ÖYKÜ
GÜNAYDIN ÇOCUKLAR VE HOŞÇA KALIN (*)
Recep Nas
Yatağındaydı, üşüyordu. Yüreğinden
göğsüne doğru bir ağrı saplanıyordu ikide bir. Yeni değil bu ağrı, tanıdık,
bildik. Epey geç yatmıştı. Bahar gecikti bu yıl. Çok severdi baharı, her
ilkbaharda gençleşir, yenilenirdi. Baharın ılık rüzgârı, yaşama sevincini ta
içine, iliklerine kadar üfürürdü. Öğretmen okulunda ezberlediği şiirlerden
belleğinde iz bırakanlar, baharla ilgili olanlardı. Esti nesim-i nevbahar, açıldı güller subh-dem/Açsın bizim de gönlümüz
saki medet, sun cam-ı cem. Kimindi, düşündü, çıkaramadı. Ya Tevfik
Fikret’in şiiri, Bahar olsun da
seyredin/Nasıl süsler bayırları/Zümrüt gibi çayırları… Bu kadarını
anımsayabildi. Bu da yetiyordu ona, Baharı güzelliğini, tazeliğini içinde
yeşertmek için. Ama gelmiyordu işte bahar, gecikmişti. “Bahar gelmeyecek mi,
bahar gelmeyecek mi?” demiş bir şair, “Vay, sen neyi bekliyorsun bakalım?” diye
içeri atmışlar adamcağızı. Özlemişti gökyüzünü, yıldızları. Neyse bu akşam
açıktı hava, bulutsuzdu. Yıldızlar serpilmişti gökyüzüne, uyumlu, şirin, kıpır
kıpır. Hava soğuktu ya, olsun. Yıldızları seyretmeliydi, balkona çıktı. Üç
yıldızı vardı onun, çocukluğundan bu yana. Önce o üçü görünür, göz kırparlardı
ona. Köyde çocukken bostan beklediği günlerde, ağabeyi, bu üç yıldızı görünce
bostan ayrılıp köye, eve gidebileceğini söylemişti. O günden sonra Güneş
batınca hep o üç yıldızın çıkışını, görünmesini, kendisine göz kırpmasını
bekler; onları görünce de başı göğe dönük, gözleri yıldızlarında, onlarla
konuşa konuşa yola koyulurdu. Herkesin bir yıldızı varmış, onun üç yıldızı
vardı işte. Yıldızların ışıltılı çekiciliğine dayanamadı, uzun süre kaldı
balkonda. Dalmış gitmişti, üşüdüğünü epey sonra ayrımsadı. Oldum olası severdi
gökyüzünü seyretmeyi, dalıp dalıp uzayın boşluklarında dolaşmayı. Hele ay varsa,
hele dolunaysa, dolup dolup taşardı yüreği, bakar kalırdı saatlerce, her gece,
unuturdu kendini. Çocukluğunda da öyleydi, gençliğinde de, şimdi de. Köyde
doğmuş, köyde büyümüş, köylerde öğretmenlik yapmıştı. Köy demek, en önce
yıldızlı gökyüzü demekti onun için. Gençliğinde, geceleri buluştuysa
arkadaşlarıyla, gidiyorlarsa istasyona, dere boyuna, o, arkadaşları gibi Ay’a
arkasını dönüp yürümezdi, geri geri yürür, yürürken yine seyrederdi Ay’ı.
Arkadaşları gülüyorlardı, gülsünlerdi, öylesine bir tutkundu o işte.
Yatağındaydı, üşüyordu. Göğsünde bir ağrı,
dayanılmaz, bir bıçak gibi saplanan… Yalnızdı, emekli olmuştu. Aklının ucundan
geçmiyordu emekli olmak, düşünmemişti, hazırlıksızdı. Seviyordu öğretmenliği,
öğrencilerini. Ama şimdi emekliydi işte, bunu sindiremiyordu içine. Emekliyim,
demekte bile zorlanıyordu. Düne kadar öylesine yabancıydı ona emeklilik,
uzaktaydı. Alıştıra alıştıra olmamıştı, isteyerek olmamıştı. Ama olmuştu işte,
istemeye istemeye.
Uyusa şimdi, mışıl mışıl uyusa… Düşünde
gökyüzünde dolaşsa, yıldızlarına kavuşsa, ama şimdi göğsünde bir ağrı,
yüreğinden gelen. Zaman zaman yollardı ya, böylesi ilk kez oluyor. Sol kolu da
ağrıyor, yüreği sıkışıyordu. Yıldızlar mı düştü odaya, yıldızlardan bir yorgan mı
bu, ağır. Kimi aydınlık, kimi kapkara. Öğrencilerim mi orda, ötede, uzakta
birer yıldız gibi sıcak gülümseyişleriyle, yüreğime akan yıldızlar… Yüreğimde
sancı, acı. Öğrencileri, çiçek kokan, hepsi yıldız mı şimdi, akan, gezen,
aydınlatan. Ya bu ağrı ne, neden? Yoksa sevgisiz mi kaldı, unutuldu mu? Bitti
mi gökyüzü, sonu mu burası, karanlık… Geri dönmeliyim, yıldızlarıma, aydınlığa.
Bu Hayriye olmalı, bu Servet, bu Nilüfer… Üç yıl okutmuştu onları, yüreklerine
sevgi damıtarak, sevecenlikle. Minicikken, birdeyken, teneffüs olunca her biri
bir parmağından tutardı, kimisi omzuna, kimisi kollarına dokunurdu. Dokunmak,
sevginin en dolaysız, en yalın anlatımı değil miydi? Üç yıl sonra başka bir
köye atandı, gitti. Sonrası pişmanlık, hüzün… Daha fazla sabredemedi,
dayanamadı, Cumhuriyet Bayramı tatilinde döndü geldi. Hayriye gördü onu uzaktan
ilkin. Bir koştu, öylesine koştu düşe kalka. Geldi, sarıldı. Başını göğsüne
dayadı, ağladı ağladı. Göğsü ıslandı. Göğsü ağrıyor şimdi. Göğsünden giriyor, yüreğine
vuruyor, dolanıyor ağrı. Yıldızlar uzak mı, yoksa yorgan mı oldular üstünde?
Oğlu üniversiteye başladı bu yıl. Tek
varlığı, tek dayanağı. Yüzlerce çocuk okutmuştu o, şimdi oğlunu okutacaktı.
Ayda nerden baksan on beş milyon gerekiyordu. Aylığıysa, ücreti, şusu busu
yirmi üç milyon. Oğlunun harçlığı, harcı derken yetiremiyordu. Köydeyken
doğmuştu oğlu, yıldızlı bir gecede. Ebe, “Hastaneye, çabuk!” demişti gözleri
korku dolu. Şimdiki gibi vızır vızır minibüs yoktu köylerde, köyde topu topu üç
traktör vardı. Hastaneye yetişilmişti ama, bu yetmemişti, öldü karısı. Bir can
geldi, bir can gitti. Okutacaktı oğlunu ya, nasıl? Çekine çekine borç istedi
eşten dosttan, aldığı yanıtlar birbirinin aynısıydı. Faize yatırılmıştı para,
günü dolun, o zaman. Üniversite harçları, enflasyon hızını da aşarak beş yılda
doksan kat artmış. Anlayamıyordu, kendisi yatılı okumuştu devlet okutmuştu onu.
Devlet, değil ondan harç istemek, yediriyor, içiriyor, yatırıyor, giydiriyor,
cebine de harçlık koyuyordu. Ne olmuştu, ne değişmişti, devlet, baba değil
miydi artık?
Göğsünde bir ağırlık, ağrıtan. Güneşten
bir bıçak, yüreğine girip çıkan. Emekli miydi şimdi, ama istememişti bunu. Ama
çocukları özlüyordu, yıldızları özlüyordu. Bir karanlık boşluğa düşerken,
yıldızlar akıyor tersine. Günaydın çocuklar… Parıldıyor gözleriniz,
kamaştırıyorsunuz gözlerimi. Yıldızlar uçuşuyor, düşüyor muyum ben? Yok, bir
şeyim yok, özledim sizi. Kayan bir yıldız mı göğsüme saplanan. Yok bir şeyim,
iyiyim. Günaydın çocuklar…
Direndi uzun bir süre, emekli olmak
istemedi. Öğretmenler odasında şimdilerde konuşulan hep para para para… Dönüp
dolaşıp parayla başlıyor konuşmalar, parayla bitiyor. Faiz, repo, hazine
bonosu… Şu banka şunu veriyormuş, yok bu banka bunu veriyormuş. Okulundan bir
öğretmen emekli olmuştu, şu kadar emekli ikramiyesi almışmış, şu kadar da
emekli aylığı alacakmış…
“Hocam kaçıncı yılın senin?”
“Otuz”
“Emekli olmayı düşünmüyor musun?”
“Yok, hayır. Seviyorum mesleğimi,
öğrencilerimi…”
“Aman be hocam, sevecek nesi kaldı bu
mesleğin, Alla’sen…”
“Çalışmak
varken yan gelip yatayım mı?”
“Bak oğlun üniversitede, yetiremiyorum
diyorsun.”
“Öyle, ama…”
“Aması maması yok bu işin, bak, hesap
ortada. Sen ne alıyorsun şimdi, aylığıydı, ücretiydi, yirmi üç milyon. Emekli
olunca ne alacaksın, on dokuz milyon, değer mi dört milyon için?” Hocam, değer
mi? İkramiyesi de cabası… Yatır faize, oh, bak rahatına… Millet faizle köşe
dönüyor.”
“Para her şey mi?”
“Hocam sen de bir başka dinozorsun ha!”
Sonra her kafadan bir ses çıkmaya
başlıyordu.
“Bizim Ahmet Bey yatırmış ikramiyesini
birleşik faize, ayda altmış milyon faiz getiriyormuş.”
“Vallahi günüm gelsin, bir gün durmam.”
“Çalışıyorsun da kadir kıymet bilen mi
var?”
“Eğitim bitti arkadaş, öğretmenlik bitti!”
Ve pes etti sonundu, eli titreye titreye
yazdı emeklilik dilekçesini. Günü geldi, bankaya gitti, ikramiyesini alacaktı.
Öyle güler yüzle, tatlı dille karşılandı ki, şaşırdı. Buyur ettiler,
oturttular. Kahveler, çaylar geldi gitti. Memur anlamadığı, anlamak da
istemediği bir sürü şeyler söylüyor, dil döküyordu. Yok A tipi fonmuş, yok B
tipi fonmuş, yok faizmiş, hazine bonosuymuş, repoymuş. Bunun getirisi buymuş,
şunun getirisi şuymuş. Parası, bankadan çekmezse, üç ay sonra bu kadar, altı ay
sonra şu kadar, bir yıl sonra bilmem ne kadar olacakmış. Hele birleşik faiz
varmış ki, müthiş! Faiz olarak bildiği, öğrencilerine çözdürdüğü faiz
hesaplarıydı. Aklı almıyordu, mantıklı bulmuyordu, dahası insancıl bulmuyordu
ya, programda vardı, o da faiz hesapları yaptırıyordu. Faiz problemleri
çözdürürken bir gün bir öğrencisi,
“Öğretmenim”, demişti, “Siz ‘çalışan
kazanır’ diyorsunuz, ama para, para kazanıyor, para çalışıyor mu?”
Gülüşmüştü çocuklar, o da gülmüştü onlarla
birlikte.
Faize yatırdı parasını. Ayda kırk beş
milyon faiz alıyordu, çalışmadan. Çalışırken ayda yirmi üç milyon, çalışmazken
emekli aylığıyla birlikte ayda altmış dört milyon. İşte bunu hem
çözemiyor,
hem de içine sindiremiyordu, ters geliyordu ona. Ağrısı azalır gibi olmuştu,
ama yatakta öbür yana dönmek istediğinden mi ne şiddetlendi yine. Hapı vardı,
ama kullanmıyordu epeydir, onu bulup kullansa iyi olacaktı. Kalkmaya çalıştı,
olmadı, gücünü yitirmişti.
Emek en yüce değerdir diye bellemişti,
öyle biliyordu, öyle de öğretiyordu öğrencilerine. Çalışmadan kazanmak ayıptı,
yanlıştı, insanca değildi. İlköğretim Programı’ndaki bir hedefti, en çok
önemsediği, öğrencilerine kazandırmak istediği… “Bir kazancın bir emek
karşılığı olması gerektiğine inanabilme…” Bir kazanç elde ediliyorsa, bu emek
karşılığı olmalıydı. Göz nuruyla, alın teriyle kazanılmalıydı. Çocuklar ne
demişti Atatürk: “Türk övün, çalış, güven.” Çalışın, çalışan kazanır. Çalış,
kazan. Ne değiştiyse, şimdi “Kazı, kazan” diyorlar. Çalışmak bitti mi?
Neden karanlık, neden boşluk böyle,
yıldızlar düştü mü, ben düşüyor muyum, nerden nereye? Hayriye başımı göğsüme
koydun ya, ağladın ya, karıncaydın sen, çalışkandın. Ben de, çocuklarım,
çalışkandım, karıncaydım. Karınca, ağustosböceği olur mu hiç, olmaz. Ben şimdi
ağustosböceği mi oldum yoksa, hayır hayır, olmam. Ben hep ağustosböceğini
yerdim, karıncayı övdüm. Para, faiz, repo… Ama oğlum okuyacak, ayda on beş
milyon gerekli, okumak parayla şimdi. Parayı sevmezdim ben, hiç sevmezdim.
Para, insanı insanlıktan çıkarıyordu, pisti. Yıldızlar nerde, ya öğrencilerim?
Kör bir kuyuda mıyım, karanlık… Üstüme para yağıyor, göğsümün üstüne yığılıyor.
Altta kalıyorum, soluksuz…
Ve dindi göğüs ağrısı, yüreğinde bir
yıldız çiçeği açtı. Yıldızlardan kopup gelen öğrencileri çiçeği öptüler,
kokladılar.
Günaydın çocuklar ve
hoşça kalın…
(*)
Bu
öykü YENİ BİÇEM (Bursa, Ağustos 1996 Sayı: 40) dergisinde yayımlanmıştır. (26-28)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder