3 Kasım 2023 Cuma

KARMA EĞİTİM HAKKI


                                 KARMA EĞİTİM HAKKI (*)

                                        

        RECEP NAS

                                                                                
     Bir baklayı daha çıkardılar ağızlarından, kızlar için ayrı okullar... Kızı da oğlanı da, çocuk bunlar. Ama onlar kız çocuğuna bakınca cinsel nesne görüyorlar. Halk istiyormuş, hep böyle derler. Dedikleri gibi olsaydı, imam hatip liseleri dolar taşardı.Tersine yıl yıl öğrenci sayısı azalıyor. Baktılar olmuyor, zorunlu seçmeli adı altında din derslerini çoğaltarak tüm liseleri imam hatipleştiriyorlar. Gidiş, adım adım din devletine...  Tarikat şeyhleri kız çocukları okumasın, diyorlar da, resmi ağızdan denmiyor henüz. Oysa özlemini duydukları Osmanlı son yıllarında kör topal da, ağır aksak da olsa, yansılamadan öte gitmese de Batı'ya ayak uydurmaya çalışıyordu.
     Bugünü anlamak için düne bakmak gerekir ya, geçmişe bir göz atalım. Maarif-i Umumiye Nizamnamesi'ne (1869) göre, bir yerde iki Sıbyan (küçük çocuklar) mektebi varsa biri kızlara, biri oğlanlara ayrılacak. Tek okul varsa kızlarla oğlanlar karışık oturtulmayacak (Md. 15).
     Darülmuallimat (Kız Öğretmen Okulu) 1870'te açıldı. İyi de bu okulda kim ders verecek? Kız okulunda kadın öğretmen olmalı, ama yok. Kadını çarşafa sokmuşsun, cumbaya kapatmışsın, olmayacak tabii. İster istmez erkek öğretmen olacak. Olacak da kaçgöç var. Çaresi, öğretmen yaşlı olsun. Ama yaşlı olur da gene de çekici, gönülçelen olabilir. Öyleyse yaşlının da çirkini olsun. Bu garip önleme karşın erkek öğretmen mubassıra (kadın gözetici) eşliğinde girip çıkıyor derse. Yönetici odası da dersliklerin bulunduğu ana binanın dışında. O günlerde yayımlanan Türk Kadını adlı dergide bu durum ince ince alaya alınıyor: Kadın öğretmen bulunana kadar erkek öğretmenler kız öğrencilere ders verirken peçe takacaklar.
     İnas (kadın) Darülfünunu (1914) açılınca erkek öğrencilerle aynı binada öğrenim görüyorlar, ama ayrı saatlerde. İzmir işgal edilince bunu protesto etmek için erkek öğrenciler derslere girmeyip   Darülfünun'un konferans salonunda toplanıyorlar, öğleden sonra gelen kadın öğrenciler de onlara katılıyorlar. İlerleyen günlerde de kadın öğrenciler oldubittiye getirip erkek öğrencilerin sınıflarına girmeye başlıyorlar. Bunu duyan dinbazlar – başta Darülfünun yöneticisi Naim Bey -, kadın-erkek zanu be zanu (diz dize) oturuyorlar, diye tepki gösteriyorlar. Böyle işte, yaşam  akıyor, bu akışın önünde durulmaz. Kadın öğrencilerin eylemiyle oluşan karma eğitim sonra resmileşiyor, İnas Darülfünunu kapatılıyor. Zaten karma eğitim II. Meşrutiyetle birlikte dillendirilmeye başlanmıştı.
     Kadın erkek birlikteliği yaşamın en doğal hali. Bunu  gene en özlü biçimde Atatürk açıklamış (1925, Kastamonu):  “Bir toplum, bir ulus kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur. Mümkün müdür ki bir toplumun yarısı toprağa zincirle bağlı kaldıkça öbür yarısı göklere yükselebilsin. (...) Kuşku yoktur ki, iki cinsin – ilerleme ve yenilik alanında – yükselme adımlarını birlikte atması gerekir. Böyle olursa devrim başarılı olur”.  Bundan iki yıl önce de (1923) şunu diyor: “[K]adınlarımız da okuyacaklar, bilgi sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtiği bütün öğrenim aşamalarından geçeceklerdir. Kadınlar toplumsal yaşamda erkeklerle birlikte yürüyerek birbirinin yardımcısı ve koruyucusu olacaklardır.”
     Öyle de olmuştur. Cumhuriyetin 10. yılında lise öğrencisi olan Prof. Dr. Hamide Topçuoğlu anlatıyor: “Biz gerçekten ayrıcalıklı idik. Yani o küçük dünyamızda 'kız öğrenci' olmak gibi bir saygınlığımız vardı. Bütün büyük erkeklere göstermedikleri bir takdir fazlasını bize ayırıyorlardı. Kadınların kamu yaşamına, toplumsal ilişkilere tam bir yetki ve kişilik özgürlüğü içinde katılmasını amaç edinen Cumhuriyetin öncüleriydik biz.”
     Okul yalnızca akademik alan değildir. Orada çocuklar gözlemlerler, etkileşirler, iletişim kurarlar. Karma eğitim ruhsal, toplumsal, cinsel gelişim için önem taşır. Çocuk karşı cinsi tanır, farklılıklara, ayırdına varıp saygı duyar.  Karma eğitim toplumsal cinsiyet eşitliğinin, laikliğin solunduğu bir alandır.
     Şemsettin Sami'nin benzetmesi hoş: Erkekleri eğitmek yalnızca gölge veren bir ağaç dikmek, kadınları eğitmekse hem gölge  hem de meyve veren ağaç dikmektir.”
     Tek cinsiyetli okul isteği eğitsel değil, siyasaldır. İki cinsi uzak tutacaksın, birbirine 'yabancı' kılacaksın, kadına yalnızca çok çocuklu annelik görevini vererek - hem de küçük yaşta – evlenmelerini isteyeceksin. Tabii kadına düşen 'itaat et, rahat et' olacak, öyle mi?

 (*) Bu yazı CUMHURİYET gazetesinde (18 Ekim 2023) yayımlanmıştır.

    

16 Ekim 2023 Pazartesi

ÖNYARGI

                                                                ÖNYARGI (*)

                                                                                                          Recep Nas

 

     Önyargı cehaletin çocuğudur, diyor William Hazlitt. Anlamadan, dinlemeden, tanımadan, araştırıp irdelemeden önceden bir yargıda bulunuyorsun. Dış görünüşüne ya da bir tek sözüne, bir tek davranışına bakıp karşındakine ilişkin fikir yürütüyorsun, karar veriyorsun. 1950’li yıllarda ne güzel bir ‘Türkçe Kitabı’mız vardı, çok eğitici, etkileyici iletiler sunan ‘okuma parçaları’ vardı içinde. Birinin başlığını hiç unutmam: Görünüşe Aldanmamalı…

     Önyargılı davranıp da sonra gerçeği öğrenince utandığı oluyor insanın. İşte çarpıcı bir örnek: Kadın, havaalanında uçağın kalkış saatini beklerken, bir erkeğin oturduğu bankın bir yanına izin isteyip oturuyor, çantasından çıkardığı kitabı okurken bir yandan da az önce aldığı kese kâğıdındaki kurabiyelerini atıştırmaya başlıyor. Ama o ne, yanındaki erkek de kurabiyelerinden yiyor. 

     “Terbiyesize bak, izin almadı, utanmıyor da…”

     Bir o daldırıyor elini kese kâğıdına, bir öbürü… Kadının, kese kâğıdına bir kez daha elini attığında eli boş kalıyor, kurabiyeler bitmiş. Son kurabiye erkeğin elinde, henüz yememiş. Kadına gülümseyerek uzatıyor, buyurun.

     “Adama bak, terbiyesiz… Kurabiyemi bir de bana ikram ediyor.”

     Uçağının kalkış saati gelince kadın aceleyle kalkıyor, kitabını koymak için çantasını açınca, ne görsün, içinde kurabiyesinin bulunduğu kese kâğıdı çantasında boylu boyunca yatıyor.

     Bu da hoş bir örnek: Ablası, kardeşinin iki elinde birer elma görünce birini istiyor. Çocuk hemen iki elmadan da birer ısırık alıyor. Ablası bozuluyor, murdarladı, vermeye niyeti yok diye. Ama çocuk elmanın birini ablasına sevgiyle uzatıyor,

     “Bu daha tatlı, bunu al” 

     Müfettişliğim süresince öğretmenlere, öğretmenliğim süresince öğretmen adaylarına çok söylemişimdir, çocuğun bir davranışından, bir sözünden yola çıkıp kişiliği üzerine genelleme yapmayın diye. Çocuk derste başka, teneffüste başka davranabilir. Okulda başka, evde başka olabilir. Çok örnekleri var bunun. Öğretmen, bu çocuk ağzını açıp iki sözcük konuşmuyor diyor, ana-babasıysa siz onu bir de evde görün, ağzı kapanmıyor, diyor. Tersi de olabiliyor.

     Bilişsel önyargılar, algısal yetenekleri köreltiyor. İnsanlar yerleşik görüşlerine ters düşen yeni bilgileri - genelde- hafife alma eğiliminde oluyorlar (Herkese Bilim Teknoloji 29.06.2018 Sayı: 118).

     Öğretmen bilim insanı değilse de bilimsel tutum içinde olmalıdır. Önyargılı olmak bilimsel tutumla bağdaşmaz. Önyargılı olmak kimseye yakışmaz, hele öğretmene, hiç… Öğretmen önyargılı olmaz, kin gütmez, sabıka kaydı tutmaz. Yunus Emre ne güzel demiş: Adımız miskindir bizim/Düşmanımız kindir bizim/Biz kimseye kin tutmayız/Kamu âlem birdir bize. Çocuğu bedensel, bilişsel, toplumsal, duygusal yönleriyle bir bütün olarak tanımak gerekir. Çocuğun belli bir ortamdaki bir davranışına bakıp bunu da genelleyip önyargılı davranmak, bu davranışını da ikide bir çocuğun yüzüne vurmak çağdaş eğitim anlayışıyla bağdaşmaz (Nas, 2010: 28)

     “Ben yapmadım öğretmenim” diyor öğrenci.

     “Yok, dedem yaptı… Ben bilmez miyim malımı, sen yapmışsındır” diyor öğretmen.

     Okuduğu yatılı okulun müdürü, Honoré de Balzac için bakın ne demiş: “Bundan hayır gelmez, ne dersi biliyor ne de ödev yapıyor. Verilen bir işle uğraşmaya karşı öyle bir tiksintisi var ki, ne yapsanız boşuna…”  (1)

     Kadim Akça, Mersinli, 1950 doğumlu. İlkokula başlıyor ama okumayı bir türlü sökemiyor, tabii yazmayı da öyle. Belli ki geç güç öğrenen bir çocuk, bunun da onlarca nedeni olabilir. Belki özel okuma güçlüğü (disleksi), belki yazma güçlüğü (disgrafi), belki de matematiği öğrenme güçlüğü (diskalkuli) vardır, bilemeyiz. Öğretmenin bunlardan haberi yok demek ki. Okul müdürü de “Senden adam olmaz” diyor ikide bir. Kadim Akça ilkokulu zar zor on yılda bitiriyor.19 yaşına gelince İsveç’e gidiyor. İlk günlerde parklarda sabahlıyor. İsveçli bir ailenin yardımıyla bir işyerinde temizlikçi olarak çalışmaya başlıyor. Bu işi kavrayıp girdisini çıktısını öğrenince temizlik şirketi kuruyor. Sonrası yürü ya kulum… Şirketler kuruyor, şirketler holdinge dönüşüyor. Ünlü bir iş insanı oluyor, yaşamı üzerine kitap yazılıyor. Memleketinden bir istekte bulunuyor: Gönderdiği kitaplardan birinin, “Senden adam olmaz” diyen müdürün mezarına bırakılması… (Osman İkiz, Cumhuriyet, 07.07. 2019)  

     Bir de budunsal (etnik) önyargılar var, en yaygın olanı bunlar, aşağılamayı daha yoğun biçimde içeriyorlar. İşte bir örnek (Şemin, 1975: 27):

     Denek 11 yaşında bir erkek çocuktur, orta halli bir aileye mensuptur. Babanın tahsili yoktur, emekli işçidir. Anne tahsilsiz ev kadınıdır. Denek okulda öğretmeni tarafından – Arap olduğu için- ‘Habeş’ tabiriyle çağrılmaktadır. Çocuk bu yüzden pasif, aşağılık duygusu içinde okula karşı soğukluk duymaya başlamıştır.”

     Üstteki iki kötü örneğe inat güzel bir örnek var. Eli öpülesi öğretmen Hatice Sökmen, köy bekçisinin, “(…) O okula gitmek istemez. (…) Getirtsek neye yarar? Bir kere yakışık almaz. Bizim çocuklar da onu istemezler. Aramızda ne işi var derler. Çingeneyle arkadaşlık etmek istemezler”, annesinin de “Kuzum öğretmen hanım, bu artık okumaz. Zaten yaşı da geçti. Hem gitse de köyün çocukları onu döverler. Biz çingeneyiz diye istemezler” dediği, demircinin oğlu Osman’a okulu sevdirmeyi, bütün önyargıları yıkıp köy çocuklarına da Osman’ı sevdirmeyi başarıyor ( Ülkü, 1992: 32-37).

     Bilimle önyargı sözcükleri yan yana gelmez, değil mi? ‘Bilimsel önyargı’ olmaz, ama olmuş. Naziler ilk kez sigaranın insan sağlığına zararlarını bilimsel olarak kanıtlıyorlar, ama insanlığa karşı suç işlemiş Nazilerin insanlığa yararlı, doğru bir iş yapamayacaklarına ilişkin oluşan önyargıdan ötürü Nazilerin bu bulgusu göz ardı ediliyor, uzun yıllar bilimsel dergilerde yer almıyor (Çetiner, 2018).

    Önyargı duygusal bir tepkidir. Erken yaşta öğreniliyor, yerleşiyor. Yetişkin olunca yanlış olduğu duyumsansa bile tam anlamıyla silinmesi zor. Derin duyguları değiştirmek hiç de kolay değil. Örtülü önyargılar belirli bir insan kümesine yönelik olumlu ya da olumsuz çağrışımlardır, belleğin içinde gizlenir. Bu insan kümelerinden biriyle karşılaşıldığında ya da biri düşünüldüğünde çağrışımlar etkinleşir (Oksay, 2020). Goleman bir örnek veriyor (1998: 201): Çevremdeki birçok kişi zihninde siyahilere karşı bir önyargı beslemediğini ama bir siyahi ile tokalaştığında tiksindiğini söylüyor. Bunlar çocukken ailelerinden öğrendiklerinden arta kalan duygular… 

     ‘Kimlikli Bebekler Yaklaşımı’ çocukların daha küçükken önyargılı, ayrımcı olmalarını önlemek, oluşmuşsa, olumsuz davranış biçimlerini kafalarından söküp atmalarına yardımcı olmak için geliştirilmiştir. Amacı, farklı ırk, cinsiyet, ten rengi olanlara, engellilere saygı gösterilmesini sağlamak… Dahası, empati (duygularını dile getirmeleri, başkalarının duygularını anlamaları…), sorun çözme, eleştirel düşünme becerilerini geliştirmek (Figen Atalay, Cumhuriyet, 09.07.2018).

     1950’li, 1960’lı yıllarda çocukların oynarken söyledikleri bir tekerleme vardı: Bir iki üçler yaşasın Türkler/Dört beş altı Polonya battı/Yedi sekiz dokuz Alman (Ruslar) domuz/On onbir oniki İngiliz (İtalya) tilki/Onüç ondört onbeş Amerika kardeş. Mine Söğüt’ün deyişiyle (2), bu tekerleme okulöncesi çocukları için bir sayı alıştırması gibiydi ama aslında dehşet verici bir yakın tarih dersiydi. Birkaç kuşak bu tekerlemeyi sokaklarda bağıra çağıra büyüdü.

     ABD’de Princeton Üniversitesi öğrencilerinin uluslar üzerine kalıplaşmış tutumlarını incelemişler, yıl 1967. On ulus belirliyorlar, biri de Türkler. Denekler 84 kişilik özelliğinden ilgili ulus için uygun gördüklerini işaretliyorlar. Türkler için en belirgin beş özellik şunlar (Kâğıtçıbaşı, 1979: 104-106) : Saldırgan, pis, hain, cahil, çabuk öfkelenen…

     Ruhbilimci Urie Bronfenbrener (1971), Sovyetler Birliği’nde çektiği fotoğrafları Amerikalı ilkokul öğrencilerine gösteriyor. Fotoğraflardan biri, iki yanı ağaçlıklı bir cadde. Bir öğrenci soruyor,

     “Caddenin kenarlarına neden ağaç dikmişler?”

     Soru sınıfa yöneltiliyor. Öğrencilerden iki yanıt,

     “Arka tarafta ne olup bittiği görülmesin diye…”

     “Mahkûmlara iş çıksın diye…”

     Bu kez ruhbilimci soruyor, ama Amerika’da da cadde kenarlarına ağaç dikiliyor, neden?

     İşte iki yanıt,

     “Gölge olsun diye…”

     “Ağaçlar yolun tozunu tutsun diye…”

     Çocuklar iki ülkenin ağaç dikmek için farklı gerekçeleri olabileceğini düşünüyorlar, neden acaba?

     İlk izlenimimiz son izlenimimiz olmasın. Bilimsel olmayan genellemelerden kaçınmak gerekir. Alexandre Dumas fils ne güzel demiş: Tüm genellemeler tehlikelidir. Dikkat edin, bu da bir genellemedir, bu da tehlikelidir.

 

 

 

(*) Bu yazı ÇAĞDAŞ EĞİTİM KOOPERATİFİ'nin e- dergisi olan ÇAĞDAŞ BAKIŞ

dergisinde (Ekim 2023 Sayı: 48)  yayımlanmıştır. (39-43)

 

 

 

 

 

                                                   KAYNAKÇA

 

 Çetiner, Mustafa (2018) “Bilimsel Önyargı veya Taraf Olma” Herkese Bilim Teknoloji

      dergisi 14.12.2018 Sayı:142

Kâğıtçıbaş, Çiğdem (1979) İnsan ve İnsanlar 3. Baskı İstanbul: Kendi Yayını

Nas, Recep (2010) “Öğretmen Sıradan Bir İnsan mıdır?” Ankara: Öğretmen Dünyası

      dergisi Kasım 2010 Sayı:371

Oksay, Reyhan ‘2020)”Bilime Göre Polis Şiddeti Nasıl Durdurulur?” Herkese Bilim

Teknoloji dergisi 26.06.2020 Sayı: 222

Şemin, Refia Uğurel (1975) Okulda Başarısızlık: Sosyo-Kültürel Açıdan Şanssız

     Çocuklar İstanbul: İÜEF Yay. 2035

Ülkü, Fethi (1992) Barışta Kahraman Kadınlarımızdan Öğretmen: Hatice Sökmen

     Kendi Yayını

(1) Haylazlar Kitabı’ndan alıntılayan Mavisel Yener, Cumhuriyet Kitap 12. 08. 2010

     Sayı: 1066

(2) http://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/mine-sogut/bir-iki-ücler-yasas HYPERLINK "http://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/mine-sogut/bir-iki-%FCcler-yasasın-turkler-495896"ın-turkler-495896

 

 

13 Ekim 2023 Cuma

ÇAĞDAŞ EĞİTİM KOOPERATİFİ'NİN ÇAĞCIL EĞİTİMİ

         ÇAĞDAŞ EĞİTİM KOOPERATİFİ'NİN ÇAĞCIL EĞİTİMİ (*)

                                                                                                                               Recep Nas

                                                                           

     16 Eylül 1996, Cumhuriyet gazetesinde bir yazım çıktı., şöyle başlıyor: “Okullar açılıyor, yine bin bir sorunla, bin bir dertle...  Devlet elini eteğini, desteğini çekiyor okullardan yavaş yavaş, geri adımlar ata ata. Önce kendi okulunu kendin yap, diye başladı bu iş. Şimdi ucundan, alıştıra alıştıra 'katkı payı' adı altında para alıyorlar veliden, bağış istiyorlar. Çok sürmez, sıra kendi çocuğunu kendin okut, demeye de gelir.  Devletin küçülmesinden anladıkları bu demek ki...”

     27 yıl önce, ama bugün yazılmış gibi. Değişen bir şey olmamış, yok yok, değişen çok şey oldu, daha da geriledi eğitim, gericileşti. Devlet okulları çökertildi, dökülüyor. Eğitimin niteliği iyice düştü. Salgında ilk işleri okulları kapatmak oldu, dünya ölçeğinde en uzun süreyle...  Depremden sonra da üniversiteleri kapattılar. Okul sadece öğretme-öğrenme yeri değil ki, çocuklar orada toplumsallaşıyorlar, iletişim kuruyorlar,  etkileşiyorlar.

     Kesintili eğitim (4+4+4) yüzünden yüzbinlerce çocuk okuldan koptu. Kesin sayı bilinmiyor. Umurlarında değil ki kayıt tutulsun. Cehaletten besleniyorlar. Onların derdi, aç kalsın karnından, cahil kalsın beyninden kendilerine bağlansın, boyun eğsin. Düşünmesin, sorgulamasın, kaderine razı olsun. Yurttaş değil, birey değil, mürit yetiştirmek istiyorlar. Milli Eğitim Bakanlığı, vakıf ya da dernek adı altında gizlenen tarikatların kıskacında. Gün geçmiyor ki MEB'le bir protokol yapılmasın. 'Değerler eğitimi' koymuşlar adını, kulağa ne hoş geliyor değil mi?  Ama niyetlerinin ne olduğunu anlamak için MEB'le  Hizmet Vakfı'nın işbirliğiyle hazırlanan kitapçıktaki (39 sayfa) şu tek tümce yeter: “Müminler can zayiatını şehadet, mal zayiatını ise sadaka olarak bilirler.” Koca Türkçesi şu: İş cinayetlerinde, depremde ölürsen şehit olursun, doğrudan cennete gidersin. Enflasyondan ötürü alım gücün düştüğünde eksilen paran sadaka sayılır.

     Pahalılık, yoksulluk nedeniyle çocuklar sağlıklı beslenemiyorlar. Beslenmek karın doyurmak değil. Beslenme, bedenin büyümesi, yenilenmesi, çalışması için gerekli olan besin öğelerinin yeterli ve dengeli ölçüde alınmasıdır.  Beslenemeyince gelişemiyorlar, bodur çocuklar çoğalıyor giderek. Beslenmeyle  zekâ gelişimi arasındaki bağıntı da çok yüksek. Bir kuşak ziyan oluyor.

     Eğitim-İş Sendikası'nın raporuna göre deprem bölgesindeki öğrencilerin neredeyse üçte ikisi eğitimin dışında. Bu çocuklar nerede? Soruluyor, yanıt yok. İnsanlar can derdiyken deprem olur olmaz 4-6 yaş çocukları için çadır kurup Kuran Kursu açtılar. Kendileri açıkladı, Menzil Tarikatı kendi köyünde bin yüz çocuğu 'konuk' etmiş.

     Bizde çocukların dinci ve kinci olmaları istenirken, devlet okullarının tümü imam-hatip lisesine dönüştürülürken dünya 21.yy. becerileriyle (eleştirel düşünme, yaratıcılık, etkili iletişim, bağımsız karar verme, ilişki yönetimi, hesap verebilirlik, öğrenmeyi öğrenme...) donatıyor çocuklarını, yapay zekâyı tartışıyor. Birçok ülkede Bilim, Teknoloji, Yenilik (inovasyon) Bakanlığı var. Y. Noah Harari'ye göre şimdiki  mesleklerin yüzde 30'u ya kalkacak ya da dönüşecek. Yapay Zekâ kendi kendine öğrenmeye başladı, 300 milyon kişinin tam zamanlı işini ellerinden alacak, deniyor. Demek ki gençlerimiz, sadece dünya gençleriyle değil, Yapay Zekâyla da yarışacaklar. 3D baskısı, nano gereç, giyilebilir teknoloji, yenilenebilir enerji, kodlama-yazılım-algoritma, yükselen alanlardan birkaçı.       

       Neyse ki bizim Çağdaş Eğitim Kooperatifimiz var. Yıl 1995, öğrenci yurtları çokluk tarikatların elinde. Tehlikenin ayırdında olan Atatürkçü, laik, Aydınlanmacı olan insanlar kaygılıydı, arayış içindeydi. Denizyıldızı öyküsü anlatılırdı. Anımsayalım: Gün yeni ağarmışken bir kişi deniz kıyısında yürüyor. Ötelerde, uzakta biri de eğilip doğruluyor, denize bir şeyler atıyor. Yanına gidip ne yaptığını soruyor,

     “Denizyıldızlarını ölmekten kurtarıyorum.”

     “Yüzlerce, hangi birini kurtaracaksın?”

     Adam elindeki denizyıldızını denize atıyor,

     “İşte biri kurtuldu.”

       İşte böyle, ne kadar kırçiçeğine ulaşılıp dokunulsa kazançtı.

    ÇEK parasal kazanç gütmez, asıl kazancı kır çiçeklerinin dört mevsim yeşermesidir, çiçek açmasıdır Çağdaş, laik, demokrat, Atatürk ilkelerini, devrimlerini benimseyip içselleştirmiş, özgür ve eleştirel düşünen bireyler yetiştirir. 'STEM'le yetinmez, sanatsız olmuyor çünkü. 'STEAM'dır (bilim, teknoloji, mühendislik, sanat, matematik) aslolan. Böylece bilimle sanat buluşur.

     Özcesi ÇEK'in öğrencileri laik, dolayısıyla  bilimsel eğitim alırlar, 21. yy. becerilerini kazanırlar, onların 'fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür'dür.

     Selam olsun ÇEK'in kurucularına, selam olsun kuruluşundan bu yana gönüllü yöneticilik yapanlara, yönetim kurulu üyelerine, selam olsun çağdaş eğitime gönül verip elini taşın altına koyanlara, üyelerine... Nice nice 28. yıllara...

 

     Bu yazı ÇAĞDAŞ EĞİTİM KOOPERATİFİ'nin e- dergisi olan ÇAĞDAŞ BAKIŞ'ta (Haziran 2023 Sayı: 47) 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

   

24 Eylül 2023 Pazar

OKUL SIKINTISI

                                 OKUL SIKINTISI (*)

                                                                                                                   Recep Nas



     Sıkıcı bir dersin ortasında gözü dışarda olan öğrencilerin, kar yağmaya başlayınca birbirlerine göstererek “Tatil yağıyor” dedikleri bir sır değil.
   Öğretmen okulundayken, bir öğretmenimiz – önceden duyurmadan – soğuk, kuru, insan kokusundan yoksun bir ses tonuyla not defterini çıkarır, “Müzakere yapalım” derdi, sözlü demezdi o. O anda minicik güvercinlerin yürek atışları başlardı, güp güp...İlk sayfayı açar, bakar, ikinci sayfaya geçerdi. Ben ikinci sayfadaydım, yürek Selanik... Derken bir sayfa daha çevirirdi. Oh! Kurtuldum. Sınıfta çıt yok, sinek uçsa kanat sesi duyulur. Bu kez sayfaları tersine çevirmeye başlardı, yeniden yürek çarpıntısı...  İşkencenin bin türlüsü var, bu da bir işkence. 'Müzakere' o gün bugündür nefret ettiğim sözcüklerden biridir.
     İbrahim Kıbrıs'ın doktora tezinin veri toplama aşamasında çocuklarca  (5. sınıf) yazılan küçük metinlerden biri şöyle: “Bazı derslerde çok sıkılırım. Yani alttan ve üstten bastırılmış bir yastık gibi. Zil sanki bir kahraman, Atatürk gibi görülür. Ben zil çalınca patlayacak bir volkan gibi koşarım.”
   Figen atalay'ın bir haberine (Cumhuriyet, 06.03.2014) göre, öğrencilerin okulu sevmeme nedenlerinden bazıları şunlar: Sınavların bunaltıcılığı, sınıftaki aşırı gürültü, okulun sıkıcı olması, katı disiplin, okulun cezaevi gibi görülmesi...
      Öğrencilerin uydurdukları iki soru, iki yanıt:
     “En sevdiğin hoca?
     “Nasrettin Hoca”
      “En çok sevdiğin ders?
      “Boş ders”
        Bir baba büyük oğluna,
      “Bak oğlum, insanın dünyada iki önemli günü vardır. Biri...
      Sözünü tamamlamadan küçük oğlu atılıyor,
       “Cumartesi, pazar”
       Oysa baba, biri doğduğun gün, öbürünü de evlendiğin gün, diyecekmiş.
       Oktay Akbal'ın okula bakışı böyle: “(...) Taş bir yapı, soğuk bir sınıf... Zorla, hep isteksiz gittim okullara. İlk izlenimin verdiği burukluk geçip gitmedi bende... Ne zaman eylüle girsek kendimi o ilkokul günlerinde bulurum. Kısa bir an içinde olsa bir ürperti sarar beni” (Cumhuriyet, 08.09. 2002)      
     Sözü bir kitaba getireceğim: Okul Sıkıntısı.  Okul Sıkıntısı, kendi deyimiyle 'tembel teneke' bir öğrenci olan 1944 doğumlu Daniel Pennac'ın kendi deneyimlerinden, yaşadıklarından yola çıkarak yazdığı özyaşamsal bir roman. Arka kapaktan bir tümce okuyalım: “[B]aşarısızlığın yarattığı hüsran duygusunun, 'anlamamanın acısı'nın, kırıklarla dolu karnelerin ve üzgün anne babaların kıskacındaki bu evreni son derece sıcak ve mizah dolu bir yaklaşımla aktarıyor.” Bu roman, Fransa'da Renaudot Ödülü'nü (2007) kazanmıştır.
     Pennac,okulu, bir öğrencinin – hem de kötü bir öğrencinin-  bakış açısından ele alarak sil baştan yorumluyor. Ben kötü bir öğrenciydim, diyor. Çocukluğumda her akşam eve dönüşte okul da arkamdan gelirdi. Karnem öğretmenlerimin uyarılarıyla, eleştirileriyle dolu olurdu. Öğretmenlerim bir şey olamayacağımı söylediklerinde inanıyordum. Sersemim, sersem kalacağım (s. 90) Peki nasıl oldu da tembel öğrenci başarılı bir öğretmene dönüştü, başlangıçta okumayı sökemeyen biri nasıl oldu da ödüllü bir yazar oldu?
    İlk kurtarıcısı yaşlıca bir öğretmen. Disertasyon (deneme, bilimsel inceleme, tez) yazmaktan muaf tutup roman yazmasını istiyor ondan. Aslında derslere engel oluyor diye roman okumak yasakmış. 1950'li yıllar... Nerde yasak orda merak ya, Pennac romanları gizli gizli okuyor. Romanlara,  kaplayıp ders kitabı süsü verirmiş. Geceleri el feneriyle okurmuş. Anılan öğretmeni de sırdaşı (s. 88-92).
     Ezberlemeye de değiniyor. Ezber yüzünden yazar öğrenciliğinde çok sıfır almış, cezaya kalmış. Eski öğretmenler şiirleri neden ezberletiyorlardı? O eski öğretmenler beyni varsıllaştırılması gereken bir kütüphane olarak değil de çalıştırılması gereken bir kas saydıkları için mi ezberletiyorlardı, diye soruyor. Hiçbir şey anlamadığımız, birinin öbürünü sildiği, sanki unutmak için eğitiliyormuşuz gibi ezberletilen o haftalık şiirler... Tahta başında dehşet verici, ürkütücü bir  biçimde ezber okumaya zorlanmak... Ne kadar ezberlersen beynin çalışır, zekân gelişir, belleğin güçlenir, bu eskimiş, çürütülmüş bir anlayış. Ne ki ezberden kaçınırken bu kez başka bir yanlışa düşüldü. Ezber bellek meselesine indirgendi diye şiirlerin anımsanması da mı yasaklanmalı? (s. 146-147)
     Ezberlemeye, bilip bilmeden, 'ezbere' karşı çıkılması da yanlış. Her belleme, her akılda tutma ezber değildir. Ezber anlamadan, kavramadan, nedenini nasılını bilmeden, eleştirip sorgulamadan bellemedir, unutulmaya da yargılıdır. Ezber bilgi özünde merakı, kuşkuyu barındırmayan bilgidir. Ezbere bilmek, bir şeyi çok iyi bilmek anlamına gelir. Ezbere konuşmaksa dayanaksız,   düşünmeden  konuşmak anlamına gelir.
    Zihin anlamlı olanı tutur, güzelduyusal olanı saklar.  Şiirsever, hele Nâzım Hikmet'i seven biri şu iki dizeyi söyleyiverir, söylerken de Vladimir Nabokov'un deyişiyle sırtı ürperiyorsa  bu ezber değildir: Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine, / bu hasret bizim Bercesteler (Seçilmiş, güzel, yüksek anlam taşıyan dizeler) ezberlenmez, ama unutulmaz.
     Yazar, anlamadan bellemeye karşı çıkıyor, sevilen, çağdan çağa gücünü, güzelliğini yitirmeyen şiirlerin bellenmesine karşı değil. Niyeti, şiir ezberletmek değil, şiiri sevdirmek. Eskidense şiir ezberletilir, şiirden soğutulurdu. Şiiri sevsin, okuya okuya da dizeler aklında kalsın. Ama önyargılı öğrencileriyle epey uğraşmak zorunda kalıyor.
     “Ezberleyecek miyiz, bebek miyiz biz?”
      “Papağan değilim ben!” (s. 149)
      Kitaptan bir diyalog:
     “Öğretmenler kafamızı ütülüyorlar!”
      “Nasıl yani? Öğretmenler nasıl ütülüyorlar kafanızı?”
     “Ütülüyorlar işte! İşe yaramaz şeylerle!”
     “Mesela işe yaramayan nelerle?”
      “ Her şey işte! Dersler! Hayat öyle değil ki!”
   “(...) Öğretmenler kafanı ütülemiyorlar, onu sana geri vermeye çalışıyorlar. Çünkü kafanı ütülemişler zaten senin.”
      Hep söylerim, bugünkü ödev veriliş biçimine göre öğrenciler – öğrene öğrene - öğrenmenin ne kadar zor, ne kadar sıkıcı olduğunu öğreniyorlar. Oysa tadını tadan için ne zevklidir yeni bir şey öğrenmek... Bir de öğretmen ödev verirse çalışırım, vermezse çalışmam, böyle düşünüyorlar. İçgüdülenmeyle çalışacağına öğretmenin “çalış” demesini bekliyor, koşullanmış  çünkü. Müfettişliğimde çok tanık oldum, - biraz da yaranmak için – günün sonunda öğretmene ödevi anımsatıyor, verilmezse de sevinçten uçuyor.
    Ev ödevi  yalanları ünlüdür. Öğretmen sınıfta ev ödevlerini denetleyerek arka sıralara doğru ilerlerken, en arka sıradan bir öğrenci,
      “Öğretmenim, bir soru sorabilir miyim?”
      “Sor bakalım.”
     “Öğretmenim insan yapmadığı bir şeyden sorumlu olur mu?”
      Öğretmen dalgın, defterlere odaklanmış,
     “Olur mu öyle şey, neden sordun?”
     “Şey,,, Ödevimi yapmadım da...
            *       *      *
      Öğretmen soruyor,
     “Hani ev ödevin?”
      “Evde öğretmenim.”
     “Neden getirmedin?”
     “Bu ev ödevi değil mi öğretmenim!”
             *      *       *
       Yine bir öğrenci ev ödevini yapmamış,
      “Neden yapmadın?”
   “Annem hastalandı, hastaneye götürdük. Dönüşte kaza geçirdik, eve gelince de elektrikler kesilmişti.”
       “Oğlum sen Safa Önal mısın?”
   (Anımsatalım: Safa Önal 395 film senaryosu yazmış, Guinness rekorlar kitabına adını yazdırmıştır.)
    Meğer ev ödevi yalanları Fransa'da da varmış. Kitaptan (s.77) bir örnek: “Annemle babam boşandılar, anneme giderken ödevimi babamda unutmuşum.”
   Yoklama, üniversite öğretmenliğim süresince benim için bir yük olmuştur, zıddıma gider. Yoklama zorlamadır, dışdenetimdir. Atı ite kaka, kırbaçlayarak dereye götürürsün, ama içmek istemiyorsa ona zorla su içeremezsin. Yoklama zoruyla sınıfa getirdin, ilgi yaratamamışsan, kendini, dersini sevdirememişsen, sorunsuz alan oluşturamamışsan, kös kös oturur öğrenci ya da başka şeylerle ilgilenir. Sonrası zıtlaşma, çatışma... Öğrencileri derse öğrenme isteği dopdolu, koşa koşa geliyorlarsa, bu sevilen, cana yakın, sevecen, neşeli, şakacı  öğretmenin yoklama yapmasına da gerek yok.
     Pennac (s. 131-132), yoklamayı bakın nasıl neşeli dakikalara dönüştürmüş: “[B]en elimden geldiğince onun 'buradayım', deyişinden o anki ruh halini çözmeye çalışıyorum. Eğer sesi çatlak çıkıyorsa bunu dikkate almak gerekir. Öğrencilerimle küçük bir oyun oynardık. Yoklama yapar, adlarını söylerdim, yanıt verirlerdi, ben de onların 'buradayım'larına kısık sesle aynı tonda tıpkı uzaktan gelen bir yankı gibi tekrarlardım.
     “Manuel?”
     “Burada!””
     “Burada! Laetitia?”
      “Burada!”
      “Burada! Victor?”
      (...) Manuel'in tutuk, Laetitia'nın anlaşılır, Victor'un gür, Carole'ün billursu 'burada'larını taklit ederdim. Onların sabah yankılarıydım. Bazıları seslerini mümkün olduğunca kalınlaştırmaya çalışır, bazıları da beni şaşırtmak için vurgularını değiştirerek eğlenirdi veya 'evet' ya da 'buradayım' ya da 'evet, o benim' diye yanıtlarlardı. Hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermeden, cevap ne olursa olsun kısık sesle aynen tekrarlardım. Bu bizim suç ortaklığı yaptığımız bir zaman dilimiydi, işe koyulacak bir ekibin sabah selamlaşmasıydı”
     Bu arada belirtelim: Waldorf okullarında yoklama şarkıyla yapılıyormuş. Çocuklar sınıfta olduklarını şarkı söyleyerek belli ediyorlarmış.
     Pennac'ın öğretmenlere yönelik etkileyici bir iletisiyle bitirelim: “Sınıfı varlığıyla dolduran öğretmen hemen fark edilir. Öğrenciler daha senenin başında bunu hissederler. Öğretmen sınıfa girer girmez bütün varlığıyla oradadır. Bu onun bakışlarından, öğrencilerini selamlamasından ,oturmasından ve kürsüye sahip çıkmasından anlaşılır. Öğrencilerim ne düşünür diye çekinmez, bu yüzden dağılmaz, oturduğu yerde büzülmez. Daha ilk anda duruma egemendir, oradadır. Her yüzü tek tek inceler, karşısındaki sınıf derhal varlık kazanır.” (s. 128)

  (*) Okul Sıkıntısı/ 2010 / Daniel Pennac/ 286 s. / Çev. Barış Behramoğlu / Can Yay.

      Bu yazı ÇİNİKİTAP dergisinde (Eylül-Ekim 2023 Sayı: 80 ) yayımlanmıştır. (36-37)