30 Aralık 2017 Cumartesi

CAHİL


CAHİL  (*)



                                                      Recep Nas

                                                       

 



     Bilemedim diye utandığınız oldu mu, benim oldu. Yıl 1956, ilkokul sondayım, bir de bitirme sınavları yapılırdı, tek tek çıkardık öğretmenlerin karşısına, sözlü soru sorarlardı. Ben ne sordularsa bildim. Son soruyu komşu köyün öğretmeni sordu: Pakistan Cumhuriyeti kuruldu mu? Bilemedim, yanıtı kendi aralarında tartışırlarken ben gözlerim dolu dolu çıktım. Nasıl bilemem, öbür dersliğe girip ağladım ağladım, iki gözüm iki çeşme…

     Bir yaz günü köyümdeki kahvede otururken, bir köşede de birkaç köylü gazetedeki bulmacayı çözüyordu. Bir soruyu bilememişler. Biri, Recep’e soralım, öğrenci ya, bilir, dedi ve sordu. Ben de bilemedim, çok utandım. Soru şuydu: Açıklarında Dumlupınar Denizaltısı’nın battığı Marmarada’ki burun.

     Öğretmen okulu son sınıfındayken, köy uygulama okulu öğretmeni, öğrencilere, hangi sivrisineğin sıtmayı bulaştırdığını sorduğunda yanıtı ben de bilmiyordum, küçüldüm, içim ezildi.

     ‘Cahil’ sözcüğü ne zaman dilime girdi, anımsamıyorum. İlkin edilgin dil dağarcığıma mı, doğrudan etkin dil dağarcığıma mı girdi, onu da bilmiyorum. Bildiğim, öğretmen okulunda çokça, içtenlikle, coşkuyla, ürpererek söylediğimiz Öğretmen Marşı, onda geçen ‘cehil’ sözcüğü. İsmail Hikmet Ertaylan’ın yazdığı Öğretmen Marşı’nın ilgili dizeleri şöyle: Candan açtık cehle karşı bir savaş/Ey bu yolda ant içen genç arkadaş/Öğren, öğret hakkı halka, gürle, coş/Durma durma koş

     Atatürk Ulusal Kurtuluş Savaşının bitiminde demişti ya, asıl savaş şimdi başlıyor, cehaletle savaş… İşte biz bu savaşa hazırlıyorduk kendimizi.

    Ne ki cahillik, bilmemek değil. Herkes her şeyi bilemez, bilmesi de gerekmez. Yeter ki bilmediğini bilsin. Sokrates demiş ya, bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir. Bilseniz de yetmiyor, günümüzde bilgiler çabucak eskiyiveriyor. İnsanda kromozom sayısı 24 çift sanılıyordu, sonradan anlaşıldı ki 23 çift. Parçalanmaz en küçük parça anlamındaki atom parçalandı. Bilimsel bilgi, her zaman tamlığın doğrultusunda ilerleyen eksik, tamamlanmamış bir süreçtir. Çünkü değişme süreklidir, sonsuzdur. Bilgi de sürekli gelişecektir.   

   Bilginin yararı, değeri doğrudan durumlara, koşullara bağlıdır. Onun için bilgileri yararlı-yararsız diye ayırmak da doğru değil. Değersiz, ilgisiz gibi görünen bir bilgiye olaylar, koşullar birden bir değer, önem kazandırabilir. Örneğin 6 Ağustos 1945’ten önce Hiroşima’yı kim, kaç kişi biliyordu? (1) Yararsız sanılan bilgiler sonradan işe yarayabiliyor. Öyle ki birçok buluş, daha önce ortaya konup da ne işe yarayacağını kimsenin bilmediği ‘yararsız bilgi’ sayesinde gerçekleşmiştir. (2)

     Atatürk’ü dinleyelim: “Biz cahil dediğimiz zaman mektepte okumamış olanları belirtmiyoruz. Belirttiğimiz, bilimi, gerçeği bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okuma bilmeyenlerden de gerçeği gören-özellikle sizlerin içinde görüldüğü gibi- gerçek bilginler çıkabilir.” (18.03. 1923/Tarsus)

     Demek ki bilmediğini bilen cahil sayılmaz. Cahil, bilmediğini de bilmeyen (cehl-i mukap), ama her şeyi bildiğini sanandır. Bilmeyene öğretirsin, öğrenir. Ama cahile öğretemezsin, o zaten biliyordur. Cahil öğrenmez, inanır. Okumaz, hatmeder. Yunus emre onlar için söylemiş olmalı: İlim ilim demektir/İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsin/Bu nice okumaktır. Hele bir de, eskilerin deyimiyle, cahil-i anud var, beterin de beteri, inatçı cahil. Kara cahil bu işte, Nuh der, peygamber demez. Dediğim dedik, öttürdüğüm düdük.

     Manken Tuba Altıntop cahil mi, değil mi, ben bilemedim. Savaş Ay’ın Tuba Altıntop’la yaptığı söyleşiden kısa bir alıntı (Akt. Emre Kongar, Cumhuriyet, 09.09.20004):

     -Hobilerin ne senin?

     -Şiir yazarım.

     -Kim var sevdiğin şair?

     -Fahir Atakoğlu… Yok yok o değil. Hah Ataoğlu, bir şey Ataoğlu.

     -Ataol Behramoğlu mu?

     -O işte. Evde üç tane büyük kitabı var, seri… Antoloji yani. Kişinin kendi yazdığı tüm şiirlerin alt alta birleşmesi. Ama içinde bir şey de var. Tüh! Bende inanılmaz isim kaybı var. Vitaminsizlikten galiba. O tanıdığımız isim var. Sürgüne gitti hani. Yaşlı… Büyük… Yasaklandı ya… Hani başka ülkelerde ödüller verildi. Çok büyük. Bizim oralı, Adanalı…

     -Yaşar Kemal mi yoksa?

     -Hah Yaşar Kemal

     -Şair ha?

     -Evet, İstanbul üzerine tüm şiirlerini okudum.       

     Cahillikle ilgili birkaç atasözümüz: (3) Cahilin sofusu, şeytanın maskarası. Cahile laf anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordur. Cahilin dostluğundan, âlimin düşmanlığı yeğdir.

     Cahil soru da sormaz, kendini de haddini de bilmez. Ya bir de cehalet eyleme geçerse, Goethe’nin dediği gibi en korkuncu da budur.

     İngiliz atasözüymüş: Biliyor, bildiğini de biliyor, bilgedir o, arayın onu. Biliyor, bildiğini bilmiyorsa uykudadır, uyandırın onu. Bilmiyor, bilmediğini biliyorsa çocuktur, öğretin ona. Bilmiyor, bilmediğini de bilmiyorsa ahmaktır, ondan uzak durun.

     İki psikolog (Justin Kruger ve David Dunnig) bir kuram geliştiriyorlar, bununla da Nobel ödülünü kazanıyorlar. Özü şu: Cehalet kişinin özgüvenini artırır. ‘Cahil cesareti’ denir ya, işte bu. Bertrand Russell çok önceden söylemiş aslında: “Çağımızın en büyük sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmasıdır.” Oysa R. Feynmann’ın deyişiyle, bilim kuşku duyma kültürüdür.

     Darülfünun (üniversite) Müdürü Hoca Tahsin Efendi (1812-1881) canlıların havasız ortamda yaşayamayacaklarını kanıtlamak için deneyler yapınca, Tanrının işine karışıyor diye dinsizlikle suçlanıyor, baskılar sonucu müdürlükten alınıyor. Hoca Tahsin Efendi kırgın, cehaletten bunalmış, şöyle iki dize yazmış: Cehalet mültezem, kesb-i kemâldir cünhamız, bildim / İlahi, cürm-ü tahsil-i ilimden tövbeler olsun  (Suçumuz olgunluk kazanmakmış, oysa bize cehalet gerek, anladım. Tanrım, bilim öğrenme suçundan tövbeler olsun.) (4)

     Ferit Edgü, Cahil adlı bir kitap (Sel Yay.) yazdı, ondan tadımlık birkaç özdeyiş:

*Gözü kara cahiller vardır, gözü açık cahiller vardır. Ama gözü tok cahil yoktur.

*Cahilin bilmediği bir şey yoktur. Ekonomi, sosyoloji, tarih, coğrafya, fizik, kimya, matematik, Arapça, Farsça, Latince… Bilmediği tek şeyse bunları bilmediğidir.

*Cahil kitabı o kadar sever ki okumaya kıyamaz.

*Ah, cahil kafam! diye yakınan gerçek bir cahil yoktur.

*Cahil az düşünür, çok konuşur.

*Cahil üşüdüğünde bayrağa sarılır.

     Cahilseverler de var, bunlardan biri Prof. Dr. Bülent Arı, şöyle demiş (Mart 2016):”Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine (anlayış, seziş) güveniyorum bu ülkede. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokul bile okumamış,  üniversite okumamış cahil halktır. (…) Okuma oranı arttıkça beni hafakanlar (sıkıntı, çarpıntı) basıyor. (…) Ben her zaman cahil halkın ferasetine güveniyorum (…).” (5) Ne denir, Sakallı Celal (Yalnız) demiş diyeceğini, bu kadar cahillik ancak tahsille olur.

     Bilemedim diye yerinmem, utanmam boşunaymış, bu da bilmekti, bilmediğini bilmek… Öyle ya, bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp. Kaldı ki onlar ansiklopedik bilgiler, gerek duyulunca kaynağından kolayca ulaşılabilir. Yeter ki öğrenmeyi istesin, öğrenmekten tat alsın insan; meraklı, bilimsel tutumlu, eleştirel düşünceli, yeni düşüncelere açık, sorgulayıcı olsun. Atatürk’ün Tevfik Fikret’ten esinlenerek söylediği gibi, ‘fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür’ olsun.



      1. Antel, Sadrettin Celal (1952) Umumi Didaktik, İstanbul: Doğan Kardeş Yay. (102)

2. Gürses, Can (2013) “Gereksiz Bilginin Gerekliliği”, Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji,

20.09.2013

      3. Aksoy, Ömer Asım (1971) Atasözleri Sözlüğü Ankara: TDK Yay. (182)

      4. Akyüz, Yahya (1997) Türk Eğitim Tarihi, İstanbul Kültür Üniversitesi Yay. (148)




(*) Bu yazı Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin (ÇEK) ÇAĞDAŞ BAKIŞ dergisinde (Aralık 2017 Sayı: 25) yayımlanmıştır.


7 Ekim 2017 Cumartesi

BARIŞ VARKEN NEDEN CİHAT?


                                       BARIŞ VARKEN NEDEN CİHAT? (*)



                                                                                  Recep Nas

                                                                        



     Son baklayı da çıkardılar ağızlarından, cihadı da (Kimi siteler ’cihad’ diye yazıyor, Arapça sevdalısı ya onlar) eğitim izlencesine koydular, muratlarına erdiler. Beklenen oldu, şaşırtıcı değil tabii. Cihat geldi, evrim gitti. ‘Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür’ kuşaklar yerine, epeydir dinci (dindar demiyorum, içsel yönelimli dindara saygımız var, onlar siyasal İslamcı değil) ve kinci ‘nesil’ yetiştirmek istediklerini dillendiriyorlardı zaten. Koca Yunus’un, Yunus Emre’nin dizelerini anımsamak işlerine gelmez. Adımız miskindir bizim/düşmanımız kindir bizim/Biz kimseye kin tutmayız/Kamu âlem birdir bize. Yunus Emre, kini düşman olarak görüyor, onlarsa düşman bellediklerine kin besliyorlar.

     Nedir cihat, kendilerinden öğrenelim bunu.

     Cihat, İslâm nizâmını yeryüzünde hâkim kılma ve bu nizâmı savunma maksadıyla din uğrunda ve Hak yolunda yapılan savaş, gazâ. Cihad-ı asgar (küçük savaş), din uğrunda yapılan savaş. Cihad-ı ekber, insanın kendi nefsiyle yaptığı mücadele (lugatim.com)

      Cihat, Allah için nefisle, şeytanla mücadele etmektir. Bir de Allah için dinini, vatanını iç ve dış düşmanlara karşı savunmaktır. Bakara (193/195) ayeti de şöyle yorumlanıyor: Cihad, Allah düşmanlarıyla çeşitli yollarla, çeşitli vasıtalarla mücadele etmek, insanları İslama çağırmak demektir. Tüm kâfirler şirkten vazgeçip Müslüman oluncaya kadar onlarla cihat etmek farzdır. Ama bu cihat, onlar saldırdığında yapılır.


      Cihadın üç koşulu var: 1. Düşman, İslama girmesi için yapılan çağrıyı ya da cizye (Müslüman olmayan tebaadan alınan vergi) vermeyi reddederse…  2. Müslümanlarla düşman arasında bir anlaşma yoksa…  3. Müslümanlarda cihad için askeri güç varsa… Bu koşullar oluşunca cihad farzdır.  (www.mumsema.org/ne-nedir/168286-islamda-cihad-anlami-nedir-ve-cihada-kimler-katilabilir.html)

     Erkek adı olarak Cihat’ın anlamı, din uğruna düşmanla savaşmadır. Dört çeşit cihat vardır: Kalple (kalbi temiz tutma), dille (İslamın dille yayılması), elle (doğru şeyleri yapmak), kılıçla (İnançsızlarla ve İslam düşmanlarıyla savaşmak).(http://nedir.ileilgili.org/cihat-nedirnedemek-ileilgili-bilgiler.html)

     Öğretmen adayı öğrencime sormuştum,

     “Adın ne?”

     “Cihat”

     “Cihat, savaş demek. Keşke adın Barış olsaydı.”

     “Ben adımdan hoşnutum hocam” dedi. “Ben Müslümanım, Müslümanlıkta cihat vardır.”

      Hepsi bir yana, kime sorulsa ‘cihat’ denince akla ilk gelen savaştır, din için savaş…  Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde de, Cihat (ad) için, din uğruna yapılan savaş, deniyor.

     ‘Cihad-ı ekber’ dedikleri ‘insanın nefsiyle savaşımı’ysa, bunun yolu günahla, cehennemle, soyut düşünemeyen çocukların minicik yüreklerine korku salmak değildir. Korku, içsel yargılamayı sağlayan bir vicdan yapısı oluşturmuyor, dışsal denetime yol açıyor.   

     İnsan hiçbir korku duymadan, ödül de beklemeden vicdanın sesine uyarak doğru yapıyor, doğru davranıyorsa ahlaklıdır, uygardır. Çağdaş eğitimde ceza da yok, ödül de. Yunus Emre’nin anlayışı budur. Onun “Uçmaktan (cennet) umusu yok/Tamudan (cehennem) korkusu yok. Dış disiplin değil, iç disiplin. Dışdenetim değil, özdenetim. Dış ödül değil, iç ödül. Bu laik ahlaktır, bunu sağlayacak olan da laik ve bilimsel eğitimdir. Laikliğin özü de akılcılıktır, nakilcilik değil.

     Çocuklar dinci ve kinci değil, özgür ve eleştirel düşünen, soran, sorgulayan, bilimsel kuşkucu, girişimci, meraklı, bilişsel yönden esnek, sağlıklı iletişim kurabilen bireyler olsunlar, özcesi bilimsel tutum takınsınlar. Gerçek ahlakı bilim getirebilir, bir de sanat var tabii, insanın duygularını eğiten, zevklerini incelten, ruhunu soylulaştıran, insanı insanlaştıran…

     Ahlakın dersi olmaz. Ahlak öğretilmez, yaşanır. Çevresindeki insanlar dürüstse, ahlaklıysa çocuk da örnek alarak öyle olur. Çocukların vicdanlarını, empati yetilerini geliştirelim, ahlakın kökleri empatide yatar çünkü. Empati düzeyi yüksek olan çocukların ahlaki yargıları da yüksek olur.    

    Barış varken neden cihat? Yannis Ritsos’un Barış başlıklı şiiri ne güzel…

    Çocuğun gördüğü düştür barış/Ananın gördüğü düştür barış/Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış// (…)Kardeşler, barış içinde ancak/Derin derin soluk alır evren/tüm evren taşıyarak tüm düşlerini/Kardeşler uzatın ellerinizi/Barış budur işte (Çev. Ataol Behramoğlu)





(*) Bu yazı Cumhuriyet gazetesinde (05 Ekim 2017/ s.14) yayımlanmıştır.


24 Eylül 2017 Pazar

SUDAN DURU TÜRKÇE

SUDAN DURU TÜRKÇE (*)

                                                                          
                                                                          Recep Nas

                                                                         
     Dilimiz üzerine yaptığım bir konuşmaya şöyle başlamıştım:
     “Wow! İnanmıyorum, hayret bi’ şey, salon full dolu. İnanılmaz, ambiyans korkunç güzel, Moral motivasyonum yerinde. Zamanında hitama erdirmek adına start alıp ilk etapta momentumu maksimize ederek, flu ve sofistike münakaşalardan sarf-ı nazar edip nonstop retorikle finişe varırız, inşallah…
    Tecessüs etmeyin, ‘background’ım (artyetişim=özgeçmiş) sağlamdır. Ayrıca ben inanılmaz korekt bir insanım. Nosyonumu, argümanlarımı akabinde revize edersiniz.
     Sayın moderatör, performansın akabinde bir drink alim… Okey mi?”  
     Benim dilim değil bu, bu sözcükleri konuşurken de yazarken de kullanmam. Türkçesi varken Türkçesini kullanırım ben, Türkçe karşılığını bilmiyorsam, acaba var mı diye sözlüklere bakarım. Böyle bir girişle ben, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ‘ses bayrağım’, Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘ağzımda anamın ak sütü gibi’ dediği güzelim Türkçenin, -daha konuşmamın başlangıcında- saygısızlık edilip nasıl kirletildiğini, nasıl ‘Türkilizce’ye dönüştürüldüğünü-biraz da abartarak- göstermek istemiştim. Bir dinleyicim, bunun bir alaylama olduğunu anlamamış olacak ki “Lütfen Türkçe konuşalım” diye uyardı beni, bu tepki hoşuma gitti doğrusu.
     İşte böyle, Atatürkçü geçinen ’12 Eylülcü’lerin Türk Tarih Kurumu’yla birlikte kapatıp devlet dairesine dönüştürdüğü Türk Dil Kurumu’nun yerine kurulan Dil Derneği’nin Genel Başkanı Sevgi Özel’in deyişiyle, Türkçeyi ‘inşallah’la ‘okey’ arasına sıkıştırdık.
     26 Eylül 1932’de I. Dil Kurultayı toplanıyor, bundan ötürü ’26 Eylül’ dilseverler için ‘Dil Bayramı’dır. Ruşen Eşref Ünaydın o gün coşkulu, duygu yüklü bir konuşma yapıyor, şunları diyor:
     “(…)Türkçe analarımızın dili, anadili, diller güzeli… Yerine göre kılıçtan keskin, çelikten sert, kayadan sarp, boradan hızlı, bürümcükten ince, kelebekten uçucu, çiçekten renkli, kokudan tatlı, altından parlak, sudan duru Türkçe… Coşkuların hızını, dertlerin iç sızısını, delikanlıların sevgisini, inanını, güler yüzlü kızların kıvraklığını, babaların öğütlerini, anaların yumuşak yürekliliğini, kızgınların öfkesini, kırgınların iniltisini, şenlerin şakasını, göklerin ıraklığını, suların canlılığını, Ay ışıklarının oynaklığını, Güneş parıltısının keskinliğini, iç yaşayışlarımızı da dış yaşayışımızı da her dilden daha duygulu anlatan Türkçe… (…)”
     Nâzım Hikmet’in Ferhat ile Şirin adlı oyununda Ferhat, Şirin’e şöyle sesleniyor: “Sen yakından da uzaktan da, her mekânda konuştuğum dil gibi, Türkçe gibi güzelsin.” (Özdemir, 2011: 68)
     Türkçeyi güzel bulan pek çok yabancı da var. İşte onlardan biri, Alman Dilbilimci Max Müller şunu diyor: “(…) Türkçenin dil kuralları, ad ve eylem türetme düzeni olağanüstü kurallıdır. Kurallar yalındır, saydamdır. İnsan bilinci, en usta biçimde sese, söze yansımıştır. (…) Türkçe dilbilgisi düzeninde, düşüncenin oluşumunu birim birim izleriz. O anda billur bir kovanda bal peteklerinin oluşumunu seyreder gibiyizdir. Türkçe bir bilim kurumunun uzun tartışmaları sonucu yaratılmış gibidir (…).” (Bozkurt, 2004:131-132)
     İşte böyle yetkin bir dilin gelişmesine köstek olundu, hem de yüzlerce yıl… Daha 14. yy.da Hızır Paşa yakınıyor, ağıt yakıyor sanki.
     Türk diline kimesne bakmaz idi /Türklere hergiz gönül akmaz idi /Türk dahi bilmez idi bu dilleri /İnce yolu, o ulu menzilleri
     Osmanlı okumuşu (aydın değil), anadili bilincinden yoksun, Arapça, Farsça tutkunuydu. Şair Keşfi (1843-1909), Selimname adlı bir tarih kitabı yazıyor, tabii Arapça. Soruyorlar,
     “Neden Türkçe yazmadın?
     Yanıtı şu,
     “Türkî dil dürre-i yetim bigi nâ-traş vü tabiat-hıraşdır. Ol sebepten makbul-i tab-ı zurefâ-yi…” Yeter, bu kadar yeter, daha fazlasına dayanamıyor insan. Şunu diyor: “Türkçe yontulmamış bir inci tanesi gibidir, iç tırmalayıcıdır.”
     Bir de Sünbülzâde Vehbî (1718-1809) var, onu da dinleyelim: “Farisî vü Arabiden iki Şehbâl ister. Ta ki pervaz-ı bülend eyleye anka-yı suhan.”  (Söz kuşunun yücelerden uçması için iki kanadının olması gerekir. O kanatlar Farsça ve Arapçadır) (Özdemir, 2011: 61)
     Halk, iyi ki, geliştiremese de en azından koruyor dilini. Türkçeden uzaklaşanları da alaya  alıyor, “Türk iti şehre gelicek Farisice ürür” diyerek.    
     Tabii Karacaoğlan var, Yunus Emre var, Türkçeye gönül vermiş, benimsemiş, benim dilim diye sahiplenmiş… XV. ve XVI. Yüzyıllarda yaşamış (1487-1524) Şah İsmail’in (Hatayi) dilinin tadına bakalım:
     Ela gözlü pirim geldi /Duyan gelsin işte meydan /Dört kapıyı kırk makamı /Bilen gelsin işte meydan/Hudey hudey dostlar hudey /Hudey hudey canlar hudey //Ben pirimi hak bilirim /Yoluna canım veririm / Dün doğdum bugün ölürüm /Ölen gelsin işte meydan (…)
     Var mı anlamayan, yoktur.
     Bir de Şah İsmail’le aynı dönemde yaşamış Yavuz Sultan Selim’den (1466-1520) bir dörtlük:
     Merdûm-i dideme bilmem ne füsun etti felek /Gîryemi kıldı hûn eşkimi füzûn etti felek /Şirler pençe-i kahrımdan olurken lerzan /Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek
     Var mı anlayan, yoktur. (Felek gözlerime nasıl bir büyü yaptı ki, aslanlar bile pençemin baskısıyla titrerlerken felek beni bir ceylan (iri, güzel) gözlüye karşı duramaz duruma getirdi.)
     Gelelim günümüze… Birkaç TV-radyo adı: show, star, flash, line… İşyeri adları: shoeland, dönerium, Ally’s, moon professional, by CUC, street fashion, black rose, city angel, shopping center, dream’s…  (Bilgisayar bile bunları yanlış yazdın diye işaretleyip uyarıyor.) Bir zamanlar aşevi vardı, onu lokanta yaptık, sonra da restaurant, bu da yetmedi, şimdi ‘steakhouse’larımız falan var.
     My Country, Sample City, Mashattan, Algreen… Bunlar TOKİ’nin yaptırdığı sitelerin adlarından sadece bir iki örnek.  Oktay Ekinci itiraz edecek olmuş, gülmüşler ona: “Türkiye dünyaya açılıyor, bunu görün artık” demişler. Dil Derneği bu adlar için dava açıyor. Şirketler şöyle savunuyorlar kendilerini: Sizin bir zararınız yok, dava açamazsınız. Yabancı adları yasaklayan bir yasa da yok, kaldı ki bu bir kültürel yozlaşma değil, kültürlerin etkileşim içinde zenginleşmesidir. Dahası, bu adlar Türk Patent Enstitüsü’nce koruma altına alınmıştır.
     Karadenizli ATM’den para çekecek, ama ATM çalışmıyor. O da ilgili yere telefon ediyor,
     -Üzgünüm, bütün bilgisayarlar ‘off’ta, deniyor.
     Karadenizli bir saat kadar sonra yeniden telefon ediyor,
     -Of’a geldim, burdaki ATM de çalışmıyor.
     Metin Uca’nın – bir zamanlar -  sunduğu Passaparola adlı izlencede bir soru,
     -İşyerlerinde getir götür işlerini yapan kişi… ‘O’ bir, ‘o’ iki… (O harfiyle başlıyor diye ipucu veriyor.)
     Yanıt,
      -Ofis boy
     Oysa beklenen yanıt, odacı. Yazık, ne kadar yabancılaşmış anadiline.   
     Cem Eroğlu’nun deyişiyle, sağlıklı bir dil yabancı sözcükleri içine sokmaz. Dilimizi hasta ettiler. Dil kirliliği düşünce kirliliğine, düşünce kirliliği de kimlik kirliliğine yol açar. “[U]nuttuğumuz her çiçek adıyla, dilin çevrimi dışında bıraktığımız her börtü böcek adıyla, her deyim ya da atasözüyle ulusal kimlik duvarımızdan bir taş düşer.” (Özdemir, 2011: 235)
     Pier Paolo Pasolini’ye sormuşlar,
     -Yurdun neresi?
     -Dilim, demiş.
     Yurtseverlik, dilseverlikle başlar.
________________________________________________________________________

     KAYNAKLAR

Bozkurt, Fuat (2004) Türkiye Türkçesi, 3. baskı, İstanbul: Kapı Yay.
Özdemir, Emin (2011) Yüzler ve Sözcükler Ankara: Bilgi Yay.

(*) Bu yazı ÇEK’in Çağdaş Bakış dergisinde (Eylül 2017 Sayı: 24) yayımlanmıştır.                                                                                                                                                

DEMOKRASİ İÇİN EĞİTİM


DEMOKRASİ İÇİN EĞİTİM  (*)





                                                                       Recep Nas
                                                               recepnas@uludag.edu.tr


     ‘Demokrasi için eğitim’in olmazsa olmazları var, onlara bakalım.



    Laik ve Bilimsel Eğitim    



     Laiklik, demokrasinin yadsınmaz bir önkoşuludur, dahası toplumsal barışın güvencesi, hukuksal birliğin kaynağıdır. Laiklik din değil, inanç değil. Laik devlet hiçbir dinin, mezhebin, inancın yanında değil, karşısında da değildir. İnançlara karşı yansızdır, aynı uzaklıktadır, kördür. Devletin dini olmaz, tüzel kişilik o. Laik devlet dini olmayan devlettir, ama dinsiz de değildir. İnanca saygılıdır, dine değil, dinin çıkar için kullanılmasına, sömürü aracı yapılmasına karşıdır. Laik devletin yurttaşlarını dindar yapma görevi de yoktur, onun için okullarda zorunlu din dersi olmaz (Nas, 2013) Zaten dinle ahlak arasında özde bir bağlantı yoktur (Tanyol, 1989: 107).

     Laiklik, akılcılıktır. Atatürk diyor ya, “(…) Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. (…) Benden sonra beni benimsemek isteyenler, (…)akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar.” Gene Atatürk’ün sözü: En gerçek yol gösterici bilimdir. Bilim de, Cahit Arf’in dediği gibi, doğanın insan beyninde modellenmesidir.

    Laiklik için, inanç yerine aklın, kelam yerine düşüncenin, kitap yerine bilimin egemen olması gerekir (Güvenç, 1991: 8). Laik ve bilimsel eğitimde inaklara (dogma), donmuş, kalıplaşmış düşüncelere yer yoktur. Köy Enstitülerinin kurucularından olan İsmail Hakkı Tonguç da laik, demokratik, bilimsel eğitimden yanadır, şöyle diyor: “(…) Bütün bu işler, hurafeyi bilmeyen; talihini kadere bağlamayan, dinsel inançlardan ümit beklemeyen; buna karşılık iradesine ve iş yapma gücüne güvenen, hiçbir hareketinde ve düşüncesinde darlaşmayan, iyi fikir nereden gelirse gelsin onu saygıyla karşılayan, göğsünün altında her zaman vicdan denilen bir Allah taşıyan, laik yurttaşlarla yapılabilir (…)” (Akt. Kocabaş, 2016: 10).                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          



     Düşünce ve Anlatım Özgürlüğü

     Kişinin özgürce düşünebilmesi için ilkin düşünmeyi öğrenmesi gerekir. Ona düşünme öğretilecek, ne düşüneceği değil ama. Tabii düşünce ve anlatım özgürlüğünü kullanabilmesi için, Özcan Köknel’in deyişiyle, kişinin düşünceyi oluşturan bilgileri, gerçekleri, verileri doğru seçmesi, bilimsel tutum içinde olması, önyargılardan uzak, inançlardan arınık olması gerekir. Birey düşünmeli, sormalı, sorgulamalı, eleştirmeli, yargılayıp değerlendirmelidir. Nedenleri görmeli, neden-sonuç ilişkisini kurmalıdır. Çocuk düşünerek inansın, düşünerek seçsin, düşünerek benimsesin. En iyi öğrencim düşüncelerime katılmayandır, diyor Jules Le Maitre. Varsın söylesin, varsın eleştirsin, eleştirilsin, tabii incitmeden, incitilmeden… Küçük yaşta alışsın bunlara, büyüyünce öyle birden demokrat olunmaz.

     Sorusuz bir öğretme-öğrenme ortamı düşünülemez. Düşünen sorar, soran düşünür. Bir soru bin yanıttan daha güçlü olabilir (Gaarder, 1994: 80). Onun için çocuklar sorsunlar, sorular üzerine özgürce tartışsınlar, ama haklı çıkmak için değil, doğruya ulaşmak için. Demokrasi uzlaşmayı gerektirir. Çatışma çıksa bile, bu da ‘yapıcı çatışma çözme yöntemi’yle çözülür.

     Aziz Nesin (1988: 77), kurduğu vakıftaki çocuklara sık sık şunları söylediğini belirtiyor:

      (…)[H]erkesin sözünü, davranışını, tutumunu, yazısını, gerekli bulduğunuzda eleştirmelisiniz. Salt insanları değil, gelenekleri, tabuları, yasaları, görenekleri, verilmiş yargıları, her şeyi eleştirmelisiniz. Eleştirmek, her zaman haklı olduğunuz anlamına gelmez. Ama bir şeyi eleştirdikten sonra benimserseniz, neyi, niçin kabul etmiş olduğunuzu bilirsiniz. Eleştirinin amacı eleştiri değil, doğruyu bulmaktır. Eleştiri olsun diye eleştirmek,(…) ille de eleştirmek alışkanlığı, bilgiçlik taslama biçimine gelebilir. Bunu önlemek için de, özeleştiri ve özdenetim gereklidir.”

     Emin Özdemir’in dediği gibi, “Düşünme etkinliği kavramlardan kavram üretmedir. Öğrenilen kavramlarla, bunların yeni bileşimleriyle yeni düşüncelere ulaşma işidir. Böyle bir beceriyi kazanmış kişi birtakım düşünce kalıplarının içinde kalmaz; onları yan yana getirir, üst üste dizer, yığar, yıkar, ardından yatay ve dikey bağlantılar kurar. Kısacası, belleyimci, hazır bilgileri taşıyımcı bir kafa olmaktan çıkıp düşünce üreten yaratıcı bir kafa kimliğini kazanır.”

       Aslolan eleştirel düşünmedir. Eleştirel düşünme saplantıdan, bağımlılıktan, inakçılıktan arınmış bir düşünmedir (İpşiroğlu, 1991: 301). Kritik, Yunanca bir sözcük, kökeninde seçmek, yeğlemek, parçalara ayırmak, yargılamak, önemliyi önemsizden, değerliyi değersizden ayırmak anlamına gelen krino sözcüğü var (Cemal, 2008).

     Demokrasinin özü katılımdır. Öğrenciler okulla ilgili karar verme sürecine (okul meclisinin kurulması, öğretmenler kurulunda öğrenci temsilcisinin bulunması…) etkin olarak katılmalı. Eğitici kollar (kulüp) göstermelik olmamalı, işlerlik kazanmalı. Bu eğitici çalışmalar, demokratik değerlerin, tutumların edinilmesinde derslerden çok daha etkilidir. Şu da var, okul- aile işbirliği gerekli, önemli. Çünkü demokrasi ailede başlar, ailede de babadan başlar (Kongar, 2000: 156)

     Anayasanın ilgili maddeleri (eğitim, düşünce özgürlüğü…), Çocuk Hakları Sözleşmesi incelenmeli, tartışılmalıdır.



     Disiplin

     Disiplin sözcüğünün kökeninde eğitmek, yetiştirmek, yardım etmek, yol göstermek gibi anlamlar var (Tuncer, 1980: 20 Sanal sözlükler: Tureng, Dragomanos)

      Disiplin, kısaca, çocuğun sağlam bir kişilik geliştirmesine, bağımsızlığını kazanmasına, özdenetimli olmasına, kendisiyle ilgili kararları gene kendisinin vermesine, eleştirel düşünmesine, ‘birey’ olmasına kılavuzluk etme sürecidir (Nas, 2015: 88) Bunlar demokratik eğitimin de amaçlarıdır aslında. Çocuğa sevgi, bu da yetmez, saygı göstermek asıldır. Çocuğa saygılı olmanın önkoşulu onu-olduğu gibi-kabul etmektir. Çünkü olduğu gibi, içtenlikle kabul edildiğini anlayan çocuk kendini özgür duyumsar, değişime de açık olur (Gordon, 2001: 51). Değişimin kapısı içerden açılır, dışardan değil.  

     Özgürlük başıboşluk, başıbozukluk değildir, sorumluluk ister. Disiplin özgürlükleri kısıtlamaz, belli sınırlar içinde özgürlük tanır. Bu sınırlar içinde çocuk özgürlüğü kullanmayı öğrenir. Bu sınırlamalar davranışlarla ilgili, demokratik eğitimde düşüncelere, duygulara sınır konulmaz.

     Demokrasi, demokratik ortamda yaşanılarak öğrenilir. Çocuk demokratik değerleri, yaşaya yaşaya, demokratik havayı soluya soluya özümsemeli, giderek içselleştirmeli. Çocuklar sözden değil, davranıştan, tutumdan etkilenir. Ne ki demokratik ortamı demokrat yönetici, demokrat öğretmen yaratır.

     Disiplinin iki boyutu var: yetke (otorite), özgürlük. Bunlardan biri dışlanırsa disiplin niteliğini yitirir. Yetkeye ağırlık verilir de özgürlük dışlanırsa yetkeci (otoriter) olunur. Yok, özgürlüğe ağırlık verilir de yetke dışlanırsa bu kez de yetke boşluğu yaratılır. Öyleyse yetkeyle özgürlüğün dengelenmesi gerekir. Bunlar birbirini tamamlar, bütünler, besler (Avanzini, 1965 Akt. Onur, 1979: 30)

     Çocuğun yetkeye (otorite) gereksinmesi var, ama bu ‘olumlu yetke’dir, uzmanlık yetkesidir. Bu, emekle, alınteriyle kazanılan bir yetkedir. Doğal, kendiliğinden oluşuveren bir yetke… Atanmış, resmi bir yetke değil, engin bir kültürle, mesleki bilgiyle beslenmiş, sağlam bir kişilikle donanmış, öğrencilerin kabullenip kucak açıverdikleri bir yetke bu. Öğretmen saygı beklemez, anlayış, güven temeline dayalı sağlıklı öğretmen-öğrenci ilişkileri içinde kendiliğinden oluşur saygı. Öğretmen, ben öğretmenim, saygı beklerim derse çok bekler, Godot’yu bekler gibi bekler, gelmez o saygı. Etkili öğretmen, sanıldığının tersine, güç kullanmayandır.

     Demokratik eğitimde kesinlikle şiddete başvurulmaz. “Dayağın olduğu yerde tabii ki demokrasiden de söz edilemez. Ayrıca, dayak yiyerek büyüyen çocuk toplumdaki demokrasiye de inanmaz” (Kongar, 2000: 155)

     Ceza yok, ödül de yok. Büyülü sözcükler: içdisiplin, özdenetim, içödül, özeleştiri, içgüdülenme, özdeğerlendirme

    

      İletişim

      İlişkilerin sevgiyle, saygıyla ve gelişerek sürmesi için en önemli etken sağlıklı iletişimdir (Buscaglia, 1986: 35).

      Öğretme-öğrenme süreci, aslında bir iletişim sürecedir. Öğrenme, etkili iletişim  sonucunda oluşur çünkü. Başka bir deyişle, iyi bir öğrenme, iyi bir iletişimin ürünüdür (Tekin, 1980: 15) Öğretmen ileti düzenleyicisidir. Demek ki iyi bir öğretmen iletişim kurma becerisi olan öğretmendir.      

     Sözel iletişimin iki boyutu var: anlatma-anlama. Anlatma konuşmayı, yazmayı içerir. Konuşma ve yazma, kodlama becerisi ister. Anlama da dinlemeyi, okumayı içerir. Dinlemeyle  okumaysa kod çözme becerisi ister. Derste de, yerine göre, öğretmen de öğrenci de kaynak ya da alıcı olabileceğine, demokratik ortamda öğrenci de öğretmene öğretebileceğine göre, ikisinin de kodlama ve kod çözme becerisi (etkili konuşma-yazma, etkin ve eleştirel dinleme-okuma) edinmesi gerekir. Zaten iletişim kurma becerisi önemli bir bilişsel giriş davranışıdır, öğrenmenin önkoşullarından biridir (Bloom, 1979: 50)

    

     Empati

     Empati kuran kişi kendini karşısındakinin yerine koyar, onu dinler ve anlar, anladığını da ona iletir. Empatinin önkoşulları, koşulsuz saygı-sevgi, koşulsuz kabul etmektir. Koşulsuz sevilen çocuk işbirliğine, değişmeye, içdisiplin geliştirmeye açık, yatkın olur (Cüceloğlu, 1993)

    Öğretmen kendini öğrencinin yerine koyarsa, onu anlarsa, öğrenci bunu ayrımsadığında bu öğretmeni kendine yakın duyumsuyor, güvenilir buluyor, etkileniyor ondan. Carl Rogers (1975), öğretmenin empati kurma düzeyiyle öğrencilerin akademik başarıları arasında olumlu bir ilişkinin varlığını saptamıştır. Empati becerisi yüksek olan öğretmen öğrencilerince benimsenir, sevilir, sayılır. Bu öğretmen işbirliğine, diyaloğa, tartışmaya açıktır, kişilerarası ilişkileri kolaylaştırır (Rogers, 1983 Akt. Uluğ, 2014: 12) Öğretmene çok yakışan, öğrencisine empatiyle yaklaşması, hiç yakışmayansa benmerkezci olmasıdır (Dökmen, 1997: 141)

      Empatik dinleme, sözlerin arkasındaki duyguları anlamaya dönük dinlemedir. Peter F. Drucker’ın dediği gibi, iletişimde önemli olan söylenmeyeni duymaktır.     

     Abraham Maslow’ a (1970) kulak verelim: “(…) [S]evecen, yardımsever, düzeyli, sıcak ve psikolojik olarak demokrat her insanın küçük bile olsa psikoterapötik, yani iyileştirici gücünün olduğu kabul edilmelidir” (Akt. Gordon, 2000: 240).



      Kişilik

      Öncelikli olan, duygu ve kişilik eğitimi. Ruh sağlığı eğitimin ayrılmaz bir parçasıdır çünkü (Yörükoğlu, 1978: 58). Öncelikle ruhsal yönden de sağlıklı, sağlam kişilikli, özgüvenli, sağlıklı iletişim kurabilen, empati duygusu yüksek, mutlu, barışçıl insanlar yetiştirilmelidir.  Çocuk varım, tekim, değerliyim, önemliyim diyebilmeli.

      Çocuğu, insan oluşu nedeniyle başlı başına bir değer olarak görmek gerekir. Bu, hiçbir koşula bağlı olmadan, yalnızca insana özgü nitelikleriyle, saygı duyarak, incitmeden, zarar vermeden, kişilik bütünlüğünü bozmadan olduğu gibi kabul etmek demektir. Saygı duyan, saygı duyduğu insanın davranışını yönlendirmez, ona kendisi olma, kendini yaşama hakkı tanır (Kılıççı, 1999: 41-42). Öğretmen kendine güvenecek, öğrenciye güvenecek, öğrenci de öğretmene güvenecek. Güven, güven doğurur.



      Kurallar

      Toplum düzeni gibi, okul düzeni de kurallarla işler. İnsan ilişkileri kurallar olmadan sağlıklı işlemez zaten (Gordon, 2001: 221). Kurallar yaşamı kolaylaştırır, kuralsızlıksa kargaşaya yol açar. Demokrasi uygun, dengeli kurallarla işler.

     Tabii kurallar akla yatkın, uygulanabilir, çocukların özelliklerine, gereksinmelerine uygun olmalı, uygulanırlığı yoksa kolayca çiğnenir. Kurallar çocuklarla birlikte, tartışılarak, onların görüşleri alınıp belirlenmelidir. O zaman çocuk, bu benim kuralım, diye sahip çıkar, uyar. Özgüvenli, sorumlu olur (Bilgen, 1991: 22)

     Ne ki kurallar zaman zaman gözden geçirilmeli, uygulanırlığını, geçerliliğini yitirmiş kural kaldırılmalıdır.

     

      Demokrasi eğitiminin Alt Hedefleri Şunlar Olabilir (Kuzgun, 2000: 13):

      *Irk, din, cinsiyet, toplumsal sınıf vb. ayrımı yapmadan her insanı değerli bulabilme

      *Başkalarını etkin/empatik bir biçimde, önyargılardan arınık olarak dinleyebilme

      *Görüşlerini, başkalarına saygılı bir biçimde anlatabilme

      *Benimsemediği düşünceleri, istekleri olan insanlarla iyi geçinebilme

      *Karar verme sürecine etkin olarak katılabilme

      *Benimsemediği kararların değiştirilmesi için çalışabilme, bu kararlara değişinceye kadar uyabilme

      *Eleştiriye açık olabilme, bunu bir gelişme fırsatı sayabilme

      *Başkalarını eleştirirken yapıcı olabilme

      *Başkalarının haklarına saldırı olduğunda, bunu yapanlara demokratik yollarla karşı çıkabilme

                                                *       *       *

     Öğretmen sınıfında bir deneme yapmak istiyor, Öğrencilerinin, haksızlığa uğradıklarında ne yapacaklarını, ne tepki vereceklerini merak ediyor. Bunu tartışmanın sonunda açıklıyor, iş tatlıya bağlanıyor. Tartışma uzun, ben kısaltıyorum. Tartışma kayda alınmıştır (Mayıs 2017).

     Öğretmen: “Size bir şey söyleyeceğim. Şimdi ben size ihtiyaçlarınızı karşılarken benden izin almayın, demiştim ya, ben bundan vazgeçtim.”

     -Anlayamadım, nasıl?

     Öğretmen: “Herkes tuvalete giderken, su içerken benden izin alacak, herkes…

     -İyi de neden?

     Öğretmen: “Ben bunu yapmaya karar verdim, bu böyle olacak.

     -İzin vermezsen gitmeyecek miyiz?

     Öğretmen: “Gitmeyeceksiniz.”

     (Derin bir sessizlik…)

     -Ama bizim anlaşmalarımızda böyle bir şey yok.

Bak oraya.

     Öğretmen: “Tamam, sınıf anlaşmalarımızı değiştiriyorum o zaman.”

     -Anlaşmalarımızı koyarken söylemeliydin bunu.

     Öğretmen: “Şimdi söylüyorum, değiştiriyorum.”

     -Ve sen bunu değiştirirken bize sormalısın.

     Öğretmen: “Neden sorayım ki, ben böyle istedim ve yapıyorum. Bu sınıfın öğretmeni benim.

     -Öğretmenler her istediklerini yapamaz.

     -Bu sınıfta her şeye birlikte karar veririz

     -Hayır, sen buna tek başına karar veremezsin.

     -Bunu biz de istersek yapabilirsin.

     -Bu böyle olamaz. Biz bir sınıfız ve sınıfça buna karar verebiliriz.

     -Bizim hakkımızı alıyorsun elimizden.

     -Kimse kimsenin hakkını elinden alamaz. Sen böyle yaparsan senin hiç öğrencin kalmaz. Kabul etmiyorum.

     -Biz ve sen eşitiz. Haklarımız eşit. Sen böyle yaparak benim içimdeki doğaya da zarar veriyorsun. Of, ağlamak istemiyorum.

     -Sen özgürlüğümüzü alamazsın.

     -Özgürlük verilmez ve alınmaz.

     -Sen bizim özgürlüğümüzü alırsan, solucanların, kuşların özgürlüğünü de alırsın.

     (…)

     Bu sınıf, özel bir okulun anasınıfı… Darısı tüm okulların başına!



                                            KAYNAKÇA

Bilgen, Süheyla (1991) “Eğitim ve Disiplin” İstanbul: Yaşadıkça Eğitim dergisi Sayı: 18

Bloom, Benjamin S. (1979) İnsan Nitelikleri ve Okulda Öğrenme (Çev. Durmuş Ali

     Özçelik) Ankara: MEB Yay.

Buscaglia, Leo (1986) Birbirimizi Sevebilmek (Çev. Nejat Ebcioğlu) İstanbul: İnkılâp

     Kitabevi  

Cemal, Ahmet(2008)”Eleştirel Düşünmenin Dayanılmaz Ağırlığı” Cumhuriyet, 20.11.2008

Cüceloğlu, Doğan(1993)”Koşulsuz Sevgi Gerçekten Var mı?” Cumhuriyet Bilim-Teknik 

     Sayı: 340

Dökmen, Üstün(1997)İletişim Çatışmaları ve Empati 6. Baskı İstanbul: Sistem Yay.

Gaarder, Jostein(1994)Sofi’nin Dünyası İstanbul: Pan Yay.

Gordon, Thomas(2000)Çocukta Dış Disiplin mi? İç Disiplin mi? (Çev. Emel Aksay)

     2. baskı İstanbul: Sistem Yay.

_____________ (2001)Etkili Öğretmenlik Eğitimi Çev. Emel Aksay) 10. Baskı

     İstanbul: Sistem Yay.

Güvenç, Bozkurt(1991) “Laikliğin Tarihi Gelişimine Genel Bir Bakış” Eğitimde Laiklik Yayıma

     Haz. Mahmut Âdem-Kasım Karakütük) Ankara: TED Yay. (3-11)

İpşiroğlu, Zehra(1991)”Köktendinci Çocuk Yazınına Eleştirel Bir Yaklaşım” Çağdaş Kültürümüz

     İstanbul: Cem Yay.-ÇYDD Yay. (293-309)

Kılıççı, Yadigâr(1999)”6-15 Yaş Öğrencilerinin Gelişimsel Güçleri ve Kişilik Gelişimini

     Kolaylaştırma” İlköğretimde Rehberlik (Ed. Yıldız Kuzgun) Ankara: Nobel Yay.

Kocabaş, Kemal(2016)Köy Enstitülerinin Mimarı İ. Hakkı Tonguç Ankara: Öğretmen

     Dünyası Yay. Tanıtım Dizisi: 4

Kongar, Emre(2000)Kızlarıma Mektuplar İstanbul: Remzi Kitabevi

Kuzgun, Yıldız(2000)”Eğitimde Kendini Geliştirme” Sınıfta Demokrasi (ed. Ali Şimşek)

     Ankara: Eğitim-Sen Yay.

Nas, Recep (2013) “Laiklik” Bursa: Çağdaş Bakış dergisi

_________(2015) Sağlıklı Öğretmen Öğrenci İlişkileri Bursa: Ezgi Kitabevi

Nesin, Aziz(1988)Korkudan Korkmak 2. Baskı İstanbul: Adam Yay.

Onur, Bekir(1979)”Disiplin Kavramı” Ankara: Eğitim ve Bilim dergisi Cilt: 3 Sayı: 17 TED

     Yay. (25-33)

Tanyol, Cahit(1989) “Laik Eğitim ve Demokrasi” Demokrasi İçin Eğitim (Yayıma Haz. A. Ferhan

     Oğuzkan) Ankara: TED Yay. (103-116)

Tekin, Halil(1980)Okullarımızdaki Türkçe Öğretimi Ankara: Kendi Yayını

Tuncer, Oya(1980) “Çocuk, Aile ve Çevresi” Çocuk ve Eğitim Ankara: TED Yay

Uluğ, Mücella(2014) “Empati Nedir? Tanımı ve Benzer Kavramlardan Farkı” Empati:

     Kuramdan Uygulamaya (ed. Aysın Turpoğlu Çelik)İstanbul: Kültür Üniversitesi Yay.

Yörükoğlu, Atalay(1978) Çocuk Ruh Sağlığı Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yay.   

 ________________________________________________________________

(*) Bu yazı Öğretmen Dünyası dergisinde (Eylül 2017 Sayı: 453) yayımlanmıştır. (22-26)