18 Ekim 2021 Pazartesi

MERAK ET

                                                           MERAK ET (*)

                                                                                                                         Recep Nas

                                                                                         

       Merak gündelik dilde çoklukla kaygıyı içeriyor. Nerde kaldın, merak ettim, meraktan öldüm gibi. Bir de düşkünlük, heves anlamında kullanılıyor, annesine pek düşkündür, atlara meraklıdır gibi. Bir de deyimleşen ‘Meraklı Melahat’ var, her işe, her şeye burnunu sokan, dedikoducu. M. Orhan Öztürk (1) bunlardan ayırmak için merak sözcüğünün önüne bir sözcük daha ekliyor, ‘bilme merakı’ diyor. Bu yazıda ‘bilme dürtüsü’ anlamında sadece 'merak' denilecektir.

     Çocuk doğuştan meraklıdır. Sorar, inceler, dokunur, kurcalar… Öğrenme isteği çocuk için doğal bir yöneliş. Bir baba çok meraklı olmasın da başına kötü bir şey gelmesin diye aklı sıra çocuğunu korkutmak istiyor. Bir öykü uyduruyor. “Meraklı bir kedi varmış. Öyle meraklıymış ki bu kedi, bir gün bir delikte ne var diye bakarken deliğe düşmüş, kaybolmuş, ya!” Neden başka bir hayvan değil de kedi, merak kediyi öldürürmüş ya, ondandır. Çocuk korkmuş mu, sorusuna bakalım,

     “Delikte ne varmış?”

      Çocuk merakının gereği olarak çok soru sorar, cinselliğe ilişkin de, özellikle 3-4 yaşlarında. Bu sorular suskunlukla, utandırmakla, azarla, yalan yanlış yanıtlarla geçiştirilemez, çocuğun anlayacağı bir dille doğru, açık, özlü olarak yanıtlanmalıdır. Kimi de sorusuna soruyla karşılık vererek onun yeni yeni düşüncelere yelken açmasını sağlayabilirsiniz. Axel Hecke de bunu yapıyor.          

     Beş yaşındaki oğlu soruyor,

     “Baba sen neden varsın?”

     Bir çala düşündükten sonra soruya soruyla karşılık veriyor,

     “Peki sen neden var olduğumu düşünüyorsun?”

     Çocuk kaşlarını çatıyor, gözlerini bir an kapatıyor, bir sağa bir sola dönüyor, sonra yavaşça,

     “Beni sabahları okula götürmek için… Banyo suyumu doldurmak için… Akşamları bana kitap okumak için… Benimle oynamak için…” (13)

     Meraklı, ilgili, öğrenme isteği olan çocuk – öğretmeni de isteklendirirse, yüreklendirirse - okul ortamına kolayca uyum sağlar. (2)  Halilhan Yonka bilim sevdalısı bir genç, 16 yaşında. Çocukluğundan bu yana her şeyi merak ediyor: Bulutlar nasıl oluşuyor? Ağaçlar kışın neden yapraklarını döküyor?  Ama - öğrencilerini birey olarak gören, arkadaşı yerine koyan, onlarla vakit ayırıp söyleşen bir öğretmeni dışında -  öğretmenlerinden yakınıyor. Bizi insan yerine koymuyorlar, dersi anlatıp çıkıp gidiyorlar, diye. (15)

     Merak araştırmaya, öğrenmeye yönelten bir duygu, hayvanlarda da var. Zaten öğrenme, soru sorma tutkusunun evrimsel kökleri var. Soran, sorgulayan çocuğu isteklendirin, merakını kışkırtın, bunun için uygun ortamı hazırlayın. Yapma değil, yap deyin. Müzelere, bilim merkezlerine götürün. Buraları oyalanacak yerler değil, eğitim ortamları. Albert Einstein’e göre, merak narin bir bitkiye benzer, besini de uyaranlar ve özgürlüktür.

     Astrofizikçi Neil deGrasse Tyson ana-babalara söylüyor: “Her çocuk bilim insanıdır. Çevreyi keşfe çıkar. Engel olmayın, yolundan çekilin.” (3) Meraklı Zihinler adlı kitap – aralarında Steven Pinker, Richard Dawkins ve Howard Gardner’ın da olduğu - 27 bilim insanının denemelerinden oluşuyor. Kitabın editörü John Brockman ‘giriş’ yazısında “[Ç]ocuk olarak hepsinde ortak olan şey merak, araştırıcılık ve - ister çok özel olsun ister genel anlamda - derin bir öğrenme tutkusuydu” diyor. (12)

     Merak bilimin, uygarlığın itici gücüdür. Merakla bilim atbaşı gider. Buluşlar, keşifler merak duygusunun meyvesidir. Uygarlığın temelinde bilim, bilimin temelinde de merak var. Ne hoş, Mars’a fırlatılan robot laboratuvarın adı Curiosity, yani merak.

     Çocuğa, yürümeye başlayınca otur, konuşmaya başlayınca sus, sormaya başlayınca çok bilme, saçmalama demeyin.

     Çocuk soruyor,

     “Anne bugün ne?”

     “Çarşamba”

     “Perşembe olsa ne olurdu?”

     “Salak! Saçma sapan konuşma.”

     Bu çocuk sıradanlıktan çıkmış, ama annesi onu sıraya sokmaya çalışıyor. Bu soru olağandışı değil, olağanüstü, ilgisiz değil, ilginç. Çocuk özgür bırakmış düş gücünü, aç önünü. Bu sorudan ne yeni sorular, ne masallar, ne öyküler çıkar: Ağaçlar yürürse ne olur? Kedimiz konuşursa ne olur?

     Öğretim Üyesi Bilgi Güvenç Tuna “Bilme merakım çocukluğumdan, ailemin sorduğum soruları sabırla yanıtlamalarından geliyor sanırım. Böylece ilkokulda soru sormaktan utanmamaya başladım” diyor. (4) Ama velilere “Meraklı bir çocuk nasıl olur?” diye soruyor öğretmen. Yanıt şu: “Etrafı dağıtan yaramaz bir çocuk.” (5)

     Ali Akurgal, AR-GE’ye mühendis alınırken adaylara sorarmış,

     “Oyuncaklarını kırar mıydın?”

     Kırmazdım, diyenin işe alınma olasılığı düşük olurmuş. Ali Akurgal’a göre, çocuk oyuncağının nasıl yapıldığını, nasıl çalıştığını söküp, sökemiyorsa kırıp içine bakıp öğrenemiyorsa üst kulvara geçmek için treni kaçırıyor demektir. (6)

     Soru meraktan doğar, merak eden sorar. Merak insanı o güne kadar öğrendikleriyle yetinmeyip – aklında acabalarla, sorularla – alışılmışın dışında ‘bir şeyler’ aramaya iter. Merak öğrenmeye itiyor, öğrenmeyi de en çok ilgi tetikliyor. İlgi, çocuğu meraklandırmak için güçlü bir araç. Merak öğrenmeye, öğrenme ilgiye, ilgi de yeni meraklara götürür. (14)

    Acıkan nasıl karnını doyurmak isterse, ‘bilgi açlığı’ çeken de beynini beslemek ister. Ne ki Louis Auguste  Blanqui’ın (1805-1881) deyişiyle mide açlığa alışamaz ama beyin çabucak alışır. Okumaya okumaya okumaz, öğrenmeye öğrenmeye öğrenmez olur. Merak köreltilirse özgür ve özerk düşünme yeteneği de körelir. Albert Einstein’ın ünlü sözünü burda da analım: “Benim özel yeteneklerim yok. Ben sadece tutkulu bir bilme meraklısıyım.”

     Sözlükleri taramışlar, merakı olumlayan, destekleyen bir tane olsun atasözümüzü bulamamışlar, bunun üzerine ‘merak edenler’, Eğitim Reformu Girişimi’nin (ERG) öncülüğünde oturmuşlar meraka ilişkin kendilerinin ‘atasözlerini’ yazmışlar, yüzlerce, kitaplaştırmışlar bir de. Birkaç örnek seçtim: Merak kediyi geliştirir (Melis Hırimyan). Meraklı kuş kalkış izni istemez (Levent Akgüllü). Olmaz ise merak, zihin kalır kurak (Rıza Türker). Meraklı taş yosun tutmaz (Serap Alıcı). Merak uyanınca, cehalet uyur (Fevzi Sığın). (11)

      Osmanlılar Mısır’da kaldıkları sürece piramitleri merak etmemişler. Batı, Rönesans’ı, Aydınlanma sürecini yaşarken orda neler oluyor diye de merak etmemişler. Oysa bilim de sanat da merakın hem ürünü hem üreticisidir.(1) Osmanlılarda basımevi (matbaa) Gutenberg’den 277 yıl sonra kurulmuş. Troya’yı (Heinrich Schliemann), Manyas Kuş Cenneti’ni (Curt Kosswick – Leonore Kosswick) yabancılar bulmuş.

     M. Orhan Öztürk acı gerçeği haykırıyor: “Üniversitede kırk yılı aşan öğretim üyeliğim süresinde öğretim üyelerinin çoğunun tartışmadan öğretmek, öğrencilerin de soru sormadan, tartışmadan öğrenmek eğiliminde olduklarını gözledim. Öğretim üyesinin soru sorulmayan dersleriyle, öğrencinin kendine verileni olduğu gibi, yani sorgulamadan, düşünmeden, tartışmadan ezberleme eğilimi dişli çarklar gibi birbirine uyuyordu. Sanki ailede, okulda ve toplumda çocuk yetiştirme araçları, yöntemleri ve geleneklerimizin bir kesimi ‘biat’ toplumuna uyan kişiler oluşmasını amaç edinmiş!” (10)

     Şu da var, bilimsel merak laikliği getirir yanı sıra. Nobel ödüllü Richard Feynman da bunu söylüyor: “Doğayı takdir edebilmek için gerekli olan kuşku, genellikle derin dinsel inançlarla ilintili olan kesinlik duygusuyla kolay kolay bağdaştırılamaz.” (7)

     Türker Kılıç’ın deyişiyle, merak, bilmekten, anlamaktan doğan yaşama sevincinin temel isteğidir, bilim insanının zihninin cansuyudur. Merak edip de araştırmaya, incelemeye, okumaya başlandığında, bu, beyin için içödül oluyor. Merak, beynin öğrenme yeteneğini artırıyor, beyinde çok farklı kulvarları devinime geçiriyor.(8) Öğrenmek doyum olmaz bir zevk kaynağıdır, tadan bilir. Gönüllülük işi, zorunluluk yok. Kimse ondan o işi yapmasını istemez.

      Gene Richard Feynman’a kulak verelim: “Ben bir bulucuyum (mucit). Her şeye merak duyabilir ve her şeyi araştırmak isterim.  Çocukken herhangi bir konuyla ilgileniyorsam bundan keyif aldığım içindi. Doğayı seviyordum ve sırf eğlencesine uğraşıyordum onunla. Yaptığım şey de doğayla oyunlar oynamaktı. Merakımı ve ilgimi ne çekiyorsa onunla oynamalıydım yalnızca. Şimdi de tıpkı olgular arasındaki ilişkileri bulmaya çalıştığım, canımın istediğini yaptığım çocukluğumdaki gibi her şey yine.” (7)

     Alexander von Humbold’a (1769-1859) ‘merakına yenik düşen adam’ denirmiş. Doğduğu Prusya Krallığı’nın saraylarında gününü gün edebilecekken, o Orinoco Irmağı’nın tropik cangıllarında (orman), Chimborazo Dağı’nın doruğunda bilimsel incelemeler yapmayı yeğliyor. 1829’da 60 yaşındayken Neva’dan Yenisey’e binlerce km. yol alıyor. İnsan kaynaklı iklim değişikliğini ilk kez dile getiren de o. (9)  

      Dian Fossey, kendini gorillere adayan kadın, ne acı, goril avcılarınca öldürüldü. Primatolog  Jane Goodall, 1960’tan bu yana hayatı şempanzeleri incelemekle geçmiş. Bir de yaşamını balinaların seslerine, - daha doğrusu- ‘şarkılar’ına adayan öğretim üyesi Michel Andre var.

     Nâzım Hikmet’in Yaşamaya Dair başlıklı şiirinden kısa bir alıntı: (…) Yaşamayı ciddiye alacaksın/Yani o derecede, öylesine ki/ (…) Kocaman gözlüklerin/Beyaz gömleğinle bir laboratuvarda/İnsanlar için ölebileceksin/Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için/Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken/Hem de en güzel, en gerçek şeyin/Yaşamak olduğunu bildiğin halde (…)

     Orhan Bursalı ‘Örgütlenmiş merak’tan söz ediyor. Merakı toplumsal olarak kışkırtan uluslar üreterek gelişirken merak etmeyen ulusları kendilerine bağımlı kılıp köle yaparlar. Charles Darwin uyarmış: Bilim ve sanat bir kuşun iki kanadı gibidir. Bilim ve sanata önem veren toplumlar uçar, önem vermeyenlerse uçamaz, tavuk olur. O tavuğun önüne yem atarlar, arkasından yumurtalarını toplarlar.

     Merak etme sen, denir ya çokluk, şarkısı bile var. Biz merak edelim, merak et,  diyelim, tabii bu bilimsel merak…

 

                                                   KAYNAKÇA

 

1.Öztürk, M. Orhan 2019) “Bilme Merakı Bizim Toplumda Neden az?” Herkese Bilim

     Teknoloji 29.11.2019 Sayı: 192      

2.Nas, Recep (2006) Çocuk İnsandır (Çocuk Eğitimi) Bursa: Ezgi Kitabevi     

3.http://butundunya.com/pdfs/2017/05/087-088.pdf  Çev. Sabriye Aşır

4.Herkese Bilim Teknoloji dergisi 20.09.2019 Sayı: 182 (Özlem Yüzak)

5.https://www.egitimreformugirisimi.org/uzun-hikaye-meraki-yeserten-bir-egitim-mumkun

6.Akurgal, Ali (2018) “Üst Düzeyde Mühendis Yetiştirmek” Herkese Bilim Teknoloji

      dergisi 16.11.2018 Sayı: 138

7.Onur, Bekir (2019) Değişen Çağ Değişen Çocukluk Ankara: İmge Kitabevi

8.Cumhuriyet Bilim Teknik dergisi 03.04.2015 Sayı: 1463

9.Herkese Bilim Teknoloji dergisi 27.09.2019 Sayı:183 (Batuhan Sarıcan)

10.Öztürk M. Orhan (2019) “Çocukta Bilme Merakı Nasıl Söndürülüyor?” Herkese Bilim

     Teknoloji dergisi 27.12.2019 Sayı: 196

11.https://www.merakedenler.org/atasozleri/home/

12.Brockman, John (ed./2007) Meraklı Zihinler çev. Ülker İnce Ankara: TÜBİTAK                                                                         

13.Stiekel, Bettina (2011) Çocuklar Soruyor, Nobel’liler Cevaplıyor 7.baskı

     Çev. Elif Günçe İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yay.

14.https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ozgur-bolat/merak-eden-cocuk-nasil-yetistirilir-40931928

15.Söyleşi: Özlem Yüzak Herkese Bilim Teknoloji dergisi 20 Mayıs 2021 Sayı: 269

 

(*) Bu yazı ÇAĞDAŞ EĞİTİM KOOPERATİFİ'nin e- dergisi olan ÇAĞDAŞ BAKIŞ'ta (Eylül 2021 Sayı: 40) yayımlanmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BENİM KEPİRTEPE’M

                                          BENİM KEPİRTEPE’M (***)

                                                                                                                            Recep Nas

                                                   

     Ben köy çocuğuyum, bununla övünmüyorum ama…  İnsan kendinin dışında olan şeylerle övünmez, doğum yeriyle, milliyetiyle, cinsiyetiyle…

     İlkokulu bitirdim, yıl 1956. Babam okumamı istiyordu. Nerde, nasıl okuyacaktım, o yaşta, o yıllarda ben bilemem tabii.

     Sınava gireceksin, dediler. Köyden dört arkadaş girecektik sınava. Sınav Çorlu’da yapılacakmış, sabahleyin. Onun için bir gün önceden gidecektik.

     O güne kadar Çorlu’ya at arabasıyla çok gittim ama gezdim mi, pek değil. Çorlu’ya varınca babam ya da ağabeylerim iş için gider gelmek bilmezlerdi, gelseler de yüklerini bırakıp gene giderlerdi, ben arabayı beklerdim. Sakın arabadan ayrılma, derledi. Sayıları az da olsa o yıllarda Çorlu’da Yahudiler vardı. Bu Yahudilerin iğneli fıçıları varmış, bizi o fıçıya atıp kanımızı içerlermiş. İşte budunsal (etnik) önyargılar çocuklara böyle böyle aşılanıyor. Önyargılar, çocukken öğrenilen, yetişkinlikte – yanlışı duyumsansa bile – silinmesi zor duygusal tepkiler, içselleştirilmiş, kalıplaşmış tutumlar. Kıbrıs doğumlu psikiyatrist Vamık Volkan da Rum papazın kuşağındaki her düğümün boğduğu Türk çocuklarını simgelediğine ilişkin söylentileri duya duya büyümüş.

     Dönelim sınava… Kasabada ilk kez geceleyecektim, sınavın değil de asıl bunun sevinci, heyecanı sardı beni. Neler görecektim bakalım… Bundan birkaç yıl önce öğretmenim beni Çorlu istasyonunda görünce, neler gördüğünü yaz, bana getir, demişti. Anımsıyorum, art arda sıralamıştım: Otobüs gördüm. Taksi gördüm. Kamyon gördüm… Bunlar o yılların köy çocuğu için önemli şeylermiş demek ki… Belli ki tek yükleme bağlayıp, araya virgül koymayı henüz öğrenmemişim. Bakalım, bu gece ne görecektim? Arkadaşlarımdan birinin çiçeği burnunda öğretmen olan ağabeyi (Necdet Çini) bizi bir otele yerleştirdi, sonra da bizi sinemaya götürdü. Bir ilk daha yaşıyordum, ilk kez bir film seyredecektim. Film, sinema, televizyon… Bu sözcükleri duymuştum, gazetede de okumuştum ama, bunlar silik, gölgeli, gizemliydi benim için, gözümde canlandıramazdım.  

     Sinemadayız, yazlık sinemaymış. Üstü açık, karşımızda beyaz, büyük bir duvar var. Necdet Ağabey filmin bu duvarda oynayacağını söyledi. Bakıyorum, bir şey göremiyorum. Duvarda gölgeler kıpırdanıyordu, belli belirsiz… Film bu muydu, utandım, soramadım. Film başlayınca anladım ki duvarda oynaşanlar ağaç dallarının gölgeleriymiş. Film, unutur muyum, Beyaz Mendil’di.

     Sınavı kazanmışım, ama bir sınav daha varmış, o, okulda yapılacakmış. Ama sağlıklı mıymışım bakalım, bunun için sağlık raporu almalıymışım. Babam beni Tekirdağ’a, hastaneye götürdü ve ben ilk kez denizi gördüm. Böylece daha okula başlamadan Kepirtepe bana çok şey kazandırmaya, öğretmeye başlamıştı bile. Okumak için sınavlara girmeseydim, sinemaya ne zaman giderdim, denizi ne zaman görürdüm, kim bilir…  Düşünün, deniz 30 km. uzağımızda, ama ben onu daha görmemiştim. At arabasıyla Çorlu’ya giderken, babam, bakın orası deniz, derdi, ama ben maviye çalan buğulu tül arkasında gizlenen denizi göremiyordum. 

     Aslında Kepirtepe, daha ilkokuldayken bize çağcıl elini uzatmış, yaşamımıza dokunmuştu. Öğretmenlerimiz (Mesut Sezgin, Ahmet Göksel, Rahmiye Onay), Kepirtepe’nin yetiştirdiği çağdaş, laik, nitelikli, ‘Atatürk Türkiyesi’nin aydınlık yüzlü insanlarıydılar. Atatürk’ü ilkin anam-babam tanıtıp sevdirdi bana, sonra da öğretmenlerim.

     Bilgileri ezberlemedik, öğrendiklerimiz yaşantı ürünüydü. Kitaplardaki ‘ezberlik’ bölümlere ‘fasa fiso’ derdi Rahmiye öğretmenim.  Yaşamın, toplumun, doğanın içinde eğitildik. Akılcı bir eğitim aldık, aklımız özgürleşti, kanatlandı. Ulusal bayramlar köylüyle birlikte coşkuyla kutlanıyordu. Öğretmenimiz bir ulusal bayramda ‘Softalar ve Fen’ başlıklı okuma parçasının ‘Öğretmen ve Hafız’ (*) bölümünü canlandırmamızı istedi. Kaderin cilvesi midir, öğretmenimizin öngörüsü mü, ben öğretmen rolündeydim, arkadaş da hafız. Kısa bir alıntı:

     Öğretmen,   

    “Sen benim öğrettiğim şeylere şeytanlık diyormuşsun, öyle mi?”

     Hafız,

    “Elbette ve tabii olarak…”

    “Sen kendini âlim sayan bir insansın. Acaba her şeyi biliyor musun?

     “Buiiznillah bilirim. Bütün kitapları okudum, hatmettim.”

     “Geçen gün camide dünyanın düz olduğunu, benim okuttuklarımın da yalan olduğunu söylemişsin.”                                                   

     “Evet, dünya dümdüzdür. Tıpkı baklava sinisi gibidir. Ve etrafında çepeçevre Kaf Dağı vardır. Ve Kaf Dağı’nın arkasında da deniz vardır. İskenderi Zülkarneyn’in kitabında yazılıdır” (…)

     Din dersi gördük mü, belleğimi yokluyorum ama anımsamıyorum. Anlamadığımız, dilimizin dönmediği Arapça sözcükleri, tümceleri ezberlemek zorunda kalsaydık çektiğimiz sıkıntıların izi kalırdı.  Gördüysek bile ‘imam öğretmen’ değil, kendi öğretmenimiz vermiştir bu dersi. İnsanlıktan, arkadaşlıktan, komşuluktan, dayanışmadan, yalan söylememekten söz etmiştir. O günah bu günah dememiş, cinlerle, şeytanla korkutmamıştır.

     Köyümüzden  (Sarılar) tren geçiyordu, durduğu sürece de gazete satılıyordu. Öğretmenimiz istemişti, her gün sırayla sınıf için gazete alıyorduk. Okuma alışkanlığım ta o zaman uç vermiş olmalı. Televizyondan – kırık dökük bilgilerle de olsa – haberli olmam, x harfini merak edip öğretmene sormam gazete okumamla ilintiliydi.

      Rahmiye Onay öğretmenimin öğüdünü kulağıma küpe ettim, hiç unutmam. “Aman çocuklar”, demişti. “Anlamını bilmediğiniz sözcüğü sakın kullanmayın, gülünç duruma düşersiniz.” Bir de bir öykücük (anekdot) anlatmıştı. O yıllarda kasaba da olsa mahallelerde herkes birbirini tanıyor. Komşularla dayanışma, yardımlaşma üst düzeyde. Kapılar kilitsiz. Komşu komşunun külüne muhtaç sözü geçerli, işliyor. Böyle bir mahalleye bir aile taşınıyor. Birkaç gün sonra mahallenin yerlisi bir kadınla yeni taşınan kadın sokak çeşmesinde karşılaşıyorlar. Hoşbeşten sonra mahallenin yerlisi olan kadın,

     “Komşu size ‘hoş geldin’e geleceğiz ama tenezzül etmiyoruz.” diyor.

     Bardağa çay doldururken ‘dudak payı’ bırakılması gerektiğini de bu öğretmenimden öğrenmiştim, aile bilgisi dersinde.

     İkinci sınavı da kazanmışım, böylece ana kucağından okul ocağına geçtim. Okulda her şey bana yabancı, her şey farklı. Yer yatağından ranzaya geçmiştim, hem de üst kata. İlk günlerde battaniyeyi başıma çekip ağlardım.

     Babam beni okula bırakırken 10 lira vermişti. İyi para, yıl 1956. Yatılıydım, ekmek elden su gölden. Babam dayanamamış, hafta sonu geldi, kalan paramı sordu. İki buçuk lira kalmıştı. Şaşırdı, öyle ya, onca parayı nasıl, nereye harcamıştım… İlk kez bu kadar para giriyordu cebime, harcamama da karışan yoktu, özgürdüm. Bana belli bir süre için harçlık verilmediği için idareli kullanmayı bilmiyordum. Bir de sevgiden yoksun kalışım beni abur cubur yemeye yöneltmiş olmalı. Kantine dadanmıştım.

     ‘Ana bina’nın alınlığındaki bir yazı silinmiş ya da harfleri çıkarılmıştı, ama izi kalmıştı, okunuyordu: KEPİRTEPE KÖY ENSTİTÜSÜ Ben bu yazıya bakar bakar ağlamaklı olurdum, hüzünlenirdim. Enstitü nedir, ne bileyim… Beni içine çeken, hüzne batıran ‘köy’ sözcüğüydü. Köyümü anımsatıyordu bana, ana kucağını, sıcacık yuvamı. Köy özlemim iyice koyulaşıyordu içimde.

     Köy enstitüleri nedir, öğretmenlerden bir açıklama duymadım. Demokrat Parti’nin azgın günleriydi, çekiniyorlardı belki. Işıklar içinde dinlensin, Nedim Menekşe öğretmenimiz ne güzel anlatmış Köy Enstitülerini: ”Biz sevgiyle büyütüldük. Son derece demokratik eğitim aldık. Okul yönetiminde öğrencilerin söz hakkı vardı. Üstelik bu lafta kalan bir şey değildi. Toplantılarımızda öğretmenlerimizle son derece sert tartışmalara girmekten çekinmezdik” (Cumhuriyet Pazar, 17 Nisan 2005).

     Büyüdükçe anladım, aslında Köy Enstitüsünün izleri silinmemiş, esintileri sürüyordu. Yatılıydık, öğrencilerle öğretmenler gece gündüz birlikteydi, etkileşim içindeydi. Çakıl taşları birbirine sürte sürte nasıl düzgün hale geliyorsa, yatılı okul öğrencileri de birbirlerini böyle eğitiyorlardı. Her sınıf sırayla, bir hafta boyunca okulun çeşitli işlerini üstleniyordu. Dersliğimizi kendimiz temizliyorduk, sobamızı kendimiz yakıyorduk. İşlikler vardı, orda el becerilerimizi geliştiriyorduk. Okul yazın boş kalmazdı, öğrenciler dönüşümlü olarak okula gelir, ağaç bakımına kadar çeşitli işler yaparlardı. ‘Tonguç Baba’nın istediği kafa – kol birlikteliği sürüyordu. Öğrenci başkanlıklarının seçimi şenlikli bir ortamda yapılıyordu, demokrasiyi yaşayarak öğreniyorduk. Sorunumuz var, diye çağırdığımızda yüksünmez, erinmez, sınıfımıza gelirdi müdür, dinlerdi bizi.    

   Kepirtepe’de de laik eğitim aldık. Laiklik bilimden yanadır, akılcılıktır. Demokrasinin önkoşulu, toplumsal barışın güvencesidir. Laiklik, dini sömürü aracı olarak kullananlara, dincilere karşı, içsel yönelimli, içtenlikli dindarlara saygılıdır. Okulda oruç tutana da tutmayana da karışılmazdı.

     Görece olarak da olsa ‘sosyal devlet’ anlayışı işliyordu. % 80 oranında köylü çocuklar alınırdı, böylece eğitimde fırsat eşitliği sağlanmaya çalışılıyordu.

     Sadece ilkokul değil, köy öğretmeni olmak için yetiştirildik. ‘Öğretmen Marşı’nı coşkuyla, içtenlikle, ürpererek söylerdik. Böyle idealist yetiştirildik. Atanmak istediğimiz üç il adı yazmamız istendiğinde Türk Bayrağının dalgalandığı her yere giderim, diyen arkadaşlarımız vardı.  Şimdiyse çok köy okulsuz, öğretmensiz kaldı. Köylülerle birlikte coşkuyla yapılan ulusal bayramlar yapılmaz oldu. Köy, imama kaldı.     

     Okulu bitirince (1962), ya bizi atamazlarsa, işsiz kalırsak gibi bir kaygı duymadık, bu duygu bize yabancıydı. Hoş, o yıllarda ‘işsizlik’ diye bir sözcük dillerde yoktu zaten. Devlet bize yedirdi, içirdi. Bizi giyindirdi, barındırdı. Bitmedi, diplomayla birlikte – başta Atatürk’ün başyapıtı Nutuk olmak üzere verdiği on kitabın yanı sıra - ‘donanım bedeli’ adıyla cebimize harçlık koydu, öğretmene yakışır biçimde giyinip kuşanın diye. Oysa şimdi öğretmen adaylarından ‘öğrenim harcı’ alıyor devlet. Övünerek diyorlar ya, ah canım kardeşim, neredeeen nereye… Aslında bu sözü söylemek bize düşer, üzülerek tabii.

     Günümüzde - atanamayan değil - atanmayan öğretmen sayısı 400 bini aştı, üstelik 100 binin üzerinde öğretmen açığı varken. Çalışan öğretmenler de mutsuz. Eğitim-Sen’in araştırmasına göre (**), öğretmenlerin % 70’ i ekonomik koşulları daha iyi olan bir iş bulsa mesleğini bırakacağını düşünüyor.

     Atanma olasılığının çok düşük olduğunu bilen öğretmen adayını güdülemek çok zor. Oysa biz ‘Öğretmen Marşı’yla yetiştirildik. “Alnımızda bilgilerden bir çelenk”le cehle karşı savaşmak için “yurdum seni yüceltmeye antlar olsun” diyerek başladık öğretmenliğe. Çünkü biz Köy Enstitüsünün tazeliğini koruyan ruhunun esintisiyle birlikte ilköğretmen okulu terbiyesi almıştık. Biz Kepirtepeliydik.  

 

(*) Helvacıoğlu (Gümüşoğlu), Firdevs (1996) Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik 1928 – 1995    

     İstanbul: Kaynak Yay. (129 – 132)

(**) https://egitimsen.org.tr/ogretmenlerin-ekonomik-ve-mesleki-sorunlarina-bakis-anketi-sonuclari/  (Erişim: 1 Mart 2021)

 

(***) Bu yazı Kepirtepeliler Eğitim Vakfı'nın KEPİRTEPE adlı bülteninde ( Ağustos 2021 Sayı: 21) yayımlanmıştır.