakta. Git, gel, gidip yeniden giyin, zor. Öğrenciler itiraz ediyor. Öğretmen de öğrencilerden yana olunca ufak bir tartışma yaşansa da sonra kabul ediyorlar, anlaşıyorlar.

     Sağımcılar üstlerini değiştirmek için geri döndüklerinde müdürle karşılaşıyorlar. Müdür soruyor,

     “Günaydın arkadaşlar! Nereye, hani süt?”

     Onlar da Ali Yılmaz’ın söylediklerini aktarıyorlar. Müdür,

     “Bir bildiği vardır, demek ki doğru olanı bu. Hadi, gecikmeyin. Kolay gelsin!” (Yılmaz, 1993: 42-43)



     Öğrencimiz Anlaşmışsa Mesele Yok, Elbette Vereceksin Tuğlaları

     Hamidiye’de, Mahmudiye’de binaların tuğlalarını öğrenciler yapıyor. Bir gün ocakta tuğla bitmiş, tuğla taşıyıcılar bunu bina yapımında çalışan Ali Yılmaz’a söylüyorlar. Tuğla bittiyse, iş de bitti demek. Tuğla yapımı kolay iş değil, zaman ister, ama bina yapımı duramaz. Ali Yılmaz, bir koşu, Seydisuyu kıyısındaki Sabri Usta’nın tuğla ocağına gidiyor, ondan 5 bin (5000) tuğla istiyor. Fiyatta da anlaşıyorlar, bin tanesi on lira…

     Ama Sabri Usta bir öğrenciye nasıl güvensin, doğru müdüre gidiyor,

     “Ali adında bir çocuk geldi, benimle pazarlık yaptı, bini 10 liradan, vereyim mi?”

     “Pazarlık yapıp anlaşmışsınız, elbette vereceksin… Ali’nin 5 bin tuğlayı teslim aldığına ilişkin imzalı yazıyı getir, paranı alırsın.” (Yılmaz. 1993: 44)


     Azık Torbasında Antigone

     İsmet İnönü, Savaştepe Köy Enstitüsü’nde yanındakilerle gezinirken, boz giysili kümes nöbetçisi bir öğrenciyi (Hatice Kolukısa) görünce merak edip azık torbasını açtırıyor. Torbadan peynir, ekmek ve Sofokles’in Antigone’si çıkıyor.  İnönü, yanındaki 2. Ordu Komutanı Abdurrahman Nafiz Gürman’a “Paşam, bu klasikler yeni çıktı. Bak, benim çocuklarım Antigone’yi okuyor. Bir gün köylü, kentli, erler, paşalar da böyle bir kitabı kumanyasına katarsa Türkiye işte o gün kurtulur” diyor. (Aktan, 2014: 56-57 Cimi, 2001:163)



     Enstitü Öğrencileri Okuyordu

     İlhan Başgöz (2017: 158) anlatıyor: “(…) Biz, Dil-Tarihi’in solcu gençleri, bir gün Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü ziyarete karar verdik. 1946 yılı olacak. (…) O yıl Niyazi Berkes, Harold Lasky’den Sosyalizm adlı küçük bir kitap tercüme etmişti. Lasky, İngiliz İşçi Partisi’nin önde gelen teorisyenlerinden biri olduğu için kitap Türkiye’de yasaklanmamıştı. Bizler de kitabı heyecanla okumuştuk. Köy Enstitüsüne gidince elbet gösteriş yapacaktık. Kitabı cebimize koyduk, trene atladık, ver elini Hasanoğlan… Enstitüde herhalde bir bayram günüydü. Açık bir alanda kendilerinin çaldığı mandolinlerin eşliğinde öğrencilerin halay çekişini hayranlıkla seyrettik. Rus yazar Çehov’un Vişne Bahçesi oyununu öğrenciler sahneye koymuştu, kendileri oynuyorlardı. Bu derece başarılı oyuncuları bir konservatuvarda görmemiştik. Bir kafeteryada oturduk, sohbet ettik. Şişine şişine cebimizdeki Sosyalizm kitabını çıkarıp gösterdik. Acaba görmüşler miydi? Bizi şaşırtan bir şey oldu. Öğrenciler kitabı sadece okumamışlar, sınıfta tartışmasını da yapmışlardı. İyice bozulmuştuk. Enstitü öğrencileri okuyordu (…).”                        



     İnsan kazanmak Zor, İnsan Yitirmek Kolaydır

     M. Rauf İnan (1984: 40-41) anlatıyor: “Bir ara enstitünün Hamidiye bölümünde, öğrencilerin eşyasında yitikler başladı. İlk cumartesi toplantısında bu durum yeğin yakınma konusu oldu. Çözüm arandı, tek kişi kalmamacasına bütün öğrencilerin isteğiyle ve oy birliğiyle yatakhanelerde eşyalarının aranması kararlaştırıldı.

     Müdür Yardımcısı Tahir Erdem’le Tarımbaşı Mustafa Şölen bu işi üstlenmişlerdi; ancak önceden kalem kalem saptanmış bu yitikleri ikisinden hangisi bulursa kimin eşyası arasında çıktığını öbürüne bildirmeyecekti.

     Aramada Sayın Erdem yitiklerin (…) hangi öğrencinin eşyası arasında bulduğunu yalnız müdüre bildirmişti.

Hafta sonu toplantısında kimi öğrenciler bu yitikleri almış olanın cezalandırılmasını; kimisi enstitüden kovulmasını, birkaçı da adının açıklanmasını önermiş, buna karşı çıkanlar da cezanın bir önleyici, caydırıcı etkisi olmadığını, binlerce yıldan beri hiçbir olumlu sonuç sağlanamadığını, enstitünün bir eğitim kurumu olduğunu, öğretmen yetiştirdiğini, bunun için bu sorunu eğitim görüşü ve tutumuyla karşılamak gerektiğini savunmuşlardır. Bu düşün onay gördü.

     Yitiklerin eşyası arasında bulunan öğrenci, sonradan ileri öğrenimini de yapmış, uzun yıllar müfettiş olarak çalışmış, en küçük bir yanlış davranışı olmamıştır.”     

    

     Dayak mı, Asla!

     İsmail Hakkı Tonguç’a bir veli çocuğunun dövüldüğünü söyler, yakınır.   Daha önce öğrencilerin dövülmeyeceğine ilişkin genelge (13.12.1943) gönderen, bu genelgenin öğretmen ve öğrencilere üç kez okunmasını isteyen Tonguç için işin daha da acı olan yanı, yakınılan öğretmen, öğrencisi Osman Yalçın’dır. Tonguç hemen Pamukpınar (Yıldızeli) Müdürü Şinasi Tamer’e mektup (02.01. 1946) yazar.

1. Osman Yalçın, bütün öğrencilerin karşısında dövdüğü çocuktan özür dileyecek.

2. Bir daha dövmeyeceğine ilişkin namus sözü verecek.

3. Bunların yapıldığını belgeleyen bir tutanak tutulacak, Osman Yalçın da imzalayacak, bu tutanak kendisine gönderilecek.

4. Osman Yalçın özür dilemezse, çekilme (istifa) dilekçesini yazıp gönderecek.

     Ama sonradan bunun bir yalan, düzmece olduğu, Osman Yalçın’ın öğrenciyi dövmediği anlaşılır. Bu kez Tonguç bir mektup (22.01.1946) daha yazar:”(…)Benim size yazdığım mektupta geçen hüküm çok sertti. Bunun içinden nasıl çıkacağınızı düşünerek mütemadiyen üzülüyordum. Keşke şikâyetçinin iddiası doğru çıkmasa da bizimkiler suçlu olmaktan kurtulsalar diyordum.  (…) Geçmiş on beş yirmi gün içinde sizi belki kendimden çok üzdüğüm için kusura bakmamanızı rica ediyorum. (…)Senin ve Osman’ın gözlerinden çok çok öperim.” (Tonguç, 1999: 164-165, 172-173)

      

     Bir Daha Vurursanız Ben de Vururum

    Öğrenci (H. Hüseyin Yılmaz) tavlada nöbetçi, üstelik bütün gece bir ineğin doğumuna yardımcı olmuş, uykusuz… Dersten sonra dere kıyısındaki bir ağacın gölgesinde uykuya dalmış. Oradan geçen bir öğretmen öğrenciyi bağırarak uyandırıyor.

     -Neden kalkıp selamlamadın, ben öğretmen değil miyim?

     -Uyuyordum, sizi görmedim.

     -Yalan söylüyorsun. Gördün, uyuyor numarası yaptın.

     -Ben yalan söylemem.

     -Ben mi söylerim?

     -Onu bilmem…

     Öğretmen bir tokat atmış, öğrenci de “Bir daha vurursanız ben de vururum” demiş. Öğretmen” Küstah! Bana gözdağı mı veriyorsun…” diyerek bir tokat daha atmış, öğrenci de ona tokatı yapıştırmış, hem de kaç tane…

     Öğretmen yüzü gözü mosmor müdüre (M. Rauf İnan) gidiyor, “Bu öğrenciyi okuldan uzaklaştırmazsanız, ben de çeker giderim” diyor. Müdür öğrenciyi de dinledikten sonra öğretmene şunları söylüyor: “ Beni müdür gibi değil, bir ağabey gibi dinle. Çok gençsin, onurun var. Ama aynısından bu çocuklarda da var. Yarın onlar bizim meslektaşımız olacak. Kusurları olabilir, onları eğitim yoluyla düzelteceğiz. Dövmek bunu sağlamaz, daha ters sonuçlar verir.” (İnan, 1988: 25-26)



     Okusunlar da Bizi Öldürsünler mi İstiyorsun?

        İsmet İnönü yurt gezisine çıkıyor, Tonguç’un yanı sıra Reşat Şemsettin Sirer de çağrılı. Gidilen yerlerdeki Köy Enstitüleri de geziliyor. Küçük bir istasyonda durulunca Sirer, Tonguç’a sormuş,

     -Hakkı Bey, bu köylü çocuklarını neden okutmak istiyorsun?      

     -Ne demek! Nasıl okutmayız, elbette okutacağız.

     -Okusunlar da bizi öldürsünler mi istiyorsun?

     Trene binilince, ismet İnönü, Tonguç’a,

     -Hakkı Bey, nedir bu durgunluğunuz, bir şey düşünüyorsunuz galiba…

      -Paşam, köy çocukları okurlarsa acaba bizi öldürürler mi diye düşünenler var.

     -Keşke… Keşke okusalar da ilkin beni kesseler…  (Mustafa Ekmekçi, Cumhuriyet, 09.04.1990)


     Ziraat Marşı

     Yıl 1946, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü, seçimden sonra… Mehmet Başaran (2003: 73-75) anlatıyor: “Uygulama okulu önünde arabalardan yeni TBMM Başkanı Kâzım Karabekir, yardımcıları Şemsettin Günaltay’la Feridun Fikri Düşünsel (…)  inmişti. Ağır ağır, çalışan öğrencilere doğru ilerlemeye başladılar. Yüzleri sert, bakışları soğuk, hatta küçümseyiciydi. “Siz amele misiniz?” (…) Yevmiyeleriniz ne kadar?” gibi acayip sorular yöneltmişlerdi öğrencilere.

Enstitüye yerli yabancı, her zaman konuklar gelirdi; çevrelerine beğenerek, şaşarak bakan, yüzleri aydınlık insanlardı bunlar çoğu zaman. (…) Ama bunların gelişleri, bakışları bambaşkaydı. Gergin bir hava yayılıvermişti ortalığa.

     Uygulanacak plana ilişkin açıklamalar yapan öğrenciye Kâzım Karabekir,

     “Yeter!” dedi birden bire, “söyle bakalım, size tarih de okutuyorlar mı?”

     “…!!!”

     Niye susuyorsun, Size tarih okutuluyor, şerefli mazimizi öğretiyorlar mı?” diyorum.

     Ses tonu, bakışı suçlayıcıydı.

     “Soruyu biraz acayip buldum efendim de… Elbette, öbür okullardaki gibi biz de tarih okuyoruz. Öğretmenimiz Dil-Tarih’ten Doçent Halil Demircioğlu.”

     Başkanla yardımcıları beklenmedik bir yanıtla karşılaşmışlar gibi bakışıp kaldılar. (…)

     Feridun Fikri, kararıp duruyordu, hep kendilerinden bir şeyler gizleniyormuş gibi sıkıntılı bir kuşkuculuğu vardı,,. Paşanın kulağına eğildi. Karabekir’in kaşları çatılıverdi, sert sert,

     “Hakkı Tonguç için bir marşınız varmış sizin, bir de onu söyleyin bakalım.”

     Herkes birbirine bakıp kaldı, kimse öyle bir marş anımsamıyordu.

     “Canım, içinde ‘köylü efendimiz’ sözleri geçiyormuş.”

     “haa! Anladım” dedi Hürrem Arman, Ziraat Marşı… Çocuklar, başlayın!”

      Sürer eker biçeriz güvenip ötesine/Milletin her kazancı milletin kesesine/Toplandık baş çiftçinin Atatürk’ün sesine…

      (…) Atatürk’ün adı geçmeye başlayınca kesilmesini istedi Karabekir nedense… Atatürk’ten pek hoşlanmıyordu galiba.”



      Biz Amele Değiliz, Öğretmeniz, İş Üretiyoruz

     Yıl 1947, haziran ayı… Osman Bolulu Akpınar Köy Enstitüsü’nü bitirmiş, ama ayrılmamış,  yarım kalmasın diye yapı işinde çalışmayı sürdürüyor. O arada bir küme insan geliyor, en öndeki Bakan Reşat Şemsettin Sirer,

     “Kolay gelsin!”

      “Sağ ol!”

     “Sizi yakında amelelikten kurtaracağız.”

     Bolulu karşılık veriyor,

     “Biz amele değiliz, öğretmeniz, iş üretiyoruz.”

     Bakan uzaklaşırken söyleniyor,

     “İblis, sen dersini almışsın. Özellikle senin gibileri adam edeceğiz.”

     Müdür, Bolulu’ya sesleniyor “İn evladım”. Bolulu kötü bir şey olacağını sanıyor, inmiyor. Müdür gene seslenince inip müdürün yanına geliyor. Müdür, gözleri yaşlı, “Sağ ol evladım, sağ ol!” diyerek Bolulu’nun alnından öpüyor, gözyaşlarını silerken konukları uğurlamak için seğirtiyor. (Makal, 1993: 12)



      İki Yular, Biri Sana Biri Bana

     Osman Bolulu, komşu köyden birinin şikâyet dilekçesini yazıyor, köylü bu dilekçeyi kaymakama sunuyor. Her zaman köylülerin yardımına koşan Bolulu böyle çok dilekçe yazmış, kaymakam onun yazısını tanıyor artık. Dilekçeyi okuyunca,

     “Şu Yerkozlu köyünün öğretmeni eşekoğlu eşek mi yazdı bu dilekçeyi, o mikrop her taşın altından çıkıyor” diyor.

     Köylü, kaymakamın söylediklerini, o gün kasabada olan Osman Bolulu’ya iletiyor. Bolulu hemen pazara gidip iki yular alıyor, biri sıpa, biri eşek yuları. Gidiyor kaymakama, kendini tanıtıyor.

     “Siz bu ilçenin başısınız. Devleti temsil ediyorsunuz. Bizim büyüğümsünüz.

     “Otur hele hoca, bir derdin mi var?”

     “Var ya kaymakam bey…”

     “Neymiş, anlat bakalım.”

     “İki yular aldım kaymakam bey, biri küçük başlar için, biri de büyük başlar için…”

     “Bana ne senin yularından be!”

     “Yok efendim, biri zat-ı âliniz için.”

      Kaymakam yanındaki hükümet tabibine dönüyor,

     “Hemen bir rapor yaz, bu zıpırı tımarhaneye sevk edelim.”

     “Kaymakam bey, siz benim için ‘eşekoğlu eşek’ dediniz mi, demediniz mi?”

     “Derim, elbette derim, iş karıştırıyorsun.”

     “Ben devletin öğretmeni değil miyim, sizin gibi kamu işi yapmıyor muyum?”

     “Devlet memuru olsan ne olacak?”

     “Devletin öğretmeni eşekse, başı olan kaymakam daha büyüğüdür. (…)

     O arada-nasıl ettilerse-Osman Bolulu’nun ilkokul öğretmeni olan ‘maarif memuru’nu  (Şimdiki ilçe milli eğitim müdürü) araya sokuyorlar, iş tatlıya bağlanıyor. Bolulu’yu zorla yemeğe götürüyorlar. Ama o gene ‘kötü adam’ oluyor, kendi payına düşen parayı ödüyor.  (Mahmut Makal, Cumhuriyet, 21.04.1990 – 1993: 12)





                                                          KAYNAKÇA                     

Aktan, M. Asaf (2014) “Fakir Baykurt’la Akçay’da Bir Akşam” İzmir: Yeniden İmece dergi-si Temmuz2014 Sayı:42 (56-57)

Başaran, Mehmet (2003) Özgürleşme Eylemi Köy Enstitüleri 3. Baskı İstanbul: Cumhuriyet kitapları Başgöz, İlhan (2017) Gemerek Nire Bloomington Nire İstanbul: Türkiye İş Bankası kültür Yay.

Cimi, Mehmet (2001) Tonguç Baba Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı

Ekmekçi, Mustafa (1987) “Müdürden Öğretmene Ders” Cumhuriyet, 20.04.1987

Erdost, Muzaffer İlhan (1987)”Demokratikleşme Açısından Köy Enstitüleri” Ankara: abece dergisi Nisan 1987 Sayı: 13 (6-10)

İnan, M. Rauf (1984) “Köy Enstitülerinde Demokratik Eğitim, Kişilik Eğitimi” Ankara: Eğitim ve Bilim dergisi Sayı: 49 (40-41)

_____________  (1988) Bir Ömrün Öyküsü 2 Köy Enstitüleri ve Sonrası Ankara: Öğretmen Yay.

Makal, Mahmut (1993) “Köy Enstitülü Bir Ozan Osman Bolulu” abece dergisi Nisan 1993 Sayı: 80 (12-15)

Tonguç, İsmail Hakkı (1999) Mektuplarla Köy Enstitüsü Yılları (1936-1946) (Haz. Engin Tonguç) 3. Baskı Ankara: Güldikeni Yay.

Yılmaz, Ali (1993) “Çifteler Köy Enstitüsü’ndeki Öğrencilik Yıllarımdan iki Anı” Ankara: Çağdaş Türk Dili dergisi Nisan 1993 Sayı: 62 (42-44) 



(*) Bu yazı Çağdaş Türk Dili dergisinde (Nisan 2020 Sayı: 386) yayımlanmıştır.

10 Mayıs 2020 Pazar

ZEKÂ NEDİR, NE DEĞİLDİR?


                                               ZEKÂ NEDİR, NE DEĞİLDİR? (*)

                                                                                                        Recep Nas


     Bir şeyin tanımı çoksa, o şey anlaşılmamış, ne olduğuna ilişkin görüş birliğine varılmamış demektir. Zekâ da böyle bir kavram. Zekânın kırkın üzerinde tanımı var. Binet tanımlamış, Thorndike, Terman tanımlamış ve birçoğu…

     Zekâ testleri üzerine yüksek lisans yapmış, kitap da yazmış olan Gündüz Vassaf bakın ne diyor: ”Çok kesin bildiğimiz bir şey varsa, o da zekânın ne olduğunu pek bilmediğimiz…”

     Zekâ sözcüğünü bilir bilmez, uluorta, olur olmaz kullanıyoruz. Günlük dilimize yerleşti iyice. Biri, öbürünün dediklerini anlamamışsa, istediği gibi davranmamışsa, ne bileyim, kendine göre ‘aptalca’ bir iş yapmışsa çok kolay “Geri zekâlı, n’olacak! diyebiliyor. Günlük yaşamda, yetişkinler arasında, diyelim, gelgeç sözler bunlar, dile dolandırılmış, kimse de pek alınmıyor galiba. 

     Ama bir öğretmen ciddi ciddi, bir çocuk için ”Bu geri zekâlı” diyorsa durup ciddi olarak düşünmek gerekir. İlköğretim müfettişliğim süresince birçok kez söylendi bana böylesi sözler öğretmenlerce, hem de öğrenciyi göstererek, onun bu sözleri işiteceği kaygısı taşımadan. Trakya’da bir köyün ilkokulundaydım, “Hocam” dedi öğretmen, “Biliyor musunuz, bu köyün bütün çocukları geri zekâlı.” Nasıl bakmışsam, arkadan ekledi: “İnanın hocam, bunların ana-babaları da geri zekâlı.” Bu kez ben, canım sıkıldıysa da, işi saflığa vurarak “Neden acaba?” dedim. “Bilmem, hocam” dedi, “Köyün havasından mıdır, suyundan mıdır?” Bu kez tuzak bir soru sordum: “Siz kaç yıldır bu köyde çalışıyorsunuz?” Üç yıldır çalışıyormuş, he, kendisi de köyün havasını solumuş, suyunu içmiş epeydir. Sevgili, eli öpülesi öğretmenler alınmasınlar, bu olayı abartısız anlattım.

     “Çocuğa söylenen her söz onun kişiliğine konan bir tuğladır” diyor psikolog Hosoa Ballow. “geri zekâlı, ”manyak”, “aptal”, “salak” gibi sözler çocuğu örseleyen, yaralayan çürük tuğlalardır.  Böylesi sözlerin söylendiği bir çocuğun kişilik yapılanması da sağlam, sağlıklı olmayacaktır. Halkımız ne güzel söylemiş: ”Bir kişiye kırk kez deli dersen deli olur .”

     Nedir zekâ? Bir kez zekâ toplumdan topluma, zamandan zamana değişik anlamlara bürünüyor. Bir balıkçı köyünde en zeki insan, en çok balık tutandır. Eskiden öğretmen olmak ‘kafalı’ insan işi sayılırdı. “Kafası çalışıyor bu çocuğun, okuyacak, muallim olacak” denirdi. Şimdiyse “Hiçbir şey olmazsa öğretmen olur.” denebiliyor.

     Köyüne, göç ettikten yıllarca sonra konuk olarak gelmiş biri eski öğretmenlerden birini sormuştu.

     “Duymadın mı?” dediler. “O öğretmenliği bıraktı, ticarete başladı, köşeyi elli kez döndü, köşe oldu.”

     Soranın tepkisi şöyle olmuştu,

     “Deme be! Vallahi helal olsun, kafalı adammış!”

     Yani şimdi zeki, kafalı adam, para kazanan... Ne yolla mı, canım ne yolla olursa olsun, hele ‘rantiye’yse daha da zeki demektir. Öğrencilerini yetiştirmek için çırpınan, gecesini gündüzüne katan, çabalayan öğretmense ‘kutsal enayi’.

     Kitaplık yaptırdığım marangozla söyleşirken hemşeri olduğumuz, öğretmen olan ortak tanıdıklarımız ortaya çıktı.

“Ben” dedi, iç geçirerek “gidemedim öğretmen okuluna, onlar gitti, benim kafa çalışmıyordu.”

     Oysa aylardır bir çözüm bulamadığım langır langır oynayan giysi dolabım elini sürmesiyle sağlamlaşıverdi. Metrekare hesaplarını bir çırpıda yapıveriyordu. Ama kendini okuyamadığı için ‘kafasız’ olarak nitelendiriyordu. Ne de olsa o eski insandı, ‘yükselen değerler’den habersizdi.

     Gene Gündüz Vassaf’a kulak verelim, diyor ki: “Ne kadar insan varsa o kadar zekâ ve yetenek var. Biri bir alanda daha yeteneklidir, öbürü de öbür alanda. (…) Örneğin psikologlar kişinin belirli bir zaman içinde hızla bir nesnede ayrıntıları görmesini zekânın bir belirtisi sayıyorlar. Özellikle çağımızda teknik insanın yetişmesi için önemli bir yetenek kabul ediliyor bu. Bunu bir madde ile ölçecekler, genellikle geometrik şekiller kullanılıyor. Bunlardan ikisi tıpatıp aynı, burada sınava giren kişi üç beş saniye içinde birbirinin aynı olan bu şekli bulacak. Bunu en çabuk ve hatasız bulan en yetenekli olur. Ne var ki o geometrik şekilleri herkes aynı sıklıkla göremeye alışık değil, mesela bol oyuncakları olan, bulmaca yapan (…) bir çocuk bunu daha kolaylıkla yapar. Kırsal kesimleri ele alalım: Bu çocuğun ayırt etme yeteneği kentte yetişmiş çocuktan daha değişiktir. (…) Ot mesela, bir köylü çocuğu otuz tane otu birbirinden ayırt edebilir, ama bir kentli edemez.” (Cumhuriyet gazetesi, 27.06.1983)

     Birçok zekâ alanından söz ediliyor bugün. Toplumsal zekâ var, matematiksel zekâ var, müziksel zekâ var… Öyleyse “bu çocuk ne kadar zeki?” sorusu yanlıştır. Doğru soru şudur: “Bu çocuk hangi alanda zeki?”

(*) Bu yazı Öğretmen Dünyası dergisinde (1997 Sayı:215) yayımlanmıştır.

ASLOLAN LAİK AHLAKTIR


                                            Aslolan Laik Ahlaktır

                
     Faizsiz finans kuruluşlarının bağımsız denetimini yürüten denetçiler için ‘etik kurallar’ Resmi Gazete’de (14 Aralık 2019) yayımlandı. Buna göre denetçi, Allah-u Teâlâ korkusuyla davranmalıymış. Dahası, Allah-u Teâlâ’nın kendisini izlediğinin, kıyamet gününde Allah-u Teâlâ’ya hesap vereceğinin- sürekli- bilincinde olmalıymış. Bu da -ayraç içinde yazılarak – “Kendi kendini kontrol etme”, “Kendi kendine hesap verme” diye özdenetime yaslandırılmak istenmiş. Bu yaklaşım laiklik ilkesine aykırıdır. Sözü edilen de özdenetim değil, dışdenetimdir. Özdenetimli kişi cezalandıran ya da ödüllendiren hiçbir dış güce bağlı olmadan sadece içsel yargı düzeneği olan vicdanına karşı sorumludur.

     İnsan korktuğu için iyi oluyorsa, aslında iyi değildir. Özdenetimli, doğru olanı, ayıplanmaktan, günaha girmekten, yakalanmaktan korktuğu ya da ödül beklediği için değil, içdisiplininden ötürü yapar. Immanuel Kant ne güzel demiş, “Yakalanırsam korkusuyla hırsızlık yapmıyorsan, davranışın yasalara uygundur, ama ahlaki değildir.”  Ahlaklı olmak için gerekli olan, içdisiplin, özdenetim, içgüdülenme, özeleştiridir, korku değil.

     “İnsanlar sadece cezalandırılmaktan korktukları ya da ödüllendirileceklerini umdukları için iyi kalplilerse, acınacak durumdayız” diyor Einstein. Bu da yetmez, dahası var. Kohlberg’in dediği gibi, “En üst düzeyde ahlaki davranış, cezalandırılmamak için kurallara uymak değil, cezalandırılma pahasına vicdanının sesini dinleyerek kendi ilkelerine uymaktır.”

     Atatürk de “Korkuya dayanan ahlak bir erdem olmadığı gibi güvenilir de değildir” diyor. Erdem olan özdenetimdir. 

     Haluk Şahin (Radikal, 08.08.2003), Tokyo’da gözlemlemiş, New York’ta birkaç dakika içinde çalınabilecek olan yol kenarlarına bırakılmış bisikletler günlerce kalıyor, kimse dokunmuyor. Oysa, Amerikalıların tersine, Japonların günah işleyerek cehennemde yanma korkuları ya da sevap kazanıp cennete gitme umutları yok. Haluk Şahin şu can alıcı soruyor: “Sakın bizzat dinsel ‘günah’ kavramı bazı insanları ahlaki açıdan daha sorumsuz hale getiriyor olmasın? Sakın işlenen günahın yaptırımının başka bir dünyaya ertelenmesi, bazı insanları ahlaki konularda daha pervasız hale getirmesin?”

     Nihat Hatipoğlu (ATV, 23.01.2013) şunları söyledi: “Allah-u Teâlâ meleklere diyor ki, kullarımın sevaplarını yazın, günahlarını yazmayın. Kullarım tövbe ederlerse günahlarını silerim” İşte bu, şeytana uyup ne yaparsan yap, sonra tövbe et, temizsin.

     Ne yapıp edip ‘din’le ‘ahlak’ sözcüklerini yan yana getiriyorlar, ‘değerler eğitimi’ni de din temelli yapıp tekellerine aldılar. Vermek istedikleri ileti şu: Ancak dindar olan ahlaklıdır. MEB’in Türkiye Gençlik Vakfı’yla (TÜGVA) imzaladığı protokol gereği düzenlenen ‘Çizimler ile 40 Hadis’ yarışmasının amaçları arasında öğrencilerin ‘ahlaki değerler’ edinmesine katkı sağlanması da belirtilmiştir (Ozan Çepni, Cumhuriyet, 05.01.2020).

     Erdal Atabek’in deyişiyle, ahlak, dinsel öğretiyle sınırlı olmayan laik ve bilişsel bir kavramdır. Aslolan laik ahlaktır. Laik ahlak içseldir, bilinç ürünüdür, bilişseldir, içdisiplini içerir. İçdisiplin ruhsal temelli, yapıcı bir disiplindir. Dinlerin koyduğu kurallar ahlaki değil, dinsel kurallardır. Bu kurallar bireyin değildir, dışardan konmuştur. Oysa laik ahlak bireyin kendisinin geliştirdiği, istenciyle oluşturduğu içsel yargılar dizgesidir. İstenç de beyinde başlar, beyinde biter.

     Laiklik demokrasinin olmazsa olmaz önkoşuludur. Demokrasi geleneği güçlü, demokrasiyi içselleştirmiş ülkelerde ahlaki değerler de güçlüdür. Kişi ne kadar demokratsa o kadar ahlaklıdır.

     Laik ahlaklı insan doğru olanı yapmak için ne korkutulmayı bekler, ne de ödül bekler. İşte, din karşısındaki tutumu laikçe olan Yunus Emre’nin Uçmaktan [cennet] umusu yok/Tamudan [cehennem] korkusu yok. Yunus Emre şunu da demiş: Cümleler doğrudur sen doğru isen/ Doğruluk bulunmaz sen eğri isen.