18 Ekim 2021 Pazartesi

BENİM KEPİRTEPE’M

                                          BENİM KEPİRTEPE’M (***)

                                                                                                                            Recep Nas

                                                   

     Ben köy çocuğuyum, bununla övünmüyorum ama…  İnsan kendinin dışında olan şeylerle övünmez, doğum yeriyle, milliyetiyle, cinsiyetiyle…

     İlkokulu bitirdim, yıl 1956. Babam okumamı istiyordu. Nerde, nasıl okuyacaktım, o yaşta, o yıllarda ben bilemem tabii.

     Sınava gireceksin, dediler. Köyden dört arkadaş girecektik sınava. Sınav Çorlu’da yapılacakmış, sabahleyin. Onun için bir gün önceden gidecektik.

     O güne kadar Çorlu’ya at arabasıyla çok gittim ama gezdim mi, pek değil. Çorlu’ya varınca babam ya da ağabeylerim iş için gider gelmek bilmezlerdi, gelseler de yüklerini bırakıp gene giderlerdi, ben arabayı beklerdim. Sakın arabadan ayrılma, derledi. Sayıları az da olsa o yıllarda Çorlu’da Yahudiler vardı. Bu Yahudilerin iğneli fıçıları varmış, bizi o fıçıya atıp kanımızı içerlermiş. İşte budunsal (etnik) önyargılar çocuklara böyle böyle aşılanıyor. Önyargılar, çocukken öğrenilen, yetişkinlikte – yanlışı duyumsansa bile – silinmesi zor duygusal tepkiler, içselleştirilmiş, kalıplaşmış tutumlar. Kıbrıs doğumlu psikiyatrist Vamık Volkan da Rum papazın kuşağındaki her düğümün boğduğu Türk çocuklarını simgelediğine ilişkin söylentileri duya duya büyümüş.

     Dönelim sınava… Kasabada ilk kez geceleyecektim, sınavın değil de asıl bunun sevinci, heyecanı sardı beni. Neler görecektim bakalım… Bundan birkaç yıl önce öğretmenim beni Çorlu istasyonunda görünce, neler gördüğünü yaz, bana getir, demişti. Anımsıyorum, art arda sıralamıştım: Otobüs gördüm. Taksi gördüm. Kamyon gördüm… Bunlar o yılların köy çocuğu için önemli şeylermiş demek ki… Belli ki tek yükleme bağlayıp, araya virgül koymayı henüz öğrenmemişim. Bakalım, bu gece ne görecektim? Arkadaşlarımdan birinin çiçeği burnunda öğretmen olan ağabeyi (Necdet Çini) bizi bir otele yerleştirdi, sonra da bizi sinemaya götürdü. Bir ilk daha yaşıyordum, ilk kez bir film seyredecektim. Film, sinema, televizyon… Bu sözcükleri duymuştum, gazetede de okumuştum ama, bunlar silik, gölgeli, gizemliydi benim için, gözümde canlandıramazdım.  

     Sinemadayız, yazlık sinemaymış. Üstü açık, karşımızda beyaz, büyük bir duvar var. Necdet Ağabey filmin bu duvarda oynayacağını söyledi. Bakıyorum, bir şey göremiyorum. Duvarda gölgeler kıpırdanıyordu, belli belirsiz… Film bu muydu, utandım, soramadım. Film başlayınca anladım ki duvarda oynaşanlar ağaç dallarının gölgeleriymiş. Film, unutur muyum, Beyaz Mendil’di.

     Sınavı kazanmışım, ama bir sınav daha varmış, o, okulda yapılacakmış. Ama sağlıklı mıymışım bakalım, bunun için sağlık raporu almalıymışım. Babam beni Tekirdağ’a, hastaneye götürdü ve ben ilk kez denizi gördüm. Böylece daha okula başlamadan Kepirtepe bana çok şey kazandırmaya, öğretmeye başlamıştı bile. Okumak için sınavlara girmeseydim, sinemaya ne zaman giderdim, denizi ne zaman görürdüm, kim bilir…  Düşünün, deniz 30 km. uzağımızda, ama ben onu daha görmemiştim. At arabasıyla Çorlu’ya giderken, babam, bakın orası deniz, derdi, ama ben maviye çalan buğulu tül arkasında gizlenen denizi göremiyordum. 

     Aslında Kepirtepe, daha ilkokuldayken bize çağcıl elini uzatmış, yaşamımıza dokunmuştu. Öğretmenlerimiz (Mesut Sezgin, Ahmet Göksel, Rahmiye Onay), Kepirtepe’nin yetiştirdiği çağdaş, laik, nitelikli, ‘Atatürk Türkiyesi’nin aydınlık yüzlü insanlarıydılar. Atatürk’ü ilkin anam-babam tanıtıp sevdirdi bana, sonra da öğretmenlerim.

     Bilgileri ezberlemedik, öğrendiklerimiz yaşantı ürünüydü. Kitaplardaki ‘ezberlik’ bölümlere ‘fasa fiso’ derdi Rahmiye öğretmenim.  Yaşamın, toplumun, doğanın içinde eğitildik. Akılcı bir eğitim aldık, aklımız özgürleşti, kanatlandı. Ulusal bayramlar köylüyle birlikte coşkuyla kutlanıyordu. Öğretmenimiz bir ulusal bayramda ‘Softalar ve Fen’ başlıklı okuma parçasının ‘Öğretmen ve Hafız’ (*) bölümünü canlandırmamızı istedi. Kaderin cilvesi midir, öğretmenimizin öngörüsü mü, ben öğretmen rolündeydim, arkadaş da hafız. Kısa bir alıntı:

     Öğretmen,   

    “Sen benim öğrettiğim şeylere şeytanlık diyormuşsun, öyle mi?”

     Hafız,

    “Elbette ve tabii olarak…”

    “Sen kendini âlim sayan bir insansın. Acaba her şeyi biliyor musun?

     “Buiiznillah bilirim. Bütün kitapları okudum, hatmettim.”

     “Geçen gün camide dünyanın düz olduğunu, benim okuttuklarımın da yalan olduğunu söylemişsin.”                                                   

     “Evet, dünya dümdüzdür. Tıpkı baklava sinisi gibidir. Ve etrafında çepeçevre Kaf Dağı vardır. Ve Kaf Dağı’nın arkasında da deniz vardır. İskenderi Zülkarneyn’in kitabında yazılıdır” (…)

     Din dersi gördük mü, belleğimi yokluyorum ama anımsamıyorum. Anlamadığımız, dilimizin dönmediği Arapça sözcükleri, tümceleri ezberlemek zorunda kalsaydık çektiğimiz sıkıntıların izi kalırdı.  Gördüysek bile ‘imam öğretmen’ değil, kendi öğretmenimiz vermiştir bu dersi. İnsanlıktan, arkadaşlıktan, komşuluktan, dayanışmadan, yalan söylememekten söz etmiştir. O günah bu günah dememiş, cinlerle, şeytanla korkutmamıştır.

     Köyümüzden  (Sarılar) tren geçiyordu, durduğu sürece de gazete satılıyordu. Öğretmenimiz istemişti, her gün sırayla sınıf için gazete alıyorduk. Okuma alışkanlığım ta o zaman uç vermiş olmalı. Televizyondan – kırık dökük bilgilerle de olsa – haberli olmam, x harfini merak edip öğretmene sormam gazete okumamla ilintiliydi.

      Rahmiye Onay öğretmenimin öğüdünü kulağıma küpe ettim, hiç unutmam. “Aman çocuklar”, demişti. “Anlamını bilmediğiniz sözcüğü sakın kullanmayın, gülünç duruma düşersiniz.” Bir de bir öykücük (anekdot) anlatmıştı. O yıllarda kasaba da olsa mahallelerde herkes birbirini tanıyor. Komşularla dayanışma, yardımlaşma üst düzeyde. Kapılar kilitsiz. Komşu komşunun külüne muhtaç sözü geçerli, işliyor. Böyle bir mahalleye bir aile taşınıyor. Birkaç gün sonra mahallenin yerlisi bir kadınla yeni taşınan kadın sokak çeşmesinde karşılaşıyorlar. Hoşbeşten sonra mahallenin yerlisi olan kadın,

     “Komşu size ‘hoş geldin’e geleceğiz ama tenezzül etmiyoruz.” diyor.

     Bardağa çay doldururken ‘dudak payı’ bırakılması gerektiğini de bu öğretmenimden öğrenmiştim, aile bilgisi dersinde.

     İkinci sınavı da kazanmışım, böylece ana kucağından okul ocağına geçtim. Okulda her şey bana yabancı, her şey farklı. Yer yatağından ranzaya geçmiştim, hem de üst kata. İlk günlerde battaniyeyi başıma çekip ağlardım.

     Babam beni okula bırakırken 10 lira vermişti. İyi para, yıl 1956. Yatılıydım, ekmek elden su gölden. Babam dayanamamış, hafta sonu geldi, kalan paramı sordu. İki buçuk lira kalmıştı. Şaşırdı, öyle ya, onca parayı nasıl, nereye harcamıştım… İlk kez bu kadar para giriyordu cebime, harcamama da karışan yoktu, özgürdüm. Bana belli bir süre için harçlık verilmediği için idareli kullanmayı bilmiyordum. Bir de sevgiden yoksun kalışım beni abur cubur yemeye yöneltmiş olmalı. Kantine dadanmıştım.

     ‘Ana bina’nın alınlığındaki bir yazı silinmiş ya da harfleri çıkarılmıştı, ama izi kalmıştı, okunuyordu: KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ Ben bu yazıya bakar bakar ağlamaklı olurdum, hüzünlenirdim. Enstitü nedir, ne bileyim… Beni içine çeken, hüzne batıran ‘köy’ sözcüğüydü. Köyümü anımsatıyordu bana, ana kucağını, sıcacık yuvamı. Köy özlemim iyice koyulaşıyordu içimde.

     Köy enstitüleri nedir, öğretmenlerden bir açıklama duymadım. Demokrat Parti’nin azgın günleriydi, çekiniyorlardı belki. Işıklar içinde dinlensin, Nedim Menekşe öğretmenimiz ne güzel anlatmış Köy Enstitülerini: ”Biz sevgiyle büyütüldük. Son derece demokratik eğitim aldık. Okul yönetiminde öğrencilerin söz hakkı vardı. Üstelik bu lafta kalan bir şey değildi. Toplantılarımızda öğretmenlerimizle son derece sert tartışmalara girmekten çekinmezdik” (Cumhuriyet Pazar, 17 Nisan 2005).

     Büyüdükçe anladım, aslında Köy Enstitüsünün izleri silinmemiş, esintileri sürüyordu. Yatılıydık, öğrencilerle öğretmenler gece gündüz birlikteydi, etkileşim içindeydi. Çakıl taşları birbirine sürte sürte nasıl düzgün hale geliyorsa, yatılı okul öğrencileri de birbirlerini böyle eğitiyorlardı. Her sınıf sırayla, bir hafta boyunca okulun çeşitli işlerini üstleniyordu. Dersliğimizi kendimiz temizliyorduk, sobamızı kendimiz yakıyorduk. İşlikler vardı, orda el becerilerimizi geliştiriyorduk. Okul yazın boş kalmazdı, öğrenciler dönüşümlü olarak okula gelir, ağaç bakımına kadar çeşitli işler yaparlardı. ‘Tonguç Baba’nın istediği kafa – kol birlikteliği sürüyordu. Öğrenci başkanlıklarının seçimi şenlikli bir ortamda yapılıyordu, demokrasiyi yaşayarak öğreniyorduk. Sorunumuz var, diye çağırdığımızda yüksünmez, erinmez, sınıfımıza gelirdi müdür, dinlerdi bizi.    

   Kepirtepe’de de laik eğitim aldık. Laiklik bilimden yanadır, akılcılıktır. Demokrasinin önkoşulu, toplumsal barışın güvencesidir. Laiklik, dini sömürü aracı olarak kullananlara, dincilere karşı, içsel yönelimli, içtenlikli dindarlara saygılıdır. Okulda oruç tutana da tutmayana da karışılmazdı.

     Görece olarak da olsa ‘sosyal devlet’ anlayışı işliyordu. % 80 oranında köylü çocuklar alınırdı, böylece eğitimde fırsat eşitliği sağlanmaya çalışılıyordu.

     Sadece ilkokul değil, köy öğretmeni olmak için yetiştirildik. ‘Öğretmen Marşı’nı coşkuyla, içtenlikle, ürpererek söylerdik. Böyle idealist yetiştirildik. Atanmak istediğimiz üç il adı yazmamız istendiğinde Türk Bayrağının dalgalandığı her yere giderim, diyen arkadaşlarımız vardı.  Şimdiyse çok köy okulsuz, öğretmensiz kaldı. Köylülerle birlikte coşkuyla yapılan ulusal bayramlar yapılmaz oldu. Köy, imama kaldı.     

     Okulu bitirince (1962), ya bizi atamazlarsa, işsiz kalırsak gibi bir kaygı duymadık, bu duygu bize yabancıydı. Hoş, o yıllarda ‘işsizlik’ diye bir sözcük dillerde yoktu zaten. Devlet bize yedirdi, içirdi. Bizi giyindirdi, barındırdı. Bitmedi, diplomayla birlikte – başta Atatürk’ün başyapıtı Nutuk olmak üzere verdiği on kitabın yanı sıra - ‘donanım bedeli’ adıyla cebimize harçlık koydu, öğretmene yakışır biçimde giyinip kuşanın diye. Oysa şimdi öğretmen adaylarından ‘öğrenim harcı’ alıyor devlet. Övünerek diyorlar ya, ah canım kardeşim, neredeeen nereye… Aslında bu sözü söylemek bize düşer, üzülerek tabii.

     Günümüzde - atanamayan değil - atanmayan öğretmen sayısı 400 bini aştı, üstelik 100 binin üzerinde öğretmen açığı varken. Çalışan öğretmenler de mutsuz. Eğitim-Sen’in araştırmasına göre (**), öğretmenlerin % 70’ i ekonomik koşulları daha iyi olan bir iş bulsa mesleğini bırakacağını düşünüyor.

     Atanma olasılığının çok düşük olduğunu bilen öğretmen adayını güdülemek çok zor. Oysa biz ‘Öğretmen Marşı’yla yetiştirildik. “Alnımızda bilgilerden bir çelenk”le cehle karşı savaşmak için “yurdum seni yüceltmeye antlar olsun” diyerek başladık öğretmenliğe. Çünkü biz Köy Enstitüsünün tazeliğini koruyan ruhunun esintisiyle birlikte ilköğretmen okulu terbiyesi almıştık. Biz Kepirtepeliydik.  

 

(*) Helvacıoğlu (Gümüşoğlu), Firdevs (1996) Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik 1928 – 1995    

     İstanbul: Kaynak Yay. (129 – 132)

(**) https://egitimsen.org.tr/ogretmenlerin-ekonomik-ve-mesleki-sorunlarina-bakis-anketi-sonuclari/  (Erişim: 1 Mart 2021)

 

(***) Bu yazı Kepirtepeliler Eğitim Vakfı'nın KEPİRTEPE adlı bülteninde ( Ağustos 2021 Sayı: 21) yayımlanmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder