24 Eylül 2017 Pazar

SUDAN DURU TÜRKÇE

SUDAN DURU TÜRKÇE (*)

                                                                          
                                                                          Recep Nas

                                                                         
     Dilimiz üzerine yaptığım bir konuşmaya şöyle başlamıştım:
     “Wow! İnanmıyorum, hayret bi’ şey, salon full dolu. İnanılmaz, ambiyans korkunç güzel, Moral motivasyonum yerinde. Zamanında hitama erdirmek adına start alıp ilk etapta momentumu maksimize ederek, flu ve sofistike münakaşalardan sarf-ı nazar edip nonstop retorikle finişe varırız, inşallah…
    Tecessüs etmeyin, ‘background’ım (artyetişim=özgeçmiş) sağlamdır. Ayrıca ben inanılmaz korekt bir insanım. Nosyonumu, argümanlarımı akabinde revize edersiniz.
     Sayın moderatör, performansın akabinde bir drink alim… Okey mi?”  
     Benim dilim değil bu, bu sözcükleri konuşurken de yazarken de kullanmam. Türkçesi varken Türkçesini kullanırım ben, Türkçe karşılığını bilmiyorsam, acaba var mı diye sözlüklere bakarım. Böyle bir girişle ben, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ‘ses bayrağım’, Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘ağzımda anamın ak sütü gibi’ dediği güzelim Türkçenin, -daha konuşmamın başlangıcında- saygısızlık edilip nasıl kirletildiğini, nasıl ‘Türkilizce’ye dönüştürüldüğünü-biraz da abartarak- göstermek istemiştim. Bir dinleyicim, bunun bir alaylama olduğunu anlamamış olacak ki “Lütfen Türkçe konuşalım” diye uyardı beni, bu tepki hoşuma gitti doğrusu.
     İşte böyle, Atatürkçü geçinen ’12 Eylülcü’lerin Türk Tarih Kurumu’yla birlikte kapatıp devlet dairesine dönüştürdüğü Türk Dil Kurumu’nun yerine kurulan Dil Derneği’nin Genel Başkanı Sevgi Özel’in deyişiyle, Türkçeyi ‘inşallah’la ‘okey’ arasına sıkıştırdık.
     26 Eylül 1932’de I. Dil Kurultayı toplanıyor, bundan ötürü ’26 Eylül’ dilseverler için ‘Dil Bayramı’dır. Ruşen Eşref Ünaydın o gün coşkulu, duygu yüklü bir konuşma yapıyor, şunları diyor:
     “(…)Türkçe analarımızın dili, anadili, diller güzeli… Yerine göre kılıçtan keskin, çelikten sert, kayadan sarp, boradan hızlı, bürümcükten ince, kelebekten uçucu, çiçekten renkli, kokudan tatlı, altından parlak, sudan duru Türkçe… Coşkuların hızını, dertlerin iç sızısını, delikanlıların sevgisini, inanını, güler yüzlü kızların kıvraklığını, babaların öğütlerini, anaların yumuşak yürekliliğini, kızgınların öfkesini, kırgınların iniltisini, şenlerin şakasını, göklerin ıraklığını, suların canlılığını, Ay ışıklarının oynaklığını, Güneş parıltısının keskinliğini, iç yaşayışlarımızı da dış yaşayışımızı da her dilden daha duygulu anlatan Türkçe… (…)”
     Nâzım Hikmet’in Ferhat ile Şirin adlı oyununda Ferhat, Şirin’e şöyle sesleniyor: “Sen yakından da uzaktan da, her mekânda konuştuğum dil gibi, Türkçe gibi güzelsin.” (Özdemir, 2011: 68)
     Türkçeyi güzel bulan pek çok yabancı da var. İşte onlardan biri, Alman Dilbilimci Max Müller şunu diyor: “(…) Türkçenin dil kuralları, ad ve eylem türetme düzeni olağanüstü kurallıdır. Kurallar yalındır, saydamdır. İnsan bilinci, en usta biçimde sese, söze yansımıştır. (…) Türkçe dilbilgisi düzeninde, düşüncenin oluşumunu birim birim izleriz. O anda billur bir kovanda bal peteklerinin oluşumunu seyreder gibiyizdir. Türkçe bir bilim kurumunun uzun tartışmaları sonucu yaratılmış gibidir (…).” (Bozkurt, 2004:131-132)
     İşte böyle yetkin bir dilin gelişmesine köstek olundu, hem de yüzlerce yıl… Daha 14. yy.da Hızır Paşa yakınıyor, ağıt yakıyor sanki.
     Türk diline kimesne bakmaz idi /Türklere hergiz gönül akmaz idi /Türk dahi bilmez idi bu dilleri /İnce yolu, o ulu menzilleri
     Osmanlı okumuşu (aydın değil), anadili bilincinden yoksun, Arapça, Farsça tutkunuydu. Şair Keşfi (1843-1909), Selimname adlı bir tarih kitabı yazıyor, tabii Arapça. Soruyorlar,
     “Neden Türkçe yazmadın?
     Yanıtı şu,
     “Türkî dil dürre-i yetim bigi nâ-traş vü tabiat-hıraşdır. Ol sebepten makbul-i tab-ı zurefâ-yi…” Yeter, bu kadar yeter, daha fazlasına dayanamıyor insan. Şunu diyor: “Türkçe yontulmamış bir inci tanesi gibidir, iç tırmalayıcıdır.”
     Bir de Sünbülzâde Vehbî (1718-1809) var, onu da dinleyelim: “Farisî vü Arabiden iki Şehbâl ister. Ta ki pervaz-ı bülend eyleye anka-yı suhan.”  (Söz kuşunun yücelerden uçması için iki kanadının olması gerekir. O kanatlar Farsça ve Arapçadır) (Özdemir, 2011: 61)
     Halk, iyi ki, geliştiremese de en azından koruyor dilini. Türkçeden uzaklaşanları da alaya  alıyor, “Türk iti şehre gelicek Farisice ürür” diyerek.    
     Tabii Karacaoğlan var, Yunus Emre var, Türkçeye gönül vermiş, benimsemiş, benim dilim diye sahiplenmiş… XV. ve XVI. Yüzyıllarda yaşamış (1487-1524) Şah İsmail’in (Hatayi) dilinin tadına bakalım:
     Ela gözlü pirim geldi /Duyan gelsin işte meydan /Dört kapıyı kırk makamı /Bilen gelsin işte meydan/Hudey hudey dostlar hudey /Hudey hudey canlar hudey //Ben pirimi hak bilirim /Yoluna canım veririm / Dün doğdum bugün ölürüm /Ölen gelsin işte meydan (…)
     Var mı anlamayan, yoktur.
     Bir de Şah İsmail’le aynı dönemde yaşamış Yavuz Sultan Selim’den (1466-1520) bir dörtlük:
     Merdûm-i dideme bilmem ne füsun etti felek /Gîryemi kıldı hûn eşkimi füzûn etti felek /Şirler pençe-i kahrımdan olurken lerzan /Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek
     Var mı anlayan, yoktur. (Felek gözlerime nasıl bir büyü yaptı ki, aslanlar bile pençemin baskısıyla titrerlerken felek beni bir ceylan (iri, güzel) gözlüye karşı duramaz duruma getirdi.)
     Gelelim günümüze… Birkaç TV-radyo adı: show, star, flash, line… İşyeri adları: shoeland, dönerium, Ally’s, moon professional, by CUC, street fashion, black rose, city angel, shopping center, dream’s…  (Bilgisayar bile bunları yanlış yazdın diye işaretleyip uyarıyor.) Bir zamanlar aşevi vardı, onu lokanta yaptık, sonra da restaurant, bu da yetmedi, şimdi ‘steakhouse’larımız falan var.
     My Country, Sample City, Mashattan, Algreen… Bunlar TOKİ’nin yaptırdığı sitelerin adlarından sadece bir iki örnek.  Oktay Ekinci itiraz edecek olmuş, gülmüşler ona: “Türkiye dünyaya açılıyor, bunu görün artık” demişler. Dil Derneği bu adlar için dava açıyor. Şirketler şöyle savunuyorlar kendilerini: Sizin bir zararınız yok, dava açamazsınız. Yabancı adları yasaklayan bir yasa da yok, kaldı ki bu bir kültürel yozlaşma değil, kültürlerin etkileşim içinde zenginleşmesidir. Dahası, bu adlar Türk Patent Enstitüsü’nce koruma altına alınmıştır.
     Karadenizli ATM’den para çekecek, ama ATM çalışmıyor. O da ilgili yere telefon ediyor,
     -Üzgünüm, bütün bilgisayarlar ‘off’ta, deniyor.
     Karadenizli bir saat kadar sonra yeniden telefon ediyor,
     -Of’a geldim, burdaki ATM de çalışmıyor.
     Metin Uca’nın – bir zamanlar -  sunduğu Passaparola adlı izlencede bir soru,
     -İşyerlerinde getir götür işlerini yapan kişi… ‘O’ bir, ‘o’ iki… (O harfiyle başlıyor diye ipucu veriyor.)
     Yanıt,
      -Ofis boy
     Oysa beklenen yanıt, odacı. Yazık, ne kadar yabancılaşmış anadiline.   
     Cem Eroğlu’nun deyişiyle, sağlıklı bir dil yabancı sözcükleri içine sokmaz. Dilimizi hasta ettiler. Dil kirliliği düşünce kirliliğine, düşünce kirliliği de kimlik kirliliğine yol açar. “[U]nuttuğumuz her çiçek adıyla, dilin çevrimi dışında bıraktığımız her börtü böcek adıyla, her deyim ya da atasözüyle ulusal kimlik duvarımızdan bir taş düşer.” (Özdemir, 2011: 235)
     Pier Paolo Pasolini’ye sormuşlar,
     -Yurdun neresi?
     -Dilim, demiş.
     Yurtseverlik, dilseverlikle başlar.
________________________________________________________________________

     KAYNAKLAR

Bozkurt, Fuat (2004) Türkiye Türkçesi, 3. baskı, İstanbul: Kapı Yay.
Özdemir, Emin (2011) Yüzler ve Sözcükler Ankara: Bilgi Yay.

(*) Bu yazı ÇEK’in Çağdaş Bakış dergisinde (Eylül 2017 Sayı: 24) yayımlanmıştır.                                                                                                                                                

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder