20 Kasım 2024 Çarşamba

“Dağları Kaz”

 

                                             “Dağları Kaz” (*)

      RECEP NAS

     Emekli Öğretim Görevlisi

    

     Cerattepe, yeşil yol, İstanbul Kuzey Ormanları, termik ve nükleer santrallar, HES'ler, Salda Gölü derken şimdi yeniden Kaz Dağları'na göz diktiler. Dahası var tabii, örneğin Akbelen, say say bitmez doğa kıyımı, kırımı...

     Kestiğimiz ağaçlardan fazlasını diktik, dikeceğiz, deyip böbürlenmekle olmuyor. Çünkü orman sadece ağaçlardan oluşmuyor, yüz binlerce yılda toprağıyla, suyuyla, börtü böceğiyle, bitkileriyle (flora), hayvanlarıyla (fauna) oluşan 'ekosistem' denilen bir evren o, doğal bir varlık. Bileşenler zincirleme birbirine bağlı, ağaçlar, çalılar, otsu bitkiler,  mantarlar, mikroorganizmalar, hayvanlar, su kaynakları...

     Kaz Dağları'nda, altın aramak için 195 bin ağaç kesen Kanadalı Alamos Gold'dan sonra şimdi de Cengiz Holding iş başında. İnce gövdeli diye saymadıkları ağaçlar da katılınca en az 1 milyon ağaç kesilecek. Oysa bilim insanları iklim değişikliğini durdurmak için ormanların korunmasını, dahası çok geniş yeni orman alanlarının oluşturulmasını öneriyorlar.  Orman su üretir, yağışın hızını keser, su yapaklardan damlayıp yeraltına iner. Ormansızlıksa küresel ısınmayı artırıp iklim değişikliğini hızlandırıyor, biyolojik çeşitliliği azaltıyor. Ormanlar daha da azalınca zaten su yoksulu olan yudumuzda kuraklık daha da artacak kuşkusuz. Afet, doğa olayının kendisi değil, sonucudur. Doğanın dengesi bozulunca bu sonuç kaçınılmaz oluyor. Başka bir deyişle, önlem alınmayınca doğa olayı afete dönüşüyor.

     1956'dan 2002'ye kadar 250 bin hektar orman alanına maden ve turizm için izin verilmişken, 2002'den bu yana izin verilen alan 540 bin hektar oldu (Şeyda Öztürk, Cumhuriyet, 12.11.2024).  Doğa savunucularının ne güzel sözüdür: Toprağın üstü 'altın'dan değerlidir. Ama Nâzım Hikmet'in dizeleriyle, “Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim / Akarsuyun / Meyve çağındaki ağacın / Serpilip gelişen hayatın düşmanı

     Homeros, İlyada adlı yapıtında 'İda' dediği Kaz Dağları'nı “Bin pınarlı, yabanıl hayvanların anası” diye anlatıyor. İda, 'gölgelik ve serin yer' anlamına geliyor (halkbilimfolklor.blogspot.com). Kaz Dağları mitolojide tanrıların yeridir. Bizim de söylencelerimiz var: Sarı Kız, Hasan Boğuldu...

     Doğa bizsiz yaşar, biz doğasız yaşayamayız. Unutmayalım, Hubert Reeves'in deyişiyle, doğayla savaşıyoruz, kazanırsak yitireceğiz.

      Orman köylüsü Sündüs Çelik çığlık atıyor: “Hayvanlarımızı otlattığımız meralarımız, ekip biçtiğimiz tarlalarımız, bostanlarımız madenin içinde kalacak. Ne yiyip ne içeceğiz?(...) 55 köyü besleyen Kocabaş Çayı da susuz kalacak. Ağaçların kesilmesi durdurulmazsa mantarı, kekiği, ahlatı, kuşburnuyla bizi besleyen, kurdun, kuşun, sincapların yuvası olan ormanımız gözümüzün önünde yok olacak” (Yavuz Alatan, Sözcü, 13.11.2024). Mehmet Cengiz'in tabii ki umurunda değil. Çünkü dünyayı en çok kirletenler küresel ısınma karşısında en korunaklı olanlar. En az kirletenlerse en çok sıkıntı çekenler... (Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 23.11.2023). Böyle de, bilmiyorlar mı yaşanabilir başka bir dünya yok.

     Mehmet Cengiz ve ona izin verenler Kaz Dağları'nın adını tersten okumuşlar,  kendilerine verilen bir buyruk sanmışlar: Dağları kaz...

 

     (*) Bu yazı Cumhuriyet gazetesinde (18 Kasım 2024) yayımlanmıştır.

 

 

 

 

 

 

28 Ekim 2024 Pazartesi

ÇOCUK TEMBEL OLUR MU?

ÇOCUK TEMBEL OLUR MU?

 

 

Recep Nas

 

 

     Çocuk tembel olur mu? Ana özelliği devinim, ana uğraşı oyun olan çocuk tembel olur mu? Gerçekten tembel çocuk var mıdır? Koşan, oynayan, devingen, kıpır kıpır, meraklı çocuk tembel midir?

     Dersine çalışmak istemiyorsa, öğretmenin belirlediği öğrenme hızına ulaşamıyorsa ya da bu hız ona az geldiği için sıkılıp başka şeylerle ilgileniyorsa, bu çocuğa tembel deniveriyor kolayca.

     Kolayca ‘tanı’ konuyor, çocuğun davranışlarının altında neden ya da nedenler varmış, kimin umuru!

     İlköğretim müfettişiyken kimi öğretmenlerden epeyce duydum bu sözcüğü, üstelik çocuğa duyura duyura söyleniyordu: Bu çocuk tembel… Çocuğun incineceğini, minicik yüreğinin yaralanacağını düşünmeden, birazcık olsun duyarlık göstermeden…

     Bir öğrencisi için ‘tembel’ diyen öğretmene sordum,

     “Teneffüste nasıl?”

     “Ohoo” dedi, “Zil çalınca önce o fırlar.”

      Aşağıdaki gibi bir nedensellik ilişkisi olamaz.

     “Bu çocuk neden başarısız?”

     “Çalışmıyor.”

     “Neden çalışmıyor?”

     “Tembel de ondan.”

      ‘Tembel Çocuk’ diye bir çocuk şarkısı var, tabii ille de okulla ilişkilendirilecek: Tembel çocuk kalksana/Artık sabah oldu/Gün doğdu/Okul vakti yaklaştı/Haydi kalk

     Tembellik üzerine fıkralar vardır, tembelliğin tanımı onların içeriğinde gizli.

     Birisi, elinde elli dolarla, miskin miskin yatan insanlara sesleniyor,

     “Hanginiz en tembelse bu parayı ona vereceğim.”

     Biri dışında öbürleri fırlıyorlar, ben ben ben diyerek, parayı kapmaya çalışıyorlar.

    “Hayır” diyor. “ En tembel olan şu yerinden kıpırdamayan, parmağını bile oynatmayan…”

    Parayı ona veriyor.

    Tekkede iki miskin karşı duvarlara yaslanıp oturuyorlar. Biri,

     “Hadi yer değiştirelim” diyor.

     Öbürü bir yıl sonra,

     “Olur” diyor.

     Bir yıl daha geçtikten sonra yer değiştiriyorlar, sonra da,

     “İnsan kuş misali, çat orada, çat burada…” diyorlar.

     Bu çocuk tembel mi, bir bakalım. Henüz okula gitmeyen bir kız çocuğu, ilkokul 5. sınıfta okuyan ağabeyine özeniyor, kitaba, deftere, kaleme meraklı. Ona da ayrıca defter, kalem, boyama kitapları alınıyor.

     Günü gelip okula başlayınca da sevinç içinde, uçuyor, eve gelir gelmez de dersini yapıyor, öylesine meraklı, çalışkan… Ama aradan bir hafta geçmeden, “Ben okulu sevmedim, gitmeyeceğim” diye tutturuyor. Ana-baba öğretmenle görüşüyor, Öğretmen yakınıyor, dersle ilgilenmiyormuş, kendisini dinlemiyormuş, İki satır çizip bırakıyormuş. İstediklerini değil, başka şeyler çiziyormuş. İnatçıymış, uyumsuzmuş, mış, mış, mış...

     Çocuğa, neden böyle yapıyorsun, diye sorulduğunda ağlamaya başlıyor, kalemi, defteri atıp kaçıyor.

     Sınıfta adı ‘tembel kız’a çıkmış. 

     Bir gün öğretmenine “hastayım” diyor. Eve telefon ediliyor, çocuğunuz hasta, gelin alın. Çocuk doktoruna götürülüyor. Bu çocukta okul korkusu var, psikoloğa götürün, diyor doktor. Psikoloğa göre çocuk gerçekten hasta, psikolojik kökenli fizyolojik belirtiler (psiko-somatik) var. Çocuk konuşmuyor. Ana-babanın anlattıklarına göre ağır bir okul korkusu var. Psikolog, çocukla oyun yoluyla diyalog kuruyor. Sözel olmayan testlerde de başarılı, zeki bir çocuk.

     Anlaşıldı ki öğretmenin yapmasını istedikleri ona kolay, basit geliyordu, zaten yapabildiğini neden bir daha, bir daha yapsın… Eli kalem tutmaya alışkındı. Öğretmenin istediği çizimleri – üstelik beş sayfa – yazmak ona sıkıcı geliyordu, daha karmaşık çizgiler çiziyordu. Öğretmen de kendisinin istediklerini çizmediği için kızıyordu, bu gereksiz istek de çocuğu çileden çıkarıyordu, inatlaşıyordu.

     Sonuçta çocuğun okulu değiştiriliyor, çocukları seven, sayan, mesleki bilgisi ve empati yetisi üst düzeyde olan bir öğretmenin sınıfına veriliyor. Çocuk da bu öğretmeni seviyor, başarılı oluyor. (Saygılı –Çankırılı, 2006: 136-138) Bu çocuk tembel miymiş? Çocuk aslında enerjisini koruyor, öğretmenin yapmasını istediği şeyleri kendince anlamsız buluyor. (*)

    Bir çocuk zekâ düzeyi düşük diye Rehberlik ve Araştırma Merkezine gönderiliyor. Sonuç: Çocukta yalnızca görme bozukluğu var.

     Ne yazık ki örnek çok, birini daha yazalım: Ticaretle uğraşan ana-baba, eve de taşıdıkları işlerine (hesaplar, faturalar, senetler, sayılar, sayılar...) daldıklarından kendine dönük olması gereken ilgiyi, sevgiyi sayıların çaldığına inanan çocuk matematik dersinden nefret ediyor, bu derse çalışmıyor (Berge, 1971: 72).

     Çocuğu 1. sınıfta okuyan öğretim görevlisi bir anne şunları söyledi bana: Anaokulundayken kızımın elinden defter, kitap düşmezdi. Ben bazen uyarmak zorunda kalırdım, “Kızım bırak bunları, oyuncaklarını al eline, oyna” derdim. Bu durumu arkadaşlarıma söylediğimde derlerdi, “Merak etme, okula başlayınca ödevlerden bıkar.” Ben “hayır” derdim, “benim kızım hiç bıkmaz.” Yanılmışım, yakınıyor şimdi, bıktı. Şimdi elinde oyuncaklarla dolaşıyor (Nas, 2005: 17).

     Altı yaşına kadar çocuk sorarken, okula başlayınca ana-baba çocuğa sorup yanıtlamasını bekler. Çocuğu, öğretmenin gözüyle görmeye başlar. Böylece çocuğun öğrenme isteği, zevki, şevki körelir. Okulöncesi dönemdeyken hep pohpohlanmış, her yaptığı övülmüşken, şimdi hep çalışmak, öğrenmek zorundadır. Öğrenip öğrenmediği sınanır. Yeterince öğrenmediği düşünülürse azarlanır üstelik. Daha çok çalışmaya zorlanırsa, artık sevilmediğini düşünüp tepki olarak boş verebilir (Elele dergisi Kasım 1979: 29) Çocuk şu iletiyi alabilir: Başarırsan değerlisin, başarılıysan sevilirsin. Böylece çocuk başarıdan, başarılı olmaktan korkar. Çünkü başarırsa sorumluluğu artacak, yetişkinlerin beklentisi de yükselecek.

     Acar Baltaş da bunu anlatıyor: “Başarıyla zehirlediğimiz gençler hata yaptıklarında sebebi dışarıda arıyorlar, çok kolay yalan söylüyorlar, fırsat varsa hile yapıyorlar, yakalanırlarsa da utanmıyorlar. Kendi sınırlarını zorlayacak işlere girmiyorlar, daha güvenli olan tarafı seçiyorlar. Bu da potansiyellerini keşfetmelerine ve bunu kullanmalarına engel oluyor. Bu çok önemli bir nokta. Başarı gurur verir, başarısızlık geliştirir. Bunu anne babaların ve eğitimcilerin bilinçlerinin altına yerleştirmeleri lazım.” (Cumhuriyet Cumartesi Söyleşi: Ebru D. Dedeoğlu 19.12.2020).

     Çocuğun annesi öğretmen, babası doktor.  Lisedeyken üniversiteye hazırlanıyor, özel ders alıyor. Öyle ki, dersini bitirip önceden masaya konan yüz liralardan birini alan bir öğretmen çıkıyor, başka bir öğretmen giriyor çocuğun çalışma odasına. Ders veren öğretmenlerden biri – çocuğun ruh sağlığından kaygılandığı için -, babaya,

     “Bu çocuğun psikolojisine dikkat edin” diyor. Baba,

     “Ediyoruz, ediyoruz, psikoloji dersi de aldırıyoruz.”

     Kimi kez çalışmamak özbenliği korumak içindir. Belki başarısız olmamak için çalışmıyordur, beceriksiz, yeteneksiz değilim, çalışmadığım için başaramadım, demek için. Yargılamak, ille de başarmalısın diye baskı kurmak yanlış. Çocuğa, başarılı olmasan da bizim için değerlisin, iletisi verilmelidir. (**) Çalış, başarırsın, bu değil. Çocuk başarırsa, başarı tadı tadarsa çalışır.

     Dersine çalışmak, ödevini yapmak çocuğun sorumluluğudur. Çocuğu, sorumluluğunu özgürce yüklenmek zevkinden yoksun bırakmayın. Aşırı koruyucu, kollayıcı olmayın. Yaptıklarının sonuçlarını yaşasın, yanlış da öğreticidir. Değilse, çalışmamak, ana-babaya doğal bir tepki olarak ortaya çıkabilir. Birçok yetenekli çocuk, ana-babasının hırsına karşı duyduğu bilinçaltı bir başkaldırıyla derslerinde geri kalır, başarısız olur (Ginott, 1980: 61).

     Tembel çocuk yoktur, tembel olan bunun nedenlerini araştırmayan yetişkinlerdir (Gilbert-Robin Akt. Binbaşıoğlu, 2000:133- Razon, 1981: 37). Londra’da Summerhill adlı okulu kuran (1921) A. S. Neill (1978:313) de tembellik yoktur diyor. “’Tembel çocuk’ ya bedenen hastadır ya da büyüklerin yapması gerektiğini düşündükleri şeylere ilgi duymamaktadır. On iki yaşından önce Summerhill’e gelip de ‘tembel’ olan bir çocuk görmedim. Çoğu kez ’tembel’ bir çocuk bize sert bir okuldan gönderilmiştir. Böyle bir çocuk bir süre ‘tembel’ kalır, gördüğü eğitimden kurtulana kadar sürer bu durumu. Onu zevksiz gelen bir çalışmaya yöneltmem; çünkü henüz böyle bir şeye hazır değildir. (…)[H]içbir eski Summerhill öğrencisi tembellikle suçlanmamıştır."

     Tembel değil, belki ilgisiz, güdülenmemiş. Tembel değil, belki çalışma alışkanlığı edinememiş. Belki verimli ders çalışma tekniklerini bilmiyor. Tembel değil,  çalışmanın, öğrenmenin zevkini tatmamıştır belki. Kendisi değil, belki gözü tembeldir (Nas, 2006: 218).

     Halis Özgü’nün 1948’de yazdığı bir kitabı var. Diline dokunmadım, 75 yıl önce bakalım ne demiş. “Tembellik, bir noksanlığın, eksikliğin vücut veya ruh yapısında mevcut veya sonraları baş gösteren bozukluğun, düzensizliğin, hastalığın, nihayet bunlardan hiçbiri yoksa fena eğitim sisteminin hazin bir eseridir. (…) Çalışmıyan çocuk her şeyden önce çalışamıyan, kendisinde çalışmak için gereken kudreti bulamıyan çocuktur.[T]embellik, (…)tabii bir hal değildir, bir sonuçtur (…).”

     Bir de Guy Jacquin’e (1964: 38-39) kulak verelim:

     “Tembellik, aşırı derecede usluluk, tecessüs [öğrenme merakı] eksikliği, aynı tarzda tedavi edilmesi gereken ve birbirine çok yakın olan üç hastalıktır. Burada hastalık kelimesini kasten kullanıyorum. Bu hastalığı tokatla ve yazı cezası ile tedavi eden namuslu bir doktor tanımıyorum. (…) Bu üç çocuk hastalığının birbirinden farklı ve birbirine karışmış binlerce sebebi olabilir: Beden yetersizliği (sinir yetersizliği, salgı bezlerinin yetersizliği, hatta barsak hastalığı gibi…), miyopluk veya kısmi sağırlık, eğitimcilerin çocuğu yeterince teşvik etmemesi, çocuklar arasındaki kıskançlık, evrim yorgunluğu, yaralayıcı bir çevrenin çocukta yaptığı duygusal sarsıntılar gibi. Beyefendi, bu hastalıklar çocuğun parmaklarına cetvelle vurmakla tedavi edilemez.”

     Özcesi, ‘tembellik’ neden değil, sonuçtur, onun birçok nedenleri vardır. Yetişkinlere düşen de bu nedenleri bulup ortaya çıkarmaktır, yargılamadan, eleştirmeden, saygıyla, sevgiyle, empati kurup dinleyerek…

 

                                                      KAYNAKÇA

Berge, André (1971) Çocuktaki Kötü Huylar ve Düzeltilmesi İstanbul: Remzi Kitabevi

Binbaşıoğlu, Cavit (2000) Ailede ve Okulda Eğitim Sorunları İstanbul: MEB Yay

Ginott, Haim (1980) Siz ve Çocuğunuz (Çev. N. İskit – N. Günay) İstanbul: Redhouse Yay.

Jacquin, Guy (1964) Çocuk Psikolojisinin Ana Çizgileri (Çev. Mehmet Toprak)

     İstanbul: Remzi Kitabevi

Nas, Recep (2005) “Hızlandırılmış İlkokuma-Yazma Öğretimi Ankara: Öğretmen Dünyası

     dergisi Sayı: 304 (13-17)

_________ (2006) Çocuk İnsandır (Çocuk Eğitimi) Bursa: Ezgi Kitabevi

Özgü, Halis (1948) Tembelliğin Gerçek Sebepleri ve Giderilmesi Çareleri

     İstanbul: Kendi Yayını

Razon, Norma (1981) “Tembel Çocuk” Ankara: Eğitim ve Bilim dergisi Sayı: 32 (37-44)

Saygılı, Sefa – Çankırılı, Ali (2006) Babacığım Neredesin? İstanbul: Elit Kültür Yay.

 

(*) https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ozgur-bolat/oyun-cocuklari-nasil-etkiler-40936594

(**)https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ozgur-bolat/cocuklar-neden-tembellik-yapar-40615334

 

(*) Bu yazı ÇEK'in e dergisi olan ÇAĞDAŞ BAKIŞ'ta (Eylül 2024 Sayı: 58) yayımlanmıştır.

 

4 Ekim 2024 Cuma

HIZLI OKUMA

                                                   HIZLI OKUMA (*)

 

                                                                                Recep Nas

 

     Bir dönem (1990'lı yıllar) hızlı okumaya merak sardı çok kişi. Öyle ki üst üste kitaplar yazıldı, kurslar açıldı.

     Tabii hızlı okuma, sessiz okuma için söz konusudur. Sesli okumaysa dinleyenlere yönelik, onlar tam ve doğru anlasın diye yapılan okumadır. Sesli okuma 'konuşur gibi' okumadır. Öyleyse sesli okumanın bir hız sınırı vardır. Olağan, doğal, etkili bir konuşmanın hızı kadardır sesli okumanın hızı. Bu da dakikada 125-175 sözcük kadardır (Taşer, 1980: 116).  Biri yalnızken de sesli okuyorsa bu kötü bir okumadır. Sesli okurken okuma işlemi daha dolambaçlı yollardan (ses telleri, dil, dudak, kulak) geçerek oluşur. Böylece dikkat daha fazla yöne kayar. O zaman da yavaş okunur, anlama da yeterince oluşmaz (Ruşen, 1993: 60).

     Sessiz okumada yalnızca göz ve zihin çalışır, ses organları devreden çıkar. Göz görür, beyin anlar. Bu okumada hem daha geniş alan görünür hem de dikkat sesli okumadaki gibi ayrıntılara  dağılmadığı için hızlı okunur, anlama düzeyi de yükselir. Sessiz okuma daha az yorucudur, dikkatin uzun süre yoğunlaşmasını sağlar.

   İçinizden okuyorsanız, dudaklarınız kıpırdıyorsa, sesiniz çıkmasa da sesli okuyorsunuz. Biz 'sessiz okuma' demişiz, ama doğrusu 'gözle okuma'dır. Gözle okuduğunuzda okuma hızı artıyor. Böylece zaman kazanılıyor. Bunun önkoşuluysa sözcükleri tanımak, anlamlarını kavramaktır.

      Sessiz okurken yazının parmakla izlenmesi yanlış sayılır, okumayı yavaşlatıyor diye. Baltaş (1989: 126) öyle düşünmüyor, parmak da hızlı deviniyorsa sorun olmaz, diyor.

     Sessiz okumada hız sınırı yok. Ne kadar hızlı okuyabiliyorsanız okuyun, yeter ki okuduğunuzu tam ve doğru anlayın.   

     Okurken göz satır üzerinde sıçrar, kaymaz. Bu sıçrama uzun (her sıçramada 4-5 sözcük) olursa okuma daha hızlı olur (Özsoy-akçamete, 1996: 101, Ruşen, 1993: 29) Hızlı okurken anlamı kavramak için gözün her harfi de değil, her sözcüğü bile görmesi gerekmez. Yineleyelim, iyi bir okumada sıçramalar uzun, dolayısıyla sıçrama sayısı az olur.   

    Okumanın amacı sözcükleri tek tek algılamak değildir, yazının bütününün anlamını kavramaktır. Gözün beyindeki bağlantı merkezi hızlı çalışır, beceriklidir de... Öyle ki harflerin ya da sözcüklerin yer yer eksik olduğu bir yazıyı bile eksikleri tamamlayıp yazının bütününü anlayabiliriz (Baran, 2008: 138).

   Zihnimizin bütünsel bir boyutu vardır, dolayısıyla bir bütün olarak düşünür (Adair, 2017: 8) Anlam aramak insanda doğuştan gelen bir eğilimdir, güçlü bir güdüdür. Ne yazık ki MEB 2005'te - hangi akıla hizmetse, bilimsel bir gerekçe bile gösterilmeden – 1936'dan beri uygulanan ilkokuma-yazma öğretiminin yöntemini (Çözümleme-Bireşim/Tümce) değiştirdi. 'Ses Temelli Tümce Yöntemi'ne geçildi, ilkokuma-yazmayı öğretmeye harflerden başlandı. Oysa harfler, heceler soyuttur, anlamsızdır. Çocuğa göre değil bu yöntem. Çocuklar harflere, hecelere takılıp hızlı okumaya geçmekte zorlanıyorlar. Çocuklar konuşmaya nasıl sözcüklerden, tümcelerden başlıyorlarsa okumaya da öyle başlamalıdırlar. Böyle olunca çocuklar – daha başlangıçta – doğru, hızlı, anlayarak okuyabilirler.  

      Aşağıdaki tümcelerde bazı harfler yazılmamıştır. Bakalım, okumayı aksatıyor mu? (Baran, 2008: 139):

     “Öğre meye  çalış ığınız  bilg lere  sev iyle  yak aşın. Da a  çok  sev iğimiz  ya a  öne li  say ığımız  şey eri  hatı lama  eğilimi deyiz.”  

 Hızlı okuyabilen – kimi harflerin yazılmadığı, birçok harfin de yerlerinin değiştirildiği - şu bölümceyi de takılmadan bir çırpıda okur.

     “ Bir İgnliz üvnsertsinede ypalın arşaıtramya gröe, kleimleirn hrfalreiinn hnagi srıdaa yzalıdkılraı ömneli dğeliimş. Öenlmi oaln brinci ve snonucnu hrfain yrenide omlsaımyış. Adarkai hfraliren srısaı kraışk  osla da ouknyuorumş. Çnükü kleimleir hraf hraf dğeil bri btüün oralark oykuorumuşz.”

     Göz her sıçramanın ardından duraklar, görme alanına giren sözcük öbeklerini beyne gönderir, sonra yeniden sıçrar (Ruşen, 1993: 84) “İnsan gözü her sabitleşmede [duraklamada] altı kelimeye kadar kaydedebildiği, hem de bir saniyede dört sabitleşme yapabildiği için okuma hızını dakikada bin kelimeye kadar çıkartmak mümkündür” (Baltaş, 1989: 124).John Kennedy dakikada 2 bin sözcük okurmuş (Özcan, 1988).

     Yavaş okursam daha iyi anlarım, diye düşünülebilir, ama yanlış. Sürücüler bilir, arabayı hızlı sürerken daha dikkatli olunur. Dikkat tek bir noktaya, yola yoğunlaşır. Hızlı okuyan da dikkatini yazı üzerine yoğunlaştırır, böylece anlama düzeyi de yükselir. Anlamanın yolu yavaş okumak olsaydı heceleyerek okuyanların daha iyi anlamaları gerekirdi (Ruşen, 1993: 42). Öğretmen Nurten Aylin “Hızlı okuyunca anlayamayacağıma inanıyordum”, diyor. ”Şimdi görüyorum ki anlama becerisi hızlı okumakla yüzde 80 dolayında artıyormuş” (Kondu, 2008: 217)

     Tek tek her sözcüğü anlamak için değil, bütünü anlamak için okunur. Sözcük sözcük okumak gözü yorar, okuma hızını düşürür,  anlamayı zorlaştırır. Zaman yitimine neden olur. Birçok sözcük tümcede dilbilgisinin gereği olarak bulunur, bunların anlam üzerinde etkisi sınırlıdır. Anlamı yakalamak için her sözcüğün okunması gerekmez. Tümcelerde anlam birkaç sözcük üzerinde toplanır, öbür sözcükler düzenli bir tümceyi oluşturmak için kullanılır: ve, gibi, ile, için... (Ruşen, 1993: 38 – Özsoy, akçamete 1996: 36, Özcan, 1988)

     Beyin, gözden daha hızlı çalışır, beyne tek tek gönderilen sözcükler az çok bir anlam oluşana kadar işlem görmez. Beyin, kendine ne kadar çok sözcük gönderilirse o ölçüde doğru ve tam anlar. Sözcükler için değil, sözcüklerin oluşturduğu düşünceler için okunmalıdır (Ruşen, 1993: 61)

     Özcan (1988) kimi sözcükleri atlamanın (okumamanın)  anlamaya engel olmayacağına ilişkin okuruna bir deneme yaptırıyor. Verdiği bölümce şu:

     “Sıcak bir ağustos gecesi saat 2 idi. Bej pardösülü bir adam Kumkapı'daki salaş bir meyhaneden yalpalayarak çıktı ve arabasına bindi. Araba kükreyerek Yeşilköy tarafına doğru firladı ve saatte 120 km. hızla yol almaya başladı. Trafik polisi bu çılgın, sarhoş sürücüyü, ancak bir başka arabaya çarpıp 6 kişiyi hastanelik ettikten sonra yakalayabildi.”

     Bu bölümcede 51 sözcük var. Soru şu: Bölümcedeki - aşağıda gösterildiğ gibi- sözcük sayısı 27'ye (yaklaşık yarı yarıya) düşürülürse, başka bir deyişle, 24 sözcük okunmazsa doğru ve tam anlamada  aksama olur mu?

     “Ağustos gecesi saat 2... adam Kumkapı'da...meyhaneden... çıktı... arabasına bindi... hızla yol almaya başladı. Trafik polisi... sarhoş sürücüyü... başka arabaya çarpıp 6 kişiyi hastanelik ettikten sonra yakalayabildi.” 

     Tamam, tam ve doğru anlamada önemsenecek bir aksama, eksilme olmadı, ama bölümcenin anlatım varsıllığı yitti, yazınsal değeri düştü.

     Woody Allen'ın kendisi kadar ünlü bir esprisi vardır: “Tolstoy'un Savaş ve Barış adlı romanını hızlı okuma tekniğiyle okudum. Olay galiba Rusya'da geçiyordu.” Günümüzde 'hızlı Okumak'tan çok, 'esnek okuma' deyimi yeğleniyor. Her yazının hızlı  okunması gerekmiyor, Hız, okurun amacına, metnin özelliğine göre değişir. Esnek okuyan, metnin içeriğine göre yer yer, bölümceden bölümceye okuma hızını değiştirir (Kondu, 2008: 145) Hızlı okuyan usta bir sürücü gibidir. Usta sürücü yolun durumuna göre hızını ayarlar, hızlı okuyucu da hızını yazının zorluk derecesine göre ayarlar (Baran, 2008: 180)

     Hızlı okuyan, hızının kölesi değildir, ama yavaş okuyan alışkanlığının kölesidir (Özsoy-Akçamete, 1996: 124)

      Ben Yaşar Kemal'in o güzelim, doyum olmaz doğa betimlemelerini, yavaşlar, döne döne okurum, her okuyuşta da ayrı bir tat alırım.

     “Güneş ilk olaraktan doğuyorcasına, ıslak, terü taze, dağların doruğunda açıldı. Bin bir koku güneyden, kuzeyden, doğadan, batıdan geldi. Büyük yaldızlı kelebekler, kırmızı, yeşil benekli, saydam kanatlı arılar, karıncalar, kurtlar, tilkiler, ayılar, böcekler, sansarlar, kirpiler, sarhoş oldular kokulardan, yollara, bellere saldırdılar, kartallar, şahinler, öteki yırtıcı kuşlar, güvercinler, sarıasmalar, ibibikler, üveyikler yalpalayarak çığlık çığlığa gökyüzüne kayarak, süzülerek, takla atarak, kendilerinden geçerek dolaştılar. Toprak, doğurganlığının en cömert günlerini gerinerek, mest olarak yaşıyordu.” (**)

       Ece Ayhan'ın Üç Gencin Kalbi başlıklı  şiirine bir kez okuyarak kanamam.  Bir gemici tanırım kalbini limanda bırakmış / Ya kaybolursa? / Ağlar çocukluğundaki gibi / Kalbini almaya gidecek hâlâ // Bir oğlan tanırım, derin yeşil gözlü / Gönlü güney denizlerinin dibi / Kalbi ise yerinde, birine vermeye gidecek / Bir gemi arar durur bulutlardan // Bir şair tanırım, onunki içler acısı / Kalbini asla vermemiş, çalmışlar / Kalbi eski bir efsanede saklı

 

 

                                           KAYNAKÇA

Adair. John (2017) Karar Verme ve Problem Çözme (Çev. Güneş Korkmaz) Ankara

     Pegem Akademi Yay.

Baltaş, Acar (1989) Öğrenme ve Sınavlarda Üstün Başarı İstanbul: Remzi Kitabevi

Baran, Ziya (2008) Hızlı Okuma 15. baskı İzmir: Bilgivizyon Yay.

Kondu, Cemal (2008) Anlayarak Hızlı Okuma ve Öğrenme 2. baskı İstanbul: Akis Kitap Yay.

Özcan, Mehmet (1988) “Çok Daha Süratli Okuyabilirsiniz” Ankara: TÜBİTAK Bilim ve Teknik

     dergisi Sayı: 278

Özsoy, Yahya – Akçamete, Gönül (1996) Hızlı Okuma Teknikleri Ankara: Ecem Yay.

Ruşen, Mustafa (1993) Hızlı Okuma İstanbul: Alfa Yay.

Taşer, Suat (1980) Örneklerle Konuşma Eğitimi İstanbul: Örgün Yay.

 

(**) https://oggito.com/icerikler/yasar-kemal-de-doga-ve-insan-emin-ozdemir/3340

 

 

(*)Bu yazı çinikitap dergisinde (Eylül-Ekim 2024 Sayı: 86) yayımlanmıştır. (38-39)