EĞİTİMDEN PARA ESİRGENMEZ *
Okullar açılıyor, yine bin bir sorunla,
bin bir dertle… Devlet elini eteğini, desteğini çekiyor okullarından yavaş
yavaş, geri adımlar ata ata. Önce “Kendi okulunu kendin yap” diye başladı bu
iş. Şimdi ucundan ucundan, alıştıra alıştıra ‘katkı payı’ adı altında para
alıyorlar veliden, bağış istiyorlar. Çok sürmez, sıra “Kendi çocuğunu kendin
okut” demeye de gelir. ‘Devletin küçülmesi’nden anladıkları bu demek ki…
Hızlı nüfus artışının önüne geçilemiyor,
göstermelik çalışmaların, ‘suyuna tirit’ söylevlerin dışında somut, akılcı,
kalıcı önlemler alınmıyor. Yalnızca İstanbul’da bu yıl yetmiş-seksen bin
çocuğun ilkokula kaydının yapılacağını, üç bin yeni dersliğe gereksinme
duyulduğunu milli eğitim yetkilileri belirtiyorlar. (1) Gereksinme
duyulan derslik yapılmayınca - sanıyorum bizim icadımız olan-çift öğretim
uygulaması da yetmiyor, üçlü öğretime geçiliyor kimi okullarda. Bu da çözüm
olmayınca bir dersliğe yetmiş-seksen öğrenci ‘itiş kakış’ oturtuluyor. “Şu
kadar metre kare olan bir derslikte havanın temiz kalabilmesi için kaç
öğrencinin ders yapması gerekir” sorusuna yanıt aranması gerektiğinden
vazgeçtim, üçerli oturtuldukları sıralarda çocuklar yazılarını bile rahat
yazamıyorlar. ‘Okul ergonomisi’nden söz etmek bile istemiyorum. Bunca kalabalık
sınıflarda öğretmen-öğrenci, öğrenci-öğrenci iletişimi nasıl sağlanacak,
öğretim nasıl bireyselleştirilecek, düzanlatım dışında zengin ve somut öğrenme
yaşantıları oluşturmaya elverişli yöntemler nasıl uygulanacak?
Eğitim, her şeyden önce bir iletişim
işidir. Sağlıklı bir öğretme-öğrenme ortamında öğretmen, öğrencileri değil,
eğitim sürecini yönetir. Bunun içinse sınıfta öğrenci sayısının 25’i geçmemesi
gerekir.
Yedi yıl kadar önceydi, bir birinci sınıfa
öğretmenle birlikte girmiştim, yüzden fazla öğrenci vardı sınıfta. Her kafadan
bir ses çıktığından öğretmen bir süre derse başlayamadı, sonra zar zor, bağıra
çağıra sözümona başladı da yürüdü mü ders, verimli oldu mu sanki… Kalabalık
sınıf, verimi düşüren çok önemli bir etkendir.
Öğretmenin sınıfta oluşturacağı etkileşim
ortamı (ya da atmosferi), yöntem kadar, program kadar önemlidir. Öğretmenin bu
‘psikolojik hava’yı yaratabilmesi için sınıfta öğrenci sayısının sınırlı olması
gerekir. Etkileşim olmadan yaşantı, yaşantı oluşmadan öğrenme oluşmaz.
‘Mezarda emeklilik’ yasası kapıda
beklerken, hazır aylık ve emekli ikramiyelerinde de – memurlar, devletin az
vermesine alıştırıldığından-beklenilenin üzerinde olan artışlar sağlanmışken,
öğretmenler yoğun olarak emekliye ayrıldılar. MEB şimdi onları geri döndürmeye
çalışıyor. Geçen öğretim yılında emekli olanların kimisi özveriyle derslerini
vermeyi sürdürdüler. Yine de var olan öğretmen açığı kapanamadı.
Öğretmen açığını kapatmak için iki çözüm
yolu uygulandı şimdiye kadar. Biri, vekil öğretmen ataması… Milli Eğitim Temel
Yasası’nda “Öğretmenlik özel uzmanlığı
gerektiren bir meslektir” diye yazadursun, kimin umuru! Sözgelimi bir
sağlık ocağında doktor yok diye bir lise mezunu vekil doktor olarak atanabilir
mi, olacak şey mi bu? Doktorun vekili olmaz, mühendisin vekili olmaz, ama
öğretmenin olur. Olur elbet, öğretmenlik dediğin ne ki, bir eline tebeşiri
alırsın, öbür eline de ‘sopa’ yı, öğrencilerin karşısına geçip öğrencilik
yıllarından anımsadığın bilgileri aktarırsın, olur biter…
İkinci çözüm yolu da, biyoloji, Almanca,
Fransızca öğretmenlerini ilköğretimin birinci kademesinde (ilkokulda)
görevlendirmek… Bunların ‘pedagojik formasyon’ aldıklarını düşünerek bu
uygulamaya itiraz etmeyenler olabilir. İyi de, çocuk psikolojisi okumamış,
vereceği derslerin özel öğretim yöntemlerini bilmeyen birisi nasıl ilkokul
öğretmeni olur? Unutmamalı ki, öğrenim kademeleri içinde ilkokulun apayrı, özel
bir yeri ve önemi vardır. Bloom’a
göre 18 yaşına kadar gösterilen başarının yüzde 42’si ilkokuldaki başarıyla
açıklanmaktadır. (2)
Hep doğu yörelerimizdeki öğretmen
açığından söz edilir, batıda böyle bir sorun yok sayılır. Her sınıfın öğrenci
sayısını düşürün 25’e, bakalım batıda öğretmen açığı var mı yok mu? Üç
öğretmenin görevi bir öğretmene gördürülünce, üç sınıflık öğrenciyi bir
derslikte toplayınca sorunun çözüldüğü sanılıyor.
Eğitimden para esirgenmez. Yetişmiş insan
gücü en önemli zenginlik kaynağıdır. Aşırı tutumluluk israfa dönüşür. Ülkemiz,
eğitimi ucuza getirecek konumda değil. “Her şey devletten beklenilmesin”
deniyor. Peki, devlet, anayasal görevlerini yapmayacaksa neden vergi alıyor?
Birileri halk çocuklarının iyi eğitim görmesini istemiyor mu ne?
(1)
29.08.1996
günlü Cumhuriyet gazetesi
(2)
Nurettin
Fidan (1982) Öğrenme ve Öğretme Ankara:
Kendi yayını,
*Bu yazı Cumhuriyet gazetesinde (16 Eylül
1996) yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder