AYDINLANMACI EĞİTKEN
FUAT GÜNDÜZALP (*)
RECEP NAS
recepnas@uludag.edu.tr
YAŞAMI
Selanik
Selanik kadim bir şehir. İÖ 315’te
kurulmuş. Kuran, Makedonya Kralı Kassandros. Yunanlar ona Thessaloniki diyorlar. Thessaloniki, İskender’in kız
kardeşinin adı.
I.Murat döneminde Osmanlıların eline
geçiyor, yıl 1387. 1430’da Türkler yerleşmeye başlıyorlar. Giderek
Hıristiyanlarla Müslümanlar birlikte, iç içe yaşıyorlar, bunlara 1492’de
Yahudiler (Musevi) de katılıyor.
Böylece halklar
kardeş kardeş, barış içinde yaşıyorlar. Birbirlerinin inançlarına,
geleneklerine, göreneklerine saygı duyarak, dayanışma içinde. Ama
Yayılmacıların eli boş durmuyor, ne yapıp edip halkları birbirine düşürüyor.
Selanik de ilerleyen yıllarda bundan nasibini alacak.
Selanik, çevresinin ekonomi ve kültür
merkezi. Daha 16.yy.ın başında kitaplar basılmaya başlanıyor. 1839 Tanzimat
Fermanı’ndan sonra kültür, ticaret yaşamı iyice ivme kazanıyor. Zaten Selanik
Rönesans’tan, Aydınlanma sürecinden, Fransız İhtilali’nden, bunların yarattığı
düşünce akımlarından ilk etkilenen Osmanlı kenti.
1907’de elektrikli tramvay işlemeye başlıyor,
İstanbul’dan da önce. İstanbul bu tramvaya 1914’te kavuşuyor. (1)
Özcesi Selanik Osmanlı çağdaşlaşmasının
merkezi, ‘Jöntürk Hareketi’nin geliştiği yer. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin
de merkezi. II. Abdülhamit’in istibdatından (baskıcı yönetim) görece uzak kaldığından
özgürlükçü düşünceler yayılmış, kök salmıştır.
Yıl 1897, Vardar Yenicesi’nde bir bebek
doğuyor, adını Mehmet Fuat koyuyorlar. Ana adı Enise, baba adı Ahmet, ikisi de
okuryazar. Babasının mesleği nalbantlık… Nâzım Hikmet gibi “Hoş geldin bebek” diyelim.
Hoş geldin bebek
Yaşama sırası sende
Senin yolunu gözlüyor kuşpalazı boğmaca
kara çiçek sıtma
İnce hastalık yürek enfarktı kanser filan
İşsizlik açlık filan
(…)
Senin yolunu gözlüyor atom bombası falan
Atom bombası daha bulunmadı da, savaşlar,
dolayısıyla işsizlik, açlık gözlüyordu Mehmet Fuat’ın yolunu. Balkan Savaşına
daha var ama, Mehmet Fuat’ın doğduğu yıl (1897) Osmanlı askerleriyle Yunanlar
arasında yer yer, zaman zaman çarpışmalar başlamıştı bile. Yunanlar Selanik’i
ele geçirmek istiyorlardı.
Mehmet Fuat, Vardar Yenicesi’nde
Rüştiye’yi (ortaokul) birincilikle bitirince (1912) Selanik Sultanisi’ne (lise)
sınavla parasız yatılı olarak giriyor. Ama bu okulda ancak bir ay okuyabiliyor.
(3) Oradan oraya savrulmalarının ilki bu. I. Balkan Savaşı
başlayınca (8 Ekim 1912) okul kapanıyor. O da Vardar Yenicesi’ne, baba evine
dönüyor. Ama orada da çok kalamıyor. Yenice’yi Yunanlar ele geçirince bu kez
ailesiyle birlikte Selanik’e geri dönüyor. Bu dönüş hiç de kolay olmuyor.
Çamurlu yollardan bata çıka, aç bilaç, top mermileri altında, askerlerle iç içe
Selanik’e ulaşıyorlar.
Bu savaş Osmanlı için tam bir bozgun
oluyor. Osmanlı birliklerinde düzen yok oluyor, buyruklar dinlenmiyor, askerler
kaçıyor. Tam bir ana-baba günü, karışıklık ve kargaşa… Birlikler Selanik’e geri
çekiliyorlar. (2)
Vardar Yenicesi’nden kaçan Türkler, çoluk
çocuk perişan, yüzlercesi donuyor, yollara, hendeklere yığılıp kalıyorlar.
Mehmet Fuat da ailesiyle birlikte bu kaçan insanların arasında. O kargaşa
içinde, ana-baba gününde Mehmet Fuat ailesinden ayrı yere savruluyor, neyse,
sonunda Selanik’te bir akraba evinde buluşuyorlar. (3)
Selanik
kargaşa içinde. Gün gün artan kaçak askerler, 50 bin dolayında göçmen…
Sokaklara doluşmuşlar, açlıkla, soğukla boğuşuyorlar. Yiyecek yok, ama
dondurucu soğuk var.
9 Kasım1912’de Tahsin Paşa Selanik’i Yunan
ordusuna – direnmeden- teslim ediyor. 30 Mayıs 1913’te de I. Balkan Savaşı
bitiyor.(2)
Savaş bitip de ortalık az da olsa
durulunca Mehmet Fuat ailesiyle Vardar Yenicesi’ne, evlerine dönüyorlar.
Kasabanın yarıdan fazlası yakılmış, yıkılmış, geride kalanlar yağma edilmiş.
Kendi evleri – bahçe içinde olduğu için- yanmamış, yerli yerinde duruyor, ama
kullanılacak tek bir eşya kalmamış. Belli ki Yenice yurt olmaktan çıkmış,
öyleyse ver elini – taşı toprağı altın olan- İstanbul… (3)
Savrulmalar
Savaş, yıkım, oradan araya savrulmalar
içinde Mehmet Fuat iki yılını yitiriyor. Yıl 1914, artık 17 yaşında. Çok
kalmadan İstanbul’dan da İzmir’e göç ediyorlar. Ailesi Bergama’yı yurt
ediniyor.
Yarım kalan öğrenimini tamamlamak istiyor.
İzmir Sultanisi’nde okumak için –bugünkü adıyla- Milli Eğitim Müdürlüğüne dilekçe veriyor,
sonuç alamayınca bir daha, bir daha, dilekçe üstüne dilekçe veriyor. Öylesine
okuma isteğiyle dopdolu, ısrarlı. Sık sık gidip de durumunu soruyor. Yok, bir
türlü sonuç alamıyor. Bir gidişinde o dönem İzmir Darülmuallimini müdürü olan
Ethem Nejat’la (1882-1921) karşılaşıyor.
Ethem Nejat, 1911’de Manastır
Darülmuallimini müdürüydü. Çağdaş düşünceli bir eğitimciydi. Aynı okulun
öğretmeni Osman Ferit’le (Uyguç) çıkardığı derginin adı bile ‘Yeni Fikir’di.
Ethem Nejat ‘köy için eğitim’e, ‘tarım eğitimi’ne çok önem veriyordu. Köylerin
kalkınmasını sağlayacak bir eğitimi ilk kez savunan, bu görüşlerini ayrıntılı
olarak işleyen bir eğitimcidir. Köy enstitülerinin de fikir öncülerinden
sayılır. (Akyüz, 1997: 266)
Ethem Nejat, Mektepçilik adlı kitabında
(1916) Balkanlardaki yenilginin nedenlerini şöyle açıklıyor: “Biz aheste ve mazlum biçimde yürürken
memleketimizde neler oldu! Rumeli’de Makedonya muallimleri ne inkılâplar
yaptılar. (…) O mekteplerin hocaları bir yandan fikrî ve sosyal inkılâbı yaparken,
öte yandan dağlarda gezen çetelerin akıl yoldaşı idi. Rumeli’de bizim köylerde
ismini yazmasını bilemeyen, elle yazılmış yazıları okuyamayan köy hocaları
görev yaparken, kasabalarda milliyetten, Türklükten bahsi ayıp ve günah sayan
daha yüksek derecede seciyesiz, miskin muallimler yüksek tabakanın çocuklarını
terbiye ederken, Makedonya muallimleri daha kaba ve cahil olan Gayrimüslim
köylüleri insan yaptılar. Onlara seciye, fikir, emel verdiler. Sonuç ne oldu? Bizim hocalar mağlup, onlarınki galip!
Savaşı onlara kazandıran mektepleri, terbiyeleridir. Bizi de mağlup eden yine
mektebimiz, medresemiz, terbiyemizdir. Balkanlıların askerî orduları değil,
muallim orduları galiptir”(abç). (Akt.
Akyüz, 1997: 253)
İşte böyle yetkin ve yetke olan bir
eğitimciyle karşılaşması Mehmet Fuat’ın yazgısını değiştiriyor, o an, yıldızının
parladığı bir an oluyor. Kısa bir söyleşiden sonra Ethem Nejat bu delikanlının
okumak için yanıp tutuştuğunu görür, ondaki cevheri keşfeder ve bir öneri de
bulunur,
“Bizim okula gel, seni öğretmen yapalım,
ne dersin?”
Mehmet Fuat ikirciklenmiyor, duraksamıyor bile, öneriyi sevinerek kabul
ediyor. Babası da olur deyince, sınavı kazanarak İzmir Darülmuallimini’nin yatılı
öğrencisi oluyor. (3) Bir başka deyişle, öğretmen adayı oluyor.
Oluyor da, savaş Mehmet Fuat’ın peşini bırakmıyor ki… Bu kez de I. Paylaşım (Dünya)
Savaşı başlıyor.
Bergama’ya
yerleşen ailesi geçim sıkıntısı içinde. İzmir Darülmuallimini’nin yatılı
öğrencileri de
zor durumdalar,
yarı aç yarı tok yaşıyorlar. Mehmet Fuat burada da fazla kalamıyor, ona gene
yol görünüyor. 1916- 1917 öğretim yılının ortasında İstanbul Darülmuallimini’ye
geçiyor. Bu okulda nitelikli, alanında yetke öğretmenler var. İbrahim Alâaddin’
(Gövsa)den tutun da, Ruşen Eşref (Ünaydın), Selim Sırrı (Tarcan), Faik Sabri (Duran),
İhsan (Sungu), Ali Canip (Yöntem), Fazıl Ahmet (Aykaç), Ressam Şevket’ (Dağ)e
kadar… (3)
Bunca yetkin, saygın insanın öğretmenlik
yaptığı bu okulda öyle bir iklim, öyle bir hava var ki, bu sağlıklı, doyurucu
öğretme-öğrenme ortamı, oradan oraya savrulan Mehmet Fuat’ın acılarını,
sızılarını birazcık da olsa dindiriyor.
Eğitimde fiziksel koşullar önemli, program,
yöntemler, araçlar da önemli tabii, ama ille de öğretmen-öğrenci işbirliğiyle
oluşturulacak ruhsal ortam, hava… Temel belirleyici olan sınıf ortamıdır
(Bloom, 1979). Öğretme-öğrenme sürecindeki en temel etken, öğretmen-öğrenci
ilişkisinin niteliğidir çünkü (Gordon, 2001: 4).
O
Artık Öğretmen
Mehmet Fuat, I.Paylaşım (Dünya) Savaşı
sürerken okulu bitirdi, o çiçeği burnunda bir öğretmen artık. Maarif
Nezareti’nce öğrenimlerini ilerletsinler, deneyim kazansınlar diye-on dokuz
arkadaşıyla birlikte- Almanya’ya gönderiliyorlar. Savaş Mehmet Fuat’ın yakasını
bırakmıyor ya, kaderi oldu ya, savaş bitmiş olsa bile, Almanya’nın yanı sıra
Osmanlı İmparatorluğu da yenilince oradaki öğrenimi sadece bir öğretim yılı
sürüyor, geri dönüyorlar. Dönenler arasında Öğrenci Müfettişi Hamdullah Suphi
Tanrıöver de var. (3)
Dönünce
eski okullarında kalıyorlar birkaç ay. Gelecekleri belirsiz, bekliyorlar, zor
yıllar ülke
için.
O sıra (1918) Maarif Nezareti Ortatedrisat Umum Müdürü Ismayıl Hakkı
(Baltacıoğlu) dır. Ismayıl Hakkı, Mehmet Fuat’ı İstanbul’da bir okula atamak
istiyor. Ama Mehmet Fuat İstanbul’a sığmaz, ‘ülkücü’ o, Anadolu’da çalışmak
istiyor. İsteği üzerine Bursa’ya, sanat okuluna öğretmen olarak atanıyor.
Askeri Rüştiye’de de ders veriyor.
Yıl
1919, 16 Mayıs. Yunanlar İzmir’e girmişler, sıra Bergama’da. O da ailesini
Bursa’ya getiriyor. Aylığı, ailesinin tek geçim kaynağı… Yunanlar Bursa’ya
doğru ilerleyince Mehmet Fuat’ın görev yaptığı okulun -başlarında müdür (Ekrem
Saraç) olmak üzere- genç öğretmenleri, öğrencileriyle birlikte ilkin Bilecik’e,
oradan da Eskişehir’e gidiyorlar. Anası, babası, kardeşi Bursa’da kalıyor.
Eskişehir’de de tutunamıyorlar, Yunan
birlikleri ilerliyor çünkü. Bu kez gene müdür, birkaç öğretmen ve otuz öğrenci
Ankara’ya çekiliyor.
Bu arada hiç aklında yokken, düşleyemezken
bile güzel bir rastlantı sonucu Mustafa Kemal’ i tanıyor ve dinliyor. Mustafa
Kemal hemşerisi zaten. Maarif Kongresi (15-21 Temmuz 1921)düzenleniyor, Mehmet
Fuat da çağrılanlardan biri. Bu kongrede bir yarkurulda (komisyon) çalışmış,
sivrilmiş, kendini tanıtmıştır.
Mustafa Kemal, savaşın ortasında
bile-kurtuluşun gerçekleşeceğine öylesine inanıyor ki-, bir yandan da kuruluş
sürecinde eğitimin nasıl olacağına kafa yoruyor. Öyle ki düşman Polatlı
önlerine kadar gelmişken, sabaha kadar çalıştıktan sonra yorgun, uykusuz olsa
da Maarif Kongresi’ne katılmış, açış konuşmasını yapmıştır. Bu kongrede kadın
ve erkek öğretmenlerin aynı salonda oturtulması TBMM’deki medreselilerce
eleştirilmiştir (Akyüz, 1997: 280) Bakış açılarına bakın, Mustafa Kemal’se o
kongrede kadın öğretmenlerin ayrı sıralarda oturtulmasını (harem-selamlık)
eleştirmiştir
"Mazhar Müfit (Kansu) Bey siz
kendinize mi güvenmiyorsunuz, yoksa kadın arkadaşlara mı?” diye sitem etmiştir.
Aşağıya Mustafa Kemal’in kongredeki
konuşmasından(15 Temmuz 1921) kısa bir alıntı yazılmıştır.(Günümüz Türkçesine
uyarlayan: Behçet Kemal Çağlar):
(…)
Gelecek için hazırlanan yurt çocuklarına, hiçbir zorluk karşısında baş
eğmeyerek, sabırla, güvenle çalışmalarını ve yetişmekte olan çocukların
büyüklerine de yavrularının okumalarını sağlamak için hiçbir fedakârlıktan
çekinmemelerini salık veririm. Büyük tehlikeler önünde uyanmayı bilen ulusların
ne kadar başarı ile direnici oldukları tarihten de bellidir. Silahıyla olduğu
gibi kafasıyla da savaşmak durumunda olan ulusumuzun, birincisinde gösterdiği
gücü, ikincisinde de göstereceğinden hiçbir zaman kuşkum olmamıştır(…).”(Akt.
Binbaşıoğlu, 2014: 417-418)
Mehmet
Fuat’a gene yol göründü, savaş kovalıyordu onu. Bu kez de Eskişehir
Darülmualimini’nin Kastamonu’ya gitmesi istendi. Yayan yapıldak-sadece
üstlerindeki giysilerle, birer de çantayla-düştüler yollara. Hanlarda yata
kalka yol alarak bir hafta sonra Kastamonu’ya vardılar.
Mehmet Fuat, Kastamonu’da arkadaşlarıyla
bekleyiş içinde. Kendileri bir yana, yurdu, yurdun geleceğini düşünürlerken
Hamdullah Suphi Tanrıöver kendisini Bartın’da açılacak olan İdadi’ye (lise)
müdür olarak atıyor. Atlıyor bir katıra, Bartın’a gidiyor. Orada onu sadece
yedi-sekiz öğrenci bekliyordu. Bartın şirin bir kasaba, başka yerler ateş içindeyken
burası sakin, dingin. Mehmet Fuat çok uğraştı, çok çabaladı, gecesini gündüzüne
kattı, ama istediği, gönlündeki okulu bir türlü kuramadı. Zaman kötüydü, çevre
ilgisizdi. (3)
Bartın’da eğitim görüşüne, anlayışına göre
çalışamayınca öğretmen okullarından birinde öğretmen olmak istedi, ders yılı
ortasında Kayseri Erkek Öğretmen Okulu’na atandı. Gelgelelim yerleşik
olamıyordu bir türlü, göçebe hayatı sürüyordu. Bu okul ertesi öğretim yılı
başında kapatıldı, öğrenciler-öğretmenleriyle birlikte-Sivas’a gönderildi. Sivas’ta çok durdu mu, ne gezer! Orada da bir
yarıyıl kalabildi.
Sivas’ta ilkokul öğretmenlerinin aylıkları
valilikçe (özel idare) on aydır ödenmemişti, bunun üzerine öğretmenler de iş
bırakmışlardı. Mehmet Fuat savaşımcı, etkin bir öğretmen, Sivas Muallimler
Birliği Başkanı o sıra. Kendisinden dinleyelim: “Bu olayın bir teşvik edicisini
arayıp bulmak gerekti. Kabak benim başımda patladı.” (3) Olan şu:
Bir öğretmen, özel idare memuruna, aylığının ne zaman ödeneceğini sorar. Memur,
öğretmeni tersler, kovar. Mehmet Fuat bunu duyunca, o memuru bulur, bastonuyla kovalar.
Şunu da ekliyor: “Mustafa Kemal âşığıydık, o yıllarda baston kullanırdık.” (5)
Valiliğin yazısı üzerine Bakanlıkça
görevinden alındı, ama ortada bir yanlışlık vardı. Mehmet Fuat bir at
arabasıyla bir hafta süren yolculuktan sonra Ankara’ya gitti. Maarif Vekili
Vasıf Çınar’a olan biteni anlattı. Vasıf Çınar anlayışlı bir insan,
dedikodulara bakıp bir insanı, hele Mehmet Fuat gibi Cumhuriyetçi, Aydınlanmacı,
çalışkan, ‘eğitken’ bir insanı harcayacak biri değil. Dinliyor, anlıyor ve onu
Trabzon Öğretmen Okulu’na atıyor.
Mehmet Fuat, Trabzon’da da az kaldı. Bu
arada kendini kanıtlamış, adı duyulmaya başlamıştı. Önceden tanıdığı Adana Erkek
Öğretmen Okulu Müdürü Ali Ulvi Elöve okuluna çağırdı onu. Çağrıya uydu,
Adana’ya gitti. Ama orada da suyu çabuk ısındı. O sırada erkek öğretmen
okullarının öğrenim süresi bir yıl uzatıldı, beş yıla çıkarıldı. Ne ki 5.
Sınıfta da 4. Sınıftaki aynı dersler görülüyordu. Buna tepki gösteren
öğrenciler bir dilekçeyle Bakanlığa başvurdular. Dilekçe işleme konmayınca da
derslere girmediler. Yalnız Adana’dakiler değil, yurt düzeyinde…
Sözü edilen dilekçenin karalaması Mehmet
Fuat’a gösterilmiş, o da dilekçe üzerinde bir iki düzeltme yapmış. Bu
duyulunca, öğrencilerle birlik oldu, onları ayaklanmaya yöneltti diye, kabak gene Mehmet Fuat’ın başında patlıyor,
böylece Adana’ya da veda ediyor.
Birkaç yıl önce babası ölmüştü. O da, ne
yapsın, boşta kalınca annesinin, kardeşinin yanına, Bergama’ya dönüyor.
Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ikinci kez
bakan olunca (1925), bir umut, “Ankara Ankara güzel Ankara/senden yardım umar her
düşen dara” deyip Ankara’nın yolunu tutuyor. Bakan onu öğrenciliğinden ve
Maarif Kongresi’ndeki konuşmalarından anımsıyor, tanıyor, hemen Balıkesir Kız
Öğretmen Okulu’na meslek dersleri öğretmeni olarak atıyor. Eh, belki göçebelik,
baş döndürücü dolaşmalar bitmiştir artık.
Balıkesir’de on bir yıl çalışıyor. Yerleşik düzene geçmişken evleniyor
da (1928), eşi Hüsniye Hanım. Hüsniye Gündüzalp, onun öğrencisi, eşi, arkadaşı,
yazmanı olmuştur. (5) Bir erkek çocukları oluyor, adı Sezen, 1936
doğumlu.
(Kitaplarında Mehmet adını kullanmadığından,
soyadı da aldığından, bundan sonra Fuat Gündüzalp denilecektir.)
Hoş, dolaşmalar gene başlıyor, ama alışık
o. Bir ayağı üzengide sanki. Gündüzalp,1936’da Edirne Erkek Öğretmen Okulu
Müdürlüğüne, 1938-1939 öğretim yılı ortasında Konya Kız Öğretmen Okulu meslek
dersleri öğretmenliğine, 1947-1948 öğretim yılında da Hasanoğlan Yüksek Köy
Enstitüsü meslek dersleri öğretmenliğine atanıyor. Ne ki bu Enstitü,
atanmasından birkaç hafta sonra kapatılıyor.
Fuat Gündüzalp bu kez Gazi Eğitim
Enstitüsü meslek dersleri öğretmenliğine atanıyor. Artık Ankara’da kök salıyor,
1964’e, -yaş sınırından ötürü-emekli olana kadar burada çalışıyor.
Yazık ki, bunca çileden, eğitime yaptığı
kutlanası, alkışlanası katkılarından, hizmetlerinden sonra emekliliğinin tadını
çıkaramamış, emekli olduktan birkaç yıl sonra bel kireçlenmesinden ötürü sokağa
çıkamamış, evine bağlı kalmıştır.
Ama onu unutmayanlar, vefalı insanlar
vardı. Atatürk’ün öncülüğünde kurulan Türk Eğitim Derneği’nin ‘1984 Eğitim
Hizmet Ödülü’ ona verildi. Ne yazık ki-evden çıkamadığı için-bu ödülü kendisi
alamadı, onun adına eşi Hüsniye Gündüzalp aldı.
TED Bilim Kurulu ‘Eğitim Hizmet Ödülü’nü Fuat
Gündüzalp’e şu gerekçelerle vermiştir:
·
Devlet
okullarında üstün bir başarıyla öğretmenlik ve yöneticilik yapması,
·
Ulusal
eğitimimizin, Atatürk devrimleri ve ilkeleri doğrultusunda, çağdaş eğitim
ölçütleri içinde gelişmesi için çaba göstermesi,
·
Yetiştirdiği
eğitimcilerle ömrünün büyük bir bölümü olan 44 yılını ulusal eğitimimizin
gelişmesine adaması,
·
Yayımladığı
yapıtlarıyla genç kuşaklara esin kaynağı olması,
·
Meslek
çevrelerinde, ilerici düşünce ve görüşleriyle, laiklik ilkesine sıkı bağlılığıyla,
tutarlı ve ödün vermez kişiliğiyle, yaşamı boyunca Atatürkçü düşünceyi savunmuş
güçlü bir eğitim eri olarak tanınmış olması… (TED Eğitim ve Bilim dergisi,
Temmuz 1984, Sayı: 50)
15 Mart 1986’da yitirdik onu, ışıklar
içinde yatsın…
KİTAPLARI
1.
Talim ve Terbiye Teşkilatımızda
Buhran
İlk kitabı bu. 1924’te yayımlamış,
Sivas’tayken… 98 sayfa, eski yazıyla yazılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı
okullara gönderdiği bir genelgeyle (1922), öğretmenlerden, eğitim sorunlarına
ilişkin görüşlerini, önerilerini bildirmelerini istemiştir. Fuat Gündüzalp o
sırada Bartın İdadisi (lise) müdürüdür. Bu kitap, Bakanlığa ilettiği
görüşlerini, düşüncelerini iki yıl sonra (1924) - Sivas Öğretmen Okulu
öğretmeniyken- gözden geçirip genişletmesiyle oluşmuştur.
Önsözde şunları söylüyor: “Vehbi Bey’in Maarif Vekilliği zamanında
bütün öğretmenlerden, kendi dersleri alanında incelemeyi içeren birer kitapçık
istenmişti. O zamanlar idadi müdürü idim. Ülkemiz eğitim ve öğretim örgütündeki
bunalıma ve bunun ortadan kaldırılması çarelerine dair söylemek istediklerimi,
arz edilmesi ve açıklanması için uygun bir fırsat ortaya çıkmış değildi. İşte
bu esercik, o zaman kaleme alınıp Bakanlığa sunulanın, yeni bazı inceleme ve
deneyimler eklenmesiyle biraz değiştirilmesi ve genişletilmesinden meydana
gelmiştir.
Bunu yayımlamaktan amacım, yıllardan beri
resmi ve gayrı resmi birçok tartışmalara yol açan ve son zamanlarda Heyeti
İlmiye kararları ile kesin bir şekle sokulmuş gibi görünen çeşitli eğitim ve
öğretim sorunları ve özellikle örgütü hakkında bir Anadolu öğretmeninin nasıl
ve neler düşündüğünü milli eğitim ilgililerine iletmektir.” (3)
2. İlk
Toplu Tedrisin Temeli Olmak İtibariyle Hayat Bilgisi
Bu ikinci kitabı, bir çeviri… Kitabın
yazarı, Georg Kerschensteiner’in yeğeni olan Hans Bruckl. 1932’de Almancadan
çevirmiştir.
1930’da
Almanya’ya gittiğinde – görüşlerini, düşüncelerini kendine çok yakın bulduğu,
benimsediği için - Georg Kerschensteiner’le tanışmak istemiş, ama bu mümkün
olmamış. Çünkü o günlerde G. Kerschensteiner hastaymış. Yeğeniyle görüşebilmiş,
yeğeni de ona kendi kitabını sunmuş.
(3)
3. İş
Okulu Kavramı
Gündüzalp,
Georg Kerschensteiner’in bu kitabını 1947’de Almancadan çevirmiştir. MEB
yayınıdır. Bu kitabın Almanya’daki ilk baskısı 1911’de yapılmıştır.
Fuat Gündüzalp dilsever bir insan. Dil
bilinciyle, güzel dilimizin özleşmesini, arılaşmasını sağlayan yeni sözcükleri
yerli yerinde kullanıyor. Önsözde “Türk
Dil Kurumu’nun şimdiye kadar kabul etmiş olduğu Türkçe terimleri olduğu gibi
kullandım. (…) Bilim terimi değerinde olmayan bayağı kelimelerde de tabii
öztürkçelerini her zaman tercih ettim. Fakat bu hususta, henüz hiç kimse
tarafından kullanılmayan ve anlaşılmayan veyahut istenilen mana inceliğini
vermeyen kelimeleri – sırf Türkçe oldukları için – kullanacak derecede taassuba
kapılmaktan kendimi uzak tuttum.” (1947: 5)
Fuat Gündüzalp’in 1947’de kullandığı
sözcüklerden rasgele seçilmiş birkaç örnek: kanıt, özveri, tanık, nitelik,
sorumluluk, edim, yoğunluk, ussal, içkin, somut, ölçüt, kılgın, erek, imgelem,
bilinç, bireşim, çözümleme, evrim, süreç…
‘Eğitimci’ yerine ‘eğitken’ sözcüğünü kullanıyor. Ne ki Fuat Gündüzalp’in ‘eğitken’
dediği kişiler, eğitimde çığır açanlar… Pestalozzi, Georg Kerschensteiner, John Dewey
gibi…
Önsözden bir alıntı daha: “[Y]üzyılımızın ünlü eğitkenlerinin hepsinde görülen bir vasıf da öğretim ve eğitimde
kuru bilgiye değil, çocuğun bütün tensel ve tinsel kuvvetlerini, dıştan bir
baskı olmaksızın, kendi kendine işleten ve günlük hayatta faydaları görülen
bilgi ve hünerlere, hatta bunlardan da çok, bu kuvvet ve yeteneklerin
gelişmesine en büyük önemi vermeleridir.” (1947: 1-2)
4. Teşkilat
ve İdare
Bu kitabı Muvaffak Uyanık’la birlikte yazmıştır. İlk baskısı 1953’te, 9.
Baskısı 1964’te yapılmıştır. MEB’çe yayımlanmış, 1953-1967 arası ilköğretmen
okullarında ders kitabı olarak okutulmuştur.
Aşağıya kitaptan iki alıntı yazılmıştır.
“Birtakım
filozof ve pedagoglar vardır ki çocuk eğitiminin mükâfatsız ve cezasız
yürütülmesini isterler. Onlara göre, çocuklar vazifeyi vazife olarak
yapmalıdırlar; mükâfat almak veya cezaya çarpılmamak için değil (abç). Eğer insan tabiatı böyle bir eğitime elverişli olsaydı şüphesiz ki bu
çok iyi bir eğitim metodu olurdu. Nitekim
nadir bazı çocuklar, ideal eğitimcilerin sevk ve idaresi altında, mükâfat ve
mücazatın en hafif ve manevi şekilleri olan takdir ve tekdire dahi ihtiyaç
duyulmaksızın terbiye edilebilmektedirler (abç). Fakat çocukların büyük bir kısmı için mükâfat ve mücazat – yerinde ve
usulüne göre kullanılmak şartiyle – her zaman lüzumlu eğitim vasıtaları olarak
kalacaktır. Her gün hayatın gerçekleri ile karşı karşıya bulunan öğretmenler bu
hususta bazı nazariyeci pedagoglar gibi düşünemezler.” (1964: 31)
Fuat Gündüzalp, ‘ne ödül ne ceza’
ilkesinin ‘bazı çocuklar’ için geçerli olduğunu kabul ediyor. Günümüzdeyse bu
ilke tüm çocuklar için geçerlidir. Ne ödül ne ceza, ikisi de değil. Ödül de
ceza da bağımlılık yapar, yan etkiler taşır. İkisine de alışılır, zamanla ikisi
de etkisini yitirir. Etkili öğretmen bu iki gücü de kullanmayandır (Nas,
2015:135).
“Öğretmen,
bütün hayatı boyunca okuyan (abç), seyahatler yapan, kurslara devam ederek,
tecrübeli arkadaşlarından faydalanarak bilgisini
daima artıran münevver bir insandır (abç). Bu çalışmaların değerleri, yetiştirdiği öğrencilere geçer ve hayatın
türlü safhalarında meyvalarını verir. Öğretmenler, hayatları boyunca iyi birer
öğrenci gibi çalışmakla iftihar ederler ve böylece değerlenirler.” (1964:
51)
Ben okumam, okuturum, diyenler olabiliyor.
Hayır, okumayan okutamaz. İnsanın okudukça okuyası gelir, okumadıkça da okumaz
olur. A. Blanqui ne güzel demiş, mide açlığa alışamaz, ama beyin ‘açlığa’
çabucak alışır.
Unutulmaz Milli Eğitim Bakanı Mustafa
Necati (1894-1929) şunu dermiş: “Okuttuğundan daha çok okumayan öğretmen çabuk
yıpranır, ihtiyarlar ve bezginlik getirir. Dikkat ediniz, araştırmaya,
irdelemeye düşkün ak saçlı bir öğretmen daima genç ve dinçtir.” (M. Rauf İnan,
1980 Akt. Sarıhan, 2007:83-84)
5. Pestalozzi
ve Devrim
Yazarı,
Alfred Rufer. Fuat Gündüzalp bu kitabı İsmail Hakkı Tonguç ve Rauf İnan’la
birlikte çevirmiştir.
Bu kitabı ‘Çevirenlerin Önsözü’nden bir
alıntı:
“Öğretmenliği daha çok eğitkenlik şeklinde gören Pestalozzi, bu görüşü sayesinde modern
pedagojinin yolunu aydınlatmış, insanlığın arkasından koşulacak eğitim ülküsünü
göstermiştir.
O,
insanda şu esas kuvveti görüyordu: düşünmek, hissetmek, yaşamak… Kafanın,
kalbin ve elin kuvvetleri… İnsan eğitiminin amaçları bu üç noktada
toplanıyordu. Zihnin, kalbin ve elin eğitilmesi, eğitimin esasını teşkil
ediyordu”
(abç). (1962: 9-10)
Bu da kitaptan bir alıntı:“Pestalozzi’nin anladığı manada din ne
demektir? O, bu meseleye dair şunları yazar: ‘Kendine inan, insanoğlu! Kendi
yaratılışının iç anlamına inan! Eğer bunu yapacak olursan Allaha ve ebediliğe
de inanmış olursun. (…) Allah yalnız insanlar vasıtasıyle insanlar içindir.
İnsanoğlu yalnız insanı tanıdığı takdirde, yani kendini bildiği takdirde Allahı
tanır ve yalnız kendini saydığı takdirde Allaha saygı gösterir (…)’” (1962:
30)
6.
Öğretmen Meslek Kitapları Kılavuzu (6
cilt)
Fuat Gündüzalp’in en önemli, en kapsamlı
çalışması bu, Öğretmen Meslek Kitapları Kılavuzu. Belli ki bu kılavuzlar için
çok emek, zaman harcamıştır. Eğitime ilişkin (öğretim yöntemleri, eğitim
tarihi, çocuk psikolojisi, eğitim sosyolojisi, eğitim psikolojisi, ruh sağlığı…
) yazılmış kitapları eleştirel bir bakış açısıyla tanıtmış, değerlendirmiştir.
Açıklamalı, zamandizinsel (kronolojik) bir kaynakçadır bu. Aslında yalnızca
kaynakçada değil, kitabı özetliyor, tanıtıyor, önemli bulduğu yerlerden
alıntılar yapıyor, eleştiriyor da… Bir önceki cilt yazılırken – az da olsa – ulaşamadığı
kitap olunca, onlara da sonraki ciltte ek olarak yer vermiştir.
Az buz değil, 1840-1963 yılları arasında
yayımlanmış tam 1567 kitabı okumuş, tanıtmıştır. (3)
I.CİLT (1928-1938)
249 kitap tanıtılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı yayımlamıştır, 1951
II.CİLT
(1939-1948) 313 kitap tanıtılmıştır.
Milli Eğitim Bakanlığı yayımlamıştır, 1951
III.CİLT
(1949-1953) 200 kitap tanıtılmıştır. Maarif Vekâleti yayımlamıştır, 1955
IV.CİLT
(1954-1958) 233 kitap tanıtılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı yayımlamıştır,
1961
V.CİLT (1959-1963) 315 kitap tanıtılmıştır.
Rehber Yayınevi yayımlamıştır, 1984
VI.CİLT (1840-1928) 257 kitap tanıtılmıştır. Öğretmen Hüseyin
Hüsnü Tekışık Eğitim, Araştırma ve Geliştirme Vakfı yayımlamıştır, 2009 ( Bu cilt – anlaşılacağı üzere - eski yazıyla yazılmış kitapları kapsıyor.)
IV.
ve V. ciltlerde -ayrıca- Türkiye’de en çok öğretmen meslek kitabı yazmış
yazarların yaşamöyküleri yazılmıştır.
Bir fikir vermek üzere bu kılavuzlardan
aşağıya alıntılar yazılmıştır.
II.CİLT (1939-1948)
ÇOCUĞUNUZU FENA
TERBİYE EDİYORSUNUZ
(Yengeç Kitabı)
Yazarı Salzmann. Almancadan
tercüme: M. Cahit Gündoğdu İst. Türkiye Yayınevi (9x14,5) 149 s. Sonuna 2
sayfalık bir fihrist eklenmiştir. Mukavva ciltli F. 75 kr. (1942)
Pedagoji tarihinde çok meşhur olan bu kitabın
asıl ismi ‘Yengeç kitabı’dır. Tercüme eden, onun konusu hakkında bir fikir
vermek için kendiliğinden bu yeni ismi vermiştir. Hatta kapakta üçüncü bir isim
daha var: ‘Ana ve babalara terbiye hikâyeleri’ Kapakta bir de resim görüyoruz:
Bir büyük yengeç, üç de yavru yengeç. Resmin altında şu yazı var: “Babacığım,
senin bunları yaptığını görürsem ben de yaparım.” Bunun manası şudur: Bu
kitapta Salzmann, çocuklara fena huylar kazandırmak için ana, baba ve
büyüklerin neler yapması lazım geleceğini, aile hayatından alınmış birçok küçük
hikâyeciklerle anlatıyor. Bundan maksadı, çocukların bu kötü huyları
kazanmasını istemiyen ana babaların bu tarzda muamele yapmamalarını telkin
etmektir. En önemli mesele, çocuklara fena örnekler vermemektir. Yengeç
yavruları, elbette ana babaları gibi yan yan yürüyeceklerdir. Çocukların
dosdoğru yürümelerini istersek onlara doğru yürüme hususunda örnek olmalıyız. (1951:
81-82)
TEMBELLİĞİN GERÇEK SEBEPLERİ VE
GİDERİLMESİ ÇARELERİ
Y. : Halis Özgü; İst. , Kayabal B.
(10x15,5) 67 s. F. 100 kr. (1948)
Mamafih önsöz kitabın bir özeti şeklinde
yazılmış olduğu için, zamanımız eğitbiliminin en önemli ve çetin
problemlerinden birisi olan tembellik konusunu, yazarın nasıl ileri bir
anlayışla ele aldığını da gösterdiği için buradan bazı cümleleri nakletmeyi,
eserin mahiyeti ve değeri hakkında bir fikir vermesi bakımından uygun
buluyorum.
“Tembellik;
bir noksanlığın, eksikliğin, vücut veya ruh yapısında mevcut veya sonraları baş
gösteren bozukluğun, düzensizliğin, hastalığın, nihayet bütün bunlardan hiçbiri
yoksa fena eğitim sisteminin hazin bir eseridir. Bundan hiç şüphe etmiyelim.
Çalışmıyan çocuk her şeyden önce, çalışamıyan, kendisinde çalışmak için gereken
kudreti bulamıyan çocuktur. Öteden beri çocuklarımızın hareketsizlikleri,
ödevlerine, derslerine karşı gösterdikleri ilgisizlikleri ve başarısızlıkları
karşısında şikâyet ederiz. Fakat ne yazık ki, birçoklarımız bu durumların meydana gelmelerinde rol oynıyan sebepleri
araştırmak ve gereken tedbirlere başvurmak zahmetine katlanmayız. Unutmayalım
ki, tembellik, yukarıda da dediğimiz gibi tabii bir hal değildir; bir sonuçtur.
Verasetin, vücut yapısında baş gösteren anormal durumun ve şuursuz eğitimin
yarattığı tehlikeli bir şeydir (abç).Onun
için tembellik karşısında hiç zaman kaybetmeden derhal harekete geçmek, işten
anlar doktor ve terbiyecilerin yardımlarını istemeğe koşmak lazımdır.” (1951:
200-201)
III.CİLT (1949-1953)
BİZİM KÖY
(Bir Köy
Öğretmeninin Notları)
Y. : Mahmut Makal; İst. , Kader B.
(9,5x14), 141 s. F. 100 kr. (1950)
Kitabın yazarı Konya’nın İvriz Köy
Enstitüsü’nü bitirince Aksaray ilçesinin bir köyüne – doğ- duğu
köye – öğretmen oluyor. Kendisi okumaya, yazmaya meraklı bir gençtir. Kendi
köyündeki hayatı tasvir eden kısa kısa yazılar yazıp İstanbul’da çıkan ‘Varlık’
dergisine gönderiyor. Derginin sahibi Yaşar Nabi bu yazıları beğeniyor ve
yayımlıyor.
‘Varlık Yayınları’nın 46 numarası olan bu
kitaba Yaşar Nabi’nin yazdığı 3 sayfalık önsözden aşağıdaki satırları okuyalım:
“Onu teşvik etmekten hiç geri durmadım.
Son yazdığı notların köy gerçeklerini dile getirmek bakımından ne büyük bir
hizmet olduğunu görünce bu yaz onu daha zor bir işe davet ettim: Köyünü bize
tanıtacak bir kitap yazmak. Mahmut Makal, büyük bir memnuniyetle teklifimi
kabul etti ve çok sevdiği köy insanlarına bir hizmette bulunmak fırsatını
sevinçle karşılıyarak derhal işe girişti. Muntazam fasılalarla kısım kısım postadan
gelen yazılardan bu kitap meydana geldi. Evvelce ‘Varlık’ta çıkan notların en
kuvvetli parçalarını da mevzularına göre kitabın içine serpiştirmekten kendimi
alamadım. Bir orta Anadolu köyünün acı gerçeği, bana öyle geliyor ki bütün
çıplaklığiyle ilk defa olarak bu kitapta dile geliyor. (…)” (1955: 57)
İLKOKUL
BİRİNCİ, İKİNCİ, ÜÇÜNCÜ SINIFLARINDA ÇALIŞMALARIM
Y. :Huriye Beken (İzmir- Gazi İlkokulu
öğretmenlerinden) ; İzmir, Akdeniz B. (10,5x15), 184 s. Baş tarafına 5 sayfalık
bir fihrist eklenmiştir. Metinde birçok resimler vardır. F. 150 kr. (1950)
(…) Kitap o şekilde yazılmıştır ki, yazar,
yani sınıf öğretmeni, âdeta arka planda gibi görünüyor. Sanırsınız ki her şeyi
yapan, kendi kendilerini yetiştiren çocuklardır. Öğretmen tam manasiyle bir
kılavuz, bir yardımcı durumundadır. Arada sırada, onun, sınıfın çalışmalarını
planlaştırmak, çok lüzumlu olduğu zaman bu çalışmalara bir istikamet vermek ve
çocuklara çalışma yollarını göstermek için sevimli müdahalelerde bulunduğunu
görüyoruz. Hakikatte o, sınıfın ruhudur; fakat bedende ruh gibi, âdeta, sınıfın
içinde gizlenmiştir. (1955: 69-71)
KÖY ENSTİTÜLERİ
ve KÖY ÖĞRETMENİ ANKET CEVAPLARI
Yayımlayan: Öğretmen dergisi; Ankara, Güney
Matbaacılık ve Gazetecilik Türk Anonim Ortaklığı (11x15.5), 128 s. (1950)
Köy enstitüleri hakkında 30/3/1949
tarihinde Öğretmen dergisi tarafından açılan ankete yurt aydınlarının
verdikleri cevaplar bu ciltte toplanmıştır. (…) Ankete cevap veren 25 kişidir.
(…) Birkaç isim saymak faydalı olur: Profesör Fındıkoğlu, Ahmet Emin Yalman,
Nevzat Ayas, Sait Yada, Ahmet Önertürk, Yunus Kâzım Köni, Osman Ülkümen,
Salâhattin Çoruh, Cavit Orhan Tütengil, Mahmut Makal.
(…) [B]üyük
bir çoğunluk, köy enstitülerinin zaruri bir ihtiyaçtan doğduğunu ve bunların
ıslah ve ikmal edilmek suretiyle muhafaza edilmeleri lüzumuna kanidir (abç).Yine büyük çoğunluk, kuruluş
yıllarında birtakım hatalar işlendiğini ve bu yüzden bu müesseselerin ilk
mezunlarının kültürce zayıf kaldıklarını belirtiyor. (…) (1955: 76-77)
YAZI YAZDIĞI DERGİLER
Fuat
Gündüzalp 1948’e kadar dergilere yazı yazmamıştır. (3) Demek ki bu
sürede okumuş, incelemiş, kafa yormuş. Hani özenci bir genç ünlü bir yazara
roman denemesini götürmüş, görüşünü, düşüncesini almak için… Yazar da,
delikanlı dol, dol ki taşasın demiş. Gündüzalp de dolmuş, taşınca da yazmaya
başlamış demek ki, doğru olanı yapmış. Ne yazık ki, bu önemli, değerli yazılar
dergilerin tozlu sayfalarında kalmış, derlenmeyi bekliyor.
Aşağıdaki dergilerde- belirtilen yıllar
arasında- pek çok yazısı yayımlanmıştır. [(3) ve (4)]
·
İlköğretim
/ MEB yayını (1948-1958)
·
Mesleki
ve Teknik Öğretim/ MEB yayını (1960-1962)
·
Öğretmen
(1948-1950))
·
Gayret
(1954-1955)
·
Çocuk
ve Yuva (1955-1957)
·
Köy
ve Eğitim (1954-1959)
·
Tedrisat
Mecmuası (1957-1958)
·
Yeni
Okul (1952)
·
Eğitim
Hareketleri (1959-1960)
·
Birlik
(1958-1960)
Aslında ilk yazısı 1920’de Eskişehir
Öğretmen Okulu öğretmeniyken yerel bir gazetede yayımlanmıştır. Yazının başlığı
da, ‘Aklı Başında Olanların Nazarı Dikkatine’. Bu yazıyı, o günlerde öğretmen
okullarının kapatılacağına ilişkin söylentiler, haberler yayıldığı için yazmış.
Yazısında, öğretmen okullarının kapatılmasının yanlış olacağını, bu okullarının
önemli, değerli olduğunu belirtmiş. (3) Belli ki, daha gencecik
öğretmenken yurt sorunlarına karşı duyarlı, yazmaya da hevesli.
EĞİTİM BİLİMİNE İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ
Gündüzalp,
Talim ve Terbiye Teşkilatımızda Buhran adlı kitabında (1924: 7) şunları diyor:
“Bir
ulusun eğitim ve öğretim örgütü toplumsal ve ekonomik yaşamıyla sıkı sıkıya
ilişkilidir. Toplumsal yaşamı bozuk olan bir ülkenin eğitim ve öğretimi de
düzgün olmaz, ekonomik refah içinde bulunan bir ülkeninse eğitim örgütü de
mutlaka düzgündür.” (Sadeleştirip aktaran Binbaşıoğlu, 1999: 154) Gündüzalp,
Marx’ı okudu mu, bilinmez, ama altyapının üst yapıyı belirlediğini, üstyapının
da altyapıyı etkilediğini iyi biliyor.
Öğretimi
daha çok bilgi kazandırma, eğitimiyse, bireyde gizilgüç olarak var olan
yetenekleri geliştirme, ona iyi alışkanlıklar edindirme olarak görüyor, öyle
ele alıyor. Bir şey öğretilmeden eğitim olmaz diye düşünüyor elbette. Ama, ona
göre, eğitmeyen öğretim olabilir. Buna da örnek olarak tarih, coğrafya
derslerinde çocuklara belletilmeye çalışılan binlerce özel ad ve tarihi
veriyor. (4)
Gündüzalp, ‘eğitimsiz öğretim’ yararsız, hatta
zararlı bile olabilir diyor. Öğretimi, eğitim için bir basamak olarak görüyor.
Ama amaç eğitim olmalıdır. (4)
Bilişsel
alan açısından bakarsak, Gündüzalp daha 1950’lerde bilgi düzeyinde kalınmaması,
daha üst düzeydeki özeliklerin (Herhangi bir durumu gösterebilme yeteneği) çocuğa kazandırılması, dahası yalnızca bilişsel
alanla yetinilmeyip-aynı sözcüklerle değil tabii-duyuşsal ve devinişsel alanın
da önemsenmesi gerektiğini belirtiyor. O zaten bilgiden daha çok uygulamaya
önem veriyor.(3)
Okulda öğretim yapılıyor ama eğitim
yapılmıyor denir ya, Gündüzalp’in dediği
de bu işte, bilişsel alana ağırlık verildiği, onun da bilgi basamağında
kalındığı…
Gündüzalp (1924: 18)), “En iyi okullarımız
bile çocukları eğitmekten çok, birtakım bilgilerle donatıp yaşama atıyor ve pek çok genç toplum yaşamı ile okul
arasındaki çelişkiyi keşfederek fikren ve ahlaken müthiş bunalımlar
geçiriyorlar” diyor (abç). (Akt. Binbaşıoğlu, 1999: 154) Gündüzalp burada,
belli ki, formal (biçimsel) eğitimle informal (biçimsel olmayan) eğitimin ilişkisinden
söz ediyor. Formal eğitim amaçlıdır, önceden hazırlanmış bir program
doğrultusunda yürütülür, planlıdır. İnformal eğitimse yaşamın içinde
kendiliğinden gerçekleşir, amaçlı, planlı değildir. Belirli zaman ve uzamla da
sınırlı değildir, her yerde oluşur. Rasgele, gelişigüzeldir.
Aslında formal eğitimle informal eğitim
kesin çizgilerle birbirinden ayrılamaz. Öyle ki, informal eğitim, formal
eğitimin içinde de işler. Bu iki eğitim süreci birlikte, etkileşim içinde
gerçekleşir. Formal eğitim, öbür kültürleme çeşitlerinden etkilenir. Onun için
informal süreçlerin (bireyin etkileşimde bulunduğu çevre koşullarının) geniş
ölçüde denetim altına alınması gerekir (Ertürk, 1984: 13 Fidan, 1986: 5)
Bozkurt Güvenç –TED’in düzenlediği ‘Ortaöğretim Kurumlarında
Sosyal Bilgiler Öğretimi ve Sorunları’nın tartışıldığı toplantıda(1987: 38)-
kabaca bir hesap yapıyor: “(…)
[Y]ükseköğrenim yapan Türk vatandaşı ömrünün sadece % 1’ini okulda
geçirmektedir. Peki % 99’u nerede geçiyor? Toplumda… Peki % 1’den mi çok şey
öğreniyoruz, yoksa % 99’dan mı? Yüzde 99’dan çok şey öğreniyoruz.”
İşte, Gündüzalp bu sorunsalı daha 1924’te
görmüş, üzerinde düşünmüş. Bu da onun ne kadar ileri görüşlü olduğunu, eğitime
ilişkin sorunları derinlemesine irdelediğini gösterir.
Bilimsel bilgi, her zaman tamlığın
doğrultusunda ilerleyen eksik ve tamamlanmamış bir süreçtir. Çünkü değişim
sürekli ve sonsuzdur. Bilgi de sürekli ve sonsuz olarak gelişecektir. Yeni
bilgi eski bilgileri geliştirir. Bilgi sonsuz bir süreçtir. Dolayısıyla bilim
duruk, durağan değildir, diriktir. Onun içindir ki, Gündüzalp, ‘eğitbilim’ son
sözünü söylememiştir diyor.
OKULA İLİŞKİN
GÖRÜŞLERİ
Gündüzalp, Öğretmen Meslek Kitapları
Kılavuzu (I. Cilt / 1951) adlı kitabının önsözünde şunları yazmış:
“Okul,
toplumsal yaşamın mümkün olduğu kadar küçük bir örneği olmalıdır. Burada
öğretmen, çocukların kendi kendilerine bir şeyler öğrenmeleri, kendi kişiliklerini
oluşturmaları için kılavuzluk yaparken, konu olarak, mümkün olduğu kadar gerçek
yaşamdaki koşullar içinde yaptırmalıdır. Öğretmenin başlıca görevi, bu
koşulları sağlamaktır (abç). Çocuk, konuşmayı öğrenirken bir hatip gibi,
yazmayı öğrenirken bir gazeteci gibi, tabiat bilgisini öğrenirken bir bahçıvan
gibi, bir mühendis gibi, bir hasta bakıcı gibi, resim yapmayı öğrenirken bir
ressam gibi, aritmetiği öğrenirken bir muhasip gibi hareket etmelidir. Kuşkusuz
o, bu olgun meslek adamları gibi mükemmel iş çıkaramaz ama, hiç olmazsa, onlar
gibi olmak için işe başlayabilir. Eğitimin ereği, toplumsal kişiliğin
oluşmasıdır. Bunun içinde yapmacık değil, gerçek bir çevreye gereksinim vardır
(…).” (Sadeleştiren ve aktaran Binbaşıoğlu, 1999: 85)
Gündüzalp, bu yaklaşımıyla, ‘okul-çevre
ilişkisi açısından okul tipleri’nden ‘yakın çevrenin bir modeli olan okul’a
yakın duruyor. Bu okul tipi, eğitim akımlarından ‘ilerlemecilik’in
etkisindedir. Nas,2006: 30) Zaten kendisinin çok benimseyip sevdiği
John Dewey ‘ilerlemecilik’in savunucularının başında gelir. İlerlemecilik (progresivizm)
ise ’pragmatizm’e (uygulayıcılık) dayanır, pragmatizmin eğitime uygulanmasıdır.
John Dewey’nin eğitim dizgemizi
inceledikten sonra yazdığı ‘Türkiye Maarifi Hakkında Rapor’undaki görüşleriyle,
Gündüzalp’in ‘ Talim ve Terbiye Teşkilatımızda Buhran’ adlı kitabındaki
görüşleri birçok yönden örtüşüyor. (3) Köy öğretmen okullarının
önerilmesi, işbaşında eğitim gibi… İşin hoş yanı, Gündüzalp bu kitabını 1924’te
yazmış, John Dewey’nin raporuysa bir yıl sonra –Maarif Vekâleti Mecmuası’nda-,
1925’te yayımlanmıştır.
ÖĞRETMENLİĞE İLİŞKİN
GÖRÜŞLERİ
Fuat Gündüzalp çok çalışkan, açık sözlü,
dürüst bir insan. Düşüncelerinin temelinde bilim var. Yurdun koşullarını,
gerçeklerini göz ardı etmiyor, önemsiyor. Ayağını yere sağlam basıyor,
düşüncelerini, önerilerini yurdun gerçekleri üzerine kuruyor.(Binbaşıoğlu,
2014: 575)
En iyi öğretme yolu iyi örnek olmak ya,
Gündüzalp bunu çok iyi biliyor besbelli. Binlerce öğrencisine örneklik ediyor.
Kitaplarıyla, dergilerdeki yazılarıyla öğretmenleri de etkilemiş, onların
işbaşında yetişmelerine katkı sağlamıştır.
Gündüzalp öğretmenliği seviyordu, severek
yapıyordu. Tabii ilkin öğrencilerini seviyordu. Öğrencileriyle ilişkileri
sağlıklı, içtenlikliydi. Öyledir, öğrenciler dersi sevecekler, sevecekler ki
koşa koşa gelsinler. Ama dersi sevmek için dersin öğretmenini sevmeleri
gerekir. Öğretmeni sevmeleri için de ilkin öğretmenin öğrencilerini sevmesi
gerekir.
Öğretmen okullarının açılışının 100. yılı
(1948) dolayısıyla İlköğretim dergisine (1948, Sayı: 249) yazdığı yazıdan bir bölüm okuyalım:
“(…)Ben
her şeyden önce, öğretmen okullarının öğrencilerine meftunum. Onların karşısında
ders okutmakla veya aralarında arkadaşça konuşmakla geçirdiğim saatler, benim
mesut zamanlarımı teşkil eder. Onlarla
birlikte bulunduğum zaman bütün dertlerimi ve üzüntülerimi unuturum. En tuhafı
şu ki, hasta halde sınıfa girdiğim zamanlar oldu; fakat, öğrencilerim hasta
olduğumu hissetmediler ve ben, sınıftan biraz daha iyileşmiş, kuvvetlenmiş
olarak çıktım. Onlardan da her zaman sevgi ve karşılık gördüm, hâlâ da
görmekteyim (abç).
Türkiye’nin neresine gitsem, bazen en
küçük ve sapa köylerde bile onlara rastladım, içlerinde lise müdürü, milli
eğitim müdürü, Bakanlık teşkilatında şube müdürü, hatta yüksekokul öğretmeni
olanlar vardır. Bana karşı, istisnasız olarak, sevgi ve saygılarını gösterirler
ve ben vaktiyle onlara karşı vermiş olduğum sıcaklığımı şimdi onlardan
fazlasıyla alıyorum; hele üzeri karlarla kaplı bir volkana benzeyen kafamın
buzlarını bir parça eritmek için kalbimin ısıtılmaya muhtaç olduğu bu son
yıllarımda eski öğrencilerimin bu sevgileri hayatımın en değerli mükâfatını
teşkil etmektedir.
Ben
lüks otomobilleri, villaları ve yatları ne yapayım? Ben bu milletin öz
evlatlarını yetiştirmek için bütün ömrümü, bütün kalbimi verdim (abç). Bu evlatlar bunu takdir ettiler, millete karşı olan ödevlerini, beni
memnun edecek şekilde yapmaktadırlar. Eğer bu memlekette beklediğimiz ve
özlediğimiz ilerlemeyi henüz göremiyorsak bunun suçluları onlar değildir.
Siz, ey eski arkadaşlarım ve ey eski
öğrencilerim, tesadüfen bu yazımı okursanız o kutsal yuvalarda geçen güzel
günlerimizi hatırlayınız. Bu hatıralar arasında bir gözlüklü Fuat Gündüzalp’in
hayalini de bulmaya çalışınız. İçinizde onu kalpaklı, fesli başıyla, simsiyah
veya tek tük kır düşmüş saçlarıyla hatırlayanlar da olacaktır; son yıllardaki
pamuk saçlarıyla da… Sizler benim en iyi dostlarımsınız. Hepinize selamlar…” (Akt. Binbaşıoğlu, 2014: 575-576)
Gündüzalp’e göre, öğretmenlerin
meslek heyecanlarını diri tutmak, eğitimleri süresince verilen genel ve mesleki
bilgilerle donatmaktan daha önemlidir. ‘Meslek Heyecanını Diri Tutmak
Meselesi’ başlıklı yazısında (İlköğretim dergisi,1952 Sayı: 326) bunu
belirtiyor: “Öğretmenlerin meslek
heyecanlarını besleyecek yayınlara, konferanslara, tartışmalı toplantılara
bugünkünden çok daha fazla önem verilmelidir. Özellikle meslekte büyük
başarılar göstermiş ve meslek heyecanını yıllarca ve her şeye rağmen diri
tutabilmiş meslektaşları arayıp bulmalı, bunları-her türlü vasıtaya başvurmak
suretiyle-örnek olarak bütün meslektaşlara tanıtmalıdır.” (3)
Elbette eğitimin tüm sorunlarının iyi
öğretmenle çözüleceği söylenemez. Gene de, “nasıl bir eğitim?” diye
sorulacaksa, ilkin “nasıl bir öğretmen?” diye sorulmalıdır. Başka bir deyişle,
eğitimin nitelikli olması isteniyorsa, ilkin nitelikli öğretmenin yetiştirilmesi
gerekir. Öğretmenin niteliği neyse eğitimin niteliği de odur çünkü. Bir okul
öğretmenleri kadar iyidir.
Gene Gündüzalp’e göre öğretmenlik bir meslektir. Doktorluk gibi, mühendislik gibi
öğretmenlik de kendine özgü özellikleri olan bir meslektir diyor. Lise,
üniversite çıkışlıları, emekli subayları öğretmen olarak çalıştıranların iki
yanlış anlayışa dayandığını belirtiyor.
Birincisi, ‘bilen öğretir’ anlayışı… Öğretmekle eğitmeyi aynı şey sayma
yanılgısı, bu da ikincisi… Gündüzalp’e
göre, bilmek, öğretmek için gerekli ama yeterli değil. Bir de nasıl
öğreteceğini bilmek gerekir. Nasıl öğretileceği de ( öğretmenlik meslek
bilgisi/pedagojik formasyon) öğretmen okullarında kazanılır. Bu sürecin de
bilimin kılavuzluğunda işlemesi gerekir. Hayatta en gerçek yol göstericinin
bilim olduğuna inanan biri o. Gündüzalp bu konudaki düşüncelerini 1960’da
yazıya dökmüş. (4)
Hoş, daha 1851’de İstanbul Darülmualimini
Müdürü Ahmet Cevdet Efendi hazırladığı ‘Nizamname’de, öğretmenliği bir meslek
olarak belirlemişse de, bu, kâğıt üzerinde kalmıştır. (Akyüz, 1997: 154).
II. Meşrutiyet döneminin Maarif Nazırı Emrullah
Efendi ( üstelik eğitimi çağdaşlaştırma çabası içindeydi) , bir gazeteye
verdiği demeçte (1910), yalnızca okuma-yazma bilenlerin bile öğretmen
olabileceğini söylemiştir. . Bunlar da kimler olacak, tabii ki -ezici
çoğunlukla-medrese kökenliler ve imamlar… (Akyüz, 1997: 245)
1915 tarihli Darülmuallimin ve
Darülmuallimat Nizamnamesi’ne göre (md. 16), sultanilerin parasız
öğrencilerinden tembel ve yaşı ilerlemiş olanlar-cezalandırılmak için-zorla
İstanbul Darülmuallimini’ne aktarılacaktır. (Akyüz: 1978: 78) Gündüzalp bunların tanığı olmuştur. Boşuna değil,
öğretmenlik bir meslektir diye çığlık atması…
İbrahim Alâaddin (Gövsa) -İstanbul
Darülmuallimini müdürüyken- şöyle yakınıyor: Okuryazar olan herkes ülkemizde
öğretmen adayıdır. Avare ve işsiz gençlerden tutun da emeklilere kadar herkes bu
meslek için yetkili oluyor (Akyüz, 1978: 87)
Gelelim Cumhuriyet dönemine… 439 sayılı
yasayla (1924) öğretmenliğin bir meslek olduğu vurgulanmışsa da; 1973 tarihli,
1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasası’nda (md. 43), öğretmenlik özel uzmanlığı
gerektiren bir meslektir denilmiş olsa da, dışardan öğretmen atana atana 2003’e
gelindiğinde ilkokul öğretmenlerinin geldiği kaynak sayısı 433’e çıkmıştır
(Akyüz, 2003: 180)
ÖĞRETME-ÖĞRENME SÜRECİNE İLİŞKİN
GÖRÜŞLERİ
Çocuğu Tanımak
Gündüzalp,
çocuğu tanımak, ama her yönüyle tanımak gerekir diyor. (4) Çocuğu
tanımak içinse tanıma tekniklerini kullanmak, sonra da her çocuk için uygun
olan eğitsel önlemleri almak gerekir.
“(…) Eğitim görevini iyice kavramış ülkücü bir
öğretmen, her fırsat ve vesileden faydalanarak öğrencilerinin ana baba veya
velileri ile temas edecek, onlara okulu ve kendisini tanıtmaya ve sevdirmeye
çalışacak, eğitim ve öğretimde takibettiği amaçları ve metotları – samimi ve
dostça konuşmalarla – anlatacak, onların da bu amaçlara ve metotlara hiç
olmazsa aykırı hareket etmemelerini sağlamağa çalışacaktır. Biliyoruz ki
çocukları iyi terbiye edebilmek için onları teker teker bütün özel
kabiliyetleriyle ve içinde yaşadıkları çevre şartlariyle birlikte tanımamız
lazımdır. Öğretmenin ana babalarla temas etmesi ona, öğrencileri hakkında bu
bakımdan da gayet değerli bilgiler kazandırır. Bir öğretmen herhangi bir
çocuğun ana veya babasını okula çağırmakla iktifa etmemeli, gerekirse ana
babaları evlerinde ziyaret etmelidir (…) “ (Gündüzalp ve Uyanık, 1964, 62)
Sınıftaki
Öğrenci Sayısı
Gündüzalp sınıfların kalabalık oluşundan
yakınıyor, 1950’li yıllarda. Bir sınıftaki öğrenci sayısı 30’u geçmemeli diyor.
Ne yazık, ne acı ki Gündüzalp’in koyduğu hedefe altmış yıl sonra bile ulaşabilmiş değiliz. V. Suhomlinski ne güzel
demiş: “Bir öğrenci öğretmenin belleğinde bulanık ve şekillenmeyen bir yüz
olarak kaldıysa, öğretmen ona hiçbir şey vermemiş demektir.” (Sarıhan, 2007:
48) Sınıftaki öğrenci sayısı azsa o ölçüde sağlıklı, etkili iletişim kurulur,
yoğun etkileşim oluşur, öğrencileri tanımak da kolaylaşır, onlara adlarıyla
seslenmek de… Adının bilinmesi,
söylenmesi çocuğu çok mutlu eden bir şey, çocuğu okula da öğretmene de sevgiyle
bağlar.
Neill’in (1978: 314) dediği gibi,
“Kalabalık sınıfı olan öğretmenin tokatı, rahat birinde görülen bir nefret
olayı değildir. Bu yalnızca kolay bir yoldur. Bunu ortadan kaldırmanın en iyi
çaresi kalabalık sınıfları ortadan kaldırmaktır.”
Kişilik Eğitimi
Önceden de değinildiği gibi, Gündüzalp
öğretime, eğitimden daha çok yer verildiğinden yakınıyor hep. Eğitime önem
verdiğini söyleyen öğretmenlerin de aslında sadece zihinsel gelişime ağırlık
verdiklerini belirtiyor. (4) Oysa Gündüzalp kişilik eğitiminden söz
ediyor. Onun dert ettiği kişilik eğitimi günümüzde de eksikliğini duyumsatıyor.
Gündüzalp, duygu ve istenç (irade) eğitimini,
özcesi kişilik eğitimini önemseyen öğretmen çok az diye yakınıyor. Ne yazık ki
bugün de öyle, okulda en çok savsaklanan, göz ardı edilen duyuşsal alan, duygu
ve kişilik eğitimi…
Ezber
Gündüzalp,
ezberci eğitime karşı çıkmıştır hep. (3) Uygulamalı eğitimi,
çocukların iş başında öğrenmelerini savunmuştur. (4) Her bellenen,
her akılda tutma ezber değildir kuşkusuz. Ezber, anlamadan, kavramadan,
nedenini nasılını bilmeden, eleştirip sorgulamadan bellemedir.
“Ezberlenen bilgi doğru yanıtın verilmesine
yol açabilir, fakat öğrencinin düşündüğü anlamına gelmez. (…) Derinlikli
bilgiye sahip olan bir öğrenci konu hakkında daha fazla şey bilir ve bilgisinin
parçaları birbiriyle daha zengin bir şekilde bağlantılıdır. Öğrenci yalnızca
parçaları değil, bütünü de anlar.” (Willingham, 2011: 83-84)
Özünde merakla kuşkuyu barındırmayan
bilgi, ezber bilgidir. Ezberci, ilişkileri kurmadan bilgileri tümce tümce
dizer. Aslında anlamlı tümce söylemek de yetmez, bunu-sözcük düzeyinde-papağan
da yapar. Ezberci bağlantıları kuramaz, bilgileri düzenleyip bütünleştiremez.
Bilmek, ilişkileri bilmektir. Oysa ezbercinin kafasındaki bilgiler birbiriyle
ilişkisiz, parça parça, kopuk kopuktur. Ezberci bireşim yapamaz (Nas, 2012: 77)
Demokrasi ve Eğitimi
Gündüzalp,
‘Demokrasi: Eğitimin Bir Numaralı Aracı’ başlıklı yazısında (İlköğretim
dergisi, 1949 Sayı:255-256), “Demokraside
yurttaşlar, seçim hak ve özgürlüklerinden başka, tabii kanun çerçevesi
içerisinde, istediği dine ve felsefi mesleğe inanmak, düşüncelerini sözle ve
yazı ile yaymak, toplantılar yapmak ve cemiyetler kurmak gibi özgürlüklere de
maliktir (Erkinlik ilkesi)” diyor (Binbaşıoğlu, 2014:577).
Ne ki Gündüzalp’e göre (1957), seçmen olan
yurttaşların çoğunun okuma-yazma bilmediği bir ülkede demokrasi tam anlamıyla
gerçekleşmez. (4)
Aslında “sorunumuz,
demokrasiden önce eğitimdi. İnsana saygıya bağlı bir eğitim olmadan demokrasi
sadece laftır.” (Kuban, 2014) Yurttaşa seçim mührü götürülmeden önce
aydınlanmanın ışığı, laik ve bilimsel eğitim götürülmeliydi. Seçim
sandıklarından önce okullar kurulmalıydı. Çünkü “bizim ‘sandıksal demokrasi’ diye tanımladığımız, sandıkta başlayan ve
sandıkta biten, insan haklarını, özgürlüklerini içermeyen popülist bir rejim…
Bu da bir nevi otoriter rejimdir, demokrasi değil.” (Ersin Kalaycıoğlu,
Orhan Bursalı’nın yaptığı söyleşi, Cumhuriyet Bilim Teknoloji,02.08.2013
Sayı:1376)
Halkı aydınlatmak yönetmekten zordur,
demiş J.J. Rousseau. Aydınlanmış halkı yönetmek daha da zordur. Başta Atatürk
olmak üzere ‘kuruluş dönemi’nin yöneticileri bu zor yolu seçmişlerdi.
Gündüzalp onun için Türkiye Cumhuriyeti’nin
tek partili dönemine ‘intikal devri’ diyor.
(4)
Gündüzalp, ‘Amerikalı Eğitim Uzmanları ve
Demokrasi’ (İlköğretim dergisi, 1952 Sayı: 324) başlıklı yazısında şunları
söylüyor: Çocuklara demokrasinin gerektirdiği nitelikleri kazandırmak için
okulda geniş ölçüde demokrasiyi yaşatmak gerekir. Demokrasiyi içselleştirmiş
yurttaşları yetiştirmek için gerekli olan en büyük güç, eğitim ve öğretimdir,
en güçlü araçsa okul ve öğretmendir. (3) ‘Okullarımızda Kendi Kendini
İdare ve Demokrasi Eğitimi’ başlıklı yazısında da (Tedrisat Mecmuası, 1957
Sayı: 53), öğrencilerin yetenekleri, gizilgüçleri-en güzel-demokratik
ortamlarda gelişir, serpilir, diyor. (4)
Disiplin
Gündüzalp daha 1924’te –‘Talim ve Terbiye
Teşkilatımızda Buhran’ adlı kitabında- katı disiplinden yakınıyor, demokratik
eğitimin uygulanmasını istiyor. Şöyle diyor: “(…) Çocuklarımızı cesaretsiz yapan, onların girişim ve nefse güven
gibi hasletlerini yok eden en önemli etken, okullarımızın disiplin konusundaki
hatalarıdır. Biz hâlâ okul hayatını kışla hayatından ayıramadık. Çocukların en
ufak davranışlarına varıncaya kadar karışmayı, onların başlarında daima
emredici ve hükmedici durumda bulunmayı öğretmenliğin zorunlu gereklerinden
sayıyoruz. 7 yaşından 15-20 yaşlarına
kadar hep emir, gözetim ve vasilik altında yaşamaya, kendi kendine hiçbir iş
yapmamaya alışan gençlerin, hayata atıldıkları zaman, bu alışkanlıklarını ancak
hükümet daireleri ve kalem hayatı tatmin ediyor. Bunlar icat ve yaratmaya,
etkinliğe, kişisel girişime, cesarete dayanan işlerden nefret eden, kölelik
hayatına meftundurlar” (abç). (Akt. Binbaşıoğlu, 2014: 576-577)
Gelgelelim aradan doksan yıl (2013) geçtikten
sonra bir Bakan (Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar) çıkıyor,
Türkiye konumu gereği buluşçu (mucit) çıkaramaz, diyor. Gençlere de, bu ülke
Müslüman bir ülke, tarihten gelen yapısı var. Öyle düşünmekle, yazmakla,
araştırmayla zaman yitirmeyin, pratik olun diye sesleniyor (Gürses, 2013).
Sözü edilen Bakan bizde buluşçu (mucit)
çıkmaz diyor, Gündüzalp’in yakındığı, eleştirdiği çağdışı eğitim uygulanırsa
çıkmaz tabii, ne sandınız… Ünlü Bilimci Richard Dawkins hesaplamış, tüm
Müslümanların aldığı Nobel ödülü sayısı, Cambridge Üniversitesi’nin Trinity
Koleji’ndeki bilimcilerin aldığından daha az (Kongar, 2013)
KÖY EĞİTİMİNE VE KÖY ENSTİTÜLERİNE İLİŞKİN
GÖRÜŞLERİ
Gündüzalp,
daha 1921’de, Maarif Kongresi’nde, o zamanki öğretmen okullarının köye uygun
öğretmen yetiştirmediğini söylemiş, kent öğretmen okullarının yanı sıra köy
öğretmen okullarının açılmasını önermiştir. Ama yarkurul (komisyon) üyelerinden
destek görmemiş, üstelik Yarkurul Başkanı Nafi Atuf (Kansu) tarafından
eleştirilmiştir. (4)
Ne ki köy öğretmen okullarının açılmasını
John Dewey de önerince, Mustafa Necati’nin Maarif Vekili, Nafi Atuf’un (Kansu) müsteşar olduğu yıllarda üç yıllık köy
öğretmen okulları (Kayseri-Zincidere, 1926 Denizli, 1927) açılmıştır. (4)
Bu da Gündüzalp’in ne kadar öngörülü olduğunu, ülke gerçeklerini hep göz önünde
tuttuğunu gösteriyor. Öyle ki her okulda bir doktorun, hiç değilse büyük
okullarda bir psikoloğun bulunmasını istiyor. Her köyde okuma odası açılmasını
öneriyor. (4) Eğitime ilişkin
sorunları görüyor, bu sorunların çözülmesi için kafa yorup çareler arıyor.
Gündüzalp 1920’lerde Anadolu köyünü,
köylüsünü nasıl görüyor, ona bir bakalım.
“En mutlu ve bereketli yıllarda bile-geleneksel yöntemin etkisi altında-ancak
kendi evinin ekmeğini sağlayabilen Türk çiftçisi, asker olan ve sürüp giden
harplerde ölen, en işgüzar ve kuvvetli üyelerinden yoksun kaldıktan sonra, bunu
da sağlamaktan âciz bir hale gelmiştir.(…)” (Talim ve Terbiye
Teşkilatımızda Buhran, 1924 Sadeleştirip
aktaran Binbaşıoğlu, 1999: 154)
Yukarıda acı gerçeğini anlattığı köylere,
gene aynı kitabında nasıl bir öğretmenin gerekli olduğunu da belirtiyor. “(…) Şunu mutlaka teslim edelim ki, köy öğretmenliği için yüksek bilgiden çok
sağlam ahlak ve karakter gereklidir (abç). (…) Hele bir öğretmen, bildiğini mutlaka uygulayabilmeli, bilgin olmaktan çok, araştırıcı olmalı ve
öğretim yöntemlerini iyi kullanmaya çaba harcamalıdır” (abç). (Sadeleştirip
aktaran Binbaşıoğlu, 1995: 16)
Gündüzalp,
köy enstitülerinin açılmasını sevinçle karşılamış, kapatılırken de köy enstitülerini
savunan yazılar yazmıştır. (3) Zaten o köy enstitüleri için esin
kaynağı olanlardan birisidir. Daha 1952’de, köy enstitüleri resmen
kapanmamışken, ‘Köy Enstitüleri Tarihe Karışırken’ başlıklı yazısında (Yeni
Okul dergisi, Sayı: 12) , köy enstitülerini kent öğretmen okullarına çevirmek
büyük bir yanlış olacaktır diyor. Yok, ille de kapatılacaksa, öğrenim süresinin
altı yıla çıkarılıp köy öğretmen okulu olarak eğitimi sürdürmelerini öneriyor.
(4)
Yeri gelmişken-az da olsa- köy enstitülerine
değinelim.
Atatürk “Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten
değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.” diyor ya (1 Kasım 1937), köy
enstitüleri de tarihsel koşulların, toplumsal gerçeklerin ürünüdür, öz be öz
bizimdir, özgündür. Tersine, UNESCO önerdi, başka ülkeler bizden örnek aldı.
John Dewey, “Son yıllarda düşlediğim
okullar Türkiye’de kurulmaktadır. Bu okullar köy enstitüleridir” diyor
(Dursun Kut’tan (2000) akt. Pazarlı, 2001:179).
Köylüye efendiliği çok gördüler.
Yurtsever, üreten, aydın ve aydınlatan insanların yetişmesini istemediler. Köy
enstitülerini kapattılar, Türkiye’nin ışığını söndürdüler. Kapatanlar, ‘milletin
kazancının milletin kesesine’ gitmesini istemeyenler…
Kendini halkın efendisi sanan kimi vali,
kaymakam da, haksızlıklara başkaldıran, sözünü sakınmayan köy enstitülü
öğretmenlerden hoşlanmadılar. Nasıl hoşlansınlar, o zamana kadar “evet efendim,
sepet efendim”, “buyurduğunuz gibi efendim” denmesine alışmış olan bu
yöneticiler, dik duran, eleştiren, kendini ezdirmeyen köy enstitülülere
dayanamadılar.
Gündüzalp’in bir önerisi de şu: ‘Yöneticiler,
memurlar halkın amiri değil, hizmetçisidir’ anlayışını ‘demokrasi dini’ olarak
aşılayalım. (3)
Son söz: Fuat Gündüzalp bir kurum gibi
çalışmıştır, zaten ‘kurum kişi’dir, bir bilgi pınarıdır o. II. Meşrutiyet
aydınlanmasının Cumhuriyet’e bir güzel armağanıdır. (5)
KAYNAKÇA
Akyüz,
Yahya (1978) Türkiye’de Öğretmenlerin
Toplumsal Değişmedeki Etkileri Ankara: Kendi Yayını
___________
(1997) Türk Eğitim Tarihi 6. Baskı İstanbul: Kültür Üniversitesi Yay: 1
____________(2003)
“Osmanlıdan Günümüze Öğretmen İstihdamı İlke ve Politikalarına Eleştirel Bir
Bakış” Öğretmen Yetiştirme ve İstihdamı
Eğitim-Sen Yay. (165-188)
Binbaşıoğlu,
Cavit (1995) Türkiye’de Eğitim Bilimleri
Tarihi MEB Yay: 2795
_______________(1999) Cumhuriyet Dönemi Eğitim Bilimleri Tarihi Ankara:
Öğretmen Hüseyin Hüsnü Tekışık Eğitim Araştırma Geliştirme Vakfı Yay: 2
______________ (2014) Başlangıçtan
Günümüze Türk Eğitim Tarihi 2. baskı Ankara: Anı Yay.
Bloom, Benjamin S. (1979) İnsan Nitelikleri ve Okulda Öğrenme ( Çev. Durmuş Ali Özçelik)
Ankara: MEB Yay.
Ertürk,
Selahattin (1984) Eğitimde ‘Program’
Geliştirme 5. baskı Ankara: Yelkentepe Yay.
Fidan,
Nurettin (1986) Okulda Öğrenme ve
Öğretme Ankara: Kendi Yayını
Gordon,
Thomas (2001) Etkili Öğretmenlik Eğitimi
(Çev. Emel Aksay Ed. Birsen Özkan) İstanbul: Sistem Yay.
Gündüzalp,
Fuat (1951) Öğretmen Meslek Kitapları
Kılavuzu (1939-1948) Cilt: II MEB Yay.
______________
(1955) Öğretmen Meslek Kitapları
Kılavuzu (1949-1953 Cilt: III Maarif Vekâleti Yay.
______________
ve Uyanık, Muvaffak (1964) Teşkilat ve
İdare 9. Baskı MEB Yay.
Gürses,
Can (2013) “Gereksiz Bilginin Gerekliliği”
Cumhuriyet Bilim Teknoloji dergisi 20.09.2013)
Kerschensteiner,
Georg (1947) İş Okulu Kavramı (Çev.
Fuat Gündüzalp) Ankara MEB Yay.
Kongar,
Emre (2013) “AKP Niçin Çağın Gerisindedir?” Cumhuriyet, 13.08. 2013)
Kuban,
Doğan (2014) “Türkiye’de Neden Demokrasi Olsun?” Cumhuriyet Bilim Teknoloji 17.01.2014 Sayı: 1400
Nas,
Recep (2006)Hayat Bilgisi ve Sosyal
Bilgiler Öğretimi 3. Baskı Bursa: Ezgi Kitabevi Yay.
_________(2012)
İnsan Olmak Öğretmen Olmak Bursa:
Ezgi Kitabevi Yay.
_________(2015) Sağlıklı Öğretmen-Öğrenci İlişkileri (Sınıf Yönetimi) Bursa: Ezgi Kitabevi
Yay.
Neill,
A. S. (1978) Bir Eğitim Mucizesi:
Summerhill (Çev. Güler Dikmen) İstanbul: Hürriyet Yay.
Pazarlı,
Meral (2001) Demokratik Eğitimde Bir
Anıt Kurum Köy Enstitüleri Ankara: Güldikeni Yay.
Rufer,
Alfred (1962) Peztalozzi ve Devrim (Çev.
İ. Hakkı Tonguç, Fuat Gündüzalp, Rauf İnan) İstanbul: İmece Yay.
Sarıhan,
Zeki ( 2007) İyi Öğretmen Olmak
Ankara: Öğretmen Dünyası Yay.
Willingham,
Daniel T. (2011) Çocuklar Okulu Neden
Sevmez? (Çev. İnci Katırcı) İstanbul: İthaki Yay.
3.
Cavit
Binbaşıoğlu http://cavitbinbasioglu.org/cavitbinbasioglu/yayinlari/makaleleri/ (Erişim: 09.02.2016)
(*) Öğretmen Dünyası Yayınları Tanıtım Dizisi: 5 Bu çalışma, Öğretmen Dünyası
dergisinin (Ağustos 2016 Sayı: 440)
parasız eki olarak sunulmuş, Öğretmen Dünyası Dergisi Genel Yayın Yönetmeni
Sayın Nazım Mutlu’nun izniyle de bu ‘blog’a konmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder