OKUL SIKINTISI (*)
Recep Nas
Sıkıcı bir dersin ortasında gözü dışarda olan öğrencilerin, kar yağmaya başlayınca birbirlerine göstererek “Tatil yağıyor” dedikleri bir sır değil.
Öğretmen okulundayken, bir öğretmenimiz – önceden duyurmadan – soğuk, kuru, insan kokusundan yoksun bir ses tonuyla not defterini çıkarır, “Müzakere yapalım” derdi, sözlü demezdi o. O anda minicik güvercinlerin yürek atışları başlardı, güp güp...İlk sayfayı açar, bakar, ikinci sayfaya geçerdi. Ben ikinci sayfadaydım, yürek Selanik... Derken bir sayfa daha çevirirdi. Oh! Kurtuldum. Sınıfta çıt yok, sinek uçsa kanat sesi duyulur. Bu kez sayfaları tersine çevirmeye başlardı, yeniden yürek çarpıntısı... İşkencenin bin türlüsü var, bu da bir işkence. 'Müzakere' o gün bugündür nefret ettiğim sözcüklerden biridir.
İbrahim Kıbrıs'ın doktora tezinin veri toplama aşamasında çocuklarca (5. sınıf) yazılan küçük metinlerden biri şöyle: “Bazı derslerde çok sıkılırım. Yani alttan ve üstten bastırılmış bir yastık gibi. Zil sanki bir kahraman, Atatürk gibi görülür. Ben zil çalınca patlayacak bir volkan gibi koşarım.”
Figen atalay'ın bir haberine (Cumhuriyet, 06.03.2014) göre, öğrencilerin okulu sevmeme nedenlerinden bazıları şunlar: Sınavların bunaltıcılığı, sınıftaki aşırı gürültü, okulun sıkıcı olması, katı disiplin, okulun cezaevi gibi görülmesi...
Öğrencilerin uydurdukları iki soru, iki yanıt:
“En sevdiğin hoca?
“Nasrettin Hoca”
“En çok sevdiğin ders?
“Boş ders”
Bir baba büyük oğluna,
“Bak oğlum, insanın dünyada iki önemli günü vardır. Biri...
Sözünü tamamlamadan küçük oğlu atılıyor,
“Cumartesi, pazar”
Oysa baba, biri doğduğun gün, öbürünü de evlendiğin gün, diyecekmiş.
Oktay Akbal'ın okula bakışı böyle: “(...) Taş bir yapı, soğuk bir sınıf... Zorla, hep isteksiz gittim okullara. İlk izlenimin verdiği burukluk geçip gitmedi bende... Ne zaman eylüle girsek kendimi o ilkokul günlerinde bulurum. Kısa bir an içinde olsa bir ürperti sarar beni” (Cumhuriyet, 08.09. 2002)
Sözü bir kitaba getireceğim: Okul Sıkıntısı. Okul Sıkıntısı, kendi deyimiyle 'tembel teneke' bir öğrenci olan 1944 doğumlu Daniel Pennac'ın kendi deneyimlerinden, yaşadıklarından yola çıkarak yazdığı özyaşamsal bir roman. Arka kapaktan bir tümce okuyalım: “[B]aşarısızlığın yarattığı hüsran duygusunun, 'anlamamanın acısı'nın, kırıklarla dolu karnelerin ve üzgün anne babaların kıskacındaki bu evreni son derece sıcak ve mizah dolu bir yaklaşımla aktarıyor.” Bu roman, Fransa'da Renaudot Ödülü'nü (2007) kazanmıştır.
Pennac,okulu, bir öğrencinin – hem de kötü bir öğrencinin- bakış açısından ele alarak sil baştan yorumluyor. Ben kötü bir öğrenciydim, diyor. Çocukluğumda her akşam eve dönüşte okul da arkamdan gelirdi. Karnem öğretmenlerimin uyarılarıyla, eleştirileriyle dolu olurdu. Öğretmenlerim bir şey olamayacağımı söylediklerinde inanıyordum. Sersemim, sersem kalacağım (s. 90) Peki nasıl oldu da tembel öğrenci başarılı bir öğretmene dönüştü, başlangıçta okumayı sökemeyen biri nasıl oldu da ödüllü bir yazar oldu?
İlk kurtarıcısı yaşlıca bir öğretmen. Disertasyon (deneme, bilimsel inceleme, tez) yazmaktan muaf tutup roman yazmasını istiyor ondan. Aslında derslere engel oluyor diye roman okumak yasakmış. 1950'li yıllar... Nerde yasak orda merak ya, Pennac romanları gizli gizli okuyor. Romanlara, kaplayıp ders kitabı süsü verirmiş. Geceleri el feneriyle okurmuş. Anılan öğretmeni de sırdaşı (s. 88-92).
Ezberlemeye de değiniyor. Ezber yüzünden yazar öğrenciliğinde çok sıfır almış, cezaya kalmış. Eski öğretmenler şiirleri neden ezberletiyorlardı? O eski öğretmenler beyni varsıllaştırılması gereken bir kütüphane olarak değil de çalıştırılması gereken bir kas saydıkları için mi ezberletiyorlardı, diye soruyor. Hiçbir şey anlamadığımız, birinin öbürünü sildiği, sanki unutmak için eğitiliyormuşuz gibi ezberletilen o haftalık şiirler... Tahta başında dehşet verici, ürkütücü bir biçimde ezber okumaya zorlanmak... Ne kadar ezberlersen beynin çalışır, zekân gelişir, belleğin güçlenir, bu eskimiş, çürütülmüş bir anlayış. Ne ki ezberden kaçınırken bu kez başka bir yanlışa düşüldü. Ezber bellek meselesine indirgendi diye şiirlerin anımsanması da mı yasaklanmalı? (s. 146-147)
Ezberlemeye, bilip bilmeden, 'ezbere' karşı çıkılması da yanlış. Her belleme, her akılda tutma ezber değildir. Ezber anlamadan, kavramadan, nedenini nasılını bilmeden, eleştirip sorgulamadan bellemedir, unutulmaya da yargılıdır. Ezber bilgi özünde merakı, kuşkuyu barındırmayan bilgidir. Ezbere bilmek, bir şeyi çok iyi bilmek anlamına gelir. Ezbere konuşmaksa dayanaksız, düşünmeden konuşmak anlamına gelir.
Zihin anlamlı olanı tutur, güzelduyusal olanı saklar. Şiirsever, hele Nâzım Hikmet'i seven biri şu iki dizeyi söyleyiverir, söylerken de Vladimir Nabokov'un deyişiyle sırtı ürperiyorsa bu ezber değildir: Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine, / bu hasret bizim Bercesteler (Seçilmiş, güzel, yüksek anlam taşıyan dizeler) ezberlenmez, ama unutulmaz.
Yazar, anlamadan bellemeye karşı çıkıyor, sevilen, çağdan çağa gücünü, güzelliğini yitirmeyen şiirlerin bellenmesine karşı değil. Niyeti, şiir ezberletmek değil, şiiri sevdirmek. Eskidense şiir ezberletilir, şiirden soğutulurdu. Şiiri sevsin, okuya okuya da dizeler aklında kalsın. Ama önyargılı öğrencileriyle epey uğraşmak zorunda kalıyor.
“Ezberleyecek miyiz, bebek miyiz biz?”
“Papağan değilim ben!” (s. 149)
Kitaptan bir diyalog:
“Öğretmenler kafamızı ütülüyorlar!”
“Nasıl yani? Öğretmenler nasıl ütülüyorlar kafanızı?”
“Ütülüyorlar işte! İşe yaramaz şeylerle!”
“Mesela işe yaramayan nelerle?”
“ Her şey işte! Dersler! Hayat öyle değil ki!”
“(...) Öğretmenler kafanı ütülemiyorlar, onu sana geri vermeye çalışıyorlar. Çünkü kafanı ütülemişler zaten senin.”
Hep söylerim, bugünkü ödev veriliş biçimine göre öğrenciler – öğrene öğrene - öğrenmenin ne kadar zor, ne kadar sıkıcı olduğunu öğreniyorlar. Oysa tadını tadan için ne zevklidir yeni bir şey öğrenmek... Bir de öğretmen ödev verirse çalışırım, vermezse çalışmam, böyle düşünüyorlar. İçgüdülenmeyle çalışacağına öğretmenin “çalış” demesini bekliyor, koşullanmış çünkü. Müfettişliğimde çok tanık oldum, - biraz da yaranmak için – günün sonunda öğretmene ödevi anımsatıyor, verilmezse de sevinçten uçuyor.
Ev ödevi yalanları ünlüdür. Öğretmen sınıfta ev ödevlerini denetleyerek arka sıralara doğru ilerlerken, en arka sıradan bir öğrenci,
“Öğretmenim, bir soru sorabilir miyim?”
“Sor bakalım.”
“Öğretmenim insan yapmadığı bir şeyden sorumlu olur mu?”
Öğretmen dalgın, defterlere odaklanmış,
“Olur mu öyle şey, neden sordun?”
“Şey,,, Ödevimi yapmadım da...
* * *
Öğretmen soruyor,
“Hani ev ödevin?”
“Evde öğretmenim.”
“Neden getirmedin?”
“Bu ev ödevi değil mi öğretmenim!”
* * *
Yine bir öğrenci ev ödevini yapmamış,
“Neden yapmadın?”
“Annem hastalandı, hastaneye götürdük. Dönüşte kaza geçirdik, eve gelince de elektrikler kesilmişti.”
“Oğlum sen Safa Önal mısın?”
(Anımsatalım: Safa Önal 395 film senaryosu yazmış, Guinness rekorlar kitabına adını yazdırmıştır.)
Meğer ev ödevi yalanları Fransa'da da varmış. Kitaptan (s.77) bir örnek: “Annemle babam boşandılar, anneme giderken ödevimi babamda unutmuşum.”
Yoklama, üniversite öğretmenliğim süresince benim için bir yük olmuştur, zıddıma gider. Yoklama zorlamadır, dışdenetimdir. Atı ite kaka, kırbaçlayarak dereye götürürsün, ama içmek istemiyorsa ona zorla su içeremezsin. Yoklama zoruyla sınıfa getirdin, ilgi yaratamamışsan, kendini, dersini sevdirememişsen, sorunsuz alan oluşturamamışsan, kös kös oturur öğrenci ya da başka şeylerle ilgilenir. Sonrası zıtlaşma, çatışma... Öğrencileri derse öğrenme isteği dopdolu, koşa koşa geliyorlarsa, bu sevilen, cana yakın, sevecen, neşeli, şakacı öğretmenin yoklama yapmasına da gerek yok.
Pennac (s. 131-132), yoklamayı bakın nasıl neşeli dakikalara dönüştürmüş: “[B]en elimden geldiğince onun 'buradayım', deyişinden o anki ruh halini çözmeye çalışıyorum. Eğer sesi çatlak çıkıyorsa bunu dikkate almak gerekir. Öğrencilerimle küçük bir oyun oynardık. Yoklama yapar, adlarını söylerdim, yanıt verirlerdi, ben de onların 'buradayım'larına kısık sesle aynı tonda tıpkı uzaktan gelen bir yankı gibi tekrarlardım.
“Manuel?”
“Burada!””
“Burada! Laetitia?”
“Burada!”
“Burada! Victor?”
(...) Manuel'in tutuk, Laetitia'nın anlaşılır, Victor'un gür, Carole'ün billursu 'burada'larını taklit ederdim. Onların sabah yankılarıydım. Bazıları seslerini mümkün olduğunca kalınlaştırmaya çalışır, bazıları da beni şaşırtmak için vurgularını değiştirerek eğlenirdi veya 'evet' ya da 'buradayım' ya da 'evet, o benim' diye yanıtlarlardı. Hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermeden, cevap ne olursa olsun kısık sesle aynen tekrarlardım. Bu bizim suç ortaklığı yaptığımız bir zaman dilimiydi, işe koyulacak bir ekibin sabah selamlaşmasıydı”
Bu arada belirtelim: Waldorf okullarında yoklama şarkıyla yapılıyormuş. Çocuklar sınıfta olduklarını şarkı söyleyerek belli ediyorlarmış.
Pennac'ın öğretmenlere yönelik etkileyici bir iletisiyle bitirelim: “Sınıfı varlığıyla dolduran öğretmen hemen fark edilir. Öğrenciler daha senenin başında bunu hissederler. Öğretmen sınıfa girer girmez bütün varlığıyla oradadır. Bu onun bakışlarından, öğrencilerini selamlamasından ,oturmasından ve kürsüye sahip çıkmasından anlaşılır. Öğrencilerim ne düşünür diye çekinmez, bu yüzden dağılmaz, oturduğu yerde büzülmez. Daha ilk anda duruma egemendir, oradadır. Her yüzü tek tek inceler, karşısındaki sınıf derhal varlık kazanır.” (s. 128)
(*) Okul Sıkıntısı/ 2010 / Daniel Pennac/ 286 s. / Çev. Barış Behramoğlu / Can Yay.
Bu yazı ÇİNİKİTAP dergisinde (Eylül-Ekim 2023 Sayı: 80 ) yayımlanmıştır. (36-37)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder