SUDAN DURU TÜRKÇE (*)
Recep Nas
Dilimiz üzerine yaptığım bir konuşmaya şöyle başlamıştım:
“Wow! İnanmıyorum, hayret bi’ şey, salon full dolu. İnanılmaz, ambiyans
korkunç güzel, Moral motivasyonum yerinde. Zamanında hitama erdirmek adına
start alıp ilk etapta momentumu maksimize ederek, flu ve sofistike
münakaşalardan sarf-ı nazar edip nonstop retorikle finişe varırız, inşallah…
Tecessüs etmeyin, ‘background’ım (artyetişim=özgeçmiş) sağlamdır. Ayrıca
ben inanılmaz korekt bir insanım. Nosyonumu, argümanlarımı akabinde revize
edersiniz.
Sayın moderatör, performansın akabinde bir drink alim… Okey mi?”
Benim dilim değil bu, bu sözcükleri konuşurken de yazarken de kullanmam.
Türkçesi varken Türkçesini kullanırım ben, Türkçe karşılığını bilmiyorsam,
acaba var mı diye sözlüklere bakarım. Böyle bir girişle ben, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ‘ses bayrağım’,
Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘ağzımda anamın
ak sütü gibi’ dediği güzelim Türkçenin, -daha konuşmamın başlangıcında-
saygısızlık edilip nasıl kirletildiğini, nasıl ‘Türkilizce’ye dönüştürüldüğünü-biraz
da abartarak- göstermek istemiştim. Bir dinleyicim, bunun bir alaylama olduğunu
anlamamış olacak ki “Lütfen Türkçe konuşalım” diye uyardı beni, bu tepki hoşuma
gitti doğrusu.
İşte böyle, Atatürkçü geçinen ’12 Eylülcü’lerin Türk Tarih Kurumu’yla
birlikte kapatıp devlet dairesine dönüştürdüğü Türk Dil Kurumu’nun yerine
kurulan Dil Derneği’nin Genel Başkanı Sevgi
Özel’in deyişiyle, Türkçeyi ‘inşallah’la ‘okey’ arasına sıkıştırdık.
26 Eylül 1932’de I. Dil Kurultayı toplanıyor, bundan ötürü ’26 Eylül’
dilseverler için ‘Dil Bayramı’dır. Ruşen
Eşref Ünaydın o gün coşkulu, duygu yüklü bir konuşma yapıyor, şunları
diyor:
“(…)Türkçe analarımızın dili, anadili,
diller güzeli… Yerine göre kılıçtan keskin, çelikten sert, kayadan sarp,
boradan hızlı, bürümcükten ince, kelebekten uçucu, çiçekten renkli, kokudan
tatlı, altından parlak, sudan duru Türkçe… Coşkuların hızını, dertlerin iç
sızısını, delikanlıların sevgisini, inanını, güler yüzlü kızların kıvraklığını,
babaların öğütlerini, anaların yumuşak yürekliliğini, kızgınların öfkesini,
kırgınların iniltisini, şenlerin şakasını, göklerin ıraklığını, suların
canlılığını, Ay ışıklarının oynaklığını, Güneş parıltısının keskinliğini, iç
yaşayışlarımızı da dış yaşayışımızı da her dilden daha duygulu anlatan Türkçe…
(…)”
Nâzım
Hikmet’in
Ferhat ile Şirin adlı oyununda Ferhat, Şirin’e şöyle sesleniyor: “Sen yakından
da uzaktan da, her mekânda konuştuğum dil gibi, Türkçe gibi güzelsin.”
(Özdemir, 2011: 68)
Türkçeyi güzel bulan pek çok yabancı da var. İşte onlardan biri, Alman
Dilbilimci Max Müller şunu diyor: “(…) Türkçenin dil kuralları, ad ve eylem
türetme düzeni olağanüstü kurallıdır. Kurallar yalındır, saydamdır. İnsan bilinci,
en usta biçimde sese, söze yansımıştır. (…) Türkçe dilbilgisi düzeninde,
düşüncenin oluşumunu birim birim izleriz. O anda billur bir kovanda bal
peteklerinin oluşumunu seyreder gibiyizdir. Türkçe bir bilim kurumunun uzun
tartışmaları sonucu yaratılmış gibidir (…).” (Bozkurt, 2004:131-132)
İşte böyle yetkin bir dilin gelişmesine köstek olundu, hem de yüzlerce
yıl… Daha 14. yy.da Hızır Paşa
yakınıyor, ağıt yakıyor sanki.
Türk diline kimesne bakmaz idi /Türklere
hergiz gönül akmaz idi /Türk dahi bilmez idi bu dilleri /İnce yolu, o ulu
menzilleri
Osmanlı okumuşu (aydın değil), anadili
bilincinden yoksun, Arapça, Farsça tutkunuydu. Şair Keşfi (1843-1909), Selimname adlı bir tarih kitabı yazıyor,
tabii Arapça. Soruyorlar,
“Neden Türkçe yazmadın?
Yanıtı şu,
“Türkî dil dürre-i yetim bigi nâ-traş vü tabiat-hıraşdır. Ol sebepten
makbul-i tab-ı zurefâ-yi…” Yeter, bu kadar yeter, daha fazlasına dayanamıyor insan.
Şunu diyor: “Türkçe yontulmamış bir inci tanesi gibidir, iç tırmalayıcıdır.”
Bir de Sünbülzâde Vehbî (1718-1809)
var, onu da dinleyelim: “Farisî vü Arabiden iki Şehbâl ister. Ta ki pervaz-ı
bülend eyleye anka-yı suhan.” (Söz
kuşunun yücelerden uçması için iki kanadının olması gerekir. O kanatlar Farsça
ve Arapçadır) (Özdemir, 2011: 61)
Halk, iyi ki, geliştiremese de en azından koruyor dilini. Türkçeden
uzaklaşanları da alaya alıyor, “Türk iti
şehre gelicek Farisice ürür” diyerek.
Tabii Karacaoğlan var, Yunus Emre
var, Türkçeye gönül vermiş, benimsemiş, benim dilim diye sahiplenmiş… XV. ve
XVI. Yüzyıllarda yaşamış (1487-1524) Şah
İsmail’in (Hatayi) dilinin tadına bakalım:
Ela gözlü pirim geldi /Duyan
gelsin işte meydan /Dört kapıyı kırk makamı /Bilen gelsin işte meydan/Hudey
hudey dostlar hudey /Hudey hudey canlar hudey //Ben pirimi hak bilirim /Yoluna
canım veririm / Dün doğdum bugün ölürüm /Ölen gelsin işte meydan (…)
Var mı anlamayan, yoktur.
Bir de Şah İsmail’le aynı dönemde
yaşamış Yavuz Sultan Selim’den
(1466-1520) bir dörtlük:
Merdûm-i dideme bilmem ne füsun
etti felek /Gîryemi kıldı hûn eşkimi füzûn etti felek /Şirler pençe-i kahrımdan
olurken lerzan /Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek
Var mı anlayan, yoktur. (Felek gözlerime
nasıl bir büyü yaptı ki, aslanlar bile pençemin baskısıyla titrerlerken felek beni
bir ceylan (iri, güzel) gözlüye karşı duramaz duruma getirdi.)
Gelelim günümüze… Birkaç TV-radyo adı: show, star, flash, line… İşyeri adları:
shoeland, dönerium, Ally’s, moon professional, by CUC, street fashion, black rose,
city angel, shopping center, dream’s… (Bilgisayar
bile bunları yanlış yazdın diye işaretleyip uyarıyor.) Bir zamanlar aşevi
vardı, onu lokanta yaptık, sonra da restaurant, bu da yetmedi, şimdi
‘steakhouse’larımız falan var.
My Country, Sample City, Mashattan, Algreen… Bunlar TOKİ’nin yaptırdığı
sitelerin adlarından sadece bir iki örnek. Oktay
Ekinci itiraz edecek olmuş, gülmüşler ona: “Türkiye dünyaya açılıyor, bunu
görün artık” demişler. Dil Derneği bu adlar için dava açıyor. Şirketler şöyle
savunuyorlar kendilerini: Sizin bir zararınız yok, dava açamazsınız. Yabancı
adları yasaklayan bir yasa da yok, kaldı ki bu bir kültürel yozlaşma değil,
kültürlerin etkileşim içinde zenginleşmesidir. Dahası, bu adlar Türk Patent
Enstitüsü’nce koruma altına alınmıştır.
Karadenizli ATM’den para çekecek, ama ATM çalışmıyor. O da ilgili yere
telefon ediyor,
-Üzgünüm, bütün bilgisayarlar ‘off’ta, deniyor.
Karadenizli bir saat kadar sonra yeniden telefon ediyor,
-Of’a geldim, burdaki ATM de çalışmıyor.
Metin Uca’nın – bir zamanlar
- sunduğu Passaparola adlı izlencede bir
soru,
-İşyerlerinde getir götür işlerini yapan kişi… ‘O’ bir, ‘o’ iki… (O
harfiyle başlıyor diye ipucu veriyor.)
Yanıt,
-Ofis boy
Oysa beklenen yanıt, odacı. Yazık, ne kadar yabancılaşmış anadiline.
Cem Eroğlu’nun deyişiyle, sağlıklı bir dil
yabancı sözcükleri içine sokmaz. Dilimizi hasta ettiler. Dil kirliliği düşünce
kirliliğine, düşünce kirliliği de kimlik kirliliğine yol açar. “[U]nuttuğumuz
her çiçek adıyla, dilin çevrimi dışında bıraktığımız her börtü böcek adıyla,
her deyim ya da atasözüyle ulusal kimlik duvarımızdan bir taş düşer.” (Özdemir,
2011: 235)
Pier Paolo Pasolini’ye
sormuşlar,
-Yurdun neresi?
-Dilim, demiş.
Yurtseverlik,
dilseverlikle başlar.
________________________________________________________________________
KAYNAKLAR
Bozkurt, Fuat
(2004) Türkiye Türkçesi, 3. baskı,
İstanbul: Kapı Yay.
Özdemir, Emin
(2011) Yüzler ve Sözcükler Ankara:
Bilgi Yay.
(*) Bu yazı ÇEK’in Çağdaş Bakış dergisinde (Eylül 2017 Sayı: 24) yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder