ATATÜRK VE SANAT (*)
Recep Nas
Sanatçı ışığı alnında ilk duyumsayan insandır.
Atatürk
İlkin Doğan Kuban’dan (2018) bir alıntı: “Sanatı dışlayan, felsefeyi
reddeden, bilim ve matematiğe önem vermediği için dört işlemden ötesini
programına almayan, dini içeriği olmayan her bilgiyi dışarı atarak
imparatorluğun kültür yaşamını körleştiren medrese eğitimi ile Avrupa'nın bilimsel,
sanatsal, çevresel ve felsefi gelişme içerikli bilgilerinin hepsi dışlanmış
oldu. Bu kültür Avrupa’ya gelecek yollarını açan kültürdü, Osmanlı’da hepsinin
dışlanmasının sonuçları ağır oldu”
Ama bir genç Osmanlı subayı vardı, farklı düşünen, ilerisini gören,
sanata değer veren… Söylev’i (Nutuk) elle yazan hattat Ethem Çalışkan
anlatıyor: Yıl 1915. Çanakkale Savaşları, Gelibolu… 57. Piyade Alay Komutanı
Mustafa Kemal son kez siperleri denetlerken bütün duvarların yazılarla bezeli
olduğunu görüyor. Askerler çamur, tebeşir, kömür, ne bulmuşlarsa duygularını
yazmışlar. Çok güzel bir yazı görüyor, yaverine yazıyı yazanı bulduruyor.
Mustafa Kemal, askere bazı sorular sorduktan sonra “Çık git buradan, yeterince
gönüllü var sipere girecek” deyip onu sanatını yapsın diye gönderiyor. Bu, bir
komutanın savaşın saniyesinde bile bir güzel yazıyı seçip o yazıyı yazan elleri
tetikten kurtarıp kaleme yönlendirmesidir. O asker ünlü hattat Macit Ayral’dır[1891-1961]
(Erdoğan, 2016).
Mustafa Kemal Sofya’da askeri ataşeyken (1913) çoksesli müziğe ilgi
duymaya başlamıştı. Bulgarca oynanan operayı (Tosca) imrenerek izleyen Mustafa
Kemal, Şakir Zümre’ye “Bulgarların Balkan Savaşında bizi neden yendiklerini
anladım, onların operası var” demiş, kurtuluştan sonra da yabancı operaların
Türkçe oynanmasını sağlamıştır. Bununla da yetinmeyip İran Şahı Rıza Pehlevi
Türkiye’ye gelince (1934) ona sunulsun diye ilk Türk operası olan Özsoy’u
(Librettoyu yazan M. Hayri Egeli, besteleyen Adnan Saygun) hazırlatır, konusunu
da kendisi verir.
Daha 1924’te Musiki Muallim Mektebi açıldı, resim ve heykel sergileri de açılmaya başlandı.
1925’te Sanayi-i Nefise Mektebi Âli çıkışlılar Avrupa’ya gönderildiler. Gazi
Eğitim Enstitüsü’nde Resim-iş Bölümü 1932’de, Müzik Bölümü de 1937’de öğretime
başladı. 1937’de Resim ve Heykel Müzesi’nin açılışını Atatürk’ün kendisi
yapmıştır. Türk kadınının tiyatroda daha fazla yer almasını desteklemiştir,
Türk müziğinin akademik altyapısının güçlenmesi için genç müzisyenleri yurt
dışına göndermiştir.
Resim, heykel, müzik, tiyatro Türk Kültür Devriminin ayrılmaz
parçalarıdır. Atatürk’ün deyişiyle, Türkiye
Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür. Onun içindir ki Atatürk “Güzel
sanatlardaki başarı, tüm devrimlerin başarılı olduğunun kesin kanıtıdır” diyor.
Atatürk yeni yeni gelişen sinemanın da ‘7. Sanat’ olduğunun
ayırdındaydı. Sinemaya ilişkin de konuşmuştur: “Sinema öyle bir buluştur ki,
bir gün gelecek barutun, elektriğin bulunuşundan, anakaraların keşfinden daha
çok dünya uygarlığının yönünü değiştireceği görülecektir. Sinemaya layık olduğu
önemi vermeliyiz” (Gürsöz, 2013).
Atatürk’ün
tiyatroya gidişiyle ilgili bir öykücük (anekdot) var, çeşit çeşit anlatılıyor,
birbiriyle çelişkili… Biri şu: Başında Muhsin Ertuğrul’un bulunduğu Darülbedayi
Ankara’ya gidiyor. Dönemin (1927 – 1930) İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Muhsin
Ertuğrul’u uyarıyor: “Aman ha, Mustafa Kemal gelmeden perdeyi açma.” Ama Muhsin
Ertuğrul ilkeli insan, perde saatinde açılır. “Biz dokuzda başlarız. Zaten
benim bildiğim Cumhurbaşkanı her şeyi bırakır, tiyatroya zamanında gelir”
diyor.
O Muhsin Ertuğrul ki “Öbür gün öleceğinizi bilseniz yarın ne
yapardınız?” sorusuna “ bir tiyatro kurardım”; “Fırını olmayan bir ülkede insanlar
aç kalır, ölür. Tiyatrosu olmayan ülkede de insanlar ruhsal olarak aç kalır,
birbirini öldürür”; “Tiyatro sahnesi sabun gibidir. Sabun nasıl kir tutmazsa
sahneye de öylece ahlaksızlık kondurulamaz” diyen, çocuk tiyatrosunu okulla
eşdeğer gören bir tiyatro tutkunu.
Olaya, o geceye dönelim. Şöyle anlatan var: Atatürk üçüncü zile kadar
ortada görülmez. Ama perde açıldığında Muhsin Ertuğrul göz ucuyla bakar,
gelmiş, locasına oturmuştur. Oyundan sonra da Muhsin Ertuğrul’a göz kırpıp,
“Nasıl Muhsin Bey zamanında geldim, değil mi?” diyor.
İkincisini akademisyen, tiyatro eleştirmeni,
yazar, çevirmen Ayşegül Yüksel’den dinleyelim: “Muhsin Ertuğrul’un
Darülbedayi’ye başyönetmen olduğu bir dönemde Atatürk’ün oyun izlemek için
tiyatroya geleceği duyurulmuş. Herkes Ata’yı karşılamak için hazırda beklerken
oyun zamanı gelip çatmış. Atatürk yok. Muhsin Ertuğrul perdeyi zamanında
açtırarak oyunu başlatmış. Oyuna yalnızca dört dakika gecikmiş olan Atatürk’ün
duruma sinirlenip başyönetmeni görevden alması beklenirken, Ertuğrul’u ilkeli
ve ödünsüz davranışından dolayı kutlamış olması kuşaklar boyu övgüyle
aktarılmıştır” (Cumhuriyet, 12.06.2018).
Bunun daha ayrıntılı olanı, illüzyonist, tiyatro Sanatçısı Sermet
Erkin’in anlattığı… (Ulusal Kanal, 10.11.2018) Bir tanıktan, Necdet Mahfi
Ayral’dan dinlemiş. Saatli Maarif Takvimi’nde (03.02.2018) de aynısı
anlatılıyor: Üçüncü zil çalmış, Atatürk yok. Bir yanda ülkenin kurtarıcısı,
kurucusu, öbür yanda disipliniyle ünlenmiş, ilkeli Muhsin Ertuğrul… Herkes
tedirgin, Muhsin Ertuğrul’a soruyorlar, ne yapacağız? Perdeyi açacağız, kural
bozulmaz. Oyun başlıyor, Atatürk sonra geliyor, oyunun başladığını anlayınca
fuayede bir koltuğa oturuyor. “İçeri girmeyecek misiniz Paşam?” diye
sorulduğunda, “Geç kaldık çocuk (Çocuk sözcüğünü Rumeli ağzıyla pek hoş
söylermiş: çucuk), ikinci perdede gireriz.” Eline aldığı bir dergiyi okumaya
başlıyor. Birinci perde bitip de ara verilince Atatürk locada yerine oturuyor.
Işıklar sönüyor, ama o ne, Muhsin Ertuğrul – kendine yakışan- incelikli bir
davranış sergiliyor, oyunu birinci perdeden başlatıyor. İşte insana, sanata,
tiyatroya saygılı iki insan…
Bilim savaşa da hizmet edebilir, ama sanat sadece barışa hizmet eder.
Atatürk’e bir resim gönderiliyor. Yerde yatan Yunan askerinin göğsüne süngüsünü
saplayan bir Mehmetçik resmedilmiş. Atatürk bakar bakmaz, ne iğrenç bir
manzara, kaldırın şunu, diyor. (*)
Mussolini Atatürk’e silahların
ortasında, bir tankın üstünde büyüklük gösterisi içinde bir fotoğrafını
gönderiyor. Atatürk de karşılık olarak bir fotoğrafını gönderiyor, kumsalda
çekilmiş mayolu bir fotoğrafını…
Ünlü tiyatro sanatçısı Vasfi Rıza Zobu’nun insanın tüylerini ürperten
bir anısı: Ankara’da (1930) Atatürk’ün de seyrettiği Darülbedayi’nin oyunundan
sonra sanatçılar Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Marmara Köşkü’ne (Şimdi yok, yıktılar) çağırılıyorlar. İsmet İnönü, bazı
bakanlar, Dr. Reşit Galip de orda. Neşeli bir gece, Atatürk de çok neşeli.
Doyum olmaz tatlı söyleşiler sürüp gidiyor, zaman akıyor. İyi de saat 02: 00 olmuş. Sanatçılar sabah erken kalkacaklar,
Eskişehir’e gidecekler. Ama Atatürk’ten izin almaya çekiniyorlar, “dağılalım” demesini
bekliyorlar. Atatürk’e yakınlığını, nazının da geçtiğini gözlemledikleri
Milletvekili (daha bakan değil) Dr.
Reşit Galip’ten yardım istiyorlar.
-Tamam, diyor. Ben izin alırım, gelin
benimle.”
Atatürk’e giderek,
-Paşam, bu sanatçılar yarın Eskişehir’e gidecekler, erken kalkacaklar.
Orda da temsil verecekler. İzin verirseniz gitmek istiyorlar.
-Pekâlâ, gitsinler.
-Ama Paşam izin verirseniz giderken elinizi öpecekler.
Atatürk’ün yüzü değişmiş, sertçe,
-Hayır! Efendiler, siz, (duraklamış,
sonra kendini de katarak) biz, hepimiz
milletvekili olabiliriz, bakan olabiliriz, hatta cumhurbaşkanı olabiliriz, ama
sanatçı olamayız.
Sanatçılar Atatürk’ten böyle övgülü sözler duyunca, öyle duygulanmışlar
ki, teşekkür mü etmeliler, estağfurullah mı demeliler, yoksa aptal aptal
gülümsemeliler mi, bilememişler.
Atatürk sürdürmüş sözünü,
-Hayır, sanatçı el öpmez,
sanatçının eli öpülür.
Bu söz üzerine sanatçıların gözleri yaşarmış.
Dr. Reşit Galip,
-Evet, Paşam, biz, hepimiz milletvekili olabiliriz, bakan olabiliriz,
cumhurbaşkanı olabiliriz, ama dünyada hiçbir insan Mustafa Kemal olamaz. İzin
verin elinizi öpeceğiz.
Dr. Reşit Galip bunu der demez hep birlikte Atatürk’ün eline atılmışlar.
Eller karışmış. Vasfi Rıza Zobu
diyor ki, o karışıklıkta belki de kendi elimi bile öpmüşümdür. (**)
Memet Fuat’ın deyişiyle “Bağnazlıktan uzak, düşüncelere saygılı, irdelemeyi, tartışmayı,
değerlendirmeyi, paylaşmayı bilen, toplumsal konulara kişisel çıkarları
açısından bakmayan, insanlara sevgiyle, anlayışla yönelen bir insan… Bütün bu güzelliklerin nereden geldiğini
araştırınca hepsinin altında sanatların yattığını görürsünüz.”
Bence
Atatürk de sanatçıdır. Racine’in sözüyle, sanat
hiçbir şeyden bir şey yapmaktır çünkü.
KAYNAKÇA
Erdoğan, Sema (2016) “Nutuk’u Elle Yazan
Hattat: Ethem Çalışkan” Bütün Dünya
dergisi
Kasım 2016 (124-128)
Gürsöz, Hatice Kumbaracı (2013) “Atatürk
ve Sanat” Bütün Dünya dergisi Ekim
2013
Kuban, Doğan (2018) “Ya Tümel Felsefe,
Bilim, Sanat ve Teknoloji ya da Kölelik”
Herkese Bilim teknoloji dergisi 28.12.2018
Sayı: 144
Yüksel, Ayşegül (2018) “Siyasetçi
Tiyatroda” Cumhuriyet, 12.06.2018
(*) https://www.atam.gov.tr (Latife Öztoprak)
(**)http://gazetemustehak.com/vasfi-riza-zobu-ataturkun-sanat-sanatçiya-verdigi-degeri-anlatiyor/ (Söyleşi: Nazmi Kal)
(*) Bu yazı ÇEK’in (Çağdaş Eğitim Kooperatifi)
e-dergisi olan ÇAĞDAŞ BAKIŞ’ta (Mart 2021 Sayı: 38) yayımlanmıştır. (62-64)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder