KIRMIZI KURDELE: ÇOCUK HÜZNÜNÜN ACIMASIZ ARACI (*)
Recep Nas
Kim başlattı, ne zaman, nerede başlayıp yaygın bir uygulama durumuna
geldi, bilemiyorum. İlkokul birinci sınıf öğrencilerine okumaya yazmaya başladıklarında
ödül olarak kırmızı kurdele takılıyor, yıllardır sürüyor bu. İlkokul
Programı’nın uygun bulmamasına, ilköğretim müfettişlerinin uyarılarına karşın
sürüyor, güncelliğini koruyor. Bu yola başvuran öğretmenlerin iyi niyetlerinden
kuşkum yok. Ama anlamsız, gereksiz, eğitsel değeri olmayan bu uygulamanın
kurdele takılmayan çocukları nasıl üzdüğünü, kahrettiğini, ağlattığını, okuldan
ve öğretmenden soğuttuğunu neden göremiyorlar, fark edemiyorlar, işte bunu
anlayamıyorum. Sağ olsunlar, kimi öğretmenler çocuğu amaçlayacaklarına, çocuğu
kendi ‘başarılarının’ aracı kılıyorlar.
İlkokul birinci sınıf öğretimi apayrı bir önem taşıyor. Onun için
İlkokul Yönetmeliği (md. 71) birinci sınıfın deneyimli öğretmenlerce
okutulmasını öngörüyor. İlkokula başlayan çocuğun olumlu bir ‘okul izlenimi’
edinmesi gerekir. İlerde bunun ortaokulu var, lisesi, belki de üniversitesi
var. İlkokul birinci sınıf öğretmeninin yanlış tutumu çocuğun olumsuz bir okul
ve öğretmen kavramı edinmesine, başarılı olamayacağı duygusuna kapılmasına
neden olabilir. İlk izlenim çok önemlidir. Tanju Gürkan’ın belirttiği gibi
“Kalıtımsal ve biyokimyasal etmenler ya da bedensel sakatlıklar gibi durumların
dışında bireyin duygusal sorunları çevresi ile etkileşimi sonucu oluşur.
Kişinin yaşı ile çevrenin bıraktığı izlerin derinliği ters orantılı olduğundan,
çocukluğun ilk dönemlerindeki sarsıntılar kalıcı bir nitelik taşırlar ve
etkilerini yaşam boyunca sürdürürler. Davranışa yön veren sinir dizgesi
bağlantıları, bir kez oluştuktan sonra temel örüntülerini pek değiştirmezler.
Yeni edinilen davranışlar ise bu temel örüntünün çevresinde oluşurlar.” Bu
nedenle, çocuğun, okula ilişkin edineceği olumsuz izlenim kolay kolay silinmez
benliğinden, belleğinden. Bakınız, bir yüksekokul öğrencisi ne diyor: “İlkokula
kayıt olurken o zaman okulun tek öğretmeni olan bir öğretmenden yediğim tokatın
bana verdiği duyguyu ortaokul, lise ve yüksekokula kayıt yaptırırken dahi
hissettim.”
Okula yeni başlayan çocuk birtakım korkular,
kaygılar taşır. Ürkektir, yalnızdır. Öğretmen adlarını öğrenip her biriyle tek
tek ilgilenmeli, konuşmalıdır. Saygı göstermeli, sevmelidir. Çocuğun kurallara
kesenkes uymasını istemek, hemen öğretime başlamak doğru değildir. Evden okula
geçiş sürecini sarsıntısız olarak atlatmalıdır çocuk.
Öğrenmenin başlangıcında öğrenciler arasında yetenek, güdülenme, anlama
gücü bakımından ayrılıklar vardır. Her çocuğun öğrenme hızı, biçimi, süresi
ayrıdır. Çocukların hepsinin aynı uyarıcılarla, aynı sürede öğrenmeleri
beklenemez. Özelliğine uygun öğrenme ortamı kurulduğunda olağan her çocuk
öğrenir, ama değişik yöntemlerle, değişik sürelerde…
Öğretmenin birincil görevi çocukları tanımaktır. Eğitim-öğretim
çalışmaları, çocukları tanımadan amaçları gerçekleştirmeye yönelik olarak
yürütülemez. Bedensel, toplumsal, zihinsel, ruhsal yanlarıyla tanınıp her
çocuğa özelliğine göre gelişme ve yetişme olanağı sağlanmalıdır. Çocukların
düzeyleri saptanıp bulundukları noktadan öğretime başlanmalıdır. Türkçe dersi
bir beceri dersidir. Okuma, karmaşık bir etkinliktir. Beceri, bireysel
çalışmalarla kazanılır ancak. Onun için öğretim bireyselleştirilmelidir.
Çalışmaları orta düzeye göre yapmak kesinlikle yanlıştır. Kalabalık sınıflarda
– hiç değilse – düzey kümeleri oluşturulmalıdır. Düzeyine uygun öğrenme görevi
verilerek her çocuğun başarılı olması sağlanmalıdır. Her çocuk başarı tadı
tatmalıdır. Başarı, başarının mayasıdır. Başarı, başarının üzerine kurulur,
başarısızlığın değil. Kaldı ki başarısızlık karşısında öğretmen çocukları
suçlayacağına başarısızlığın nedenlerini öncelikle kendi uygulamalarında,
kullandığı yöntemlerde aramalıdır. Böyle yapılmayıp da çocuklar ‘aptal’,
‘kafasız’ diye nitelendirilirse, bunlar adam olmaz diye bir kenara itilirlerse,
bu, çağdaş eğitim anlayışıyla bağdaşmaz.
Kimi öğretmenler gereksiz bir acelecilik gösteriyorlar. Kendileri
telaşlanıyorlar, öğrencileri de telaşlandırıyorlar. Çocukları sıkıştırıyorlar,
güçlerinin üzerindeki çalışmalara zorluyorlar. Zaman kazanmak istiyorlar,
zamanla yarışıyorlar. Birinci sınıf öğretimi yalnızca ilkokuma-yazma öğretimi
değildir. Kimi öğretmenler beden eğitimi, müzik, resim-iş derslerinde bile
ilkokuma-yazma çalışması yapıyorlar. Çocukların toplumsal, duygusal gelişimi
unutuluyor. İlkokul Yönetmeliği (md. 19) “İlkokulda her öğrenciyi kendi yaş
grubu içinde ‘bütün olarak’ yetiştirmek esastır” diyor. İlkokuma-yazma
öğretiminde başlıca amaç şudur: Doğru, anlayarak, hızlı okuyabilme… Bu amacı
gerçekleştirebilecek olan teknik de çözümleme (cümle) tekniğidir. Bu tekniğin
uygulanması belirli bir süreyi gerektirir. J. J. Rousseau’nun dediği gibi
eğitimde zaman kazanma kaygısı taşımamalıdır öğretmen. Zamanı ayarlamanın
önemini yadsımıyorum, gereksiz aceleciliği eleştiriyorum. Elbette öğrenciler
yeni bir evreye (örneğin sözcük evresine) hazır oldukları halde geçilmezse ya
da hazır olmadıkları halde geçilirse yanlış olur bu. İlkokul-yazma öğretiminde,
deyim yerindeyse, yavaş yavaş acele edilmelidir. Emekli bir ilkokul öğretmeni –
bu öğretim yılı başında – ilkokula başlayan torununa “Akıllı çocuk 29 Ekimde okuma-yazma
öğrenir” demiş. Derken 29 Ekim geliyor geçiyor, kasım, aralık geçiyor, çocuk
okuyup yazamıyor. Anneannenin sözünün etkisiyle çocuk da üzülüyor, anne de,
tedirgin oluyorlar. Dahası, çocuk korkulu düşler görmeye başlıyor.
Birey tektir, eşsizdir. Her çocuk kendine özgü bir bireydir, ayrı bir
değerdir. Her öğrencisiyle sevgi bağı kurmalıdır öğretmen. Sınıfta bir ya da
birkaç ‘gözde öğrenci’ belirleyip öbürlerini dışlaması doğru olmaz. Çocukları
karşılaştırmak kesinlikle yanlıştır, bireysel ayrılıklar ilkesine ters düşer
bu. Kimi öğretmenler yarıştırarak öğrencilerini güdüleyeceklerini sanıyorlar,
ama aldanıyorlar. Sınıfta yapılan sert yarışma ortamı çocukların ruh
sağlıklarını bozar, çalışmaya karşı isteksizlik yaratır. Başarısız diye itilen,
aşağılanan çocuk arkadaşlarına karşı olumsuz duygular besler, onları küçük
düşürmek, başarısız kılmak için kötü yollara barış vurur. Kıskanç ve öfkeli
olur, dolayısıyla sınıfta arkadaşlık ilişkileri bozulur. Oysa çocukların
yardımlaşmaları, işbirliği yapmaları gerekir. Bu ortamda öğretmenle öğrenci
arasındaki ilişki de bozulur, çocuk küser, öğrenme isteği de körelir. Bu
bağlamda kurdele de yarıştırmanın bir aracı olmaktadır.
İleri düzeydeki çocukların başarıları görmezlikten gelinmemelidir
kuşkusuz, demek istediğim bu değil. Her çocuğun çabası değerlendirilmelidir.
Amaca ulaşmak için çaba gösteren çocuk isteklendirilmelidir, kendisiyle
yarıştırılmalıdır.
Atalay Yörükoğlu’na kulak verelim: “ İyi öğretmen, her şeyden önce, ruh
sağlığının, eğitimin ayrılmaz bir parçası olduğunu kavramış kişidir. Bu bakımdan
iyi bir öğretmen sınıftaki öğrencilerini kıyasıya bir yarışmaya itmez.
Sınıfındaki bir iki öğrenciyi en çalışkan, en beğenilen, ‘gözde öğrenci’ seçip
çocukların erişemeyeceği bir örnek olarak ikide bir öne sürmez. Başarısız
öğrencilerini de destekler. (…) Öğrencileri birbiriyle açıktan karşılaştırmanın
sakıncalı olduğunu bilir. Öğrencisinin başarısızlık nedenleri üzerinde durup
düşünür, araştırır ve aile ile işbirliği yapar. Gerekirse ruh hekimi,
ruhbilimci ve kılavuz öğretmenlerin yardımını sağlar.”
İlkokul Programı’nda çocuklara kurdele takılmasının uygun bulunmadığını
yazımın başında belirtmiştim. Programda (1979: 364) şöyle deniyor: “Çocukların
okul çalışmalarındaki başarılarını yıldız verme, kurdele takma gibi maddi
şeylerle ödüllendirmekten kaçınmalıdır. Bunlar çocukları değersiz, üstelik
zararlı bir rekabete sevk edecek yapmacık yollardır. İleri çocuklara ödül
verilmesi, bunu elde edemeyen sınıfın büyük bir çoğunluğunda eksiklik duygusu,
yılgınlık, kıskançlık gibi olumsuz duyguların gelişmesine yol açar. Bu çeşit
ödüller, bunları elde eden çocuklara bile gerçek ve sağlıklı bir doygunluk
vermez. Aslında çocukların ödül kazanmak için değil, yaptıkları işten zevk
aldıkları için çalışmaları, ruh sağlıklarına ve güçlü bir kişilik
geliştirmelerine çok daha elverişli bir zemin hazırlar.”
Çalışma isteği içten gelmeli. Ödüllendirme, ceza gibi yetişkinin isteğini
yapmaya zorlama aracıdır, dışdenetimi içerir. Çocuğun özdenetim yeteneği kazanmasına yardım
etmez. Çocuk ödül için değil, öğrenme isteği duyduğu için çalışmalıdır. Nasıl
ki yemek yemek için iştah gerekliyse öğrenmek için de iştah, yani istek
gereklidir. Çocuğun gereksinmesi kurdele değildir. Çocuk sayılıp sevilmek,
beğenilmek, kendine güvenmek, onanmak, sınıfta bir yeri olduğunu hissetmek
ister. Öğretmenin sevecen bir dokunuşu, gülümsemesi mutlu eder çocuğu…
Kimi öğretmenler kurdele takmıyorlar da bir kartona elma ağacı resmi
çizip meyvelerine sınıftaki öğrencilerin adlarını yazıyorlar. Bu resmi sınıfın
duvarına asıyorlar. Okuyup yazmaya başlayan çocukları simgeleyen elmaları
boyuyorlar. Henüz okuma- yazmaya başlamayan çocuklarsa “Benim elmam neden
kızarmadı” diye üzülüyorlar. Bu uygulama da kurdele takmak kadar sakıncalıdır, zararlıdır.
Birkaç arkadaşına takılmasına karşın kendisine öğretmence kırmızı
kurdele takılmayan bir çocuk ağlayarak eve geliyor. Annesi de üzülüyor. Evde –
kırmızısı olmayınca – bulup buluşturup beyaz bir kurdele takıyor çocuğunun
yakasına. Çocuk yakasındaki beyaz kurdelesiyle sevinç içinde fırlıyor sokağa.
Neden kırmızı değil de beyaz kurdele taktığını soranlara “Kırmızı kurdele
bittiği için öğretmenim bana beyaz kurdele taktı “ diyor. Yalan söylüyor, yalan
söylemeyi öğreniyor. Kimi öğretti bu yalanı, tabii ki öğretmen. Buyurun size
istenmedik bir davranış…
Çocuklar ağlamamalı, gülmeli. Onlara gülmek yakışır.
(*) Bu yazı Öğretmen Dünyası dergisinde (Eylül
1986 Sayı: 81) yayımlanmıştır.